İçeriğe geç

Tek Başına Bir Adam Kitap Alıntıları – Christopher Isherwood

Christopher Isherwood kitaplarından Tek Başına Bir Adam kitap alıntıları sizlerle…

Tek Başına Bir Adam Kitap Alıntıları

Geçmiş geçti gitti. Geçmediğine inandırmaya çalışıp müzelerdeki eşyaları gösterirler insana. Ama geçmiş onlar değildir.
Hiç tek başımıza yemek yemesek, acaba gerçekten yalnız hissedermiydik kendimizi?
hiç kimseden nefret etmek zorunda olmamak ne kadar rahatlatıcı bir duygu!
Ben okuman gereken bir kitap gibiyim. Kitap sana kendi kendisini okuyamaz ki. Kitap içinde ne yazılı olduğunu bile bilmez. Ben de bilmiyorum.
Siz ve ben farklı olmasak, birbirimize ne verebiliriz ki? Nasıl dost olabiliriz?
Hiç tek başımıza yemek yemesek, acaba gerçekten yalnız hisseder miydik kendimizi?
Kötülük zaman içinde oluşur gerekçesine sığınarak zaman kötüdür demekle, balıklar okyanusta doğup büyür, o halde okyanus bir balıktır demek arasında bir fark yok.
UYANMAK, varım ve şu anda demekle başlar. Uyanan şey, bir süre gözlerini dikip tavana bakar, sonra bakışlarını kaydırır, ta ki ben’i tanıyıncaya, buradan da ben benim ve şu anda varım’ı çıkarsayıncaya kadar. Ardından buradayım gelir ve en azından, olumsuz da olsa, bir güvence verir; çünkü uyananın, bu sabah kendisini bulmak istediği yerdir burada; evimdeyim denen yer.
Biliyor musun Kenny, öyle konular vardır ki yaşamda sana soruluncaya kadar kendin bile bunları bildiğini bilmezsin.
Beyin kabuğuyla beyin sapı bir Kızılderili katilin el çabukluğuyla karanlıkta katlediliyorlar. Soluğu kesilen kalp sıkışıyor ve duruyor.
En korkunç şey , yok olma korkusuydu. Şimdi çok daha dehşetli bir korkuyla baş başayız, hayatta kalma korkusuyla
Yararsız tüketim malları üretip durmaya katkıda bulunmak yerine, bir işe yaramak küçük de olsa bir doyum sağlamıyor mu onlara? Bu ülkede geçer­li olan iflah olmaz biçimde yozlaşmış mesleklerden birinin üyesi olmadığını bilmek de bir şey değil midir? ( ) Komisyonculara tek lazım olan bu bilgilerin sonuçları, pratik kullanımları. Bu profesörler enayi, diyor onlar. İnsana para kazandırmayan şeyi öğrenmenin yararı ne? Somur­tanların yandan fazlası onlara hak veriyor, içlerinden zeki ve üç­kağıtçı olmadıkları için utanıyorlar.
Bi­liyor musun Kenny, sık sık her şeyi anlatmak, her şeyi konuşmak istiyorum apaçık, dürüstçe. Sınıfta değil, tabii – o olmaz. Mutla­ka bir yanlış anlayan çıkar
Size bir şey daha söyleyeyim. Azınlığın da kendine göre bir saldırganlığı vardır. Çoğunluğa kafa tutar, kendisine saldırılsın ister. Çoğunluktan nefret eder- nedensiz değil tabii, onu teslim edi­yorum. Hatta öteki azınlıklardan bile nefret eder, çünkü bütün azınlıklar birbirlerine rakiptir; her biri kendi çektiklerinin en kö­tüsü, kendi uğradığı haksızlıkların en ağırı olduğunu öne sürer. Daha çok nefret ettikçe, daha çok baskı görürler, daha da aksile­şirler! Sevilen insan aksileşir mi? Hayır, aksileşmez! O halde, her an nefretle karşılanan insanlar neden iyi huylu olsunlar ki? Baskı görürken, size yapılanlardan, size bunları yapanlardan nefret edersiniz; nefret dolu bir dünyadasınızdır. Değil mi, sevgi görse­niz bile sevgiyi tanımazsınız! Sevgiden kuşku duyarsınız! Ardın­da bir şeyler gizliyor sanırsınız; bir çıkar, bir numara
Baskı uygulayan çoğunluk kötü olduğuna göre, der liberal kişi, demek ki baskı gören grup sütten çıkma ak kaşık ol­malıdır. Bu nasıl bir saçmalıktır, farkında mısınız?
