Mehmed Uzun kitaplarından Yaşlı Rind’in Ölümü kitap alıntıları sizlerle…
Yaşlı Rind’in Ölümü Kitap Alıntıları
Berê me daye oxirê Pişta me daye felekê
Hayat, tesadüflerin güzel renkleriyle boyanmış bir tablodur.
“İnsan başka ruhlarının mutluluk ve esenliğini bir yaprak gibi kımıldatmadığı sürece kendi ruhunun mutluluk ve esenliğini tanıyabilir mi”
Neden kendimizi,beynimizi,etrafımızı ve şeyleri birbirinden ayırıyor,topluyor,parçalıyor ve sonrada bu mu daha iyi, yoksa şu mu daha kötü? diye konuşuyoruz.
Hayat, tesadüflerin güzel renkleriyle boyanmış bir tablodur.
Ah ! kahrolası zamanı bir kez, sadece bir kez durdurabilseydik.
Gerçekten de kim olduğum,nereden geldiğim hiç o kadar mühim değil.Aynı şekilde senin kim olduğun da, nereden geldiğin de hiç mühim değil.İnsanız, anlıyor musun, insanız biz…
Zaman akıyor, Yaşlı Rind, zaman akıyor. Zaman çarpıyor bize.. Zamanın akışı önünde hiçbir şey yapamıyoruz ve zaman bizi de alıp kendisiyle götürüyor, götürüyor, götürüyor ..
“Belki de dostluğumuz bir çeşit duygu alışverişiydi.”
“Sınırlar,şartlar,zorunluluklar,bizi bizden,insandan ve insanlıktan uzaklaştırıyor.”
Vakit güzelliklerin yeşerme vakti yine. Vakit gebe yine. Vakit, ağacın altında oturma vakti yine
Gurbet yabancılık evet, insan bir yabancı olmalı, gurbet ülkesinde bir garip olmalı. Ruh kendini yeni duygulara açmalı, onlara sığınmalı ve gurbeti, yabancılığı yaşamalı yaşamalı.
Hasret başkaldırmadığı sürece, hasret dermansız bir ağrı olmadığı sürece, insan mutluluğun pınarlarının neler olduğunu nasıl anlayabilir?
Bazen şiirler insanların dile getiremediklerini kolayca anlatır, tasvir ederler.
İnsan küçük ve zavallıdır. Bununla birlikte zavallılığımızı asla birine anlatmak ya da göstermek istemeyiz. Çünkü utanıyoruz, korkuyoruz,itiraf edemiyoruz
Savaşlar, haksız savaşlar çılgınlık, alçaklık ve zayıflığın en aşağılık mertebesidir
Sesin serin bir rüzgar gibi kulaklarımın etrafında dans ediyordu
Sesiz bir huzur ölü zamanlar içinde bir huzur.
Neden kendimizi, beynimizi, etrafımızı ve şeyleri birbirinden ayırıyor, topluyor, parçalıyor ve sonra ‘bu mu daha iyi, yoksa şu mu daha kötü?..’ diye konuşuyoruz. Neden her şeyi; hayatı, zamanı, insanı ve insanlığı, aşkı, mutluluğu, derd ü kederi ve hürriyeti birbirinden ayırıyor, paramparça ediyor, sonra da kıyaslıyoruz? Bununla, yani parçalamak ve kıyaslamakla en büyük kötülüğü yapıyoruz kendimize. Sınırlar, şartlar, zorunluluklar bizi bizden, insandan ve insanlıktan uzaklaştırıyor.
“İnsan hiçbir şeyi unutmaması gereken yerde birden çok şey kaybediyor…”
Yaşanmış anların bazı duygu ve sezgilerini sonradan sözcüklerle canlandıramayız. Öyle görünüyor ki insan yaşamalı ve yalnız kendine, evet yalnız kendine saklamalı. Ne yazık ki sözcüklerin, cümlelerin gücü her şeyi yeniden yaratma noktasına ulaşabilmiş değil henüz.
“Kendi kökünden ve izinden, toprağından ve dilinden kopma. Onlar bu kötü, naçar hayatımızda mutluluğumuzun pınarlarıdır”
Hayatın son adımının ölümün kapısına doğru olduğunu biliriz. Ama bizi hayattan uzaklaştıran bu son adım, ölümsüzlüğün ilk adımı değil midir sanki?
Hafıza, gönül ve ruh gecenin sessizliğinde sarhoş ve mutlu.
-Doğrusunu istersen insan küçük ve zavallıdır. Bununla birlikte zavallılığımızı asla birine anlatmak ya da göstermek istemeyiz. Çünkü utanıyoruz, korkuyoruz, itiraf edemiyoruz Yalnız bu kadar da değil Ortalıktaki koşuşturmadan dolayı birbirimizi dinleme fırsatı da bulamıyoruz Böylesi bir hırgür içinde birbirimizin canını yakıyor, birbirimizi üzüyoruz
Zaman gelip unutuş perdesini başımızın üstüne gerecek Unutuş perdesinin altında uzanacağız Bu haksızlık değil mi?
İnsan, kendini insanlarda bulunan bazı şeylerden, hislerden kurtarmalı.
Neden sıkılmıyordum yanında? Neden onu tanımak, yanında olmak istiyordum?..
Gördüm ki insan yalnızlığın ağır perdesi altında sözcüklerle derin ve duygu dolu bir dostluk kurabilir.
Yüreğimi senin eski ama benim için yeni, sözcüklerine açtım. Evet, yüreğimi onların sıcaklığına tuttum
İnsan her zaman çevresindeki şeylerden şikâyet eder ve kendine uzak şeyleri güzel ve ilginç bulur.
Evet insan mutlu olmalı, hüzünlü olmalı, gülmeli, ağlamalı her şeyi yapmalı, her şeyi yaşamalı, ama yarım yamalak, her zaman yarım, hep eksik, her zaman solgun
İnsan hiçbir şeyi unutmaması gereken yerde birden çok şey kaybeder
Yaşlıları, eskileri ve artık günümüzün gerisinde kalan şeyleri seviyor, merak ediyordum.
Kalbimden kıvılcım ve alev yükseldikçe içim acı ve sancıyla çevrelendi. Hiçbir şey anlayamıyordum. O kadar sevdiğim eller neden terk etmişlerdi beni?
-Neden kendimizi, beynimizi, etrafımızı ve şeyleri birbirinden ayırıyor, topluyor, parçalıyor ve sonra bu mu daha iyi, yoksa şu mu daha kötü?.. diye konuşuyoruz. Neden her şeyi; hayatı, zamanı, insanı ve insanlığı, aşkı, mutluluğu, derd ü kederi ve hürriyeti birbirinden ayırıyor, paramparça ediyor, sonra da kıyaslıyoruz? Bununla, yani parçalamak ve kıyaslamakla en büyük kötülüğü yapıyoruz kendimize. Sınırlar, şartlar, zorunluluklar bizi bizden, insandan ve insanlıktan uzaklaştırıyor.
Uykuya dalan yıldızlar gülümsemiyorlardı artık
Öyle görünüyor ki insan yaşamalı ve yalnız kendine, evet yalnız kendine saklamalı.
Dönüşün gittikçe daha da güçleşeceğini nereden bilecektim ki!
Sen, yüzün, yüzünün hatları, çizgiler ve güzel gülüşün, uzaklaşıyorsunuz benden.
Masal ve şiir dünyasının güzellikleri çevremizde halaya kalkmışlardı
Kayıp unutulmuş mutlulukların kapısına giden eski zaman kıssalarının avlusuna açılan o kelimeler ne kadar güzeldir
Kuşkusuz boş sayfaların boynu bükük kalmamalılar. Onlara da mutluluk ve başarı lazım. Yaşlı bilge tamamen kör olmadan ona ulaşacağım. O sayfaların yürek yakıcı, kederli boşluktan kurtulmaları için her şeyi yapacağım. Kuşkusuz her şeyi…
Güle güle git Yaşlı Rind, güle güle git…
Güle güle git Yaşlı Rind, güle güle git…
Hayat da buydu işte; ıslak, sıcak, sonsuz bir kumdaki bir şevişme gibi sonradan rüzgar ve dalgaların gelip izlerini ortadan kaldırdıkları bir sevişme
Dış dünyayla bir ilişkin kalmamıştı ki o şehirlerde kalayım. Eşitlik, onur ve özgürlük katledilmişti dış dünyada.
Kıssalar neler neler yapıyor bize, kelimeler başınıza neler neler getiriyor, anlatmak bizi ne duruma düşürüyor, görüyor musunuz? Ah bu yıkıcı kelimeler ah, ahh insanları başka şekilde gösteriyorlar artık. Karşındaki de insanları kelimelerin vasıtasıyla tanır.
İnsan hiçbir şeyi unutmaması gereken yerde birden çok şey kaybeder.
Yolculuğun, şu gitmek ve gelmek adlı iki sözcüğün macera, üzüntü, hüzün ve ölümle dolu olduğunu nereden bilecektim ki!
Eğer yoksulluğu sorarsan, o bizim kaderimiz zaten, alnımıza yoksul yazılmış bir kere. Dünyaya yoksul geldik, yoksul gideceğiz.
— Doğrusunu istersen insan küçük ve zavallıdır. Bununla birlikte zavallılığımızı asla birine anlatmak ya da göstermek istemeyiz. Çünkü utanıyoruz, korkuyoruz, itiraf edemiyoruz… Yalnız bu kadar da değil… Ortalıktaki koşuşturmadan dolayı birbirimizi dinleme fırsatı da bulamıyoruz… Böylesi bir hırgür içinde birbirimizin canını yakıyor, birbirimizi üzüyoruz…
Kitaplar kendimi, insanlarımı ve insanlığımı tanımamda yardım ettiler bana.
İnsan her zaman yeni bir hayat vermeli sözcüklere ve onları yeni bir hayatla geliştirmeli.
İnsan her zaman çevresindeki şeylerden şikayet eder ve kendine uzak şeyleri güzel ve ilginç bulur. Ama unutmamalı ki her yerde hayatın meseleleri vardır.
İnsan rengarenk topraklara,değişik topraklara ayak basmadan insanların neden kendi atalarının toprağına gömülmek istediklerini anlayabilir mi sanki?
Ama yazmak, yazı da bir tür yolculuktur. Bir yolculuk türüdür. Deniz dalgaları arasında bir yolculuk. Yolumuzu bulabilmek, doğru bir yola girmek için deniz dalgalarına karşı savaşırız. Yaşanmış şeyleri yeniden diriltmek istediğimizde gereklidir bu savaş. Evet, bu zorlu savaş gereklidir. Şimdi yaşadığım şeyleri ya da maceralarımı, arzularımı ve düşüncelerimi deniz dalgalarına tutuyorum ki donansınlar, durulansınlar, güzel ve edebi bir biçimde yazılsınlar, süslenip parıldasınlar… Kısacası yaşanmış şeyleri yeniden yaşatabilsinler. Bazen bu uğraş, bu zorlu savaş mest ediyor beni, bazen soluğumu kesiyor.
Şüphesiz körlerin bazı özellikleri birbirine benzer. Karanlık perdesi gözlere indiğinde hayat da değişiyor. Arzular, duygular, düşünceler, mutluluklar değişiyor.
Evet, dilimi, en kutsal, en büyük varlığımı yeniden keşfettim. Sözcükleri başka şekilde kullanmayı, başka şekilde dile getirmeyi de öğrendim. Gördüm ki insan yalnızlığın ağır perdesi altında sözcüklerle derin ve duygu dolu bir dostluk kurabilir.
Evet, benim huzurum böyle bir huzur işte. Sessiz bir huzur, ölü zamanlar içinde bir huzur.
İnsan köklerini yabancı bir toprağa salamaz…
Geceyle birlikte o avlularda kadınları da tanıdım. Uzun, sarı saçlı kadınlar. Deniz gözlü kadınlar. Yüzleri, vücutları, tenleri o gecelerin başlamasıyla birlikte parıldardı. Arkadaş oldum onlara. Dinledim onları. Anlamak istiyordum, bilmek istiyordum. Uzun parmakları piyanonun üstünde gezindiğinde yaklaşır, parmaklarına bakardım. Uzun parmaklarını saçlarımın arasında gezdirsinler diye başımı dizlerine koydum. Etli dudaklarını öpüp, uzun bacaklarını okşadım. O parlak gözlerdeki mutluluğa ortak oldum ve öptüm o gözleri de. Onlarla birlikte ateş közlerinden oluşan bir sessizlik yaşadım.
Duygularımı, düşüncelerimi sokakların parlak taşlarına gözlerimle yazdım. Ev gölgelerine âşık taşlar, çocukluğun taşları gibi düzgündüler. Onları da çocukluğumdaki taşlar gibi okşayıp sevdim. Taşların, evlerin temellerinin karıştığı yerlerde yaşlı kitapçılar tanıdım. Oturup kahve içtim onlarla ve etrafımı saran kitapları seyrettim. Yabancı dillerle yazılmış çok güzel kitaplar gördüm oralarda. O dilleri bilmememe rağmen o kitaplardan birkaç tane alıp eve getirdim. Kırmızı gülümün altına güzel bir raf yapıp kitapları üstüne koydum. Kitapları rafa koyduğumda hüzünlendim yine. Kitaplara baktığımda, kendi dilimle yazılmış çok eski bir kitabın da aralarında olmasını çok istedim. O da yabancılığıma ortak olsun istedim.
Evet insan mutlu olmalı, hüzünlü olmalı, gülmeli, ağlamalı… Her şeyi yapmalı, her şeyi yaşamalı, ama yarım yamalak, her zaman yarım, hep eksik, her zaman solgun…
“Kendi kökünden ve izinden, toprağından ve dilinden kopma. Onlar bu kötü, naçar hayatımızda mutluluğumuzun pınarlarıdır”
Herkes kendine göre bir şeyi, ya da bir şeyleri sever. Kimisi malı mülkü, kimisi güzel döşenmiş evleri, kimisi doğayı, kimisi kuşları, kimisi atları ve at binmeyi, kimisi kitapları ve sayfalar arasında gezmeyi, kimisi sessiz köpekleri, kimisi köpekliği, kimisi de kadınları sever… Ben de kavalı severim, hep onun sırtını sıvazlamayı severim.
Korku nedir sanki? Korku, güç olmadan var olabilir mi? Korku gücün kız kardeşidir! Aynı şekilde bilmelisiniz ki etrafımız korku ve güçle sarılmış, çerçevelenmiştir.
Insan her zaman çevresindeki şeylerden şikayet eder ve kendine uzak şeyleri güzel ve ilginç bulur. Ama unutmamalı ki her yerde hayatın meseleleri vardır.
“Hayat, tesadüflerin güzel renkleriyle boyanmış bir tablodur.”
Kendi kökünden ve izinden, toprağından ve dilinden kopma. Onlar bu kötü, naçar hayatımızda mutluluğumuzun pınarlarıdır.
Derler ki devletler, dinler ve farklı farklı muktedirlerden kaynaklanan emir ve fermanlar insanın ve insanlığın ilerlemesinin önünü keser ve insanların onurlu ve erdemli olmasına izin vermezler. Bunun gibi toplumsal yasaklar ve sınırlara da karşıdırlar.