İçeriğe geç

Türk Saplantısı Kitap Alıntıları – Giovanni Ricci

Giovanni Ricci kitaplarından Türk Saplantısı kitap alıntıları sizlerle…

Türk Saplantısı Kitap Alıntıları

korku şiddeti, şiddet de korkuyu üretir; korku kendi kendini besleyerek sonsuz sayıda makul gerekçe bulur.
Hiçbir güç sonsuza dek sürüp gitmez; evrenin efendileri daha önce İtalyanlardı, şimdi Türklerin egemenliği başlıyor : 1453’te İstanbul’un fethi haberini yorumlarken hümanist Enea Silvio Piccolomini böyle yazıyordu.
Her şeyin yazgısıdır bu: Hiçbir güç sonsuza dek sürüp
gitmez. Evrenin efendileri daha önce İtalyanlardı,
şimdi Türklerin egemenliği başlıyor.

—ENEA SILVIO PICCOLOMINI, 25 Eylül 1453

Batı Avrupa kültürü içinde Türkler,
birkaç yüzyıl boyunca
bütün toplum katmanlarında başlıca tutku, yazı ve sohbet
konularından biri olmuşlardır. Ne var ki, terimler üzerinde
anlaşmak gerekir; çünkü eskiden Türkler sözünün
bugünkünden daha geniş bir anlamı vardı. Bu söz sadece dar
anlamıyla sultanın tebaasını değil, neredeyse bütün
Müslümanları kapsıyordu. O kadar ki, çeşitli Avrupa
dillerinde Türkleşmek deyimi aslında Müslüman olmak,
İslam dinine geçmek anlamına geliyordu. Gene de,
imparatorluklarının büyük gücü nedeniyle daha çok Osmanlı
Türkleri düşünülüyordu.
Omnium rerum vicissitudo est, nulla potentia perpetuo manet. Fuerunt Itali rerum domini, nunc Turchorum incohatur imperium.
Her şeyin yazgısıdır bu: Hiçbir güç sonsuza dek sürüp gitmez. Evrenin efendileri daha önce İtalyanlardı, şimdi Türklerin egemenliği başlıyor.
—ENEA SILVIO PICCOLOMINI, 25 Eylül 1453
Toplumsal yaşamın bütün ortamlarında, eski rejimde dinsel törenin gücü büyüktü. Dinsel tören, ruhsal ve antropolojik nitelikli derin katmanları bir araya getirerek, ortam üzerinde yoğunlaşıyordu (ortamı etkilemek, ona anlamlar, hiyerarşiler, niyetler aktarmak için) ve çoğu zaman istikrarı ve değerlerin sürekliliğini sağlıyordu; kimi zaman simgesel yoldan dönüşümleri ve kopmaları da sergiliyordu.
Ölümü andıran ve sivil bir ölüm olarak kabul edilen kölelikten daha kötü hiçbir şey yoktur; kimse, sivil haklarından ve yasal haklarından yoksun bir köleden daha yoksul değildir, bu yüzden özgürlükten daha değerli hiçbir şey yoktur
Avrupalılar, Türklerin savaşta ölen düşmanlarının başını kesme âdeti karşısında dehşete kapılmışlardı. Doğruyu söylemek gerekirse, Batı tarihinin modeli olan Eski Romalılar bunda ustaydı; kelle avcısı olarak sarsılmaz bir ün edinmiş, düşmanlarını dehşete düşürmüşlerdi. Birçok kültürde, cesedin başının kesilmesinin ve başın bir kenara atılmasının amacı, bedenin (yargısal,dinsel, simgesel) birliğini bozmak ve böylece defin yeri olanağını yadsımaktır. Dolayısıyla, ölen kişi, sonsuza dek dolaşmaya mahkûm edilebilir: Belki de Germen mitolojisine özgü saf olmayan ya da huzur bulmamış ölüler ordusunu bu çılgınca avla birlikte düşünmek gerekir .
Troya kazıları sırasında bulunan ve daha önce Hisarlık’taki arkeolojik sit alanının yakınlarında sergilenen buluntuların daha sonra Çanakkale’deki yeni bir müzeye taşındığını anımsatalım yalnızca. Orada, bu buluntuların hemen yanında, İngilizlerle Fransızların İstanbul’u tehdit etmek için Çanakkale Boğazı‘nı boşuna zorlamaya çalıştıkları 1915 Gelibolu seferine karşı Türk
direnişinin anıları da bir araya getirilmiştir… Bu düzenleme bir ideolojiyi açığa vurmaktadır: Tarih, denizden gelip (Yunanlılar, sonra öteki Batılılar) saldıran halk ve toprağı savunan “Anadolu” soyuyla (Troyalılar, sonra Türkler) tekerrür ediyor. Troya döneminde böyleydi ve sonu kötü bitti, Birinci Dünya Savaşı‘nda böyleydi ve sonu iyi bitti; kim bilir bir daha bir başkası bunu denemeye kalkar mı… Açık bir uyarı. Hiç kuşku yok ki, İtalya’nın en içlerindeki taşrasından Türkleri ve Troyalıları anlatırken, 17. yüzyıl İtalyan şairi [Torquato Tasso] beklenmedik yoldaşlar bulmuş oluyor kendisine.
