Lütfi Şeyban kitaplarından Endülüs kitap alıntıları sizlerle…
Endülüs Kitap Alıntıları
Mis kokusuyla insanlığın ciğerine dolan ve sekiz asır- lık ömrünün sonunda, “Ve lâ Gâlibe illallâh” diye diye, ebedi üstünlüğün yalnızca Allah’a mahsus olduğunu haykırarak dünyaya veda eden bir medeniyet..
İspanya! Müslümanların kanının vefakâr emanetisin sen Nazarımda benim, Kâbe gibi tertemizsin sen.
Toprağında gizlenmiş secde izleri vardır
Senin seher yelinde, sessiz ezanlar vardır
Müslümanların mızrakları yıldızlar gibi parlaktı
Bir zamanlar senin bağ ve ovalarında cihat çadırları vardı
Ey Endülüs! Eğer yine kına lazımsa güzellerine senin
Hâlâ o renk ciğer kanımda vardır benim bilesin
İslam’ın fikir, bilim, sanat ve maneviyat yönünden yükselmesinin iki temel sebebi vardır.
Birincisi, Müslümanlar fethettikleri yerlerde buldukları medenî mirastan topluma faydalı gördüklerini alıp özümsemesini bilmişlerdir. Sasaniler’in Pers kültürü, Bizans’ın Grek kültürü ile kadîm Mısır ve Hindu bilimi gibi. Müslümanlar bu medeniyetlerin bir dirilişine ve yeniden çiçeklenişine imkân sağlamıştır.
İkincisi, İslam’ın getirdiği inanç prensipleri ile Allah’ın o kesin birliği ve aşkınlığının geliştirdiği tasavvuf, İslam kültür ve medeniyetini özellikle VIII.-XIV. yüzyıllarda düşüncenin ve sanatın doruklarına taşımıştır.
Cervantes’te vahdet inancına da rastlamak mümkün
Hâkimiyet ancak tek elden mükemmel yürür. Allah tek olduğu için kâinatın nizamı mükemmel yürüyor. Eğer bazı Hristiyan babalarının iddia ettiği gibi kâinatın idaresine üç ayrı kuvvet karışmış olsa, sen seyreyle gümbürtüyü Mağribîler bu sırrı iyi anlamışlar, Allah’ın tek olduğuna inanmayanı iman etmiş saymıyorlar.
Medeniyet, biriken ve miras bırakılan irfandır. Hem sürekli hem değişmekte olanı bünyesinde barındırır.
..
İslam Medeniyeti, İslâmiyet çatısı altındaki bütün milletlerin asırlar içinde elbirliğiyle meydana getirdikleri ortak medeni- yetin adıdır.
Hz. Peygamber, hastalıkları yaratan Allah’ın hepsi için ilaç da yarattığını haber vermiş ve tecrübî tıbbın uygulanmasına bizzat kendi hayatında yer vermiştir. Yine O, bitkilerden ilaç elde ede- rek kullanmayı tavsiye ve teşvik etmiştir. Bu nedenle İslam tıbbı, Müslümanların en başarılı olduğu ilim dalı olmuştur ve İslam tarihinde en çok tanınan isimler arasında tabipler ilk sıralarda gelir.
Ayrıca tıp sürekli felsefe ile yan yana tutulmuş, tabiplerin çoğu aynı zamanda filozof (hakîm, hekim) olarak da tanınmıştır. Hatta bir tabibin filozof sayılacak kadar felsefe ile ilgilenmesi gerektiği hususunda müstakil eserler bile yazılmıştır.
Çünkü Müslüman tabipler tıbbı, “bedensel dengeyi korumak gayesiyle insan vücudunun sağlık ve hastalık durumlarını ince- leyen, sağlığı koruma veya hastalıktan kurtulup yeniden sağlı- ğa kavuşma maksadıyla gerekli ilmî araçları sağlayan bir ilim” olarak görmüşlerdir.
Gayrimüslim veya Müsta’rib bir sınıf olarak Hristiyanlar, Müslüman âdetlerine saygı olarak domuz eti yemezler, çocuklarını sünnet ettirirler ve çoğunlukla çocuklarına Müslü- man ismi verirlerdi. Böylesine bir hoşgörü ve karşılıklı saygının hâkim olduğu Endülüs toplumu, daha sonra Hristiyan devletleri tarafından da kısmen örnek alınmıştır.
Endülüs’ün âlimi, diğerlerinden çok üstündü. Çünkü o, kendisini dünyevî menfaat elde ettiği işini terk edip elindeki bütün kazancını ilim yolunda harcamaya sevk eden içten bir arzuyla ilim talep ederdi.
Endülüs’ü Endülüs yapan, adaletle hükmeden hükümdarları ve üretken âlimleriydi. Dolayısıyla, Endülüs deyince ilk akla gelen
III. Abdurrahman’dır, II. Hakem’dir İbn Rüşd’dür, İbn Bâcce’dir, er-Râzî’dir, İbn Cebirol’dür, İbn Meymûn’dur Son ilâhî mesajın şekillendirdiği devlet ve toplum vizyonu, Endülüs’ü ortak aklın, ilmin ve hikmetin yurdu haline getirmiş ve sonuçta, Maşrık-Mağrib-İber kültürlerinin eşsiz bileşimiyle Endülüs medeniyeti ortaya çıkmıştır.
Engizisyon Mahkemesi, zorla Hristiyanlaştırma politikasının
takipçisi olarak Andalusilerin bir âdet ya da davranışlarına bakarak onların Hristiyanlaşmayıp kendi dinlerinde ısrarcı olduklarını tespit edebiliyordu. Bunlar, Müslümanlar için Arapça konuşmak ve yazmak, Müslüman kıyafetleri giyinmek, Hristiyan tarzı masa yerine yerde yemek, yıkanmak, ellerine-ayaklarına kına yakmak, ölülerini Hristiyan mezarlığına defnetmemek ve çocuklarını kiliseye göndermemekti. Yahudiler için ise Cumartesi günleri çalışmamak ve baca tüttürmemek, dinî kıyafet giyinmek ve ibadet etmekti. Bunlara ilâveten, Kuzey Afrika veya Osmanlı Müslümanlarıyla bağlantı kurmak da şiddetle cezalandırılmayı getiriyordu.
Eğer, devlet başkanı dâhil, idareciler dinî kuralları hafife alıp uygulamazlarsa ve yaptığını inkâr etmeyip ısrarcı olurlarsa, o zaman halk ayaklanır ve muhâfızlardan korkmaksızın bunu yapan idarecinin muhkem kasrına girerler, hatta onu beldelerinden kovarlardı. Adaletli davranmadıkları zaman kadıları ve valileri yani idarecileri taşlayarak cezalandırma vakalarına sıkça rastlamak mümkündü.
Kitapların yakılmasının sebebi, Müslümanları Hristiyanlaştırmanın önünde engel olarak görülmeleriydi. Çünkü Hristiyan idarecilerin inancına göre Müslümanlar Kuran-ı Kerim gibi dinî ve Arapça kitaplar sayesinde dil ve dinlerini kuşaktan kuşağa aktarabiliyorlardı. Ayrıca, Arapça’yı İslâmiyet’in ve Arap Alfabesi’ni de Arap dilinin kapısı olarak telakki ediyorlardı. Bu yüzden Müslümanlar kitaplardan ve Arap Alfabesi’nden arındırılmalıydılar. Bu yüzden önce Gırnata’da ve ardından Müslümanların yaşadığı diğer bütün şehirlerde kitaplar papazlar tarafından toplatılıp şehir meydanlarında yakıldı. Kitapların yakılmasının ardından, Arap Alfabesi yerine Lâtin Alfabesi’nin kullanımı zorunlu hale getirildi.
Müslümanlara, Müslümanlar tarafından Müdeccen denmiştir. İspanyolca’da ‘Mudejar’ şeklinde söylenen bu Arapça kelime, bir yerde ikâmet edip oraya alışan kimse anlamındadır.
Müdeccen kelimesi, Osmanlı arşiv belgelerinde Müdeccel, Osmanlı müelliflerince ise hem Müdeccel hem de Mübtecel şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca Tagarten kavramı vardır ki, bu da Endülüs göçmenlerinin bir kısmı için sadece Cezayirliler tarafından kullanılan bir addır.
Morisko kavramı ise, Hristiyanlar tarafından Müdeccen Müslümanlar için, küçümseme ve aşağılama ifadesi olarak kullanılan bir kavram olmuştur. Yapılan zimmet anlaşmasının Hristiyan krallar tarafından ihlâl edilmeye başlanmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Mağribli veya Moritanyalı anlamına gelmektedir. Moriskolar, Moriskler, Moorlar (Moors, Moriscos) şeklinde de ifade edilmektedir.
Endülüs uçan bir kartala benzer ki, pençeleri Tuleytula, göğsü Kal’atü Rebâh (Calatrava la Vieja/Ciudad Real), başı Ceyyân (Jaen), gagası Gırnata’dır, sağ kanadı Mağrib’e ve sol kanadı da Maşrık’a yayılmıştır.
Mesela Francisco Gutierrez Contreras bunlardan birisidir. Contreras, Europea: Historia de una idea (Avrupa: Bir Fikrin Tarihi) adlı kitabında, Avrupalı kimliğinin Ortaçağ boyunca İslam’a karşı savaşarak belirginleştiğini, Avrupalı ruhunu benliğinde ilk canlandıran topluluğun, Müslümanların ilerleyişi karşısında Hristiyanlığın savunucusu durumuna geçen Franklar olduğunu belirtir.
Son olarak, Doğu İslam dünyası ile İber Yarımadası yerel kültürlerinin de katkılarıyla Endülüs kültürü kendine özgü şekline kavuşmuştur. Endülüs araştırmacılarından bazıları bunu orijinal Müslüman-İspanyol (Hispanomusulman) medeniyeti, Endülüs’ü de Müslüman İspanya veya Müslüman İber Yarımadası şeklinde adlandırmaktadırlar ki, biz de buna katılıyoruz.
Son ilahi mesajın şekillendirdiği devlet ve toplum vizyonu; Endülüs’ü ortak aklın, ilmin ve hikmetin yurdu haline getirmiş ve sonuçta, Maşrık-Mağrib-İber kültürlerinin eşsiz bileşimiyle Endülüs medeniyeti ortaya çıkmıştır.
Hristiyanlaştırma baskısı, muhafazakar Müslümanların yoğun olarak yaşadığı mahalle olan el-Beyyazin’de (Albayzin) yoğun olarak hissedildi ve bu arada mahallenin merkez camii de San Salvador adıyla kiliseye çevrildi. Ximenez, Hristiyanlaşmayı reddeden Müslümanları tutuklattı ve hapse doldurttu. Sonra, 12.10.1501 tarihli kraliyet fermanına istinaden onların evlerindeki kitaplarını zorla toplattı ve içlerinde yüzlerce bilim-sanat değeri yüksek olan 5 bin cilt kitabı şehir meydanında yaktırdı.
Yakılanlar sadece Kur’an-ı Kerim ile dini ilimlere ait kitaplar değil, aynı zamanda asırların birikimiyle milletlerden ve medeniyetlerden bir sonraki nesillere aktarılan binlerce cilt bilim, tıp, mühendislik, felsefe, edebiyat ve sanat kitabıydı. Kitapların yakılmasının ardından, Arap Alfabesi yerine Latin Alfabesi’nin kullanımı zorunlu hale getirildi.
Bu devirde siyasi alandaki zayıflık ve gerilemenin aksine bilim ve kültür hayatında ciddi gelişmeler kaydedilmiştir. Meliklerin ilim ve edebiyatla bizzat ilgilenmelerinin yanı sıra birbirleriyle rekabet halindeki alim, şair ve edipleri kendi saraylarına çekerek siyasi varlıklarını pekiştirmek gayretleri, ilmi ve edebi faaliyetlerin gelişmesi için çok uygun bir ortam oluşturmuştur.
Hemen bütün şehirlerin birbirleriyle rekabet içine girmeleri sebebiyle şehirleşme hızlanmıştır.
O günlerde Kurtuba, Avrupa’da cadde aydınlatmasına sahip ve umumi hamamları bulunan ilk şehirdi.
3. Abdurrahman dönemi, Endülüs’ün güç ve refah bakımından zirve dönemi olarak anılmaktadır. Devletin ticaretten gelen vergi gelirlerinin miktarı 6.245.000 dinara ( 27 ton 478 kg altın), savaşlardan elde edilen ganimetlerin beşte biri (humus) ise sayılamayacak kadar büyük miktarlara ulaşmıştı.
Ukbe b. Nafi, Kayrevan şehrini kurmasının ardından Kuzey Afrika boyunca ilerlemiş ve Atlas Okyanusu kıyılarına ulaşmıştır. İşte tam orada Ukbe’nin söylediği şu sözler ilginçtir:
Eğer bu denizin ötesinde bir yer olduğunu bilsem, denizi at sırtında geçer ve İslam için oraları da fethederdim!
İspanya’daki yenilenme, Barbar kavimler vasıtasıyla kuzeyden değil, Müslüman fatihler vasıtasıyla güneyden geldi. Bu gelişme, bir fetih olmanın çok daha ötesinde bir medeniyet hamlesiydi.
İslamiyet’in siyasi-askeri güç ve medeniyet bakımından Ortaçağ’da ulaştığı zirvesi ve Batı Aydınlanmasının da kaynağı kabul edilir.
Siyasi birlik anlamında Avrupa ve Avrupalı fikri, kimliği ve ruhunun oluşumu ve gelişiminde ana etkenlerden birisidir.
Ortaçağ, İslam’ın altın çağı idi..
Endülüs tefekkürü, Doğu’daki Müslüman düşünürlerin bir taklidi ve tekrarı olmaktan kurtulmuş, özgünlüğü olan bir düşüncedir.
Endülüslü Müslüman mütefekkirler, özgünlükleri ile İslam tefekkürüne ve medeniyetine hamle kazandırmışlardır..
Endülüs tefekkürü, çok yönlü ve derinliğine bir tefekkür olup, Batı’ya da tesirleri o derece derin olmuş ki âdeta Batı medeniyetinin kaynağını teşkil etmiştir.
(Richard W. Southern)
İspanya! Müslümanların kanının vefakâr emanetisin sen
Nazarımda benim, Kâbe gibi tertemizsin sen.
Toprağında gizlenmiş secde izleri vardır
Senin seher yelinde, sessiz ezanlar vardır
Müslümanların mızrakları yıldızlar gibi parlaktı
Bir zamanlar senin bağ ve ovalarında cihat çadırları vardı
Ey Endülüs! Eğer yine kına lazımsa güzellerine senin
Hâlâ o renk ciğer kanımda vardır benim bilesin
Muhammed İkbal
.
Ebu’l-Alâ kendinden önceki ve çağdaşı hekimlerin eserlerini incelemiştir. İbn Sînâ’nın el-Kânûn fî’t-tıbb’ı o tarihte Endülüs’e ulaşmış ve çoğaltılarak bir nüshası ona takdim edilmişti.
Fakat kitabı kütüphanesine koyacak kadar değerli bulmamış ve kenarlarını reçete yazmak için kullanmıştır.
İbn Rüşd (1126-1198),
Mûsâ b. Meymûn (1135-1204),
İbn Bâcce (1095-1138)
ve İbnü’l-Arabî (1165-1239) gibi
İslam filozoflarının, eserleri ve fikirleriyle Avrupa milletlerinin fikir ve bilim hayatlarına asırlarca şekil verdiği bilinen bir husustur.
Albert Magnus,
Duns Scottus,
Spinoza,
Immanual Kant,
Leon-Kastilya Kralı X. Alfonso el Sabio (1221-1284),
Dante Alighieri (1265-1321) ve Roger Bacon (1214/1220-1292) gibileri,
Endülüs-İslam filozoflarından etkilenerek eser veren Avrupalı bilginlerden sadece bir kısmını teşkîl etmektedir.
.
Bizzat din adamlarınca, temizlenmek putperestlik olarak tavsif edilir ve râhipler vücutlarında biriken kir yığınlarının çokluğuyla övünülerdi.
Hatta İber Hristiyan krallıkları işgal ettikleri Endülüs şehirlerinde bulunan hamamların çoğunu İslam eseri olduğu için yıktırırlardı.
.
Muhyiddîn İbn Arabî’nin İtalyan şâir Dante Alighieri (1265-1321) üzerindeki etkisine gelince, Dante’nin hocası Brunetto Lâtini İbn Arabî’nin Latince’ye tercüme edilen el-Mi’râc adlı eserinden söz etmektedir.
İşte bu eserin Latince’den başka Fransızca ve İspanyolca’ya tercümelerinin ortaya çıkmasıyla birlikte Dante üzerindeki İbn Arabî etkisi kesinlik kazanmıştır.
Bu eseri dikkatle okuyan herkes, burada yapılan cennet ve cehennem tasvirleriyle Dante’nin tasvirleri arasında açık bir benzerlik görür.
İslam kültüründe gerçekleşen ilim, edebiyat, sanat ve inanç bütünleşmesi başka hiçbir kültür ya da çağda görülmüş değildir.
Çünkü burada sanat gözle görüneni kopya etmez, görünmeyeni görünür kılar. Bu sanatın gayesi, Allah’ın varlığını ve yaratıcılığını her nesnede yansıtmaktır. Zaten bütün olaylar ve gerçekler bir sembolden öte birşey değildir.
İslam âleminde Her şey bize, eğer gözümüz görmeyi bilirse, bizi sararak içimize işleyen o dönüştürücü manevi varlığı, hayat iksirini ya da özünü anlatır.
Hâkimiyet ancak tek elden mükemmel yürür. Allah tek olduğu için kâinatın nizamı mükemmel yürüyor. Eğer bazı Hristiyan babalarının iddia ettiği gibi kâinatın idaresine üç ayrı kuvvet karışmış olsa, sen seyreyle gümbürtüyü… Mağribîler bu sırrı iyi anlamışlar, Allah’ın tek olduğuna inanmayanı iman etmiş saymıyorlar.
Cervantes, meşhur eseri Don Kişot’un muhtelif yerlerinde Endülüs Müslümanlarının bilgi ve kültür seviyelerinin üstünlüğüne vurgu yapmaktadır. İşte Cervantes’ten ilginç ifadeler:
Mağriplilerden çok dostum oldu. Bence İspanya’ya doğru düşünmeyi öğretenler onlardır.
İslam dünyasında gelişen tıp ilminin Batı dünyasına aktarıl-masında büyük pay sahibi kişilerin başında şüphesiz Cremonalı Gerard gelmektedir.
O, İbn İshak, Ebû Bekr er-Râzî, Ali b. Abbâs el-Mecûsî, İbn Sinâ, Ebu’l-Kâsım ez-Zehrâvî, İbn Zühr, İbn Rüşd gibi birçok Müslüman tabibin tıp alanında meşhur olan 200 kadar kıymetli eserini Arapça’dan Latince’ye tercüme ederek Avrupalıları tıp ilmiyle donatmıştır. Bu tercüme faaliyeti XVI. yüzyıla kadar devam etmiş, tercüme edilen eserlere sürekli yenileri eklenmiştir. Bu eserler, Avrupa’da asırlar boyunca okunmuş ve okutulmuştur. Bu sayede Avrupalılar’ın hastalıklar ve etkenleri hakkındaki gelenekleri zamanla değişmiş ve yerini modern anlamda İslam tıbbına bırakmıştı.
İbn Sinâ’dan 900 yıl sonra Fransız doktor Masquelier, kuvvetli alkolün penisilin ile aynı etkiye sahip olduğunu tespit ederek İbn Sinâ’nın buluşunu takdir etmiştir.
Yine, ameliyat dikişleri yapılırken, özellikle karın boşluğu altındaki ameliyatlarda başın yüksekte tutulması da onun icadı iken, bu da batılılar tarafından Alman Friedrich Trendelenberg’e mâl edilerek adına Trendelenberg Durumu denmiştir.
Bütün bunlar, Batı dünyasının bilim anlayışında intihalin ne denli yer tuttuğunu ve kendilerinden olmayan bilginlere ne kadar saygı duyduklarını göstermesi bakımından önemlidir.
Ameliyatlar sırasında büyük damarların bağlanmasını ve kanamanın durdurulmasını bulan da ez-Zehrâvî iken, bu buluş Fransız operatör Pare’ye (1552) mâl edilmiştir.
Ebu’l-Kâsım Halef b. Abbâs ez-Zehrâvî’nin (325-404/936-1013) hemofiliye dâir yaptığı tespit ve müşâhedeler son dere-ce önemli buluşlardır. Antihemofilik etkinlikte bir yetersizliğe bağlı olarak özellikle x kromozomunun taşıdığı bir mikrop ile yalnız erkeklerde ve bilhassa erkeklerin kas ve eklemlerin-de ortaya çıkan bir belirti olduğunu ilk defa IV./X. asırda ez-Zehrâvî tespit etmiştir. Buna karşılık Batı dünyasında yaklaşık yedi yüzyıl sonra yaşamış olan tabip Percival Pott (1713-1789) bu hastalıkla ilgili ilk defa bilgi edinmiş ve hastalığa onun adı verilmiş, ez-Zehrâvî’nin adı ise unutturulmuştur.
Müslümanlar, ülke sahillerine yanaşan gemileri kontrol ederek vebalı hastaların olup olmadığını tespit ettikten sonra karantina uygulaması sonucunda yolcuların sahillere çıkmasına müsaade ediyorlardı.
Zaten dünya tıp tarihinde ilk defa İslam dünyasında Hz. Ömer zamanında Şam bölgesinde karantina uygulaması yapılmış ve bütün insanlığa öğretilmiştir.
Avrupa’da ise 1382 yılından sonra sahil ve sınırlarda bu uygulamaya geçilmiştir.
Müslüman tabiplerin veba ile ilgili ilaç ve tedavileri keşfettikleri ve bunun için gerekli önlemleri aldıkları dönemlerde Avrupa ülkelerindeki doktorlar vebanın muska ve sihirle tedavisine çalışıyor, hâlâ vebanın eski Yunancada havada dolaşan pis bir koku anlamına gelen Miyasma olduğunu söylüyor ve bunun tedavisi için çevreye güzel kokular yaymaya çalışıyorlardı.
Ancak XIV. yüzyılın son günlerindedir ki İslam dünyasından veba ile ilgili bilgileri almışlar ve bu hastalığın bulaşıcı olduğunu kabul etmişlerdir.
İslam tasavvuf edebiyatının da Batı mistik düşüncesinin oluşumunda büyük rolü olmuştur. Bu alandaki etkileri 3 ana başlıkta toplamak mümkündür:
1. İbn Abbâd er-Rundî’nin büyük İspanya mistiği Yuhanna es-Sâlibî üzerindeki etkile-ri.
2. Pascal’ın din savunması fikrindeki Gazzâlî’nin rolü.
3. Dante’nin İlahî Komedya kitabında işlediği dini düşünceler üzerindeki İbn Arabî’nin etkileri.
Endülüslüler, Endülüs’ten önce kültürel alanlarda büyük gelişmelerin yaşandığı Doğu İslam dünyası Maşrık’ın birikimini bihakkın devşirmeyi ve asırlar içinde onu çok daha ilerilere taşımayı başarmışlardır. Bu sebeple, İslam medeniyetinin zirvesini Endülüs medeniyeti oluşturmaktadır. Müslümanların kültürleri ve medeniyetleriyle dünyaya örnek oldukları zamanlarda Avrupa Hristiyan dünya-sı bu medeniyetten henüz nasiplenmemişti. Çünkü Hristiyan din adamlarının engellemeleri yüzünden tıp ve genel manada bilim gelişememişti. Bu yüzden, haklı olarak Batılı bilim adamlarının gözünde din gelişmeye engel olarak görülmüştür.
Müslümanlar mîlâdî X. yüzyılda İspan-ya’da öyle bir medeniyet vücuda getirdiler ki, o medeniyette ilimler genel muğlâk inançlardan ibaret olmaktan çıkmış, pra-tik hayatla uyuşan sanatlar ve teknikler şeklini almıştı. Genel olarak Müslüman-lar Ortaçağ’da bizzat bilimsel düşünüşü ve sanatsal yaşayışı gösterenlerdi ki, biz bugün bunu Almanlara nisbet ediyoruz.
Yunanlıların aksine Müslümanlar, labo-ratuarlarda sabırla deneyler yapmaktan bıkmamıştılar. Tıp ve mekanik dallarında olduğu gibi, gerçekte bütün bilimlerde kendi doğallıkları içinde dikkat çekiciy-diler. İlimleri hiçbir aracı kullanmadan doğrudan halkın hizmetine sunmuşlardı.
Francis Bacon’a mâletmekten hoşlandı-ğımız Her şeyi Avrupalılar Müslüman-lardan miras almışlardır. Bunlar tabiatta “beşer ikliminin topraklarına yayılmış”tır.
(John Herman Randall)
Çağımız problemleri dikkate alınarak bakıldığında Endülüs, İslam tarihindeki Müslim-Gayrimüslim ilişkilerinin insan hakları, hoşgörü, din ve inanç özgürlüğü gibi evrensel de-ğerler çerçevesinde yürütüldüğü güzel örneklerin başında gelmektedir. Endülüs’ü Doğu’dan ayıran kültür farkının kaynağı da, çok farklı kültürlerin yoğun nüfuslu topluluk-larca temsil edildiği bir ortamda yaşanan ortaklaşa bir hayat düzeni yani convivenciadır.
Endülüs kültürü, insanlığa kendini tanıma, başkalarıyla ba-rış, uzlaşma ve yardımlaşma içinde kardeşçe yaşama tarzını öneriyor.
Ben, akademik kariyerime Ortaçağ Şiiri üzerine çalışarak başladım. Özellikle Güney Fransa’da doğmuş ve yeni enstrümanlarla, yeni tempo/ritim/vuruşlarla, aşk üzerine yeni fikirlerle XI.-XII. yüzyıllarda Avrupa müzik kültürünü dönüşüme uğratmış bir şiir-şarkı türü olan Troubadour’lar ile ilgileniyordum. Bu çalışma beni, çok kültürlü ve çok lisanlı bir sosyal ortama sahip olmuş, üstün kültürel nitelikleriyle bizim karanlık Ortaçağlarımızı aydınlatmış ve de Avrupa tarihi ve kültürünün bir parçası olan ‘Çağların Harikası’ Endülüs’e yöneltti.
Derhal Endülüs’ü her yönüyle öğrenmeye karar verdim ve sonuçta ‘Dünyanın Övünç Kaynağı: Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar Ortaçağ İspanyası Endülüs’te Hoşgörü Kültürünü Nasıl Ortaya Koydular?’ adındaki kitabımı yazarak New York’ta piyasaya sürdüm. Umduğumdan daha çok ilgi gördü. Wall Street Journal, Washington Post, National Review, Nation, Los Angeles Times, Miami Herald, National Post gibi pek çok ABD ve Kanada basın-yayın orgaı kitaba yer verdiler..
Benimle yaptıkları röportajlarda daha çok Müslümanların Endülüs’te uygulamış oldukları tolerans ve adalet düzeninin özelliğini, Endülüs’ten Avrupa’ya ne gibi etkilerin olduğunu, Avrupa tarihi içerisinde Endülüs gibi 7-8 asırlık bir büyük parçanın neden çok az bilindiğini ve bugün Müslümanların bu olağanüstü tarihlerini hatırlayıp hatırlamadıklarını sordular.
(Maria Rosa Menocal)
.
Gerçekte, “barut bilgisinin Arap-İslam kültür dairesine Çin’den mi geldiği yoksa İslam dünyasında bağımsız bir şekilde mi bulunduğuna ilişkin soru henüz yeterince cevaplandırılmamıştır. Her ne kadar havaî fişeklerin daha önceleri Çin’de bilindiği kabul edilse bile, barutun harekete geçirici gücünün İslam dünyasında tanınmış ve askerî alanda kullanılmış olması muhtemeldir. Bildiğimiz kadarıyla Araplar 7./13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren top kullanmışlardır; muhtemeldir ki el bombalarının ilk kullanımları bu yüzyıla uzanmaktadır.” Ayrıca, dünya tarihinde bu ilkel topları geliştirerek büyük savaşlarda etkili şekilde ilk kullananların Osmanlılar olduğu (XIV. yüzyıl) da söylenmektedir.
Su ve hava basıncından yararlanarak çeşmeler, yeldeğirmenleri ve hidrolik pompalar kuran Müslüman tekniği, Toriçelli’nin çalışmalarına da temel olmuştur.
Bugün İspanyol müziğinde kullanılan enstrümanlardan çoğunun adı Arapça’dan gelmekte ve fakat İspanyolca telaffuzuyla bilinmektedir. Mesela, ûd laud, gîşâre guitarra, rebâb rabel, nefîr anafil, bendir pandera, sunc sonajas, bûk elboque ve davul anlamındaki et-tabl kelimesi atabal şeklinde İspanyolca’ya geçmiştir. Ayrıca, İspanyol müzik tarzlarından zambra Arapça zemrkelimesinden, dinleyenlerin icrâ esnasında bağırarak heyecanlarını dile getirmelerine yarayan ole ole kelimeleri Allah Allah nidasından, leli leli kelimeleri de yâ leyl deyişinden gelmekte olup, bunlar İspanyol müzik kültürünün temelinde Endülüs mûsıkî kültürünün bulunduğunu belgeleyen unsurlardan bazılarıdır.
Kadınlar genellikle yüzlerini peçe ile gözaltından, başlarını lihâfe denen başörtüsü ile örterler ve milhâfe denen manto veya çarşaf benzeri elbise giyerlerdi.
Erkekler, ya başları açık ya da kûfiye denilen külâh veya şâşiye denilen keçeden başlıkla gezerlerdi. Fakîhler ise imâme denen sarık giyerlerdi. Berberî Murâbıtlar’ın gelişiyle sarık kullanımı yaygınlaşmıştır.
Peki, İspanyollar Müdeccenleri İspanya’dan niçin sürgün etmişlerdir? Bu sorunun cevabını tarihçi Fernand Braudel’den alalım..
İspanya’nın çalışkan ve hızlı artan Morisko nüfusundan ken-dini mahrum bırakmasının iyi veya kötü olmasının önemi yoktur! Acaba bu işi neden yapmıştır?
Her şeyden önce, çünkü Moriskolar özümsenemez olarak kalmışlardır. İspanya bir ırk kiniyle değil de, uygarlık ve din kiniyle davranmıştır. Ve kinin infilâki olan sürgün, güçsüzlüğünün itirafıdır. Bunun kanıtı, Moriskonun duruma göre bir, iki, üç yüzyıldan sonra hâlâ eskinin Müslümanı olarak kalmış olmasıdır: Din, dil, yüksek duvarlı evler, hamamlar.. Her şeyini muhâfaza etmiştir. Morisko, Batı uygarlığına ait her şeyi reddetmiştir ve kav-ganın esası budur. Kentlerdeki Moriskoların gâliplerin kıya-fetlerini giderek kabul etmeleri olgusu, esasta herhangi bir değişiklik yapmamaktadır. Morisko, uzaktaki İran’a kadar aynı evler, benzer âdetler, aynı inançlarla yayılan muazzam bir dünyaya bütün kalbiyle bağlı olarak kalmıştır.Yeniçağ başlarında belki de Avrupa’nın en güçlü ve en büyük devleti iken İspanya’nın Müdeccenlere karşı uyguladığı baskı ve asimilasyon politikası, etkileri bugünlere kadar süren sonuçlar doğurmuştur. Pek çok çağdaş tarihçinin de ifade ettiği gibi, XVII. yüzyılda İspanya’nın her bakımdan çöküşündeki büyük etkenlerden birisi de, ülkenin sosyal, ekonomik ve ziraî hayatında etkili bir kesimini teşkil eden Yahudiler ile Müdeccenleri ülkeden çıkarmış olmasıdır.
Her şeye rağmen Mağrib kıyılarına, İslam-Osmanlı yurduna ulaşabilen yüzbinlerce Müdeccen, atalarının topraklarında olmaktan memnuniyet duyarak teselli buluyorlardı. Bunun için onlar Osmanlılara müteşekkirdiler.
.
Endülüs’ün son kalesi Gırnata’nın düştüğü yıl içinde İspanya, bütün Yahudileri ülkeden kesin olarak çıkarmak amacıyla bir ferman çıkardı. Ferman iki kral tarafından 31 Mart
1492 tarihinde ilân edildi ve Mayıs ayında yürürlüğe konuldu. Buna göre 100 bin kadar Yahudinin 2 Ağustos’a kadar
ülkeyi terketmesi isteniyordu. Gerçekten de bu tarihte istenen olay gerçekleşti. Bunların büyük bir kesimi, kendilerine
hoşgörü kapısını açan Osmanlı’ya sığındı. İspanya-Endülüs
Yahudilerine, 1496-1497 yıllarında ülkeden çıkarılan Portekiz’deki Endülüs Yahudileri de eklendi. Yani, Endülüs-İber
Yarımadası Yahudileri Hristiyanlar tarafından hemen toptan
sürgün edildiler. Bu tarihten sonra Endülüs Yahudileri’nin
(Sefaradlar) büyük bölümü Selanik, İzmir, İstanbul gibi Osmanlı şehirlerinde hayatlarını sürdürmeye başladılar.
Müslümanlara, Müslümanlar tarafından Müdeccen denmiştir. İspanyolca’da ‘Mudejar’ şeklinde söylenen bu Arapça kelime, bir
yerde ikâmet edip oraya alışan kimse anlamındadır. Müdeccen kelimesi, Osmanlı arşiv belgelerinde Müdeccel, Osmanlı
müelliflerince ise hem Müdeccel hem de Mübtecel şeklinde kullanılmıştır.
Hristiyan kaynaklarında yer alan bir rivâyete göre, Ebû Abdullah Gırnata’dan ayrılırken şehrin güney çıkışındaki Büşşerât’a (Alpujarras) giden yol üzerindeki son tepe üzerinden
geriye dönüp bakarak ağlamaya başlamış, bunu gören annesi
Âişe ona,
“Erkekler gibi savunamadığın şehir için şimdi kadınlar gibi ağla” demiştir.
Mehmet Âkif Ersoy bunu şöyle
nazmetmiştir:
Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra,
Tırmanır bir kayanın sırtına, etrâfa bakar.
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür!
Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür,
Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla!”
Bu tepe bugün Suspiro del Moro (Mağriblinin iç çekişi) adıyla belirgin bir halde hatta turistik bir nokta olarak
tutulmaktadır.
Her şeye rağmen anlaşma metni imzalandıktan sonra Musa
şöyle devam etti..
Kendinizi aldatmayın! Hristiyanların anlaşmaya sâdık
kalacaklarını zannetmeyin! Onların krallarının kararlılığı
sizi korkutmasın, en az korkacağımız şey ölümdür!
Önümüzdeki günler şehirlerimizin yağmalandığı,
evlerimizin yıkıldığı, mescitlerimizin kirletildiği, ırz ve namuslarımızın çiğnendiği günler olacaktır! Önümüzde
zulüm, kamçı, baskı ve zincir vardır! Önümüzde
yangınlar, hapisler vardır! Ya da, en azından şimdi şereflice
ölmekten korkan zayıf nefisler bunları göreceklerdir! Bana
gelince, vallâhi ben bunları görmeyeceğim!
Musa, bu sözleri söyledikten sonra derhal toplantıyı terk
ederek evine gider. Atını ve silahlarını alarak Gırnata’nın İlbîre kapısından çıkar. Bundan sonra bir daha kendisinden
haber alınamaz. Hristiyan kaynaklarındaki bilgiye göre o,
şehri terkettikten sonra Şennîl nehri kıyısında 15 kişilik bir Hristiyan müfrezesiyle karşılaşmış, onların çoğunu öldürmüş, fakat sonunda esir düşmemek için kendisini ırmağa
atmıştır. Ne var ki, üzerindeki silahların ağırlığı yüzünden
boğularak şehit olmuştur.
Endülüs’te İslam hâkimiyetinin son kalesi
olan Gırnata’nın Hristiyanlara teslim edilmesi kararlaştırıldı. Antlaşma metninin görüşülerek onaylanması için elHamrâ’da toplanıldığında, hazır bulunanların çoğu kendini
tutamayıp ağlamaya başladı. Ancak komutan Mûsâ b. Ebû
Gassân hâriç.. O şöyle dedi..
Gözyaşı dökmeyi kadınlara ve çocuklara bırakın, biz
erkeğiz! Kalplerimiz gözyaşı değil kan damlatmak için
yaratıldı. Ben öyle görüyorum ki, halk artık bizim
Gırnata’yı kurtaracağımızdan umudunu kesti. Fakat asîl
bir kişi için halen başka bir çıkış yolu daha bulunmaktadır
ki, o da şerefli bir ölümdür! Geliniz hürriyetimizi
müdafaa etmek ve Gırnata’nın maruz kaldığı musibetlerin
intikamını almak için hep birlikte çarpışarak ölelim!
Bizi işgalcilerin zincirleri saracağına, toprak anamız
bağrına bassın! İçimizden birisi cesedini örtecek bir kabir
bulamazsa, gökkubbeden de mahrum kalacak değil ya!
Gırnata eşrâfı şehirlerini müdafaa uğrunda ölmekten
korktular denilmesi, ne kadar utanç vericidir!
Muvahhidler’in merkez ordugâhında bulunan
büyük Muvahhid sancağı ile hükümdarın altın yaldızlı ipek
çadırı ve büyük bir ganimet Hristiyanların eline geçti. enNâsır’ın çadırı, zafer alâmeti olarak Papa’ya gönderildi. 2,20
x 3,30 ebadındaki Muvahhid sancağı ise, hâlen Burgos şehri
kraliyet kilisesinde (Real Monasterio de Las Huelgas) muhafaza edilmektedir.
Ey Endülüslüler! Şimdi yükleri hazırlama zamanıdır!
Artık burada kalmak apaçık bir hatadır.
Elbisenin yandan sökülmesidir aslolan,
Fakat görüyorum ki Endülüs’ünki sökülmekte tam ortasından!
Şerre komşu olan onun zararlarından emin mi kalır?
Kurtuba, en az çağdaşı İstanbul ve Bağdad kadar kozmopolitti. Halkını Araplar, Franklar, Slavlar, Suriyeliler, Berberîler,
Grekler, Gotlar, İspanya Romanları ve Batı Afrika kökenli
zenciler oluşturuyordu. Düzenli pazarlarında dünyanın her
yerinden gelen her zevke uygun mallar sergileniyordu. Bu
muazzam gelişmesiyle Kurtuba, muâsırı Bağdad ve Konstantinopol’ü bile geride bırakmıştı.
Eğer 16. yüzyılda Mars’tan bir ziyaretçi gelmiş olsaydı, bütün dünyanın Müslüman olmanın eşiğinde olduğuna hükmedecekti.
( M.G.S. Hodgson )
.
Müslümanlar, fetih hareketleriyle insanları Bizans’ın veya İran’ın ya da Vizigotlar’ın hâkimiyetinden kurtarıp kendi egemenliklerine tâbi kılmak gayesiyle ortaya atılmamışlardır.
Onların gayesi, insanları kula kul olmaktan kurtarıp sadece Allah’a kul olma şerefine yükseltmek ve İslâmiyet’in evrensel değerleriyle insanları buluşturmaktı. Nitekim onlar, fetihten sonra hiçbir milletin canına, malına, ırzına, diline ve dinine müdahale etmemişler; hiçkimseyi Müslüman olmaya zorlamamışlardır.
Ukbe b. Nâfi, Kayrevan şehrini kurmasının ardından Kuzey Afrika boyunca ilerlemiş ve Atlas Okyanusu kıyılarına ulaş-mıştır. İşte tam orada Ukbe’nin söylediği şu sözler ilginçtir:
“Eğer bu denizin ötesinde bir yer olduğunu bilsem, denizi at sırtında geçer ve İslam için oraları da fethederdim!”
Contreras, Europea: Historia de una idea (Avrupa: Bir Fikrin Tarihi) adlı kitabında, Avrupalı kimliğinin Ortaçağ boyunca İslam’a karşı savaşarak belirginleştiğini, Avrupalı ruhunu benliğinde ilk canlandıran topluluğun, Müslümanların ilerleyişi karşısında Hristiyanlığın savunucusu durumuna geçen Franklar olduğunu belirtir.
Hristiyan din adamlarının halk üzerindeki baskı ve etkinliğini kırma amacına hizmet eden yukarıdaki düşüncenin yanında, yine Islami inancın etkisiyle öncekinden daha önemli bir dini hareket daha ortaya çıkmıştır. O da, Migetus tarafından ortaya atılan ve Hristiyanlığın teslis akidesini inkar eden görüştür. Bundan daha da dikkat çekici olanı ise, Isa’yı Tanrı’nın oğlu olarak gösteren tebenni hareketidir.
Diğer yandan, Islam’ın esasını teşkil eden tevhit fikrinin tesiriyle Hıristiyan Iber toplumunda dini tevhit düşüncesine yönelen bir hareket ortaya çıkmıştı. Zamanın papazlarınca ilhadiye yani, dinsizlik hareketi olarak adlandırılan bu düşünce mensupları, kuzey bölgesinde Sebtemaniye’de (Seltimania) görülmüştür. Bunlar günah çıkarmayı reddetmişler ve günahları papazların değil ancak tek olan Allah’ın affedebileceğini savunmuşlardır.
Diğer yandan, hâkim sosyal unsurlar içindeki bazı Arapların asabiye ruhuyla kendilerini diğerlerinden üstün görme psikolojisi,Endülüslü farklı sosyal unsurlar arasında hoşnutsuzluklara sebebiyet vermiştir. Asırlarca süren müsamaha siyasetinin baskın renklerini taşıyan Endülüs toplumu, yoğun şekilde olmasa da bu türden rahatsızlıkları yaşamıştır. Bu rahatsızlığın getirdiği bir edebî tür Şuûbiye Edebiyatı’dır. Toplum içinde kendilerini aşağılanmış gören bazı gayriarap müellifler, mensup oldukları ırkın Araplara karşı üstün özelliklerini ortaya koyan eserler telif etmislerdir. Yıllarca ye’de Müslümanların içerisinde köle olarak yaşadıktan sonra kuzeye kaçan Ebû Âmir Ibn Garsiye konuya örnektir.
Allah’ın yarattığı insanlar içinde, elbiselerinden ev tefrişatına kadar temizlik konusunda en titiz toplum Endülüslülerdi. Bir Endülüslünün elinde bir günlük yiyeceği alacak kadar parası olsa ve temizlik için gerekli sabunu olmasa, yiyecek almayıp oruç tutar ve sabun alıp beden ve elbise temizliğini mutlaka yapar, göze çirkin görünen kirli bir halde bir saat dahi insan içine çıkmazlardı.
Bununla birlikte, Endülüs halkı ilim tahsili amacıyla kurulan medreselere sahip değildi. Bütün ilimleri mescitlerde ücret karşılığı tahsil ederlerdi. Onlar cariye satın almak için değil, öğrenmek için okurlardı. Endülüs’ün alimi, diğerlerinden çok üstündü. Çünkü o, kendisini dünyevi menfaat elde ettiği işini terk edip elindeki bütün kazancını ilim yolunda harcamaya sevk eden içten bir arzuyla ilim talep ederdi. Felsefe ve müneccimlik (astroloji) dışında bütün ilimler onlar için zevkli bir uğraştı. Felsefe ve müneccimlik ise, seçkin tabaka arasında çok itibar gören ancak halka belli etmekten çekinilen iki ilim dalıydı.
Esnafın ya da tüccarın yaptığı hiçbir hile gizli kalmazdı. Bir satıcının bir çocuğu veya bir hizmetçiyi bile olsa düzenbazlık yaparak kandırdığı iddia edildiğinde, muhtesib bunu hemen araştırır, gerekli ölçüm ve tartımları yapar. Eğer satılan malda bir kusur bulunursa, o çevredeki insanları toplayıp malı iyisiyle mukayese eder ve hilebaz satıcıyı belli ölçüde cezalandırırdı. Eğer aynı satıcı,kendisine verilen darb (kırbaç )ve tecris (caddelerde teşhir ile rezil etme) cezasına rağmen tövbe etmeyip alıcıları kandırmaya devam ederse, o beldeden sürgün edilirdi.
Bir Endülüslü, küçük çocuğunu veya hizmetçisini çarşıya alışverişe gönderebilir, o da alması gereken malı istenen ölçüsü ve evsafında alır getirirdi. Satılan etin üzerinde fiyat etiketi bulunur, kasaplar muhtesibin belirlediği bu etiket fiyatının üstünde veya altında satış yapmaya cesaret edemezlerdi.
Ihtisab muessesinin başındaki görevli olan muhtesib, bir kadı idi ve genellikle caddelerde yardımcılarıyla birlikte at sırtında gezerek görevini ifa ederdi. Yardımcılarından birinin elinde ekmek tartısı bulunur ve satılan ekmekleri tarttırırdı. Çünkü ekmek, çeyrek dirhem olup somun şeklindeydi.
Endülüs’te Hisbe ya da Ihtisab teşkilatına Hittatu’r-Red denilirdi. Hz. Peygamber devrinden beri Islam yurdunda varlığı bilinen ve Hz.Ömer devrinde tam teşkilatlı hale getirilen bir müessesedir. Iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek maksadıyla kurulan bu müessesenin başında bulunan muhtesib, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türden kötülüğü (münker) ortadan kaldırmakla görevliydi. Aslında Islam’da iyilikleri emretme ve kötülüklerden sakındırma, bütün Müslümanlara farzdır. Ancak, bunun bir grup tarafından yerine getirilmesi diğerlerini mesuliyetten kurtarır. Işte bu müessesenin doğuş nedeni budur. Ihtisab, toplum huzurunun sağlanmasında önemli rol oynayan bir müessesedir.
Endülüs’te görülen garip olaylardan biri de, Tuleytula’daki (Toledo) iki fıskiyedir. Tuleytula dışında Babü’d-debbağin (Dericiler Kapısı) diye bilinen yerde, büyük nehrin ortasındaki oyuktan bir evin içinde olan bu fıskiyeler, tan yeri ağarmasından güneşin batışına kadar parmağının etrafında dönerlerdi. Hayret verici olan şu ki, bunlar med-cezir hareketine bağlı olarak dolar ve boşalırlar, ayın 29’u olduğunda ise ikisinde de hiç su kalmazdı. Bir kimse fıskiyelerin suyu azaldığında onlara su doldurursa, dökülen suyu yutar ve su miktarı hep aynı kalırdı. Aynı şekilde, bir kimse iki fıskiyenin dolu olduğu zaman onların suyunu boşaltıp elini çekse, tekrar anında suyla dolarlardı. Işte bu iki fıskiye, Hind tılsımlarının en hayret verici olanlarındandı. Kastilya- Leon Kralı 6. Alfonso , Tuleytula’yı işgal ettiğinde bu fıskiyelerin nasıl hareket ettiklerini merak eder ve suyun nereden gelip nasıl hareket ettiğini görmek için fıskiyelerden birini söktürür. Işte o anda ikisinin de hareket düzeneği bozulur.
Ispanya’nın Müslümanlar tarafından fethinden sonra burada Endülüs Emevi Devleti kuruldu ve bu topraklar Islam’ın göz kamaştırıcı medeniyet ve kültür başarısına şahit oldu. Endülüs, devrinin ilim,düşünce, sanat, mimari, matematik ve diğer bir çok sahasında en ileri, en yüksek seviyesini temsil ediyordu. Müslüman Ispanya’nın hemen her bölgesinde ilim ve eğitim merkezleri kurulmuş, çok sayıda ilim adamı yetişmiş ve devamlı öğrenci okutuluyordu. Bütün bu merkezlerde meydana getirilen ilim ve kültür ürünleri tam bir insanî ortam içinde gercekleştiriliyordu; Müslüman, Hristiyan ve Museviler birbirlerini rahatsız etmeden huzur ve güven içinde yaşayıp, çalışıyorlardı. (Nevzat Yalçıntaş)