O halde şunun adını koyalım, azınlıklar büyük olasılıkla biz­lerden farklı görünen, davranan, düşünen ve bizde olmayan ku­surları olan insanlardır. Onların görünüşlerinden, davranışların­dan hoşlanmayabilir, kusurlarından nefret edebiliriz. Ayrıca, neler hissettiğimizi güya liberal bir duygusallıkla örtmeye çalışmaktan­sa, onlardan hoşlanmadığımızı, nefret ettiğimizi itiraf etmek da­ha iyidir. Duygularımızı açıkça dışarı vursak, bir emniyet sübabı­mız olur, emniyet sübabımız olursa da yargılamaya kalkışmakta daha az aceleci davranırız Biliyorum, günümüzde pek tutulma­yan bir görüş bu. Hepimiz, bir şeyleri yeterince uzun bir süre gör­mezden gelmeyi başarırsak, o şeylerin ortadan kalkıvereceğine inandırmaya çalışıyoruz kendimizi
”Tamam, peki; derken liberaller çıkıyor -bu odadaki herkesin onlardan olduğuna kuşkum yok- ve azınlıklar da tıpkı bizim gibi insandır, diyorlar. ELBETTE, AZINLIKLAR DA İNSANDIR. AMA İNSANDIR, MELEK DEĞİL. Elbette, bizim gibidirler – ama tıpatıp bize de benzemezler. Bu liberal histeri sonucu öyle bir noktaya gelirsiniz ki, bir zenciyle bir İsveçli arasında gerçekten hiçbir fark görmediği­nizi söyleyip kendi kendinizi uyutmaya başlarsınız
Şimdi, mesela, çilsizler çillileri bir azınlık olarak görmezler. Gerçekten de onlar sözünü ettiğimiz anlamda bir azınlık değildir. Peki neden? Çünkü bir azınlık ancak çoğunluk için gerçek ya da hayali bir tehdit oluşturuyorsa azınlık sayılır. Ve hiçbir tehdit de tümüyle hayali değildir.
Ve bir yerlerde, olmalı ya olan kölelikle rinin ortasında bir yerde, o çılgın olabilir , yaşayın, öğrenin, ta­nıyın diye fısıldıyor onlara – neyi?! Harikaları, mucizeleri! Cehennemde Bir Mevsim’i, Gecenin Sonuna Yolculuk’u, Bilgeliğin Yedi Sütunu’nu, Boşluğun Parlak Işığı’nı İçlerinden biri olsun yırtacak mı? Evet, elbette. En azından biri. En çok da ikisi ya da üçü – arayış içindeki bu binlerce kişiden ikisi ya da üçü
Yerel bir gazetenin başyazarı cinsel sapkınlara karşı (George gibilerini kastediyor) kampanya başlattı. Her yer bunlarla doldu, diyor; artık iğrenç manzaralara tanık olmaksızın bir bara, erkek­ler tuvaletine, ya da halk kütüphanesine gidilemiyor. Ayrıca, hep­si de istisnasız frengili. Bunlara karşı var olan yasalar, diyor, ge­reğinden fazla hoşgörülü.