1683’teki Ferrara kutlamalarının son aşaması ise daha az alışılmış nitelikteydi. Kronik yazarı sözünü sürdürüyor:
“Türk’ü ve Mustafa’yı temsil eden, ayaklarından iki darağacına asılmış iki figür ateşe verildi, bunun üzerine herkesten büyük bir alkış koptu.” Asılanlar,sultan ile Viyana’daki ordunun ve büyük bozgunun başı sadrazamdı. En azından biçimsel olarak, klasik bir temsili infaz sahnesiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Bütün bir ortaçağ boyunca ve sonrasında İtalya’da yaygınlık kazanan onur kırıcı resimler kullanmanın bir değişkesiydi bu: Kamusal
merkezlere asılan bu onur kırıcı resimlerde, halkın tanıdığı bir cani hakaret dolu ya da küçük düşürücü biçimlerde (ya baş aşağı ya da uygunsuz pozlar içinde) gösteriliyordu. Ancak temsili infaz, aşağılamayla ya da alay etmeyle sınırlı kalmıyor, temsili ceza işlevini de görüyordu
Bilindiği gibi, rekabet ve erkeklik, uzun varoluş çizgisi içinde feodal dünyanın kültürel şifreleri olmuştur. Ve Osmanlı ya da Berberi tehdidini küçümsemek kimsenin aklından bile geçmez. Bununla birlikte, bu özgül örnekte, cinsel sorunsallar
–her ne iseler– ile Haçlı ruhu biçiminde sergilenen savaşçılık arasındaki bağın son derece sıkı olduğunu fark ediyoruz. Gerek olmayabilir, ama gene de soralım kendimize: Genel bir değer etkileşimi değil midir bu? İster gerçekleştirilmiş, ister yalnızca arzu edilmiş olsun, her “Haçlı Seferi” biçiminin kökeninde cinsel bozukluk ya da acı çekme veya yoksunluk yatmıyor mu?
Belli ki, Türkler konusunda avutucu düşünceler, Eski Yunan-Roma
modelini esas alan bir askerlik anlayışının kuramcıları kadar, yalvaçlar ve kâhinler için de kuralı oluşturuyordu
21 Ekim Pazar günü, Ferrara’ya ulaşan habere göre, Venedik
donanması İnebahtı limanında Türk donanmasıyla çarpışmış,Hıristiyan donanması Türk donanmasını bozguna uğratıp dağıtmış,180 Türk kadırgasını Türklerin elinden almış, başka birçok kadırgayı batırmış ve o köpeklerin elindeki 25.000 Hıristiyan köleyi özgürlüğüne kavuşturmuş, Türk kumandan tutsak alınmıştır. Hıristiyanların kumandanı, İmparator V. Karl’ın evlilik dışı oğlu Don Juan de Austria olup, böyle bir zaferle –dünya dünya olalı yaşanmış en büyük zafer– Hıristiyanlığı büyük sevince boğmuştur.
Belirsizlikleri ve İnebahtı‘dan sonra Hıristiyan dünyasını büyük ölçüde saran boş umutları bir yana bırakalım. Bu arada, metinde okuduğumuz üzere,Türkler hep “köpekler” olarak anılmaya devam ediyorlar.
Hiç kimsenin kurtarmak için harekete geçmediği, çağdaşlarınca unutulan kimseler, bizim için de unutulmuşluğun toprağı altında gömülü kalıyorlar. Akdeniz burgacının emip yuttuğu adsız trajediler; rastlayabildiğimiz ve öyküsünü anlatacağımız talihli birkaç vakanın, yeniden doğan kimliklerin ve yeniden kurulan yaşamların zar zor dengeleyebildiği trajediler bunlar.
Aile yakınlarının korumasından yoksun oluşu, köle kadının hukuki ve cinsel aşağı konumunun bir bütünleyicisidir; bütünüyle suçtan yana tutum alan bir ortamda kadının adından söz edilmez bile.
Yirmi yıl kadar önce, bir başka Ferraralı,hümanist Lelio Gregorio Giraldi bundan söz etmişti. Seçkin bir ölüm bilimci olan, eski ve yeni cenaze törenleri üzerine bir inceleme yazan Giraldi,
Osmanlı mezarlarının biçimini, cesetlerin taşınma biçimini (“bizim gibi ayaklarından değil, başından”), cenaze alaylarını, yasın dışavurulma şekillerini, çiçeklerin kullanılmasını betimlemiş, bütün bunları büyük bir ustalık ve saygıyla yapmıştı.
