İçeriğe geç

Türkiye Sen Kimsin? Kitap Alıntıları – Gündüz Vassaf

Gündüz Vassaf kitaplarından Türkiye Sen Kimsin? kitap alıntıları sizlerle…

Türkiye Sen Kimsin? Kitap Alıntıları

Biz yaptığımız işi hiç ciddiye almayız, kendimizi ise çok ciddiye alırız.
Tarihimizin bu yeni aşamasında, simgelerle galeyana gelip kontrolsüz bir şekilde oraya buraya saldırmamız yerine, simgeleri tüketmemizi isteniyor. Yeni Dünya düzeni simgeler uğruna saldıran insanlar yerine simgelerle denetlenebilen insanlar üretiyor.
Zamanı çoktan geçmedi mi kültürümüzün, geçmişimizin parçası olan Doğu’yla yeniden tanışmamızın? Doğu tarihi, felsefesi, mimarisi, edebiyatıyla ilgilenmemizin? Dilimize İspanyolca’dan bunca roman çevrilirken acaba tek bir Hint romanı var mı Türkçe’ye kazandırılan? Onlar acaba dünyaya nasıl bakıyorlar diye merak eden kaç tane iktisatçımız, sosyoloğumuz, tarihçimiz var Doğu’ya giden?
Başkalarının sarıldığı, kutsallaştırdığı, değer verdiği simgelere saldırmak bizi kutuplaştırıyor. Mesele tabuları yıkmak değil; neyi, kimi, nasıl tabulaştırdığımızı anlayabilmek. Çünkü kutuplaşmadan kurtulmanın yolu, kendimize, savunduğumuz değerlere farklı gözlerle bakabilmekten geçiyor.
İnönü’nün “Millî Şef”rejimine ters düşen Sabahattin Ali’yi “vatansever” bir katilimiz
öldürdükten sonra ailesi, ünlü yazarımızın yıllarca biriktirdi ği özel baskı kitaplarından oluşan zengin koleksiyonunu Milli Kütüphane’ye bağışlar. Ancak devlet, sahibinin bir komünist
olduğu gerekçesiyle kitapları almayı reddedince, hepsi öksüz çocuklar gibi kendilerini sahaflarda bulur.
Vatandaşından gizli, vatandaşından gizlenen bir devletin kullarıyız adeta. Basını, balıkçısı, kooperatifi, jandarması, Diyanet İşleri, üniversitesi, İtfaiye Teşkilatı, okul aile birliği hepsi devletin ideolojisinin bekçisi. Ama devlet o kadar gizli, yıllardır o kadar gizlenmiş ki beylik sloganlar ötesinde kimse neyin bekçiliğini yaptığının farkında değil. Cesaret de edemiyoruz “Biz neyin bekçiliğini yapıyoruz?” diye sormaya.
ABD’nin bir tek Massachusetts eyaletinde 250 Katolik papazin bin küsur çocuğu yıllarca taciz ettiği skandalı ortaya çıktı
ğında bunun kabul edilmez olduğunu açıklamaya mecbur ka lırken, bu nedenle görevinden istifa etmeye zorlanan Boston Başpiskoposu’nu, Roma’da Aziz Meryem Basilikası’nın başına getirerek taltif etti.
Devlet sırrı, düşmandan çok, vatandaştan korkulduğu için gizlidir.
Vietnam Savaşı döneminde ABD Başkanı Johnson, Hindiçin’de asker sayısını artırmak isteyince, Pentagon, üniversitelerde, savaş karşıtlarına karşı kullanılacak yeteri sayıda askerimiz kalmaz gerekçesiyle, Başkan’a talebinin sakıncalı olduğunu bildirir.
Türkler kendilerini çok ciddiye alırlar, işlerini ise hiç ciddiye almazlar.”
İşlerini ciddiye almayıp kendilerini ciddiye alanlar, otoriter tavırlarıyla etraflarına saldıkları bulaşıcı korkuyla toplumlarda kendiliğindenliği yok ederler.
Üniversitenin Türkiye’de olduğu gibi YÖK kanalıyla devletle bütünleşmesi,kritik düşünceyi susturarak bilimin gelişmesine ket vurduğu gibi, uzun vadede toplum ve devletin de aleyhine olduğunun vahim örnekleri tarihte çok görüldü.