Aynaya gözlerini dikmiş baktıkça, aynadaki yüzünün içinde birçok başka yüz görüyor -çocuğun, ergenin, delikanlının, artık çok genç olmayan erkeğin yüzlerini-, yüzlerin hepsi birbirlerinin üzerine yansıtılmış fosiller gibi orada saklı, ve hepsi de fosiller gibi ölü. Bu ölmekte olan canlıya söyledikleri şu: Bak bize -biz öldük- ne var korkacak?
şimdi’de sevmeli, şimdi’de yaşamalı.
Hiç tek başımıza yemek yemesek, acaba gerçekten yalnız hisseder miydik kendimizi?
ölüm, dedim. diyeceğim, sık sık düşündüğün oluyor mu ölümü?
Yoo, hayır.
gelecek- ölüm orada da.
Burası kılı kılına tasarımlanmış küçük bir evdir. Çoğu kere bu evin küçüklüğü onda bir korunma duygusu uyandırır; burada kendini yalnız hissetmeye yetecek yer yoktur.
Aradan belki bir saat geçmiş, ikisi de sarhoş. Kenny adamakıllı,
George epeyce. Ama George’unki iyi bir sarhoşluk, pek seyrek
bu kadar iyi sarhoş olur. Kendi kendine bu tür sarhoşluğun neye
kimliğini benzediğini tanımlamaya çalışıyor. Şey – cok kabaca söylersek-önce: Ben kişi arasında diyalog. Evet ama
içki kılı kırk yarmak, kelimeleri evirip çevirmek, hep kendine yontmak anlamında bir diyalog değil; alçakgönüllülük numarasına yatan bir şirretlik yarışı değil; önceden belirlenmiş sıkıcı bir konu üzerinde münazara değil. Her şeyden söz edebilir, konuyu istediğin kadar değiştirebilirsin. Aslında,önemli olan konuştuğun şey değil, belli bir ilişki içinde birlikte olmak.
sadece düpedüz mutluluk-das Glück, le bonheur, la
, felicidad- içinde hissetmeye başlıyor. Üç dilde üç ayrı cins isimle anlatmışlar bunu, ama insan istese de istemese de İspanyolların haklı olduğunu teslim etmek zorunda, çünkü mutluluk genellikle dişil, yani kadının yarattığı bir şey.
insanın en iyi dostlarının ille de onu en iyi anlayanlar olduğunu söyleyen saçma görüşün ne kadar anlamsız
ama yaygın olduğunu aklından geçiriyor. Dünyada yeterince
anlaşma yokmuş sanki; her şeyden önce de, hani şu şarkılarda,
kitaplarda övgüler düzülen, aslında her bir tarafın da sık sık
ayrılıklar, kavgalar pahasına katlandıkları korkunç bir işkenceden başka bir şey olmayan, âşıklar arasındaki anlaşma.
Hiç tek başımıza yemek yemesek, acaba gerçekten
yalnız hisseder miydik kendimizi?
Peki nedir yaşam biçimimiz
Belli ölçüler, belli kolaylıklar ve belli malzemenin yerli yerinde
kullanılmasını gerektiren bir yapı kodu; ne eksik, ne fazla, Gei
kalanını kendin yerli yerine koymak zorundasın. Ama bunu Ar
truvalılar anlatmaya kalkıştın mı, yandın! Ödleri kopar… Şuras
gerçek ki, bizim yaşam biçimimiz onlarınkine oranla çok daha
yalın, süssüz. Biz nesneler düzleminde var olan her şeyi yalnızca
simgesel birer kullanışlılığa indirgedik. Peki neden? Çünkü kaçı
yılmaz ilk adımdır bu. Nesneler düzlemi tanımlanıp yerli yerine
konmadıkça, zihin tam anlamıyla özgür olamaz. Sanırsın ki bu
apaçık bir gerçek. En aptal Amerikalı bile bunu anlar. Ama Avru-
palılar bizi insanlıkdışı buluyorlar -ya da olgunlaşmamış diyor-
lar ki bu daha büyük kabalık- çünkü biz onların bireysel fark-