Daha en baştan, 1480’den başlayarak, Otranto çok önemli görülüyordu, çünkü bütün İtalya, bu köprübaşı mevziinden “inançsız ve çok kötü … Türklerin eli”ne düşme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. İlk “kötü haberler”e göre, “güçlü bir deniz donanması” gelmiş, şehir sakinleri katledilmiş, “yurda saldırılar” olmuştu. Hıristiyan hükümdarlar arasında diplomatik anlaşmalar imzalandı; bunların sonucu Ferrara halkına “borazan sesiyle” duyuruldu: “İnancın korunması ve Otranto’yu ele geçiren Türk’ün yok edilmesi amacıyla kurulan birlik halka bildirildi.” Askeri harekâtlar kaygıyla izleniyordu. Bir günde “pek çok Türk,” ama aynı zamanda “400’den fazla Hıristiyan ölmüş“tü. Sonra bir paşa yakalanmış ve Dük I. Ercole bunu “resmi bildiri yoluyla halka” duyurmak istemiş, duyuruyu “sevinçten meydanda yakılan ateşler ve şenlik ateşleri” izlemişti. Halkın morali yerine gelince, savaş giderlerine katkıda bulunanlar için çıkarılan endüljans fermanı resmen duyurulmuştu, kronik yazarı da, “İsa’nın merhametini gösteren mührün basılı olduğu oğlak derisinden papalık belgesi”ne sahip olmak istemiş; bu amaçla 17 paralık küçük tutarı ödemiş; sonra “günah çıkararak günahlarından arınmış” ve “bütün günahları“ndan kurtulmuştur: Türklerin de bazı yararları oluyordu.
Yurttaşı tarihçiden daha az umutsuz olmayan Ludovico Ariosto kendine şunu soracaktır: “Niçin İstanbul ve dünyanın / en iyi kesimi pis Türk’ün elinde?”
Ama katı gerçeklik, eskatolojik coşkulara ve avutucu düşüncelere boyun eğmiyordu. Bu yüzden, 1481’de, Ferraralı kronik yazarı Bemardino Zambotti rahat bir soluk alıyordu. Otranto hâlâ Türklerin elindeydi, ama bu arada Hıristiyan âleminin korkulu rüyası “büyük Osmanlı” II. Mehmed ölmüştü:
3 Haziran Pazar sabahı. Kazanılan zaferin sevinciyle kadiri mutlak Tanrı‘ya hamd etmek için alaylar düzenlendi, ateşler ve şenlik ateşleri yakıldı: Aldığımız mektuplara göre, Türk, büyük Osmanlı, 3 Mart günü ölmüş. Onun ölümü yüzünden meşru ve gayri meşru çocukları ihtilaf halindelermiş. Bu haberin Hıristiyanlar için iyi olması gerektiği düşünülüyor, en çok da Otranto toprağı için: Napoli krallığındaki bu yeri aylardır Türkler ellerinde tutuyorlar.
O aylarda, Venedik senyörlüğünün izin verdiği Gentile Bellini, bugün Londra’daki National Gallery’de bulunan ünlü Fatih Sultan Mehmed portresi üzerinde çalışıyordu.
Costanzo da Ferrara’ya gelince, o da başka sanat eserleri verdi. Bu eserlerden günümüze yalnızca 1481 tarihli güzel bir madalyon kalmıştır; burada yaşlı sultanı profilden ve atına binmiş olarak görürüz: Büyük bir olasılıkla, Fatih’in resmedildiği madalyonlardan aslına en sadık ve en başarılı olanıdır bu.
Napoli’deki Este hanedanı sözcüsü 1485’de Dük I. Ercole’ye yazdığı mektupta, Costanzo’nun İstanbul’daki başarılarını kesinleştiriyordu: “Yıllarca orada kaldı ve onu şövalye de yapan Büyük Türk tarafından iyi muamele gördü.”
Ferrara’da denenen kiliseler birliği gerçekleşmedi; Batı harekete geçmedi ve Konstantinopolis, uzun süreden beri öngörüldüğü gibi, Türkler tarafından fethedildi. Haberin duyulmasıyla panik Avrupa’da her yere yayıldı. Ferrara’da bu panik, konsilde tanıdıkları insanların ölmüş, kılı kırk yaran beyinlerin göçüp gitmiş olduğu düşüncesiyle herhalde özel bir yoğunlukla yaşanmıştır.
Aradan yalnızca on beş yıl geçmişti ve imparatorun, patriklerin, Bizanslı âlimlerin anısı henüz silinmemiş olsa gerekti. Yıkım karşısındaki yakınma selinde, adı bilinmeyen Ferraralı bir kronik yazarı düşüncelerini şöyle dile getiriyordu:
1453 yılı, 29 Mayıs günü, Konstantinopolis’i kuşatmak için şehrin çevresini sarmış üç yüz bin kişilik Türk ordusu şehri zorla ele geçirdiğinde, Büyük Türk oradaki otuz bin insana zulmetti. Ve Türkler ertesi gün, Cenevizlilerin bulunduğu kaleyi [Pera] ele geçirdiler.
Kaleyi buyruğu altına alan Türk, Konstantinopolis imparatoruyla başka birçok senyör ve şövalyenin başını kestirtip insanları öldürerek büyük bir acımasızlık sergiledi. Doğu’nun ana şehrinin ele geçirilmesi ve Boğaziçi’ne yerleştirilmiş İtalyan deniz güçlerinin küçük düşürülmesi sonucu, pek çok kimsede Hıristiyanlığın sonunun yakın olduğunu kanısı uyandı. İncil’in Vahiy kitabındaki kızıl at, yıkım savaşı meleği, Avrupalıların zihninde daha çok Türk giysisine bürünmüş olarak beliriverdi; Türk, günahkâr Hıristiyanlardan Tanrı‘nın intikamını alan kişi olarak da yorumlandı.
İtalyan resminde, dinsel resimde ve Meryem Ana figürlerinin arkasında süsleme unsuru olarak Türk halılarının kullanılması dönemin sık rastlanan bir uygulamasıydı.
Düklük sarayının avlusuna yeni bir düzen verildi ve tören salonlarıyla doğrudan bağlantılı, böylece resmi konukların gereğince karşılanmasını sağlayan anıtsal bir merdiven inşa edildi. Bu çalışmalar 1471-1481 arasında yapıldı. Anıtsal merdivenin kemerlerindeki görkemli kurşun kaplama, keza ortadaki madenle kaplı kubbe şaşırtıcıdır (Resim 1, s. 159). Bir izlenim ya da rastlantısal bir benzerlik de olabilir, ama sanki Topkapı Sarayı‘ndan bir parça birden seyreden kişinin üzerine geliyor gibidir.
Hıristiyan öğretisi tartışmalarında adları anılmayan Türkler, Latinlerin gücü ve Rumların zaafıydı; kayıtlara geçmese de, 1438’in Ferrara’sı üzerinde ağırlıklarını duyuruyorlardı. Türkler artık yalnızca coğrafyanın –ya da Türkler aracılığıyla ayrılıkçı Bizanslıları cezalandırmak isteyen Tanrısal iradenin– onlarla yüzleşmek gibi ağır bir yük yüklediği kimseler için bir sorun değildi. Artık hiçbir taşra, Hıristiyan dünyasının hiçbir ücra köşesi Türkleri düşünmemezlik edemezdi.
Palaiologos, hâlâ Roma imparatoru unvanının onurunu taşısa da, yoksuldu; surlarının çevresinde Türklerin koşuşturduğunu görmeye alışık olan imparator, kabına sığmayan Niccolò d’Este’nin avlaklarında özgürce ava çıkabildiğine inanamıyor gibiydi.
Kıbrıs’taki Hıristiyan sarayındayız:
Kıbrıs’ın kralları, Fransız Lusignanlar, dönüş yolunda markiyi ağırlıyorlardı.
En sonunda yolcu, adı bilinmeyen biri olmaktan çıkıyor ve feodal törenler yeniden yerini buluyordu, ama “Türk tazıları,” tavuskuşları, tropikal bahçeler ve “harika gül rengi suda” yıkanmalar arasında, Kıbrıs’ın doğulu atmosferine uyarlanmış olarak. Sonra cambaz kalabalığın önünde gösterisini sergilemeye başlıyordu:
İlk olarak, daha önce sözünü ettiğimiz gömlekli Türk üstündekileri çıkardı, yalınayaktı, dizinin altına kadar gelen keçi derisinden bir pantolonu ve neredeyse beline kadar uzanan ipek kumaştan bir boyunluğu vardı (…) kafası upuzun seyrek saçlarının olduğu tepesi dışında usturaya vurulmuştu; koşarak yerden çok yükseğe, çevik bir takla attı, sonra hemen diz çöküp yeri öptü ve kendi usulünce dua etti.
Onun için zor bir şey değilmiş gibi –değildi zaten– birçok kez sözünü ettiğimiz taklayı attı, sonra eline bir Türk kılıcı, yani çok keskin bir pala aldı, ortasındaki demirden tutup şaşırtıcı biçimde döndürdü; öyle ki gözle zor görülüyordu. İlkine benzer ikinci bir kılıç aldı ve iki eliyle, daha önce tek eliyle yaptıklarını yaptı; daha sonra bu iki kılıçla, kabzalarını yere dayayıp uçlarını elinde tutarak, yukarıda sözünü ettiğimiz taklayı attı. Aynı taklayı, yalnızca birine yaslanıp ötekini elinde tutarak attı; sonra iki kılıç daha alıp dördüyle birlikte, birini ağzında, birini de sağ elinde tutarak gösterisini sürdürdü. Usturaya vurulmuş kafa, kuyruklu saç, deri pantolon, pala, yerde dua:
Kıbrıs’taki cambazın hareketlerinde bütün bir savaş ve din kültürü kendini açığa vuruyor. Hıristiyan seyirciler bu Türk imgesi bütününü görünce, bir yandan hayranlıkla seyrederken, çok büyük bir olasılıkla, bir yandan da gizlice ürkmüşlerdir. O andan sonra Türklerin silah oyunlarındaki becerisi İtalya’da da büyük bir ün kazanacaktır.
Farklı ve sınır komşumuz olan kişiye yönelik anlayışımız, kendiliğinden ortaya çıkan bir bilgeliğin ürünü değildir;
kendiliğinden olan, olsa olsa, ruhsal ya da maddi tehditlere karşı yansıtmaya dayalı savunma kaleleridir. Bu çerçevede, karşılıklı korkunun çok kapsamlı nedenleri vardı (var?) ve korku şiddeti, şiddet de korkuyu üretir; korku kendi kendini besleyerek sonsuz sayıda makul gerekçe bulur. Çoğu zaman, hiç kimse, sınır komşusu kültürlerin ilişkilerine set çeken cehennemi kısır döngüyü kırmanın inandırıcı yollarını bulamamıştı (bulamamıştır?).
Genellikle kültürlerin, farklılığı, aşağı olma ya da tehdit unsuru veya rahatsız edici bir anormallik gibi yorumlayarak, birbirlerine karşı savunma içinde oldukları bir sır değildir. Bu, bünyelerinde ikili bir yükü —kültürel üstünlük varsayımı ile tektanrılı dinlere özgü saldırganlık– birleştiren Yunan-İbrani kökenli kültürlerde özellikle kendini gösterir. Ahlaki herhangi bir tutum almanın, “uzaklık” etmeninden derinden etkilendiği de bir sır değildir. İnsanlar, egzotik meraklar ya da ütopik özlemler yaratacak kadar büyük olmadığı sürece, uzaklığı ilgisizliğe dönüştürme eğilimi gösterirler.
Yüzyıllar boyunca Türkler –bu sözcüğü Crusca Akademisi’nin tanımındaki geniş anlamıyla kullanacağız– başlıca sohbet, tutku, yazı konularından biri olmuşlardır; çünkü Türkler “inançsız” ve düşman herhangi bir halk değildi, aksine, Avrupa tarihinin hem içinde, hem dışındaydılar. Türklerle nefret, dehşet ve küçümsemeyle, ama aynı zamanda merak ve pek de gizlenemeyen hayranlıkla yoğrulmuş yoğun, sancılı bir ilişki kuruluyordu.
Bir zamanlar “Türk” sözünden sadece dar anlamıyla Osmanlı uyruklu kişi değil, “Muhammed inancından olan kişi” de anlaşılıyordu: 1691’de –Coronelli’nin Ulçin’le ilgilendiği yıl– bu tanımı Crusca Akademisi getiriyordu.Bugün, çok farklı olmayan bir anlamda, extracomunitario [Avrupa Birliği’ne üye olmayan] sözcüğüyle göçmenlerden söz ediliyor: Bütün Avrupa dillerinin sözlüğüne zorbaca giren yeni bir terim bu.
Her şeyin yazgısıdır bu: Hiçbir güç sonsuza dek sürüp gitmez. Evrenin efendileri daha önce İtalyanlardı, şimdi Türklerin egemenliği başlıyor.
—ENEA SILVIO PICCOLOMINI, 25 Eylül 1453
Bazı insanların bazı başka insanların mülkiyeti olarak kabul edildiğinin altını çizmeliyiz.
Türk kölelerin mezarları her yerde zulme uğruyordu. Civitavecchia’da, 1739’da, mezarların açıldığı ve cesetlerin yağmalandığı ihbarlarında bulunuldu, öyle ki ertesi yıl mezarlığa koruma duvarları eklendi. 1741’de, Napoli’de, cenazelerin taşınması sırasında cesetlerin taşlandığı ve hemen ardından köpeklere uğursuz ziyafetler çekildiği kayda geçirildi.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
İdeolojinin ürettiği pislikler ve iğrenç kokular ideoloji üretir hale geliyorlar.
Türkler’in arasında huzur, şefkat ve sevgi bulan bu gençler niçin dinlerinden dönmesindi?
İster gerçekleştirilmiş, ister yalnızca arzu edilmiş olsun, her Haçlı Seferi biçiminin kökeninde cinsel bozukluk ya da acı çekme veya yoksunluk yatmıyor mu?
Türkler söz konusu olduğunda kendini savunmak işe yaramazdı, saldırıya geçmek gerekmekteydi. Bu yolla belki de, yıllarca Hıristiyanlığı korku içinde tutmuş ve hâlâ tutmakta olan o –aslında sıradan– orduya karşı Hıristiyanlığı güvenceye almak mümkün olabilecekti.
Kitabın başında, on beş noktada özetlenebilecek olağanüstü Roma askeri düzeninin bizim onca korktuğumuz Türk askerlik sanatına çok benzediği belirtiliyordu. Ama Türkler, Romalılardan farklı olarak, kazanmaktaydılar..
Habsburg ile Osmanlılar arasındaki büyük mücadele gelecekteki bir tarihe ertelendi.
Türk, günahkâr Hıristiyanlardan Tanrı’nın intikamını alan kişi olarak da yorumlandı.
Genellikle kültürlerin, farklılığı, aşağı olma ya da tehdit unsuru veya rahatsız edici bir anormallik gibi yorumlayarak, birbirlerine karşı savunma içinde oldukları bir sır değildir.
Konstantinos Kavafis, Barbarları Beklerken’de Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?/Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza diyor, Türkleri beklerken
O kadar ki, çeşitli Avrupa dillerinde Türkleşmek deyimi aslında Müslüman olmak, İslam dinine geçmek anlamına geliyordu.
Çünkü eskiden Türkler sözünün bugünkünden daha geniş bir anlamı vardı. Bu söz sadece dar anlamıyla sultanın tebaasını değil, neredeyse bütün Müslümanları kapsıyordu.
İnebahtı zamanlarında olduğu gibi yürekler kabarıktı, ama artık tarihin çarkının döndüğü duygusu hüküm sürüyor ve bunun verdiği sarhoşluk merhamete yer bırakmıyordu. İşte, gözlerimizin önünde Türklere yapılan zulümleri açıklamanın –haklı çıkarmanın değil– bir nedeni daha.
Türk kölelerin mezarları her yerde zulme uğruyordu. Civitavecchia’da, 1739’da, mezarların açıldığı ve cesetlerin yağmalandığı ihbarlarında bulunuldu, öyle ki ertesi yıl mezarlığa koruma duvarları eklendi.
II. Mehmed kişisel olarak, atılan ilk adımı değilse de, hiç olmazsa yalnızca onun sunabileceği tanıklıkların erken ve inandırıcı bir örneğini sunmuştur bize. 1462’de, İstanbul’un alınmasından dokuz yıl sonra, Fatih henüz ona direnen Midilli’yi kuşatmaya giderken Troas’ı ziyaret etti. Orada bir konuşma yaptı (Bizanslı tarihçi İmrozlu Kritovulos bu konuşmayı aktarır). Mehmed, Troyalı kahramanları övüyor ve Troya’nın yıkımından ötürü Yunanlıları, Selaniklileri, Makedonları ve Moralıları, bütün Yunanistan halkını suçluyordu; ama şimdi, diye belirtiyordu, Yunanlılar onun eliyle Asya halkları na yapılan zulümlerin cezasını çekiyorlardı, Kısacası, İstanbul dramı, Troya dramının intikamını alıyor ve Asya Yunanistan’a (henüz Avrupa’ya değil) isyan ediyordu. Fikir bütünüyle sultana ait değildi. Elbette, sultanın maiyetinde, ona tutkunu olduğu Homeros şiirlerini anlatan ve sultanın zihnine Teukro’dan geldiği fikrini işleyen birkaç İtalyan hümanist bulunuyordu.
Viyana kuşatmasından sonraki beş yıllık süre, Türk karşıtı tutkuların tarihinde bir doruk noktası olarak kaldı.
Türk sancağı, Viyana zaferi için düzenlenen zafer alayını resmeden Mitelli gravürlerinin fonunda da görülür. Gene Mitelli, 1686’da, 160 bin Türk’ün bozguna uğratılmasıyla, Viyana’da at kuyruklarıyla birlikte alınan büyük sancak ın bir başka görünümünü sunmuş (Resim 13, s. 170) ve bunu Katolik güçlerin dev Osmanlılara karşı elde ettikleri en önemli zafer hatıraları arasına yerleştirmiştir. Dev sözcüğü Avrupalının Türklere o ana kadarki bakışını özetliyor.
Tasso’nun –epik ve Hıristiyan– şiirinde Türklerden her defasında amansız yenilmezlik halesiyle kuşatılmış olarak (yenilmez Türk ) yirmi dört kez söz edilir.
Kitabın başında, on beş noktada özetlenebilecek olağanüstü Roma askeri düzeninin bizim onca korktuğumuz Türk askerlik sanatına çok benzediği belirtiliyordu. Ama Türkler, Romalılardan farklı olarak, kazanmaktaydılar, çünkü sayıca her zaman üstündüler.
Büyük ölçüde Venedik elçilerinin raporlarına bağlı, gerçeklikler ve basmakalıp yaklaşımlarla örülü Türk söylemi sürekli olarak yeniden doğuyordu. Kâbus gibi bir beklenti –Büyük Türk’ün elinde evrensel bir monarşinin doğuşu– bu söylemi kışkırtıyordu.
Türkler, İtalya toprağından püskürtülmüş olmalarına rağmen, kaygı yaratmaya devam ediyorlardı.
Otranto hâlâ Türklerin elindeydi, ama bu arada Hıristiyan âleminin korkulu rüyası büyük Osmanlı II. Mehmed
ölmüştü.
Ferrara’da denenen kiliseler birliği gerçekleşmedi; Batı harekete geçmedi ve Konstantinopolis, uzun süreden beri öngörüldüğü gibi, Türkler tarafından fethedildi. Haberin duyulmasıyla panik Avrupa’da her yere yayıldı
Usturaya vurulmuş kafa, kuyruklu saç, deri pantolon, pala, yerde dua: Kıbrıs’taki cambazın hareketlerinde bütün bir savaş ve din kültürü kendini açığa vuruyor. Hıristiyan seyirciler bu Türk imgesi bütününü görünce, bir yandan hayranlıkla seyrederken, çok büyük bir olasılıkla, bir yandan da gizlice ürkmüşlerdir. O andan sonra Türklerin silah oyunlarındaki becerisi İtalya’da da büyük bir ün kazanacaktır.
Ne var ki, terimler üzerinde anlaşmak gerekir; çünkü eskiden Türkler sözünün bugünkünden daha geniş bir anlamı vardı. Bu söz sadece dar anlamıyla sultanın tebaasını değil, neredeyse bütün Müslümanları kapsıyordu. O kadar ki, çeşitli Avrupa dillerinde Türkleşmek deyimi aslında Müslüman olmak, İslam dinine geçmek anlamına geliyordu.
Doğu’nun ana şehrinin ele geçirilmesi ve Boğaziçi’ne yerleştirilmiş İtalyan deniz güçlerinin küçük düşürülmesi sonucu, pek çok kimsede Hristiyanlığın sonunun yakın olduğunu kanısı uyandı.İncil’in Vahiy kitabındaki kızıl at,yıkım savaşı meleği, Avrupalıların zihninde daha çok Türk giysisine bürünmüş olarak beliriverdi;Türk, günahkâr Hristiyanlardan Tanrı’nın intikamını alan kişi olarak da yorumlandı.
Geç ortaçağ İtalyan toplumunda yalnızca büyük dinsel ya da
kültürel sorunlar, askeri çatışmalar, kitlesel duygu ve heyecanlar söz konusu değildi; somut bir şeyler de dolaşıyordu.
Türkler, İtalya toprağından püskürtülmüş olmalarına rağmen, kaygı yaratmaya devam ediyorlardı.
Üç yıl sonra sıra, aç ve susuz kalan ama maddi ve manevi
yardımlarla kurtarılan Rodos’a gelmişti: Ablukayı zorlayan
yiyecek ve insan yüklü büyük bir gemi ; papanın bağışladığı
para ve bağışlardı; son olarak da Rodoslulara, surların bir
kısmını yıkmış olan Türklere karşı savaşırlarken, surların
üzerinde Aziz Yuhanna’nın göründüğü söyleniyor. 1489’da,
II. Bayezid’in düşman kardeşi Cem’in büyük yankılarla
Roma’ya gelişi söz konusuydu: Papa onu kucakladı ve Cem
Sultan’ın üzerinden hayata geçirilmesi planlanan siyasi
manevralar nedeniyle ona büyük bir saygı gösterildi. Doğal
olarak, padişah da boş oturmadı, Cem’in peşine hafiyeler ve
kiralık katiller saldı;14 böylece Ferrara da bir biçimde işin
içine girmiş oldu.
Ama katı gerçeklik, eskatolojik coşkulara ve avutucu
düşüncelere boyun eğmiyordu. Bu yüzden, 1481’de, Ferraralı
kronik yazarı Bemardino Zambotti rahat bir soluk alıyordu.
Otranto hâlâ Türklerin elindeydi, ama bu arada Hıristiyan âleminin korkulu rüyası büyük Osmanlı II. Mehmed ölmüştü: 3 Haziran Pazar sabahı. Kazanılan zaferin sevinciyle kadiri mutlak Tanrı’ya hamd etmek için alaylar düzenlendi, ateşler ve şenlik ateşleri yakıldı: Aldığımız mektuplara göre, Türk, büyük Osmanlı, 3 Mart günü ölmüş. Onun ölümü yüzünden meşru ve gayri meşru çocukları ihtilaf halindelermiş. Bu haberin Hıristiyanlar için iyi olması gerektiği düşünülüyor, en çok da Otranto toprağı için: Napoli krallığındaki bu yeri aylardır Türkler ellerinde tutuyorlar.
İncil’in Vahiy kitabındaki kızıl at, yıkım savaşı meleği, Avrupalıların zihninde daha çok Türk giysisine bürünmüş olarak beliriverdi; Türk, günahkâr Hıristiyanlardan Tanrı’nın intikamını alan kişi olarak da yorumlandı. Bununla birlikte, Türk vergisi nin ve bazı
başka dertlerin dayatılmasından çekinen Dük Borso d’Este
kendini bu işin dışında görmeyi yeğledi.
453 yılı, 29 Mayıs günü, Konstantinopolis’i kuşatmak için şehrin çevresini sarmış üç yüz bin kişilik Türk ordusu şehri zorla ele geçirdiğinde, Büyük Türk oradaki otuz bin insana zulmetti. Ve Türkler ertesi gün, Cenevizlilerin bulunduğu kaleyi [Pera] ele
geçirdiler. Kaleyi buyruğu altına alan Türk, Konstantinopolis imparatoruyla başka birçok senyör ve şövalyenin başını kestirtip insanları öldürerek büyük bir acımasızlık sergiledi.
İtalyan resminde, dinsel resimde ve Meryem Ana figürlerinin arkasında süsleme unsuru olarak Türk halılarının kullanılması dönemin sık rastlanan bir uygulamasıydı. Öte yandan, bazı Osmanlı şehirlerinde özellikle Batı’ya ihraç için bir üretim söz
konusuydu.
Paskalya zamanında Yahudilere yaptırılan aşağılayıcı koşu
yarışları da vardır: Burada, sözde inatçılıkları yüzünden
cezalandırıldıkları için yarı çıplaktırlar ve yukarıda bahsedilenler gibi zengin sarıklarla ödüllendirilmemişlerdir. Bir balkondan genç kadınlar büyük bir neşeyle yarışları izlemektedir. Yüzyıllar boyunca süren bir şenlik göreneğine uygun olarak, son derece stilize geometrik desenli rengârenk (dört renk) kumaşlar sarkmaktadır korkuluktan. Kumaşlardan biri, dokuma bir halıdan çok, sırma işlemeli ipek bir brokar örtüyü andırır. Buna karşılık, diğerlerinde Batı Anadolu ve Güneydoğu Kafkasya’da üretilen halıların, dörtgen ve sekizgen biçimler, bunlara eşlik eden çokgen ya da yıldız biçimli motifler ve püsküllü kenarlardan oluşan klasik yapısı görülür.
Rönesans adını verdiğimiz en talihli dönemde bile, şehrin nüfusu asla 30.000’i aşmamış, İtalyan şehirleri hiyerarşisinde on beşinci
sıranın üstüne çıkmamıştır. 1600’e doğru, coğrafyacı Giovanni Antonio Magini onu Roma, Napoli, Venedik, Cenova, Milano, Floransa’dan sonra ve Ravenna, Padova, Brescia, Verona, Cremona, Pavia, Mantova, Siena, Perugia’ya eş düzeyde ikinci sınıf şehirler arasına yerleştirmiştir.
Başkentler ile taşralar arasında, sanki yüksek ya da aydın kültür ile aşağı ya da popüler kültür arasındaki diyalektiği andıran çift yönlü, dengeli bir ilişki hüküm sürüyordu: Asla egemenlik/bağımlılık şeklindeki basit şemaya indirgenemeyecek bir diyalektikti bu.
Türkler inançsız ve düşman herhangi bir halk değildi, aksine, Avrupa tarihinin hem içinde, hem dışındaydılar. Türklerle nefret, dehşet ve küçümsemeyle, ama aynı zamanda merak ve pek de gizlenemeyen hayranlıkla yoğrulmuş yoğun, sancılı bir ilişki kuruluyordu. Hiçbir güç sonsuza dek sürüp gitmez; evrenin efendileri daha önce İtalyanlardı, şimdi Türklerin egemenliği başlıyor : 1453’te İstanbul’un fethi haberini yorumlarken hümanist Enea Silvio Piccolomini böyle yazıyordu.
Bir zamanlar Türk sözünden sadece dar anlamıyla Osmanlı uyruklu kişi değil, Muhammed inancından olan kişi de anlaşılıyordu: 1691’de –Coronelli’nin Ulçin’le ilgilendiği yıl– bu tanımı Crusca Akademisi getiriyordu.6 Bugün, çok farklı olmayan bir anlamda, extracomunitario [Avrupa Birliği’ne üye olmayan]
sözcüğüyle göçmenlerden söz ediliyor: Bütün Avrupa dillerinin sözlüğüne zorbaca giren yeni bir terim bu.
Avrupa sömürgeciliği çağı artık geride kaldı; 70 yıllık reel sosyalizm dönemi de sona erdi. Yayılmacı denetimlerin ve soyut ideolojik ittifakların dayattığı örtü parçalandı.
Her şeyin yazgısıdır bu: Hiçbir güç sonsuza dek sürüp
gitmez. Evrenin efendileri daha önce İtalyanlardı,
şimdi Türklerin egemenliği başlıyor.
—ENEA SILVIO PICCOLOMINI, 25 Eylül 1453
Mitelli, 1686 da, “160 bin Türk’ün bozguna uğratılmasıyla, Viyana’da at kuyrukları ile birlikte alınan büyük sancak “ın bir başka görünümünü sunmuş ve bunu “Katolik güçlerin dev Osmanlılara karşı” elde ettikleri en önemli zafer hatıraları arasına yerleştirmiştir. “Dev” sözcüğü Avrupalının Türklere o ana kadarki bakışını özetliyor.
Achille Tarducci’nin Il Turco vincibile in Ungaria’sı (Macaristan’da Yenilebilen Türk; 1597), Lazaro Soranzo’nun L’Ottamano’su (Osmanlı;1598), François de la Noue’nun Del modo di vincere i turchi e scacciarli D’Europa’sı (Türkleri Yenip Avrupa’dan Sürmenin Yolu; 1600), Lazar de Schwendi’nin Parare [ ] come sipossa resistere a’ turchi’si ( Türklere Nasıl Direnebileceğine İlişkin Görüş; 1600), Ferrara’da yazılıp yayınlanan bazı kitaplar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir