Wilhelm Weischedel kitaplarından Felsefenin Arka Merdiveni kitap alıntıları sizlerle…
Felsefenin Arka Merdiveni Kitap Alıntıları
Goethe ve Schiller ‘hicivlerinden’ (xenien) alıntılı bir Distichon’da Delphi’deki Orakel’in Sokrates üzerine dile getirdiği yargıya kinayede bulunarak, Seni Pythia’nın ağzı, en bilge Grek diye açıkladı, öyle olsun! En bilge kişi ekseriya en can sıkıcı olandır’, demiştir.
Benim kendilerine ihtiyaç duymadığım nesneler ne kadar çoktur!
”Ben kendim için soru olmuştum. ”
(Wittgenstein) Şu hâlde felsefe sonunda çözümlenemez olan sorunların irdelenmesi değildir. O gerçekte sırf tasvir edicidir, kelimelerin kullanımını açıklığa kavuşturur. Tüm izahlardan (sebebini ortaya koyan belirtmelerden) vazgeçilmelidir, onun yerini sadece betimleme (tasvir) almalıdır.
Wittgenstein, şimdi bu dünya Tanrısının görülebilir realitenin içinde bulunamayacağını açıkça vurgulamaktadır. Tanrı kendini dünyada açığa vurmaz, ama o dünyanın dünya dışı anlamıdır. Bu fikrin bir başka şeklinde Wittgenstein, Tanrıyı dünyanın toplamı olarak da anlamaktadır.
Burada Tractatus’un o ünlü son sözü geçerlidir: Bir şey üzerine konuşulamazsa, onun üzerine o konuda susmalıdır. Özet olarak şöyle denebilir: Felsefenin doğru yöntemi (metod) aslında söylenebilecek olandan fazlasını söylememek, yani tabiat bilimlerinin cümlelerini söylemektir. Bu, felsefe ile hiçbir ilişkisi olmayan bir şeydir. Eğer bir başkasıI metafizikle ilgili bir şey söylerse, ona cümlelerinde belirli işaretlerin hiçbir anlam vermediğini daima ispat etmelidir. Bu metod o muhatabı için tatminkâr olmayacaktır ve bizim ona felsefe öğretmediğimiz duygusuna kapılacaktır; ama bu tam doğru olan biricik metoddur.
Russell şunu vurguluyor: Filozof olmak isteyen birisi saçmalıklardan korkmamalıdır.
(Russel) Edebiyatta Nobel ödülünü kazanmıştır. Fikir ve politika alanında değeri ve adı olan hemen hemen herkesle bağlantı kurmuştur: Einstein, Niels Bohr, Eisenhower, Kennedy, Chruschthow, Nehru ve Trachu Enslai ile dost olmuştur.
(Russel) Matematik barışın bir yeridir. O olmasaydı ben hayatımı nasıl sürdüreceğini bilemezdim.
Komünizmle insan toplumunun önceki tarihi son bulacaktır. Gerçekten insanî olan toplum onunla başlayacaktır. Bu toplumun nasıl bir görünümde olacağı üzerine Marx, bize elbette daha başka bilgi vermemektedir.
Hattâ ben Hegelci değilim diye onu reddeden bir kimse ciddi olarak felsefeyle uğraşacaksa, onunla hesaplaşmadan edemez. Evet, Hegel öğrencisi Marx vasıtasıyla, hattâ şimdiki dünyamızın somut olaylarına da karışmaktadır. Onun fikrinin gezegenimizi değiştirmede etkisi ve payı olmaktadır.
(Fichte) Hiç kuşkusuz çocukları terbiye etmeden önce ana ve babalarını eğitebileceğini sanır ve böylece en göze çarpan eğitim hatâlarının bir günlüğünü tutar ve eğittiği çocuğun ebeveynine her hafta bunları okutturur.
Nitekim, Kant’ın kanâati insanın özü icâbı kendi üzerine ve sonlu dünya dışında, sorular sormaya sürüklenmesidir. Eğer o bundan vazgeçerse, artık insan olmaktan çıkar ve barbarlığa ve kaosa gömülür.
Kant’ın şu cümlesi geçerlidir: İnsanın ruhunun metafizik araştırmalarından birgün büsbütün vazgeçmesi en az beklenen bir şeydir; bu bizim kirli havayı içimize çekmemek için en iyisi soluk alışımızı birgün hepten durduracağımızı söylemeye benzer.
İşlenen ilk günah, her şeyden çok anlaşılamaz olan sırdır. Böylece Pascal müdrike ile sağgörüye ulaşımın tüm imkânını sağlayan akıl değil, bir başkasıdır. Bu, inançtır ve inancın yeri akıl değildir, tersine yürektir. Kalbin, aklın tanımadığı makûl sebepleri vardır. Tanrıyı hisseden kalbdir, akıl değildir. Buna inanç denir. Tanrı akıl için değil, yürek için duyulandır.
Hattâ kuşku düpedüz bana kişisel varlığımı göstermektedir. Çünkü kuşkulandığım sürece, kuşkulanan olarak mevcûdiyetimi sürdürüyorum. Kendimin bu en içten kesin bilinişi, hattâ Tanrı bir aldatan olabilir fikriyle bile yok edilemez. O beni aldatsa bile, aldatılmış olarak yine de mevcûdum. Böylece Descartes şu ünlü ilkelerine varmaktadır: ‘Düşünüyorum, o hâlde varım.’ ‘Kuşkulanıyorum, o hâlde varım.’ ‘Aldatılıyorum, şu hâlde varım.’
Şayet insan felsefe yapmadan yaşamak isterse, bunun anlamı o kimsenin gözlerini açmayı düşünmeden kapalı tutmasıdır. (Descartes)
Descartes o alanda da, her şeyden önce analitik geometriyi icat ederek önemli bir şey meydana getirmişse de, ilk plânda matematik ve tabiat bilimleri (fizik) alanında geçerli değildir. Daha önemlisi, onun matematiğin kesin ve doğru metodunu felsefeye aktarmasıdır.
Tanrının tâ dibine ulaşmak isteyen kimse, kendi ruhunun dibine ulaşmak zorundadır. (Eckhart)
Sonunda Eckhart, cüretkârane ve yeniden panteist olan ve bunun için dine aykırı gibi gelen şu cümleyi söylemeye cesaret ediyor: Bütün nesneler, bizzat Tanrının kendisidirler .
Tanrının bilinmesi elbette tarafsız bir biliş değildir, tersine Tanrı ile sonsuz derecede ilgilenen bir sağgörüdür. Bu sebeple onun şart olarak Tanrıya yönelmeye ihtiyacı vardır ve düpedüz bu da inançtır. Bunun Anselm şöyle. belirtir: Eğer ben inanmasaydım, asla anlayamayacaktım.
diyebiliriz ki inancın kendi gücüyle kendini bilgiye tâbî klışı tezini Anselm, bu arada sevgi kavramına bağlamaktadır; seven bir kimse sevgilisini tanımak ister; buna göre Tanrıyı seven insan, onu tanımak ister. Bunun Anselm sözlerine şu cümleyle başlıyor: Şayet inancımızı pekiştirdikten sonra inandığımız şeyi sağgörüyle görmeyi iştiyâkla istemezsek, bu bana bir savsaklama gibi görünür. İlk kez inancın bilmekten önce ortaya çıkmasının gerekliliğini belirtir.
(Epikür) Resmi yükümlerden elinden geldiğince kaçınır. Bütün bunlar insanın ruhunda karışıklıklar çıkarır. Kişi kendini işlerin ve politikanın hapishanesinden kurtarmalıdır.
Böylece Epikür teemmüllerini şu uyarı ile bitiriyor. Kim genç ise felsefe ile uğraşmakta tereddüt etmemelidir ve kim yaşlıysa felsefe yapmaktan yorulmamalıdır, çünkü ruhun sağlığı ile ilgilenmek için ne ne de ötekisi erken ya da geçtir.
(Aristo) Ahlâk kitabının sonunda şöyle belirtiyor: İnsan insanî olanı, ölümlü olan sadece ölümlü olanı düşünmelidir, diyenlerin uyarısına kulak asılmamalıdır, biz en doğrusu mümkün olduğu ölçüde ölümsüz olmaya çaba harcamalıyız.
Böylece Aristo açıkça Tanrı Geist’tır (ruh, akıl) ya da ruhu (aklı) bile aşandır demektedir.
Böylece Eflâtun’un Devlet de belirttiği gibi, filozof için şu nokta geçerlidir: Doğası itibariyle o, kalıcı varlığa yönelik çaba harcar, var zannedilen birçok tek tek şeylerde kalamaz. En doğrusu daha ileriye gider ve cesaretini yitirmez, her şeyin gerçek doğasını kavrayıncaya kadar Eros’da vazgeçmez. Eğer gerçek var olana bir kere yaklaşmışsa ye onunla birleşmişse, aklı ve gerçeği doğurmuşsa, bu takdirde bilgiye ulaşmış demektir. Bundan sonra gerçeğe uygun yaşar, güçlenir ve sancılarından kendini kurtarır. Buna göre sonunda ‘plâtonik aşk’ söz konusu olur. O felsefe yapanın tutkusudur ve o olmaksızın ebedî olanı gerçekten arayış diye bir şey gerçek olamaz. . Rousseau, ‘Eflâtun’un felsefesi âşıklar için gerçek felsefedir’ dediğinde haklıydı diyebiliriz.
Doğru düşünüş doğru davranışa götürür.
Biz insanların çoğunun hakkımızda ne söylediklerini asla düşünmemeliyiz, tersine haklı ve haksızdan anlayan kişinin ne söylediğini düşünmeliyiz.
Bir şeyin üzerine düşünmeye sabahtan başlar, hep aynı yerde kalır, [ ] şafak sökünceye kadar ve güneş doğuncaya kadar bu durum sürerdi. Bundan sonra yerinden ayrılır ve giderken güneşe yönelerer duâ ederdi.
En az şeye ihtiyacı olan kişi Tanrılara en yakın olandır
(Sokrates) Evle, karısı ve çocukları ile ilgileneceğine, babasından öğrendiği taş oymacılığı mesleğini icrâ edeceğine, kısacası bir vatandaşın düzenli ömrünü süreceğine, Sokrates aylak aylak dolaşmakta ve bütün tanıdığı kimselerle hiçbir işe yaramayan konuşmalarda bulunmaktadır. Zaman zaman bildirdiğine göre caddede para bulduğu olur.
Trakyalı kızlar buna gülebilirler. Ama kim ki daha derin ve güvenilir bir zemine kavuşmanın cesurca umudu ile üzerinde durduğu yeri yitirmek riskini göze alamazsa, felsefe yapmanın başlangıçtan beri ne olduğunu asla bilemeyecektir.
Bu, Anaksimandros’un derin anlamlı fikridir. Ondan bize kalan biricik büyük fragman budur: Nesnelerin kökeni sonsuzluktur. İşte bu yüzden nesnelerin husûle gelişinin, teşekkül edişinin kaynağı, zorunlu olarak onların mahvînın da kaynağı olur. Çünkü onlar zamanın düzenine göre, birbirlerine karşı yaptıkları haksızlık yüzünden suçlarının cezalarını çekerler.
Felsefe dini tasavvurların insanlar açısından kuşku uyandırıcı hale geldiği ve insanların kendi kendilerine soru sormak ve kafa yormak zorunda olduklarını keşfettikleri bir dönemde başlar.
Demek ki söylenmek istenen şu değildir: Bir parça Apollon şurada, bir parça Zeus burada. Tersine Thales’in söylemek istediği şudur: Var olan her şey tanrısal güçlerle içlerinden yöneltilir. Felsefe yaptığımız yerde biz dünyayı yan yana duran bir sürü nesneden ibaretmiş diye mütalâa etmeye izinli değiliz. En doğrusu, dünyada bir birlik gösteren, güçlü, tanrısal bir ilke egemendir ve var olan her şey kökenini ve mevcûdiyetini sürdürüşünü ona borçludur.
Eğer Thales’in suyu ezeli ilke olarak gördüğü cümlesini hemencecik felsefi bir maddeciliğin ifadesi olarak yorumlarsak, cümleyi doğru mu anlamış oluruz? Thales’ten maddeci yoruma asla uymayan bir ikinci cümlenin intikâl ettiğini eklersek, bu sakınca daha da güçlenmiş olur. Bu ikinci cümlesi şöyledir: Her şey tanrılarla doludur.
Aklımız en yüksek nimetimizdir.
İnsan kendi özüne göre iyidir
İnsan gerçekte insan olmalıdır; bu onun kendine özgü misyonudur.
İster evlen, istersen evlenme, her iki halde de pişman olacaksın.
Savaş her şeyin babasıdır, her şeyin kralıdır Bazılarını köle, diğerlerini hür haline getirir.
Ölümlü olan , bir zamanlar var olmayan ve gelecekte de var olmayacak olandır.
Felsefe kendi kendinden ortaya çıkmıştır ve insanlık, daha kundağında sarılı iken doğmuştur.
‘dünyalar kendi ölü şarkılarını uluyorlar
ve biz bir soğuk Tanrının maymunlarıyız.’
ve biz bir soğuk Tanrının maymunlarıyız.’
Karl Marx
Mutluluğa asla tam kavuşamayan insan, hayal gücüyle kendine tam anlamıyla mutlu olan Tanrılar yaratır. Bir Tanrı insanın hayalinde tatmine ulaşmış olan bir mutluluk iç güdüsüdür.
İnsan gerçekte insan olmalıdır; bu onun kendine özgü misyonudur.