liliklardan, romantik beceriksizliklerden, sırf kendileri olduklan
için değer verilen nesnelerden kurulu dünyalarını yadsıdık. Ka-
tedrallerden, ilk basım kitaplardan, Paris modasından, yıllanmış
şaraplardan kurulu tüm o eski, ölü ‘kült’ü… Tabii, onlar da boş
durmuyorlar, bizi o iğrenç ‘kült’ propagandalarıyla her an yılma-
ya çalışmaktan hiç vazgeçmiyorlar. Bir gün başarırlarsa yandık
demektir. Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi’nin asıl araş-
tırması gereken yıkıcı faaliyet bunlar işte… Avrupalılar bizden, tefekküre dalmak için mağaralarına çekilmiş bilgeler gibi, reklamlarımızın içine çekilmiş yaşadığımız için nefret ediyorlar. Simge değerinde yatak odalarında uyuyor, simge değerinde yemekler yiyor, simgesel olarak eğleniyoruz – bu onları dehşete düşürüyor,öfke ve tiksintiyle dolduruyor, çünkü hiç mi hiç anlayamıyorlar. ‘Bu insanlar mezar kaçkını!’ diye bağırıyorlar. Kendilerini buna inandırmaları gerek, çünkü aksi halde pes edecek, Amerikalların böyle yaşayabildiklerini çünkü çok çok daha gelişmiş bir kültür olduklarını, Avrupa’dan hatta dünya yüzündeki herkesten beş yüz, bin yıl ileride bulunduklarını itiraf etmek zorunda kalacaklar. Aslında bizler tinsel yaratıklarız, Bütün yaşamımız zihinde olup bitiyor. Amerikan Otel Odası gibi simgelerde kendimizi rahat hissetmemizin nedeni de bu. Avrupalı yerlerde sürünen zavallı bir materyalist olduğu için simgelerden nefret ederken
Size bir şey daha söyleyeyim. Azınlığın da kendine göre
bir saldırganlığı vardır. Çoğunluğa kafa tutar, kendisine sal-
dirilsin ister. Çoğunluktan nefret eder – nedensiz değil tabii,
onu teslim ediyorum. Hatta öteki azınlıklardar bile nefret eder,
çünkü bütün azınlıklar birbirlerine rakiptir; her biri kendi çek-
tiklerinin en kötüsü, kendi uğradığı haksızlıkların en ağırı ol-
duğunu öne sürer. Daha çok nefret ettikçe, daha çol baskı gö-
rürler, daha da aksileşirler! Sevilen insan aksileşir mi? Hayır,
aksileşmez! O halde, her an nefretle karşılanan insanlar neden
iyi huylu olsunlar ki? Baskı görürken, size yapılanlardan, size
bunları yapanlardan nefret edersiniz; nefret dolu bir dünyada-
sinizdir. Değil mi, sevgi görseniz bile sevgiyi tanımazsınız! Sev-
giden kuşku duyarsınız! Ardında bir şeyler gizliyor sanırsınız;
bir çıkar, bir numara…
Evet, şimdi diyelim ki bir azınlık gerçekten de baskı görüyor -nedeni hiç önemli değil; politik,ekonomik, psikolojik olabilir- ne kadar yanlış olursa olsun daima bir neden vardır – benim demek istediğim bu. Ayrıca, elbette,baskı her zaman için yanlıştır; hepimiz bunda hemfikiriz, hiç kuşkum yok. Ama işin en kötü yanı şimdi liberallerin başka birtabusuna bindiriyoruz. Baskı uygulayan çoğunluk kötü olduğuna göre, der liberal kişi, demek ki baskı gören grup sütten çıkma ak kaşık olmalıdır. Bu nasıl bir saçmalıktır, farkında mısınız? Kötünün kendisinden daha kötü olanlar tarafından baskı altına alınması olmayacak şey mi? Arenadaki bütün Hıristiyan kurbanlar aziz mi olmalılar?