Özgür düşünce ile takım tutmak bağdaşmıyor.Takım tutunca özgür düşünceyi yitiriyoruz.
Herkes kendi simgesinin kölesi.Aynı kıyafet,isteyene zulmü,isteyene özgürlüğü temsil edebiliyor.
Çıplak bile olsak asıl vazgeçemediğimiz üniformalar kafalarımızıda.
“Biz yaptığımız işi hiç ciddiye almayız,kendimizi ise çok ciddiye alırız”
Sadece devletin zorbalığı,polisin gaddarlığı ya da kanunların acımasızlığı değil, ülkemizdekine benzer totaliter sistemleri ayakta tutan; bizleriz,kendi açıklarımızın ortaya çıkacağı korkusuyla susup bu tür rejimlerin yaşamasını sağlayan.
İnançlarımız uğruna kolaylıkla kışkırtılan dini aidiyetliklerimiz,dünyalı olma bilincimizin yerleşmesini köstekliyor.
Kendilerini başkalarına değil de önce tanrıya karşı sorumlu hissedenler için,her şey mübahtır.
Düzenin derdi,gençleri egemen değerlerin tüketicisi yapmak;onları düzenin seçeneklerinin şıklarında hapsetmek.
Yoksa düzenin oyununa katılmamakla,günümüz politikası ve politikacılarıyla ilgilenmemekle asıl gençler mi politik olan?
Dinler,bireylerin inançlarının ifadesi olmaktan çıkıp rejimlerin kimliğine büründükçe,kendinden menkul sözcülerinin iddia ettikleri gibi ahlâka değil totalitarizme araç olur.
Ülkemizde ne varsa hem bize rağmen hem de bizim sayemizde.
Duygularımızla aklımız arasındaki tutarsızlığımızda insan kendisini hep doğru tarafta görebiliyor.
Sanki birisi “Çocuklarımıza totalitarizme tâbi olmayı en iyi nasıl öğretebiliriz?” diye sormuş,cevap olarak da okullarımızı göstermişler.Türkiye’de demokrasinin ancak yavaş yavaş kök salabileceği söyleniyorsa da geçmişle bugünün karşılaştırması her zaman bu görüşü doğru çıkarmıyor.Eskiden de gazete,dergi,kitap tehlikeliydi,yasaktı,bugün de.
Özgür insanlar,tarihlerini ezberleyerek değil,eleştirerek yaşarlar.Geçmişlerini özendikleri bir altın çağ olarak görenler,kendilerini aşmak yerine tarihin kıvılcımlarında eşelenmeye mahkûmlar.
“Demokratım” diyenler,demokrasiyi savunanlar,kıstas olarak hâlâ seçimleri gösteriyor.Siyasi partiler arası farkların azaldığı,hükümetlerin uygulamalarının benzeştiği dünyamızda rejimler meşruiyetlerini,geçen yüzyıla göre giderek anlamsızlaşan seçimlerle tanımlıyor.Sağlık,eğitim,hatta yer yer güvenlik güçlerinin bile özelleştirilmesiyle,herkesin gündelik hayatını denetleme hakkı maddi gücüyle sınırlanmakta.
Ses yok.
Oysa özgürlük simgelerle kalıplaşmak değil,onlardan özgürleşmektir.
İnsanlar sindirildikçe rejimin değerlerine alışıyor,onları içselleştiriyor.Barış için zaman zaman yapılan gösteriler,dünya çapında olsa bile,düzene sivrisinek vızıltısı gibi gelmekten de öte,rejimlerin demokrat yüzünü meşrulaştırıyor
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
insan bir görüşü benimseyip dünyaya o gözle bakmaya şartlanınca nice zenginlik ve çeşitlilik de görülmez oluyor.
Her şeyi değiştirip yeni şeyler yaratmanın cesareti geçmişle kucaklaşamadıkça, bu topraklardan kendine özgü kayda değer bir kültür de çıkmayacak.
Biz kendimizi tanımaya çabalayaduralım, kurumlar bizi ille bir şeye benzetmekten yana. Bu, ailede, evlilik ilişkilerinde de öyle, devlet ve dinlerin iktidarlarını giysilerimizin rengine kadar egemen kılmalarında da.
Batı’nın Doğu’dan alacağı çok, satacağı pek yok.
Özgürlük adına nice iktidarlar kurduk gönüllü köleleri olduğumuz.
Her gün gittiğiniz okulunuzdaki tarih derslerinde, eğer Kürtseniz adınızdan, kültürünüzden tek bir kelimeyle bile söz edilmediğini düşünebiliyor musunuz?
Taraf tutmayandan hoşlanmayız.
Meraklıyız taraf tutmaya. Tek başımıza, kendi fikirlerimiz doğrultusunda konuşmaya cesaretimiz yok. Devleti, iktidarı karşımıza alacağımızı bile bile toplu halde düşüncelerimizi açıklıyor ama tek başımıza sessiz kalıyoruz. Aktif vatandaşlık diye bir mefhumumuz henüz gelişmedi. Sokağa çöp atıp, tükürene sesimizi çıkaramıyoruz. Arkamızda mutlaka birileri gerekiyor: Bana arka çıkacak, benim gibi düşünen, benimle aynı tarafta olan.
Kendisini yenileyemeyen sıkılmaz mı kendisinden?
Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yorumladılar. Mesele, onu yorumlamak değil, değiştirmek.”
Türk erkeği o denli beceriksizleştirilmiş, kadınlara o denli bağımlı kılınmıştır ki, günün birinde tasını tarağını toplayıp evden gidecek olsa, çamaşırlarını katlamaktan, bavulunu hazırlamaktan acizdir.
Yıllar geçti. Günümüzde pek çok şey değişti, kimi şeyler değişmedi. Türkiye’de hâlâ bilimsel özerklik ve akademik özgürlük yok.
Tarihiyle bu kadar övünüp tarihini bu kadar az bilen, tarihinin dilini okumaktan, anlamaktan aciz, dilini bu denli yoksullaştıran başka bir ulus var mıdır bilmiyorum.
Türkçe’yi laiklikle, eski Türkçe’yi şeriatla bir tutma gafletinde olanların tutumu ibret verici. Bugün bile eski Türkçe’nin okutulmasını önermek, devleti içeriden ve dışarıdan yıkmak isteyenlerle suç ortaklığı olarak algılanıp mahkûmiyetle bile sonuçlanabilir.
Her kitap alanın, okuyanın, kitap okumasını bildiğini söyleyemeyiz.
Kitabı okumaya başladıktan sonra, yeterince gayret göstermeyip, hitap tarzı, dili, alıştığımızdan çok farklı diye çabucak bıraktığımız kitaplar vardır. “Okunamayacak kitap yazmış,” diye yazarını küçümserken aslında biziz o kitabı okumasını bilmeyen, alışık dünyamızdan çıkıp yazarın alemine giremeyen. Bir de tam tersi hoşumuza gitmese de, yarım bırakılmaz inadıyla sonuna kadar pek bir şey anlamadan okuduğumuz kitaplar da vardır.
Schopenhauer kimilerinin aptallaşana kadar okuduğunu yazar. Ne kadar çok kitap okurlarsa o denli bilgi sahibi olduklarına, ayrıcalıklı olduklarına inanırlar.
Cami sayısının hızla arttığı Türkiye’de en son ne zaman kütüphane açıldı? Ya da ara sıra uğrayabileceği bir kütüphanenin eksikliğini hisseden kaç kişi tanıyoruz?
Kimimiz yola kitapsız çıkmaz.
“Biz yaptığımız işi hiç ciddiye almayız, kendimizi ise çok ciddiye alırız,”
Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan attılar.
Ona vatan haini dediler.
Nâzım Hikmet’ten özür dilenir.
Nâzım Hikmet, af mı diliyor ki vatandaşlığa kabul edilsin.
Yoksa devlet mi af dilemek istiyor Nâzım Hikmet’ten de, kelimelerini tam seçemiyor.
Bu ülkede hangi işimizi yaptıracak olsak, akla gelen belki de ilk soru: Tanıdık var mı?
“Alpaslan Yiğit, halkın rahatını bozacak şekilde sarhoşluktan 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. Hâkim, hapis cezasını tedbire çevirerek Yiğit’i her gün jandarma gözetiminde 1,5 saat kitap okumaya mahkûm etti.”
Öyle bir Doğu-Batı tutturduk ki, insanı unuttuk gidiyoruz.
Batı’nın gündeminde olmayan konular da gündemde olanlar kadar hayati değil mi?
boşluğumuzu siyasete bürünmüş bir dinî aitlikle doldurmaya çalışmanın gafleti içinde değil miyiz? Din üzerine kurulan siyasetin ise dinî baskıya kapı aralaması kaçınılmaz değil mi?
Edebiyat dünyamız geçmişteki kültürümüze ne kadar uzak! Ne kadar yabancı!
Hepsi birbirinden yurtsever, Türksever hangi rejim, hangi parti, dinine, mezhebine, ismine bakmaksızın bu topraklarda yaşayan herkesi eşit haklara sahip vatandaşlar olarak gördü ki? Bugün görüyor mu?
Bayrağımızı yırtanı, cami duvarına işeyeni linç etmeye teşebbüs edecek kadar duyarlı bir şekilde gelişen bilincimizin, bu topraklardaki binlerce yıllık kültürü korumak için neden gelişmediğini hiç mi kendimize sormayacağız?
Günlük yaşantımıza müdahalesini doğal karşıladığımız dinlerimiz, iş doğanın korunmasına gelince de sessiz. Türkiye’de bir din adamının “havayı kirletmeyin, bu kadar tüketmeyin,” diyen vaazını en son ne zaman duydunuz?
Egemen güçler için YÖK, üniversite gençliğini baskı altında tutan totaliter ideolojinin teminatı. İktidara kim gelirse gelsin, aynı askerin anayasası gibi, üniversiteyi özerklik ve özgürlüğünden eden gücü kullanıyorlar.
Oysa belki de en büyük sevgi insanın memleketinde olanla yetinmemesi, aynanın karşısında kendisini kusursuz bir güzel olarak görmemesi. Kusurlarını örtbas etmek için söylediği yalanlarıyla herkesten önce yüzleşebilmesi. Yoksa yalanlarını bir yaşam biçimine dönüştürenler sonunda çıplak kral konumuna düşmeye mahkumlar.
Egemen düzen zenginle fakirin arasını şimdiye kadar görülmemiş biçimde açıyor. Dünya nüfusunun üçte biri açlığa, yoksulluğa terk ediliyor.
Üniversite hocaları ders vermesini bilmeden işe başlar. Pedagojiden, psikolojiden bihaberdirler. Eğitim sertifikaları yoktur. Doktorasını alan, öğrencilikten hocalığa geçer. Sınıfa girer, başlar ders vermeye. Adil bir şekilde nasıl not verilmesi gerektiğinin yöntemlerini bile bilmez.
Türkiye’de, temel ilkelerin yerleşememesi, insan ve vatandaşlık haklarına dayalı hukuk devleti olma yolunda bu denli bocalanması, cemaat yaşamına yatkınlığımızdan.
“Dünyayı değiştirmeye çalışacağına kendini değiştirmeye bak.
Birçok ülkede filme, romana konu olacak olaylar bizde o kadar sıradan ki
Günümüzde de cumhuriyetin kurucusu hâlâ farklı imajlarla farklı eğilimlerin temsilcisi rolünde. Arkasına sığınanlardan geçilmiyor. Onu ellerini açmış dua ederken gösterenler de var, başında silindir şapka, sırtında smokinle de.
Üniversitenin, düşünceye saygı gösterildiği örnek bir ortam olması gerekirken, devlet hocalar aracılığıyla beğenmediği düşünceyi taşıdığını sandıklarını üniversiteye sokmuyor, beğenmediğini sokağa, şiddete mahkum ediyor.
Türkiye kadar diktatörlerini, darbecilerini, katillerini, işkencecilerini onurlandıran başka bir ülke var mı acaba?
Kürtleri yok saydık, Alevilere kuşkuyla baktık, azınlıkları kaçırttık.
Irk, din, dil hangisi olursa olsun, bize giydirilen, giyindikçe kendimizden ayırt edemediğimiz simgelerden kurtulup, şöyle bir kimliksizleşebilsek. Nâzım Hikmet’in sözleriyle, “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”, Hrant Dink’e göre de “Birbirimizin ötekisi olmadan farklılıklarımızla bir olabilsek.” İnsan hakları konusunda bile çifte standartlarımızla taraflaşmak yerine soyunabilip çıplaklığımızın da kerametini takdir edebilsek.
İlkokul çocuklarıyla yapılan deneyde, öğretmen talebelerine önemli bir araştırmanın sonuçlarını açıklayacağını söyler. Bilim adamları, mavi gözlü çocukların zeki ve çalışkan, kahverengi gözlülerin aptal ve tembel olduğunu saptamıştır. İlkokul öğrencilerine yapılan bu açıklamayı (bence böyle ahlâksızca bir deney yapan psikolog meslekten men edilmeliydi) takip eden günlerde, eskiden aralarında hiç fark yokken, mavi gözlülerin derslerinde ve imtihanlarda başarılı, kahverengi gözlülerin performanslarının ise birdenbire düştüğü görülür.
Aradan zaman geçer.
Öğretmen gene talebelerine çok önemli bir açıklama yapacağını söyleyip, “Bilim adamları size önceden söylenenlerin yanlış olduğunu ispat ettiler. Yeni araştırmalar tam tersini gösteriyor. Kahverengi gözlüler zeki, mavi gözlüler aptalmış,” der. Sonraki günlerde mavi gözlülerin notları düşerken kahverengi gözlüler de sınıfın en çalışkanları olur.
Deneyin gösterdiği en önemli noktalardan biri çocukların telkine ne kadar açık olduğu. Kendilerine bir gün “Aptalsın,” deniliyor, inanıyorlar. Birkaç gün sonra, “En zeki sensin, başka zeki yok,” deniyor, ona da inanıyorlar.
Yetişkinler de herkes gibi kandırılmaya meyilli. Bizi ikna yöntemleri çok daha ince yollardan geçiyor. Reklam şirketlerinin hangi çamaşır tozunun en iyisi olduğuna bizi kandırmak için kullandıkları psikolojik yöntemler, harcadıkları milyonlar boşuna değil. Hükümetlerin kamuoyunu yönlendirmek için kullandıkları eksik ve yanlış bilgilendirme yöntemleri de.
Ancak Türkiye’de biz de çocuk gibiyiz. Onlar gibi aynı saflıkla inanıyoruz söylenenlere. Otorite ile bilgiyi, aklıselimi birbirinden ayırt edemiyoruz. İkisi birbirine karışınca da çocuklar gibi itaat ediyor, çocuklar gibi isyan ediyoruz.
Türkiye’de yaşamanın özelliklerinden biri uçlar arasında gidip gelmemiz. Bugün göklere çıkarttığımız, ertesi gün beş para etmez olabiliyor.
Türkiye’de anketler ilk yapılmaya başlandığında İstanbullu anketçi, bir köylüye kime oy vereceğini sorar. Cevap: “Sen benden daha iyi bilirsin beyim!”
Tek parti zulmünü yaşamış, seçtiklerinin askerî darbelerle devrildiğini, asıldığını görmüş, düşüncesini açıkladığı, anadilini konuştuğu için hapishanelerde işkenceden geçmiş Anadolu insanının, anketçiye külahını ters giydiren, kendisini korumaya yönelik bu cevabını aydınlarımız halkın cahilliğine yorarlardı.
Türkiye’de yabancı düşmanlığının altında yatan başlıca duygu kendimize güvenmemekten kaynaklanan korku değil mi?
Roman kahramanlarının bile, Türklüğe hakaretten yargılanabildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Dinler, bireylerin inançlarının ifadesi olmaktan çıkıp rejimlerin kimliğine büründükçe, kendinden menkul sözcülerinin iddia ettikleri gibi ahlâka değil totalitarizme araç olur.
Ne kahvaltı etmiş, ne öğlen yemeğine vakit bulabilmiştim. Ada vapuruna binmeden simit aldım. Vapur kalabalık, güvertede oturdum. Simitten bir parça kopardım. Yemeye başladım. Birden aklıma Ramazan olduğu, yanımda, karşımda oturanların oruçlu olabileceği geldi. Usulca kalan simidi cebime koydum, yemeye devam edersem saygısızlık hatta tahrik olabilir diye. Yoksa kimsenin ters bir bakışını hissetmemişitm. Ömrüm boyunca İstanbul’da, bundan önce hiçbir Ramazan’da aklıma böyle bir şey gelmemişti. Kendimce saygılı davrandım, değişen Türkiye’ye uyum sağladım. Aç kaldım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir