Muhyiddin İbn Arabi kitaplarından İbn-i Arabi Konuşuyor: Fütühat-ı Mekkiyye’den Öğütler Pınarı kitap alıntıları sizlerle…
İbn-i Arabi Konuşuyor: Fütühat-ı Mekkiyye’den Öğütler Pınarı Kitap Alıntıları
Tümel Nefs ikiz doğuran ilk ana idi. Önce Doğa, ardından Hebâ doğmuştur. Tabiat ve Hebâ, ana-babaları bir kardeş ve kız kardeştir. Tabiat Hebâ’yı nikahlanmış, bu ilişkiden tümel cismin sureti doğmuştur. Tümel Cisim, ortaya çıkan ilk cisimdi. Böylece bir ürünü olduğu için Tabiat baba, Hebâ ana oldu. Çünkü ürün onda ortaya çıkmıştır. Netice cisim oldu.
Suyun indirilmesi, keserle vurmanın ya da testereyle kesmenin ya da amaçlanan sureti inşa etmek için biçilmiş parçadaki her kesme, ayırma, birleştirme işleminin eseridir. Böylelikle yapılan şey mesela sandık ise -ki o doğrulan çocuktur- dışta duyuya görünür hale gelir.
Bilme/öğretme niteliği babadır, çünkü etkindir. Yapıcılık anadır, çünkü edilgendir.
O’nu bilseydin O olmazdı; O seni bilmeseydi sen olmazdın. Binaenaleyh Allah, bilgisiyle seni var etmiş, sen de acizliğinle ona ibadet etmişsindir. Dolayısıyla O O’dur, O’na aittir, sana değil. Sen de sensin, kendine aitsin ve O’na aitsin. Şu halde sen, O’nunla irtibatlısın, tersi değil.
Mümkünlerin en bilgilisi, Yaratıcısını sadece O’nun açısından bilendir: Söz konusu kimse nefsini ve kendisinden var olduğu kimseyi bilir. Bundan başka bir şeyi bilmesi geçerli değildir. Çünkü bir şeyi bilmek, onu kuşatmaya ve onu tüketmeye imkân verir. Böyle bir şey ise ilâhî katta imkânsızdır. O halde O’nu bilmek imkânsızdır. ‘Ondan’ bilmek de (kısmî bilgi) geçerli değildir, çünkü parçalara bölünemez. Şu halde sadece ‘O’ndan olan şey’ hakkında bilgi söz konusu olabilir. Ondan olan şey ise sensin. O halde, bilinen sensin.
Mümkünlerin var olması, varlık ve bilgi mertebelerinin yetkinleşmesi içindir, başka bir şey için değil.
Her mümkün iki kısımdan birisinde bulunur: Ya gizlidir veya açıktır. Mümkün, son derece mükemmel ve yetkin bir şekilde var olmuştur, dolayısıyla ondan daha yetkini yoktur. Daha yetkini olsaydı, yetkinliğin yaratılması tasavvur edileceği için, iş sonsuza giderdi. Hâlbuki mümkün, yetkinlik mertebesindeki durumuyla örtüşerek var olmuş ve dolayısıyla yetkin olmuştur.
Varlıklar değişmez ve hakikatler başkalaşmaz. Binaenaleyh ateş suretiyle değil hakikatiyle yakar.
ulvî babaların ilki malumdur; süflî anaların ilki ise mümkünün dışta bulunmayan şeyliğidir. İlk nikâh, (var olmayı) emretme sözüyle mümkünün hakikatine yönelmektir. İlk oğul, belirttiğimiz söz konusu şeyliğin var olmasıdır.
Bilgileri ortaya çıkartmak, ancak iki öncül sayesinde gerçekleşebilir. Bu öncüllerin birisi, her ikisinde tekrarlanan tek terim vasıtasıyla diğer öncülle birleşir. Bu tek terim iki öncül arasındaki bağdır. İşte bu da manevî nikâh, aralarında meydana gelen netice ise elde edilmek istenilen şeydir. Bu itibarla bütün ruhlar baba, tabiat ise başkalaşma ve değişmelerin mahalli olduğu için anadır.
Ben tertemiz ruhların babalarının oğluyum
Ve unsurlara ait nefislerin analarının oğlu
Ruh ve cisim arasında olan bizim mazharımızdı
Kucaklama ve hazlarla birleşme esnasında
Hz. Muhammed’in ruhaniyeti, bütün nebi ve peygamberlerin ruhaniyetiyle beraberdir. Böylece peygamber olarak var oldukları dönemde getirdikleri ya da hüküm olarak ortaya koydukları şeriat ve ilimlerde onlara yardım bu pak ruhtan gelir.
her şeriat kendisini getiren peygambere nispet edilmiştir. Hâlbuki her şeriat dış varlığı olmasa bile farkında olunmayan yönden gerçekte Hz. Muhammed’in şeriatıdır. Nitekim şimdi de Hz. Muhammed’in dış varlığı olmadığı gibi Hz. İsa’nın inip de onun şeriatıyla hüküm vereceği vakitte de olmayacaktır.
Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Âdem su ve toprak arasında iken ben peygamberdim.’
Melekler nurlara, cinler rüzgârlara, insanlar ise bedenlere üflenmiş ruhlardır.
Allah kendisini bilmeyi bu akla yüklemiştir. Bunun sebebi söz konusu bilmede başkasına değil kendisine dönsün diyedir.
Allah fikrin efendisi olmakla beraber, aklı fikrin verdiği şeyi almaya mecbur etmiştir.
fikir, kendisi için gerçekleşen şeye göre araştırır: Bazen bir kuşkuya düşer, bazen ise o konuda bilgisi olmaksızın delil elde eder. Fakat delillerden kuşku formlarını bildiğini ve bir bilgi elde etmiş olduğunu zanneder. Bu esnada bilgileri elde edişte dayandığı maddelerdeki eksikliğe bakmaz. Akıl da ondan bunları alır ve onlarla hüküm verir. Bu durumda bilgisizliği, bilgisinden kıyaslanamayacak kadar çoktur.
‘Fakat insanların çoğu bilmez.’ *
* El-A’râf 7/187.
Mümkünlerin en bilgilisi, Yaratıcısını sadece O’nun açısından bilendir: Söz konusu kimse nefsini ve kendisinden var olduğu kimseyi bilir. Bundan başka bir şeyi bilmesi geçerli değildir. Çünkü bir şeyi bilmek, onu kuşatmaya ve onu tüketmeye imkân verir.
Zorunlu Zat’ın bir şeye o şeyi bulunduğu hale göre meydana getirmek üzere ilişmesi, bildirmek, onun ne olduğuna dair ilişmesi istifham diye isimlendirilir. Emir kipiyle kendisine inerek ona ilişmesi dua diye isimlendirilir. Emrin o şeye ilişmesi yönünden ilişmesi kelâm diye isimlendirilir. Bilmek şart olmaksızın zat’ın söze ilişmesi, duymak diye isimlendirilir; zat söze ilişir ve bu ilişmeyi anlamak takip ederse anlayış diye isimlendirilir. Işığın keyfiyetine ve taşıdığı görülenlere ilişmesi, görmek diye isimlendirilir. Bu ilişmelerden herhangi birisinin kendisi olmadan gerçekleşemeyeceği algılanan her şeye ilişmesi ise hayat diye isimlendirilir.
Mümkünün özü gereği Zorunlu’ya muhtaç olması ve Zorunlu’nun zatından kaynaklanan müstağniliği, ilâh diye isimlendirilir (Hakkın böyle isimlendirilme yönüdür). Özü gereği Zorunlu’nun kendi nefsine ve ister var ister yok olsun gerçekleşmiş bütün hakikatlere ilişmesi, bilgi diye isimlendirilir, kendiliklerinde bulundukları hale göre mümkünlere ilişmesi ihtiyar diye isimlendirilir. Bilginin mümkünün varlığını öncelemesi bakımından zat’ın mümküne ilişmesi, meşiyet diye isimlendirilir. İki olabilirden birisini kesin olarak belirlemesi itibarıyla mümküne ilişmesi, irade diye isimlendirilir. Alemi yaratmaya ilişmesi kudret diye isimlendirilir. Yaratılana var olmasını işittirmeye ilişmesi emir diye isimlendirilir.
İtaat hakkında da aynı durum vardır diye karşı görüş ileri sürülürse biz de bu iddiayı kabul ederiz ve şöyle deriz: İtaatin irade edilmesi, aklen değil vahiyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla siz de, kötülük hakkında aynı durumu kabul ediniz. Biz, araz olmalarına rağmen, amellerin tartılmasını ve suretlerinin varlığını kabul ettiğimiz gibi onu inanarak kabul etmekteyiz. O halde, delil bunu gerektirdiği için bu durum vardığımız görüşe zarar vermez.
Belirlenim, belirleyenin varlığını gösterir.
Bilgi bilinenin başkalaşmasıyla başkalaşmaz, fakat ilgi başkalaşır. İlgi belirli bir bilinene dönük bir bağıntıdır. Söz gelişi bilgi Ali’nin olacağıyla ilgili olur ve o da olur. Bilgi onun şimdiki halde olacağıyla ilgili olmuş ve olmaya başlamasıyla bilginin ilgisi ortadan kalkmıştır.
İlginin başkalaşmasından bilginin başkalaşması lazım gelmez. Aynı şekilde görülen ve duyulan şeyin başkalaşmasıyla görme ve duyma başkalaşmaz.
O halde, bilginin başkalaşmayacağı sabittir. Dolayısıyla bilinen de başkalaşmaz. Çünkü bilginin bildiği şey, bilinen iki gerçek duruma ait bir bağıntıdır. Söz gelimi cisim hiçbir zaman başkalaşmayan bir bilinendir. Ayakta olmak da hiçbir zaman başkalaşmayan bir bilinendir.
Âlemdeki her suret, cevherdeki bir arazdır (belirtidir). Suret, farklı cevherlere girer ve ayrılır. Cevher ise tektir. Bölünme, cevherde değil, surettedir.
Bilmek, bilinenin tasavvur edilmesi olmadığı gibi aynı zamanda bilineni tasavvur eden bir anlam da değildir. Çünkü bilinen her şey tasavvur edilemediği gibi bilen herkes de tasavvur edemez. Bilenin tasavvur etmesi, tahayyül edici olmasından kaynaklanır. Bilinen için suret ise hayalin kendisini tutabileceği bir halde olmasına bağlıdır. Bu bağlamda hayalin asla tutamayacağı bazı bilinenler vardır. Böylelikle onların sureti olmadığı da açıktır.
Allah isimlerinin otoritesi ortaya çıksın diye âlemi yarattı. Çünkü güç yetirilen olmaksızın kudret,
merhamet edilen olmaksızın, merhamet edici olmak, etkileri olmayan işlevsiz hakikatlerdir.
Hakkın bizi bilmesinden ibaret olan örneğimiz, Hakkın kadimliği nedeniyle kadîmdir. Çünkü Hakkın bizi bilmesi, Hakkın bir niteliğidir ve sonradan yaratılanlar, O’nun zatıyla var olamaz. Allah böyle bir şeyden münezzehtir!
Sonra Allah nuruyla bu Hebâ’ya tecelli etmiştir. Söz konusu Hebâ’yı akılcılar bütün Heyula diye isimlendirmiştir. Bütün âlem, onda bilkuvve ve uygunluk olarak bulunur.
O’nun nurunun misali içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. (Nur 24:35)
Akıl herhangi bir işi kendi başına biliyor, başka bir işi ise tek başına bilmiyorsa o zaman bağımsız bir şeyin aklı bilmediğine ulaştırması gerekir. Dolayısıyla peygamberlerin gönderilmesi imkânsız değildir ve onlar yaratılmışlar içinde gaye ve yolları en iyi bilen kimselerdir.
Muhtar (seçen), en uygunu gözetmek zorunda değildir. Kuşkusuz bu durum sabit ve geçerlidir. Çirkin ve kötü, sadece şeriata ve gayeye göre sabittir. Bir insan iyilik ve kötülük, iyi ve kötünün zatından kaynaklanır’ diye iddia ederse o bilgisizin tekidir.
Sayının bir olduğunu bilseydin, hiç kimse ile tartışmaya girişmezdin
Hebâ, içinde istenilen şekil ve suretlerin meydana getirilmesi için binanın harcı ve toprağı gibidir ve o âlemde yaratılmış ilk varlıktır.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
O halde âlemin gayesi, Hakkın hakikatlerini izhar, büyük âlemin feleklerini bilmektir.
Her ilâhî isim, bütün isimleri içerir ve her isim kendi anlamında bütün isimlerle nitelenir.
Aksi halde her ilâhî isim kendi kulu için bir Rab nasıl olabilirdi? Heyhat ki heyhat!
Ûlvi ve süfli alemde bilinen bütün isimleri incelediğimde, onların kelâm ilmi bilginlerine göre sıfatlar diye ifade edilmiş yedi isim tarafından içerildiğini görürsün.
Âleme hakikat ve nispetleri itibarıyla ayrışmış (mufassal) halde baktığında, onun hakikat ve nispetlerinin sınırlı, menzil ve mertebelerinin belli ve cinslerinin benzer ve farklı arasında sonlu olduğunu görürsün.
Seninle oturan kim ise vecdin ona göre gerçekleşir.
Bütün yeryüzü onun kabzasıdır. (Zümer, 67)
Gökler sağ elinde dürülmüştür. (Zümer, 67)
mülküm kendisini benim tasarrufumdan alıkoyamaz. Onda tasarruf edenler, benim izin verdiğim kölelerim olsa bile malımı kullandığımda ve tasarrufum esnasında şöyle söyleyebilirim:
Malım tasarruf etmem için benim elimdedir.
Teşbih ehlinden sapanlar, Allah için zorunlu tenzihi dikkate almaksızın, tevil edip ayet ve rivayetleri zihne gelmeyen anlamlara yordukları için sapmıştır.
Hz. Ebû Bekir idraki idrakten acizlik, idraktir. demiş. Bu sözün iki yorumu vardır. Anla!
Bir şeyin öncelediği herhangi bir varlık, önceleyen şeyin aşağısındadır ve orada sınırlanmıştır. Sonsuza dek olsa bile, bu nitelik kendisinden ayrılmaz. Böylece varlık, iki Lâm vasıtasıyla sabit olmuştur.
Bir durumdan müstağni kalamayan herhangi bir şey, o durumun hükmüne sahiptir.
Egitimli şöyle demiş: Dört bilgin istiva çizgisinin altındaki Eryen kubbesinde buluşmuş. Birincisi Mağripli, ikincisi doğulu, üçüncüsü Şamlı, dördüncüsü Yemenli idi. Bilimler hakkında ve isimler ve betimler arasındaki farktan söz etmiş, birbirlerine şöyle demişler: ‘Sahibine ezeli mutluluk vermeyen ve taşıyıcısını zamanın etkisinden kurtarmayan bilgi yararsızdır. Geliniz! Sahip olduğumuz ilimler arasından hangisinin istenilenlerin en yücesi, kazanılan ilimlerin en kıymetlisi, öğrenilenlerin en üstünü ve övünülen şeylerin en kıymetlisi olduğunu araştıralım. Batılı şöyle demiş: ‘Bende (arazların) taşıyıcısı kendi başına var olan cevherin bilgisi vardır.’ Doğulu ‘Bendeki ilim, taşıyan-taşınan ve gereklinin bilgisidir’, Şamlı ‘Bende örneksiz yaratma ve bileştirme ilmi’, Yemenli ‘Bende özetleme ve düzenleme ilmi vardır’ demiş. Ardından şöyle demişler: ‘Her birimiz sahip olduğu bilgiyi izhar etsin ve ortaya koysun.
Pek çok topluluk tövbe etmiş
Tövbeye ise bir ben tövbe ettim.
Ben, Hz. Peygamber’in getirdiği her şeye bildiklerim ve bilmediklerimle beraber iman ediyorum. Onun getirdiği hususlardan birisi, ölümün Allah katında belirlenmiş bir süreden sonra gerçekleşeceğidir. Ölüm geldiğinde artık ertelenmez. Ben de buna hiçbir kuşku ve tereddüt olmaksızın inanıyorum.
Varlıkta bulunan isyan-itaat, kazanç-hüsran, köle-hür, soğuk-sıcak, diri-ölü, gerçekleşme-kaybolma, gündüz-gece, itidal-sapma, kara-derya, çift-tek, cevher-araz, iyilik-hastalık, sevinç-keder, ruh-beden, karanlık aydınlık, yer-gök, bileşme-ayrışma, çok-az, dal-kök, beyaz-siyah, uyku- uykusuzluk, zâhir-bâtın, hareketli-durağan, kuru-yaş, kabuk-öz, kısaca birbiriyle çelişen ya da zıt veya benzer bütün bu bağıntılar, Tanrı tarafından irade edilmiştir.
Kanıtla Müslümanlığa dönen kişi, kılıç nedeniyle Müslüman olandan daha doğru Müslüman’dır. Çünkü korku, insanı ikiyüzlülüğe sevk etmiş olabilir. Hâlbuki kanıt sayesinde Müslüman olan böyle değildir. Bu nedenle kelâm bilginleri cevher ve araz ilmini geliştirmiştir ki, başka bir gayeleri de yoktu. Bir şehirde bir kelâmcı kâ fi!
Kötü düşünce, sahibini imandan çıkmaya sevk etmiştir.
Nefs, kurtuluş ve mutluluğunun bulunduğu girmeye direnirse bunun nedeni, bilgisizlik ve kötü doğadır. Çünkü inatçı nefisleri erdemli huyları kazanmaya taşıyan şey, din ve mertliktir. Dolayısıyla bilgisizlik, dinin zıddıdır. Çünkü din ilim demektir. Kötü doğa ise mertliğin zıddıdır.
Nefislerini yaratılış gayelerinden başka şeylerle meşgul eden sıradan insanlar değil de, kurtuluşlarını isteyen müminlerin seçkinlerinin takip ettiği Allah’a giden yol, dört kısımdır: Dürtüler, çağrılar, ahlâk ve hakikatler. Onları söz konusu çağrılara, dürtülere, hakikatlere ve ahlâka sevk eden şeyler ise üzerlerine farz kılınmış üç haktır: Allah’ın hakkı, nefislerinin hakkı ve yaratıkların hakkı.
Gönül ancak doğruluğuna kesin olarak inandığı şeyle serinler. Akıllının gönlünün serinlemesi ise ancak masumun bildirdiği ilimle olur.
Filozofun dinsiz olduğu iddiana gelince, bir insanın dinsiz olması söylediği her şeyin geçersiz olduğu anlamına gelmez. Bu durum, bütün akıl sahiplerince ilk bakışta anlaşılacak bir husustur. Böyle bir meselede süfiye karşı çıkmakla bilgiden, doğruluktan ve dindarlıktan çıkmış, bilgisiz, yalancı, iftiracı, aklı ve dindarlığı kıt, düşüncesi bozuk sapkın insanların yoluna girmiş oldun. Bir düşün: Gördüğün bir rüya o bilgileri sana getirseydi, onların sadece bir yorumcusu ve anlamlarının araştırıcısı olmaz mıydın? Süfinin sana getirdiği şeyleri de al ve nefsine ‘pek az eğil’, algı mahallini sana gelen şey için boşalt ki, onların anlamı sana da gözüksün. Böyle davranman, kıyamet günü ‘Biz bundan habersiz idik, dahası zalim olduk demekten daha hayırlıdır.
İnkarcılarla tartışmanın imkanı yoktur. Onlarla tartışmak yerine, kendilerine salih kulların söylediğini söyleriz: Bu aramızın ayrılmasıdır
Davranışımız, yazılmış bir tanıklıktır ve ondan sorumlu tutulacağız.
İlimler 3 kısımdır: Birinci kısım, akıl ilmidir. Bu ilim, insanda zorunluluk hükmüyle gerçekleşen veya delilin yönünü öğrenmek tarzıyla delili incelemekle gerçekleşen ilimlerdir. Bu ilmin kuşkuları da kendi cinsindendir. Bu nedenle, nazar (teorik düşünce, araştırma) hakkında şöyle derler: ‘Bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış!’
Seni ancak senden sual eden merak eder.
Nicelik ve niteleneni bilmede, bilinen mekan anlaşılır.
Bir şey ancak iki şeyden, bir sonuç iki öncülden meydana gelebilir.
Son, başlangıcın aynıdır.
Son, başlangıcın hükmüne göre sabit olur.
Hakikatler (dışa) ilimde bulunduklarından farklı çıksaydı, bu hükümle münezzeh hakikatten ayrılırlardı.
Bir şeyle beraber olmayan hiçbir şeyle beraber değildir.
‘Allah var idi ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu -ki halen öyledir
İbn Arabi, en genel ifadelerle mutlu ve bedbahtlar sınıflarını zikretmiştir, Herkesin kendisini bildiği ve ibadet ettiği özel bir ismi vardır ki bu daha önce değindiğimiz Rabb-i has’tır. Bazı varlıklar, kendilerini gördükleri ve kendilerini bildikleri için, bu isimden ve onun kendilerine yüklediği sorumluluktan yüz çevirmiştir. Bunlar, bedbahtlardır. Bazı varlıklar ise ismini bilmiş ve onun yükümlülüklerini yerine getirmiştir, bunlar da mutlulardır.
Her kulun bir ismi vardır ki o isim o kulun rabbidir. Kul beden, bu isim ise onun kalbidir.
`Es ist eine Schönheit, von Scham erfüllt.´
Seni ancak senden sual eden merak eder
Allah’ın rahmeti gazabını geçti
Cennet yapılan amelin karşılığı sayılsaydı,öğrenmiş olduğun ilahi cömertlik nerde kalırdı
Sebebi bilmek sonucu bilmektir
Hüküm vakte aittir.
Fütuhat-ı Mekkiye 7