O halde şunun adını koyalım, azınlıklar büyük olasılıkla
bizlerden farklı görünen, davranan, düşünen ve bizde olmayan kusurları olan insanlardır. Onların görünüşlerinden, davranışlarından hoşlanmayabilir, kusurlarından nefret edebiliriz. Ayrıca,neler hissettiğimizi güya liberal bir duygusallıkla örtmeye çalışmaktansa, onlardan hoşlanmadığımızı, nefret ettiğimizi itirafetmek daha iyidir. Duygularımızı açıkça dışarı vursak, bir emniyet sübabımız olur, emniyet sübabımız olursa da yargılamaya kalkışmakta daha az aceleci davranırız… Biliyorum, günümüzde pek tutulmayan bir görüş bu. Hepimiz, bir şeyleri yeterince uzun bir süre görmezden gelmeyi başarırsak, o şeylerin ortadan
kalkıvereceğine inandırmaya çalışıyoruz kendimizi…
Dünyada yeterince anlaşma yokmuş sanki; her şeyden önce de, hani şu şarkılarda, kitaplarda övgüler düzülen, aslında her bir tarafın da sık sık ayrılıklar, kavgalar pahasına katlandıkları korkunç bir işkenceden başka bir şey olmayan aşıklar arasındaki anlaşma.
şu an için bu insan kardeşlerini hor görmenin çok, çok uzağında. Kaba saba olabilirler, paradan başka bir şey düşünmeyebilirler, tatsız tuzsuz ya da aşağılık da olabilirler ama George onların safında bulunmaktan, onların safında -bu harikulade azınlığın, yaşayanlar ın safında- sayılmaktan rezilce bir sevinç duyuyor.
Zaman artık onun için çok garip bir aynalar dehlizi olmalı; lunaparklardaki aynalı dehlizler de her an komikten korkunca dönüşebilir.
Bu odaya dış dünyadan alıp getirebileceği anlamlı bir şey yok artık. Kendisi dahil.
Aslında bizler tinsel yaratıklarız. Bütün yaşamımız zihinde olup bitiyor.
Kendi kendime dedim ki, ya bu insanlar deli ya sen delisin. Hepsi koşuyordu sanki, hani eski sessiz filmlerde olur ya.
En korkunç şey yok olma korkusuydu. Şimdi çok daha dehşetli bir korkuyla baş başayız, hayatta kalma korkusuyla.
öyle konular vardır ki yaşamda sana soruluncaya kadar kendin bile bunları bildiğini bilmezsin.
Hepimiz, bir şeyleri yeterince uzun bir süre görmezden gelmeyi başarırsak, o şeylerin ortadan kalkıvereceğine inandırmaya çalışıyoruz kendimizi
Hiç ama hiç kimse bir sebep olmadan nefret etmez
Kötülük zaman içinde oluşur gerekçesine sığınarak zaman kötüdür demekle, balıklar okyanusta doğup büyür, o halde okyanus bir balıktır demek arasında bir fark yok.
Nice yazlardan sonra kuğu da ölür.
Elbiselerle kuşatılıp gizlenmeli, çünkü dışarıya, öteki insanların dünyasına çıkıyor; ötekiler onu tanıyabilmeliler. Davranıştan onlar açısından kabul edilebilir olmalı.
Ama şu anda, sadece şu an değildir. Şu an aynı zamanda soğuk bir uyarıdır da; dünden tam bir gün sonra, geçen yıldan bir yıl sonra. Her şu an’ın üzerine yapıştırılmış, bütün geçmiş şu anlar’ı geçersiz kılan bir tarih vardır, ta ki -er ya da geç- belki -hayır, hayır belki değil- kuşkusuz; o an gelecektir.
Yirmili, otuzlu yılların bütün o krizleri, sonra savaş yılları arasında en korkunç şey yok olma korkusuydu. Şimdi çok daha dehşetli bir korkuyla baş başayız, hayatta kalma korkusuyla.
Başkalarının yanında kitaplar­dan saygıyla söz etmesi gerekiyorsa da, kitaplarını gözlerinin ya­şına bakmadan kötüye kullanıyor; uyumak, saatin akrebiyle yel­kovanını unutmak, mide sancılarının kesintisiz dırıltısını dindir­mek için, kendisini melankoliden kurtarıp lafa tutsunlar diye
Ölesiye yor­gun düşmüş bıkkın bir yüzücü, ya da koşucunun dış görünüşü; gene de durmak söz konusu değil. Karşımızda duran yaratık dü­şüp ölünceye kadar didinip duracak. Kahraman filan olduğu için değil. Başka seçenek düşünmediği için.
UYANMAK, varım ve şu anda demekle başlar
Aynaya gözlerini dikmiş baktıkça, aynadaki yüzünün içinde birçok başka yüz görüyor -çocuğun, ergenin, delikanlının, artık çok genç olmayan erkeğin yüzlerini-, yüzlerin hepsi birbirlerinin üzerine yansıtılmış fosiller gibi orada saklı, ve hepsi de fosiller gibi ölü. Bu ölmekte olan canlıya söyledikleri şu: Bak bize -biz öldük- ne var korkacak?
uyanmak, varım ve şu anda demekle başlar. uyanan şey, bir süre gözlerini tavana dikip bakar, sonra bakışlarını kaydırır, ta ki ben’i tanıyıncaya, buradan da ben benim ve şu anda varım’ı çıkarsayıncaya kadar. ardından buradayım gelir ve en azından, olumsuz da olsa, bir güvence verir; çünkü uyananın, bu sabah kendisini bulmak istediği yerdir burada; evimdeyim denen yer.
Kalkıp da aynada kendinize bakamayacak olduktan sonra, ebediyen güzel olmanın eğlenceli yanı nerede kaldı, değil mi?
Her zamanki gibi inatla, karıncalan filit sıkarak yok ediyor ve birden bu işi yaparken kendini görüyor: bu öğretici, hayranlık uyandırıcı varlıklar üzerinde zorla kendi iradesini kullanan inatçı, kötü niyetli bir ihtiyar. Evrim krallığında hiçbir yerleri olmayan eşyalar -kap kacak, çatal bıçak, kavanozlar, şişeler olduklan yerde durmuş seyrederken, dirimi yok eden dirim. Neden? Neden? Bizi doğal müttefiklerimizle, zorbalığının ortak kurbanları olduğumuz yaratıklarla karşı karşıya getirerek varlığını görmezlikten gelmemizi isteyen kozmik bir düşman, zorbalar zorbası biri mi var? Ama heyhat, George bütün bunlan aklından geçirdiğinde, karıncalar çoktan ölmüş, ıslak bir bezle temizlenip lavabonun deliğinden aşağı yollanmışlar bile.
Çıplaklığı örtülmeli. Elbiselerle kuşatılıp gizlenmeli, çünkü dışarıya, öteki insanların dünyasına çıkıyor; ötekiler onu tanıyabilmeliler. Davranıştan onlar açısından kabul edilebilir olmalı
Aynaya gözlerini dikmiş baktıkça, aynadaki yüzünün içinde birçok başka yüz görüyor -çocuğun, ergenin, delikanlının, artık çok genç olmayan erkeğin yüzlerini-, yüzlerin hepsi birbirlerinin üzerine yansıtılmış fosiller gibi orada saklı, ve hepsi de fosiller gibi ölü. Bu ölmekte olan canlıya söyledikleri şu: Bak bize -biz öldük-ne var korkacak?
UYANMAK, varım ve şu anda demekle başlar.
Ama gene de yaşlılara kızabilir insan. Çünkü ne de olsa, havaya uçmadan önce fazladan epey yaşamış olacaklar.
gördüğü, bir yüzden çok, berbat bir yüz ifadesi. İşte o yüzün kendine ettikleri, yaşadığı elli sekiz yıl boyunca nasılsa içine düşmeyi başardığı berbat durum; anlatımını donuk yorgun gözlerde, şiş bir burunda, sanki kendi toksinlerinin eksikliğiyle kenarlarından aşağı çekilip büzülmüş bir ağızda, kaslarının palamarından çözülmüş sarkan yanaklarda, küçük küçük kınşıklıklar­la kat kat olup sarkmış boyunda bulan bir perişanlık. Ölesiye yor­gun düşmüş bıkkın bir yüzücü, ya da koşucunun dış görünüşü; gene de durmak söz konusu değil. Karşımızda duran yaratık dü­ şüp ölünceye kadar didinip duracak. Kahraman filan olduğu için değil. Başka seçenek düşünmediği için.
Hiç tek başımıza yemek yemesek, acaba gerçekten yalnız hisseder miydik kendimizi?
Nice yazlardan sonra kuğu da ölür.
Her şu an’ın üzerine yapıştırılmış, bütün geçmiş şu anlar’ı geçersiz kılan bir tarih vardır.
Hepimiz bir şeyleri yeterince uzun bir süre görmezden gelmeyi başarırsak, o şeylerin ortadan kalkıvereceğine inandırmaya çalışıyoruz kendimizi.
Daha çok nefret ettikçe, daha çok baskı görürler, daha da aksile­şirler! Sevilen insan aksileşir mi? Hayır, aksileşmez! O halde, her an nefretle karşılanan insanlar neden iyi huylu olsunlar ki? Baskı görürken, size yapılanlardan, size bunları yapanlardan nefret edersiniz; nefret dolu bir dünyadasınızdır. Değil mi, sevgi görse­niz bile sevgiyi tanımazsınız! Sevgiden kuşku duyarsınız! Ardın­ da bir şeyler gizliyor sanırsınız; bir çıkar, bir numara
Her şey herkese bildirilir.
Ama şu anda,sadece şu an değidir.Şu an aynı zamanda soğuk bir uyarıdır da;dünden tam bir gün sonra geçen yıldan bir yıl sonra.Her şu an’ın üzerine yapıştırılmış,bütün geçmiş şu anlar’ı geçersiz kılan bir tarih vardir,ta ki -er yada geç-belki-hayır,hayır beki değil-kuşkusuz;o an gelecektir.
Uyanmak, varım ve şu anda demekle başlar. Uyanan şey, bir süre gözlerini dikip tavana bakar, sonra bakışlarını kaydırır, ta ki ben ‘i tanıyıncaya kadar. Ardından buradayım gelir ve en azından, olumsuzda olsa, bir güvence verir; çünkü uyananın, bu sabah kendisini bulmak istediği yerdir burada;evimdeyim denen yer.
Sevilen insan aksileşir mi? Hayır, aksileşmez! O halde, her an nefretle karşılanan insanlar neden iyi huylu olsunlar ki? Baskı görürken, size yapılanlardan, size bunları yapanlardan nefret edersiniz; nefret dolu bir dünyadasınızdır.
Değil mi, sevgi görseniz bile sevgiyi tanımazsınız! Sevgiden kuşku duyarsınız! Ardında bir şeyler gizliyor sanırsınız; bir çıkar, bir numara
Azınlığın da kendine göre bir saldırganlığı vardır. Çoğunluğa kafa tutar, kendisine saldırılsın ister. Çoğunluktan nefret eder nedensiz değil tabii, onu teslim ediyorum.
Hatta öteki azınlıklardan bile nefret eder, çünkü bütün azınlıklar, birbirine rakiptir; her biri kendi çektiklerinin en kötüsü, kendi uğradığı haksızlıkların en ağırı olduğunu öne sürer.
Ben okuman gereken bir kitap gibiyim. Kitap sana kendi kendisini okuyamaz. Kitap içinde ne yazılı olduğunu bile bilmez. Ben de bilmiyorum.
Söylediklerin müthiş romantik geliyor kulağa. Tıpkı Uğultulu Tepeler gibi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir