İçeriğe geç

Abbasiler Dönemi Kitap Alıntıları – İhsan Süreyya Sırma

İhsan Süreyya Sırma kitaplarından Abbasiler Dönemi kitap alıntıları sizlerle…

Abbasiler Dönemi Kitap Alıntıları

Nasılsanız, öyle idare olunursunuz!
Ey mülkü/hâkimiyeti hiçbir zaman bitmeyecek olan!
Mülkü tükenmiş olana merhamet et!
Sultanların en tahammül edemedikleri insanlar, gerçekleri bilip halka anlatan alimlerdir.
Tarihin hemen bütün dönemlerinde devlet idarecilerini yoldan çıkaranlar onları haksız tasarruflarda bulunmaya sevkedenler, şahsiyet bulamamış olan din adamlarıdır.
Bir gün Harun Reşid alim arkadaşlarıyla otururken susadı ve su istedi. Kendisine bir tas su getirildiğinde yanında oturan ulemadan Semmak, ona biraz bekle, bu tas sudan mahrum bırakılacak olursan onu kaça satın almak istersin? dedi. Harun Reşid mülkümün yarısıyla! diye cevap verdi. Bunun üzerine Semmak şimdi suyu iç dedi. Harun Reşid içtikten sonra Semmak yine sordu. ya emire’l mu’minin içtiğin suyu bedeninden atman gerektiğinde buna mani olunsa o idrarı dışarı atmak için ne verirdin? Harun Reşid bu soruya karşılık şu cevabı verdi mülkümün tamamını verirdim! Bunun üzerine alim Semmak ona şunu söyledi:
işte şunu iyi bil ki bir iktidarın değeri bir içimlik su ile bedenden dışarı atılması gereken bir idrar kadardır!
Tarih göstermiştir ki hangi sultan ya da devlet başkanı etrafına cesur ilim adamları toplayıp onların istişareleriyle devletini yönetmişse o sultan veya devlet başkanı başarılı olmuştur. Kendi başlarına diktatorya kurup alimlere değer vermeyenler de insanlığın hem belası hem de yüz karası olmuşlardır.
Neden insanlar hep sevmedikleri tarafından idare edilirler ki? Bu sorunun cevabını Yüce Peygamber(s.a.s)’in şu hadis-i şerifinde gizlidir:
nasılsanız, öyle idare olunursunuz!
Halife Mansur veliaht olan oğlu el-Mehdi’ye şöyle nasihat ediyordu :
hilafet ancak takvayla gerçekleşir; sultan kendisine itaat edildiği sürece sultandır; halk da ancak adaletle hükmedildiğinde huzur içinde olur! En faziletli af, cezalandırma gücü en yüksek olanın affıdır. İnsanların akıl açısından en zayıf olanı da kendinden güçsüz olana zulmedendir.
Terörist bizzat devletin başı olursa emrindeki polisler nasıl mücadele etsin terörle?
Sultanların en çok tahammül edemedikleri insanlar, gerçekleri bilip halka anlatan alimlerdir.
El- ‘abdu yudebbir, v’Allahu yukaddir
Kul teşebbüs, Allah ise takdir eder.
Kim bir kavme benzemek isterse ondandır.
Müslümanların, özellikle İslam Devletlerinin kâfirlere karşı tavizsiz yaşadıkları dönemlerde, daima aziz olmuşlardır. Fakat ne zaman ki taviz vermeye başlamışlar, o zamanlar devletleri küçülmüş, kendileri de zelil olmuşlardır.
Bugün ortalığı boş bulan hırpani müslümanlar, her şeyi halletmişler gibi, ve de etraflarında bu kadar münker varken, Sünnet’e saldırırlar, Buhari’yi eleştirirler, sahabeyi yerden yere vururlar!..
Halife-Sultan el-Vasık, ölmeden önce şu mısraları mırıldanıyordu sessizce:
Ölüm konusunda bütün yaratıklar ortaktır,
Hiçbiri sağ kalmaz onlardan; ne bir vatandaş ne bir kral!
Müslümanın ilahı, peygamberlerin öğrettiği Allah’tır; felsefecilerin bir türlü tanımlayamadıkları tanrılar değil.
Bütün davalar, o davaların fedaileriyle kaimdirler.
Bütün tarih boyunca ve günümüzde, ne zaman ki Müslümanlar birbirleriyle uğraşmışlar; bundan yararlananlar düşmanlar olmuş ve fırsattan istifade ederek savaş açmış ve de galip gelmişlerdir.
Sultanların en çok tahammül edemedikleri insanlar, gerçekleri bilip halka anlatan âlimlerdir.
Dinsizler, zaten dinsizliklerinin gereği olarak İslâm aleyhinde, bütün imkânlarıyla çalışıyorlar. Bu gayet normaldir ve tarih boyunca da böyle olmuştur. Garip olan, bazı din âlimleri(!)nin, yazdıkları kitaplarla din adına dinsizlik üretmeleridir!
Bütün menfi yönlerine rağmen, Halife Mu’tasım da İslam fütuhatı devam ettirip, onun zamanında birçok Bizans beldesi İslam toprakla­rına. katılmıştır. Onun zamanında fetihler o kadar arttı ki, Devleti’nde sadece esir askerler değil, esir Krallar da vardı. İşte, Azerbeycan, Ta­beristan, Taharistan ve Kabil Kralları bunlardan sadece bir kaç tanesidir. Gönül arzu ediyor ki, bu sultanlar bütün gayretlerini İslamı tebliğ uğruna harcamış olsunlar, lüzumsuz meselelerle Müslümanları meşgul etmesinler, saltanat uğruna şunu-bunu katletmesinler! Biri­leri haklı olarak bize dese ki: Onlar günahları yanında bu kadar fe­tihler de yaptılar; siz ne yapıyorsunuz? Doğrusu, böylesi bir soruya vereceğimiz çok olumlu bir cevabımız yok. Çünkü ya oturmuş key­fimize bakıyor ya da benzeri durumdaki yöneticileri ulu’l-emr ola­rak kabul edip onlara tabi oluyoruz.
Tüm dünyada, ister geçmişin Hilafet saltanatlan nda, ister yeni dönemin cumhuriyet saltanatları nda olsun, Müslümanlara hep şu tılsımlı sözler üflenmektedir: Sizleri yönetme işi bize aittir. Size dü­şen itaat etmektir. Çünkü Ulu’l-emr’e itaat Kur’an esaslarına göre vacibdir. Sizler sadece söylenenlere uyun.
Biz bu çalışmamızda, artık bu gibi aldatmacalara kanmamak ge­rektiğini vurgulamaya gayret ediyoruz. Yönetmenin, hiç bir insanın tekelinde olmadığını, hiçbir insanın, aile veya kabilesinden dolayı di­ğer insanlar üzerinde bir üstünlüğünün olamayacağını göstermek is­tiyoruz. Klasik ve modern saltanatlara ait diktatörlüklerin, kutsal aile ya da zümre imtiyazlarının, zinde güçler dokunulmazlıklarının İslam dışı olduğunu vurgulamaya çalışıyoruz .
Allah gerçek mü’minlerin sahibidir. Kim O’na samimiyetle gi­derse, O da yardım eder, lütuf ve ihsanını bereketlendirir, gücüne güç verir.
Saltanat öylesine bir beladır ki, ona müptela olan en muttakiler bile, bir müddet sonra onun kanunlarını uygulaya uygulaya tağutla­şırlar; kendilerini diğer insanlardan üstün görmeye başlarlar.
Halife el-Vasık’ın altın ve mücevherlerden yapılmış öyle bir tah­terevanı vardı ki, bu ağır taht’ı ancak seksen adam taşıyabiliyordu• Halife(!) hazretleri altın-gümüşten yapılmış taht’a kurulacak, seksen zavallı insan da onu taşıyacaktı. Peki böylesi bir yaşamın, Bizans Kralların yaşamından farkı nedir? Omuzlarda taşınan Halife, ya da Sultan, insanların boynunda taşınma hakkını nereden alıyordu? Buna rağmen hala birileri çıkıp, aman ecdadımızdırlar, onlara bir şey söy­leme! diyebilirler. Böyle düşünürsek ne zaman ve nasıl yıkabiliriz Müslümanların beyinlerini sarmış olan saltanat putunu, ilahlaştırılmış olan Ecdad anlayışını?
Zaten tarih göstermiştir ki, hangi sultan ya da devlet başkanı etrafına cesur ilim adamları toplayıp onların istişare­leriyle devletini yönetmişse, o sultan veya devlet başkanı başarılı ol­muştur. Kendi başlarına diktatorya kurup, alimlere değer vermeyen­ler de, insanlığın hem belası, hem de yüz karası olmuşlardır.
Bir ülke ki, alimleri hapsedilir, ya da sultanların siyasetini onay­lamadıkları için katledilirler; işte o ülke, gerçeklerden korkan bir sö­mürü ülkesine dönüşmüştür artık! İsterse Devletin başında bir halife bulunsun! Şahsiyetlerinden arındırılmış insanlar artık itaat eder du­rurlar başlarındaki tağutlara. Ve rejimle özdeşleşmiş olan çağdaş ho­calar, rejimin bekası için, aman ulu’emr’e itaat edin deyip, cami kürsülerini adaletsiz düzenin devamına alet olur dururlar. Yeter ki iş­gal ettikleri makamlar devam etsin! Zalime karşı direnişin sembolü olan bir müçtehidin mezhebi bu durumlara düşer mi acaba?
Halife Mansur ile Ebu Hanife arasında şu konuşmanın da yapıl­dığı rivayet edilir: Mansur onu kadı olmaya zorlayınca Ebu Hanife der ki: Vallahi, senin istediğin şekilde hüküm vermemle Fırat’ta bo­ğulmak arasında bir tercihle karşı karşıya kalsam, Fırat’ta boğulmayı tercih ederim! Senin işine yarayacak insanlar vardır ve ben bu işe uygun değilim! Onun bu sözleri üzerine öfkelenen Mansur, yalan söylüyorsun! dedi. Ebu Hanife ona şu cevabı verdi: Sen benim le­hime, kendinin de aleyhine hükmettin! Nasıl olur da emanetini ya­lancı bir kadıya teslim edersin ?
Sultanların en çok tahammül edemedikleri insanlar, gerçekleri bilip halka anlatan âlimlerdir.
Âlimleri veya hocaları,sadece camilerde namaz kıldırma memuru, yâ da cenaze yıkayıcıları olarak görüp onları hayatın dışında görmek; başka bir deyişle hocaları sosyal ya da siyasal hiçbir faaliyet içerisinde görmek istemeyen zihniyet de, kılıf değiştirmiş bir saltanat oyunundan başka bir şey değildir. Çünkü gerçekleri bilenler hocalardır; onları camiye sınırladınız mı işleri kolaylaşır.Artık halkı uyaracak kimse kalmaz. İste bunun içindir ki camileri hayatın dışında tutmak isterler.
Saltanat kanunları olduğu gibi uygulandı ve genellikle Saltanat iktidarının devamı ,her şeyin önünde tutuldu. Yani iktidarı elinde bulunduranlar , iktidarlarını din in emrine vermediler(Abbasiler de, tıpkı Emeviler gibi bir İslâm Devleti olmalarına rağmen), kendi iktidarlarının çıkarlarını dinin önünde tuttular.
Saltanatları meşru görmeye devam ettiğimiz müddetçe, gerçek İslam’ı bulamayız!
Allah, felsefecilerin tanımladıkları bir tanrı kavramına olan kulluğu değil, Kendisinin, peygamberleri vasıtasiyle göndermiş olduğu, ve bir bakıma insanların uymaları gereken bir kulluk programı olan ilâhî Kitap, yâni Kur’an’m vasıflandırdığı bir kulluk istiyor. Başka bir deyişle, Efendim ben yüce bir varlığın olduğuna inanıyorum; bu yüce varlık bir güç olabileceği gibi, bir tanrı da olabilir şeklindeki indi-felsefî inanca bağlı olan bir dini, Allah kabul etmiyor: Tek doğru din, yani inanç sistemi İslâm’dır. diyor Kur’an
Felsefecilerin en büyük problemleri olan Allah’ın varlığı konusu, Peygamberler vasıtasiyle gelen vahiy’le çözülmüştür. Müslümanın ilâhı, Peygamberlerin öğrettiği Allah’tır; felsefecilerin bir türlü tanımlayamadıkları tanrılar değil!
İşte bu hocalardan birisi de, saltanatlara boyun eğmeyen büyük müctehid Ebu Hanife´dir.

Halife Mansur, ilim ve nüfuzunu takdir ettiği Ebu Hanife’yi, saltanata bakış açısindan nötürleştirmek ve de icraatlarının meşru(!)luğunu ona onaylatmak icin Devleti’n Kadısı yapmak istedi.

Devletin Kadısı, ilim ve makam itibariyle, Devletin din konusundaki en büyük yetkilisiydi. Devlet hiyerarşisinde de Sultan’dan sonra geliyordu. Başka bir deyişle, Devletin bütün bakanlarından önde geliyordu.

Ebu Hanife, kendisine yapılan bu teklifi kabul etmedi. Çünkü o, Mansur’un kötü icraatlarına, siyasetine, fetvalar vererek alet olmak istemiyordu. Cünkü o, böylesi tefessüh etmiş bir devlet yönetim tarzını, yani rejimini onaylamıyordu.

Ebu Hanife’nin bu tavrına karşı, Mansur onu hapse attı.

Çünkü Resûlullah (s.a.s) şöyle buyuruyor:
Kim bir kavme benzemek istese o ondandır! .
Kul teşebbüs, Allah ise takdir eder.
Ben Allah’ın,senin için ayağı kalktığım takdirde beni;Bu hareketime rıza gösterdiğin için de seni cezalandiracağindan korktuğum için ayağı kalkmadım. Çünkü Resûlullah(sav),insanlar için ayağa kalmasından hoşlanmazdı.
Bu saltanat tantanası,siyasette olduğu gibi ,günlük yaşamda da devam etmiştir.Nitekim Me’mûn,Müslümanları, Kur’an mahluktur demedikleri için ‘itikâfları sağlam değil’diye katlederken,sarayında son derece lüks içinde yaşıyor,tarihçilerimizin anlata anlata bitiremedikleri sofralarda yemek yiyordu ki,çeşitleri üç yüzü geçiyordu.Üstelik Me’mûn,bütün bu yemeklerin adlarını da biliyordu.Gerçi o,Tıp ve Astronomi’de de üstün bir bilgiye sahipti;fakat onun bu meziyeti,yaşadıgı kapitalistçe hayatı onaylamayı gerektirmez.
Allah bizleri, sadece O’na itaat eden kullarından eylesin.
Gönüllerin alkışlamadığını, zorla münafıklaştırılan eller alkışlamış ne çıkar
İyi de olsa, kötü de olsa, Emevisiyle,Abbasisiyle, Osmanlısıyla ve günümüz tarihiyle, bu tarih bizim tarihimizdir. İşte her yönüyle bize ait olan bu tarihi çok iyi bilmemiz, ona sahip çıkmamız; ve ondan yararlanmak için de onu sağlıklı bir şekilde yorumlayarak günümüze taşımamız gerekir.
Ebul fidanın tarihinde geçen şu rivayet ne kadar korkunçtur

Abbasoğulları doksan kadar emeği erkeğini sopalarla dövdükten sonra yere yatırıp, ineleyen insanlar üzerine deriden yapılmış yemek sofralarını serdiler. Can çekişen bu insanlar üzerinde yemek yerlerken sofra altında ki insanlar teker teker can verdiler.

Emevi ailesinden, -bir yolunu bulup kaçabilenler hariç- ne bir erkek nede bir kadın bırakıldı. çocuklarıyla beraber öldürdükleri bu insanları aç köpeklere yem yaptılar. ve bütün bunlar islam adına yapıldı. malesef.

Müslümanların özellikle, İslam devletlerinin kafirlere karşı tavizsiz yaşadıkları dönemlerde, daima aziz olmuşlar devletleri büyük, insanları adalet içerisinde yaşamışlardır. Fakat ne zaman ki taviz vermeye başlamışlar o zamanlar devletleri küçülmüş, kendileri de zelil olmuştur
Insanlardan en akilsiz olanı da kendinden aşağı olana zulmedendir
İslam devletleri tarihinde, insanların kılık kıyafetlerine ilk defa müdahale eden, muhtemelen Abbasi sultan-halifesi mansurdur. Nitekim o, hicri 153. senede, yani Ebu hanifenin ölümünden üç sene sonra müslümanları kalansuva denen şapkaları giymeye zorladı: Müslümanların o zamana kadar taktıkları sarıklar kaldırılacak, yerine daha ziyade bizanslıların kullandıkları kalansuva giyilecektir.
O zamanlar diplomaside birinin mektubunun arkasına cevabını yazmak, karşısındakine hakaret içindi. Bundan dolayı Harun Reşid, Bizans Kralına bir kâğıt kadar değer vermediğini vurgulamak istiyor.
Nasılsanız, öyle idare olunursunuz!
En faziletli af, cezalandırma gücü en yüksek olanın affıdır. İnsanların, akıl açısından en zayıf olanı da, kendinden güçsüz olana zulmedendir!
Böylesi bir sorumsuzluk, yani devleti kendi malı gibi görüp, dilediği şekilde tasarruf edebilme düşüncesi, sıradan halkı ezer de ezer, sömürür de sömürür.
Nebevî öğretiden sapan bu zavallılar, İslâm’ı öğrenemedikleri gibi, Sokrat’ın tanrı’sıyla, Sartre’ın tanrısızlığı arasında kaybolup gidiyorlar.
Bir ülke ki, âlimleri hapsedilir, ya da sultanların siyasetini onaylamadıkları için katledilirler; işte o ülke, gerçeklerden korkan bir sömürü ülkesine dönüşmüştür artık!
Şöyle veya böyle, saltanatla beraber başlamış olan yerli emperyalizm, saltanatın devamı için sömürmüş durmuştur Müslümanları
Rivayetlerden anladığımıza göre artık insanlara; İslâm’a karşı takındıkları tavırlara göre değil, sultanlara karşı olan tutumlarına göre değer veriliyor, ya da verilmiyordu.
bir zulüm rejimi yıkılıyor, yerine bir yenisi geliyor. Bunun tek sebebi de, İslâm’ın Şurâ sisteminin kaldırılıp, onun yerine saltanat rejiminin uygulamaya konulmasıdır.
Çünkü saltanatların, krallıkların kuralı buydu: İktidarı ayakta tutabilmek için her şey meşru, her zulüm kanunidir ve kanunlar, halk için değil, iktidar sahiplerinin çıkarları için vardır!
Ve bu devlet terörünün bir tek gayesi vardı: Halkı korkutmak, sindirmek ve Emevi’yi unutturmak
Verilen ceza ve infaz, hukuku aştı mı, verilen ceza da suça dönüşmüş olur.
ilk Abbasi sultanı, kendilerinden önceki Emeviler’in ve Emeviler’i destekleyenlerin kanlarını akıtmakla işe başladı. Saltanat böyle gerektiriyordu: Saltanatın, yâni birilerinin iktidarının devamı için, kan dökmek dahil, ne lâzımsa yapılıyordu. Sultanın çıkarları için, fail-i meçhul ve fail-i mâlum, her türlü cinayete göz yumuluyor hatta teşvik ediliyordu. Tıpkı zamanımızda, halkı Müslüman olan pek çok ülke başta olmak üzere sömürülmekte olan bütün ülkelerde, sömürgecilerin kendi sömürü rejimleri uğruna yaptıkları gibi İşte Abdullah es-Seffah da böyle yaptı. Ne var ki o, bu işi o denli ileri götürdü ki, İslâm ülkesinde âdetâ hukuk yok oldu. Emeviler’e karşı öylesine bir soykırım başlattı ki, insanlar onun için lâyık olduğu en güzel ismi buldular: es-Seffah (kan dökücü)!
Hicri 132. senede Emevi saltanatının yıkılması ve yerine Abbasi ailesinin İslâm Devlet yönetimini devralması, saltanat açısından bir değişiklik getirmedi: Bir saltanat yıkıldı, yerine bir başka saltanat geldi.
Devlet’e karşı çıkılıp, iktidara talip olunduğunda, ilke olarak, mevcut iktidarın iyi olmadığı belirtilir, yerine, daha adil bir yönetimin geleceği ve Devlet’in kaybolmuş itibarının iâde edileceği iddia edilir. Yani mevcut devlete, dinin öngördüğü kurallara uymadığı ve halkın haklarını çiğnediği için karşı çıkılır. Başka bir deyişle gelecek olan yeni yönetimin, halkın hukukunu gözetecek, hukuku şahsî çıkarların üzerinde tutacak bir yönetim tarzı getirme özelliği olmalıdır ki, yıktığı rejime benzemesin, onun gibi zalim olmasın!
Insanlardan en akilsiz olanı da kendinden aşağı olana zulmedendir
Bütün davalar ,o davaların fedaileriyle kaimdirler
Bu sistem arayışlarına girerken de, şahıs yada zümreleri değil, yalnız Allah’ın belirlediği esasları kabul ederek yola çıkılmalı, davayı birilerinin keyiflerine feda etmemeliyiz.
Zaten çoğu kez Devlet başkanlarını yoldan çıkaranlar, ya bakanları yada kendilerine yakın olan din adamlarıdırlar
Mikroplar nasıl ki kirli çevreler de barınabiliyorsa, dalkavuklar da zalim sultanların, diktatörlerin yanında yaşama imkanı bulabiliyorlar
Bütün davalar, o davaların fedaileriyle kaimdirler. İşte Ebu Hanife, bunun en güzel örneklerinden birini göstermiştir Müslümanlara ..
Bütün tarih boyunca ve günümüzde ne zaman ki Müslümanlar birbirleriyle uğraşmışlar bundan yararlananlar düşmanlar olmuş ve fırsattan istifade ederek savaş açmış ve de galip gelmişlerdir
Rum tekfuru değişince, Bizans devleti islam devleti ile olan anlaşmaları askıya aldı. Rum tekfuru bununla da yetinmeyerek Harun reşide hem alaylı hemde tehtidkar bir mektup gönderdi ki o mektubunda şöyle diyor.

Bizans kralı tekfurdan arap kıralı haruna
Benden önceki bizans kıraliçesi, seni kale kendisini de piyon makamına koymuştur. bu şekilde kendisini senden aşşağı gördüğü için de mallarının bir çoğunu sana göndermiş. Böyle bir hareket ise kadınların zayıflığı ve ahmaklıklarındandır. Onun için mektubum sana ulaşır ulaşmaz onun sana gönderdiği malları derhal geri gönder bunu yapmazsan aramızdaki meseleyi kılıç halledecek.

Harun reşit bizans kıralında bu mektubu alınca adeta deliye döndü. Bir kafir devlet başkanı islam halifesine nasıl böyle bir tehdit savurup böylesine çirkin mektup yazabilir. Harun reşit o kadar gazaba gelmişti ki. yanında bulunan erkandan hiç kimse onun yüzüne bakamıyor, bir söz söyleyemiyordu. Daha sonra kalem ve mürekkep isteyerek. Bizans kıralının mektubunun arkasına şunları yazdı.

Bismillahirrahmanirrahim.
Emirul müminin harundan Bizans köpeği tekfura
Ey kafir olan kadının oğlu, haberin olsun ki mektubunu okudum. Cevabım ise duyacağın değil, göreceğindir.

Harun reşit bu mektubu yazdıktan hemen sonra suyutinin rivayetine göre de aynı gün bizans üzerine hareket etti.

İki ordu hirakl şehrinde karşılaştı. ve tarihin büyük meydan savaşlarından birisi oldu. Netice de allah fethi nasip etti. ve bizans kralı tekfur islam devletine harac vermeyi kabul ederek savaşın durmasını istedi. Harun reşitte bunu kabul ederek geri döndü.

İslam devletleri tarihinde, insanların kılık kıyafetlerine ilk defa müdahale eden, muhtemelen Abbasi sultan-halifesi mansurdur. Nitekim o, hicri 153. senede, yani Ebu hanifenin ölümünden üç sene sonra müslümanları kalansuva denen şapkaları giymeye zorladı: Müslümanların o zamana kadar taktıkları sarıklar kaldırılacak, yerine daha ziyade bizanslıların kullandıkları kalansuva giyilecektir.
Muaviye b. ebi süfyan dahil, emevi sultanlarının çoğunun kabirleri açılarak, vücutlarından kalanlar yakıldı. Vücudu bozulmamış olan hişam b. abdülmelik in cesedi ise çarmıha çakıldı. daha sonra oda yakıldı.
Ebul fidanın tarihinde geçen şu rivayet ne kadar korkunçtur.

Abbasoğulları doksan kadar emeği erkeğini sopalarla dövdükten sonra yere yatırıp, ineleyen insanlar üzerine deriden yapılmış yemek sofralarını serdiler. Can çekişen bu insanlar üzerinde yemek yerlerken sofra altında ki insanlar teker teker can verdiler.

Emevi ailesinden, -bir yolunu bulup kaçabilenler hariç- ne bir erkek nede bir kadın bırakıldı. çocuklarıyla beraber öldürdükleri bu insanları aç köpeklere yem yaptılar. ve bütün bunlar islam adına yapıldı. malesef.

Son emevi sultanı mervan mısıra kaçtı. Fakat mısır ve afrika da onu kurtaramadı. Kafası kesilerek abdullah seffaha gönderildi.

Saltanat açısından hiç bir değişiklik olmadı. Bir saltanat yıkıldı. Yerine başkası oturdu.

Yeni kurulan devletin sultanı, Abbasoğlullarından Abdullah b. muhammeddi. İslam devlet başkanlığını emevilerden zabdeden bu ilk abbasi sultanı kendilerinden önceki emevilerin ve onları destekleyenlerin kanlarını akıtmakla işe başladı. O denli ileri gittiki. Nitekim ona kan dökücü isminin takılmış olması manidardir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir