Ataol Behramoğlu kitaplarından Dünya Şiir Antolojisi 1 kitap alıntıları sizlerle…
Dünya Şiir Antolojisi 1 Kitap Alıntıları
Acının artık sana ulaşamayacağı bir yerdesin
İşte acılarımı unutturan, şimdi bana kalan ödül bu.
Bakmıştım onlara
Kendi gözlerime bakarcasına.
Sesini anımsıyorum
Kararlı, net, temiz
toprakçasına.
biliyorsun ki Tanrı değilim.
biliyorsun ki zayıfım.
Yetmez mi kabule
İnsan olduğumu?
Bırakın yoksulları beslediğinizi anlatmayı
Çünkü siz çıkardınız açlığı
Altın çukuruna akıttığınızda kanımı.
Dursun istiyorum yalanlar.
Bırakın kurduğunuz okulları saymayı,
Çünkü siz çıkardınız cahilliği
Yalnızca bana göre bir eğitim kurarak.
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Ataol BEHRAMOĞLU
Bir çift yeşil göz ayırıyor beni
Öteki kadınlardan..
küçük çocukları
küçük evleri
küçük ülkeleri,
küçük çiçekleri; menekşeler gibi.
yalnız olamaz
bir kadın kadar.
Karanlıklar diker önüne
bir kapalı kapı.
Geceleyin hiçbir kadın
tek başına gidemez
yolda.
Nâzım Hikmet’in
Vatandaki benzeri;
Şiir dağlarından
dumanlığı kovan,
ciğer dağı dumanlı
“garip” Orhan Veli
Öldü veremden.
Gördüklerini bezeksiz yazardı,
mübalağa saplarıyla örmeden,
Çoğunu diye bilmedi;
kalbi dolu
gözü hasret
eli uzalı kaldı.
Özü gitti,
bu dünyada
Benim lokmam aslan ağzında”
meseli kaldı.
Fikret Sadık
Ele yandırdı,
Ele yandırdı ki gardaş,
Ne demeye dilim gelir
Bu derdin ağırlığına
Çiğnini vermeseydi halklar
Biz bu gam yükünü
Çekebilmezdik,
Ağlamasaydı seni dünyanın anaları,
Bir derya gözyaşı
Dökebilmezdik
Seni gurbette deyil,
Sürgünlerde deyil,
Arzularının dünyasında
Sevdiğin seherde bastırdılar
Tabutunun daşında
Milletleri, halkları
Gardaş gördüm,
Rus gizinin,
Arap şairinin
Alman komünistinin
Gözünde yaş gördüm.
Işıklıydı arzun, niyetin
İnsan idin,
Oğlu idin büyük beşeriyetin,
Guruyan dudağın,
Şikest heyvanın,
Sönen yıldızın
Kederini duyardın
İnsanın gamını
Hamıdan evvel
Sevdiğin, halına yandığın
İnsanların arasından
Gopardı seni amansız ecel!..
Şeker bile yiyebilmeyen ölü uşahların
Halına yanardın,
Harabalıhlar altından
Canlanıp kalkabilmeyen
Baharın halına yanardın
Yandın Kerem gibi yandın,
Yahşi adamları dost bildin
Gardaş sandın
İstedin insan fenalığını
Temizlemek.
Ezilen beşeriyet için
Döğünürdü sinendeki
Büyük yürek
Ümidin, arzun
İnsanlara bağlıydı
Yaralı yüreğin
Vatan hasreti,
Hicranla dağlıydı
İndi, sevdiğin, muhabbetle baktığın
Gözler ağlıyır
Yıllarla hasretini çektiğin
Balaca oğlun Memet ağlıyır
Anaların en güzeli
Münevver ağlıyır
Ezilen, toptalananların
Ümitsizlerin, çaresizlerin dostu
İşleyip dişleyemeyenlerin dostu
Işığın, güneşin hemdeni
Niye reva gördün bize
Dağ boyda ağırlığı olan
Bu matemi
Yaklaştı sana, gardaş
Büyük karanlık,
Goyup gittin ışığı insanlara,
Yazıp yarattığın eserlerinle
Garıştın ebedi bahara
Ele: Öyle
Çiğin: Sırt
Bastırmak: Gömmek
Şikest: Kırık
Hamıdan: Herkesten
Uşah: Çocuk
Harıbalıh: Harabe, yıkıntı.
Beşeriyet: insanlık
indi: Şimdi
Ağlıyır: Ağlıyor
Balaca: Küçük
Toptalanan: Hor görülen
İşlemek: Çalışmak, yapmak
Hemdem: Yaratan, sahip
Yahşi: iyi, güzel
Nigar Refibeyli
Koyu perdesiyle saçının
Öldürecek haşaratı aydınlık tebessümünden dağılan
Garson, aşk şerbeti verme
Böyle bol bol
Korkarım kırılacak
bardak hararetten
“Mutluyuz bölüştüğümüz zaman kuru ekmeğimizi.”
Açar dostlara yüreğinin,
Ve de evinin kapılarını ardına dek:
Bir tanrı konuğudur gelen mutlak,
Diye düşünen yiğit halkı!
Söylediğim gerçek, var böyle bir ülke,
Var böyle bir ülke, adı Gürcistan.
“Dağlan ovaları da olsa bir küçük ülke”
Demeyin; gökyüzündedir o doruklar;
Okşar durur güneşi,
Bir elde kadeh bir elde çiçek.
Karşılamaya hazırlanır baharı!..
Bir yücelik düşü varsa
Ölümsüz halkının yüceliğidir o!
Yüreği kıvançla dolu.
Seyreder gelecek denen sancağın çırpınışını,
Söylediğim gerçek, var böyle bir ülke
Var böyle bir ülke; adı Gürcistan!..
Köpüklü bir selin önünü çevirseniz
Durgun ve bulanık bir birikinti kalır geriye!
Delişmen bir ırmak gibidir ruhum
Kıvılcım yüklü dalgalarını devirerek akan
Öylesine tedirginim; öylesine çılgın! seviyorum alınyazımı!
Yuvarlanan ve yosun tutmayan taşm alınyazısını!..
Kasımdayız sanki
Koptu ipi
Yaşamanın
Karardı gelecek
Her umudun sonu geldi
Fakat elbet
Geçer bu sanrı da
Ömür boyu
Sürmez bu sağnak
Güvercin memelerini
Ağzını
Ellerini
Kusursuz güzelliğini
Uzun bacaklarını beni coşturan
Ve okşayışlarını
O her akşam bir leylak gibi açan.
Becerememişti daha.
Aşkım işler yüreğime çıplak ayağın kumlara gömülmesi gibi
Suyun derin öpüşleri susamış gibi hep onun izini gözler
Aşkım benim o dingin gece yarısıdır ülkeden ülkeye gider
Sensin benim aşkım, gümüşlenir odalarda aynalar senin sayende
Biricik aşkım, dalgın aşkım, hava gibi ve sanki değişen gölge
Diri aşkım benim, sümbül adımlarıyla yaşamımda yürümektedir
Güzel aşkım, ki rengi yüreğimin boyadığı biricik renktedir
O uzun gece gömleğinde, yakan aşkım benim, ey kadınım
Alevlerin okşamak için toprağa yayılması gibidir canım
Acımasız aşkım, dokunur dokunmaz dağılan bir çiçek demeti
Aşkım benim, titrek dudaklarımın yedi iklimde izlediği
Aşkım benim, bütün diller onun için bağrı açık gömlektir
Yumağı karışmıştır cümlenin ve iki eli böğründe bir haldedir
Aşkımın eşiğinde çünkü dil unutur bütün hile ve oyunlarını
Başka bir sözcüğüm de yok bu kapıda söylemek için aşkımı
Kim anlatabilir ki gün ışığı nedir ve nasıldır bir köre
İşte şiir de ölür böyle sevdadan aşk sözleri söyleye söyleye
Can verir tıpkı, ayın son çeyreğinde bir yılın bitişi gibi
Anıların çürüyüp küflendiği şarkısız bir ülke gibi
Yazdım ben bu dizeleri dipsiz uçurumunda mutsuzluğumun
Acıdan kıvranırken yarından umutsuz birine benziyordum
Bulamayan kazıtmak için bir anlamlı yazıt mezar taşına
Güllerin ölümüne benzeyen o iki sözcük
Aşkım benim’den başka
Bütün sevda kelimeleri çırılçıplak
Memelerini tutup çıkarıyorlar boynunu
Sonra kalçalarını gözbebeklerini
Sonra ne varsa okşayış adına
Bütün bunları bulup çıkarıyorlar
Seni öptüğüm zaman gözlerinden
Yalnız sen göresin diye
Bu sevda kelimeleri
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin
Meleğim minnacık pıtırcık Peru’m benim
Tonton
Bebeğim bir tanem
Cicim çıtı pıtım
Canımın içi
Agucuk küçücük kuzucuk
Nazlıcık şeytancık
Gıdı gıdı
Ce-eee
Uyuyor.
Köşeli köşeli kalçaların var
Ekşi ekşi kokuyor karnın, belsoğukluğun da cabası
Paris’in koyduğu budur içine
Biraz da ruhtur bu çünkü mutsuzsun
Acıdım acıdım gel bana gel bağrıma
Artık hiç anlamıyorum
Çirkinlikte ve çıplaklıkta eşit
Erkek daha az yağlı kadından ama daha güçlü
Karnının üzerinde eller ve kumbara ağız.
Çirkinim ben
Şu kız kokularını çeke çeke burnuma yalnızlığımda
Başım kazan gibi burnum ha düştü ha düşecek.
Onları tanıma sevincini yaşamayacağım
Tanrım,
Bilmiyorum neden,
Bana öyle geliyor ki
Bir dünya yaratırdım
Onlar yanımda olsa,
Ama dördü de.
Sen Barabbas’tan da suçlu
Sen ne iblissindir sen
Kötü melekler gibi boynuzlu
Çamurla çirkefle beslenen
Senin namazını kılmak olur mu
Sen Selanik’in kokmuş balığı
Mızrakla oyulmuş gözlerin
Korkulu düşlerin geniş halkası
Bir koyverişte fırlamışsın
Bozulunca ananın bağırsakları
Sen Podolya celladı tiryakisi
Nice derdin çıbanın irinin
Sen domuz burnu beygir gerisi
Bakalım dillere destan servetin
Sürüyle hastalığını giderecek mi
köle gibi yaşayamaz bundan böyle, hıçkırığa, gözyaşına, didinmeye paydos, paydos bu toprağın çocuklarına.
Adın, toz toprak dolu ve kurumuş Dudaklarımda,
Fıçılarda yıllanmış bir şarap tadında!
Yanık türküler bana
Başka türlü türküler
Sefaleti unutturmuyor insana.
borç istemeye gelen vatandaşları
kuruş koklatmadan dehleyebilen
milli kahramanlarsınız.
Evet. Siz, çocuğum doğacak diye iki yüz lira borç istemeye görsün bir dar gelirli, maymunlara zart zurt eden
Tarzan edasıyla bakarsınız suratına,
İşine git, oğlum!” dersiniz.
Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa, Yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın.
Yanılmayın,
Bunun hesabı sorulacak
Sorulacak ama, Vakit var
Eskiden güzel olan ne varsa cansız kaldı.
Conrad Aiken
Devam ateşe!..
Hürlük uğruna bu, kıran kırana!..
Hürlük dediğin pes etmez öyle bir iki bozgunla;
hürlük dediğin pes etmez zaten
Halkın ilgisizliği, nankörlüğü ve döneklik edenler hep bir yana
Pes etmez öyle tekmeye, yumruğa, topa, tüfeğe, ceza kanunlarına
Bel bağladığımız, inandığımız şey o
Var olagelmiş
O oldum olası
O dört iklim dört köşe
Ne gel gel etmiş, ne gelirim demiş,
oturmuş ışığa karşı öyle huzur içinde,
dosta düşmana karşı
Sabır taşı öyle beklemiş, beklemiş eşref saati.
W Whitman
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırlardı bizi.
çokları susar
Zorbalık ama en büyükse
gene yalnızca
çokları susar
Yıkılır, yıkılmaz görünen.
Kalmaz hiçbir şey nasılsa öyle.
Buyuranlar verdiklerinde son buyruklarını
Buyruk altındakiler başlar konuşmaya.
Kim “hiçbir zaman” demeyi göze alabilir?
Zulüm yürürlükteyse, kim suçlu: Kendimiz.
Ve kimdir onu yıkmak zorunda olan: Biz.
Yenilen, kalk ayağa!
Her şeyini yitiren, dövüşe devam!
Kavramışsan olup biteni, seni kim tutabilir?
“Hiçbir zamandan” “bugün” doğar
Bugün yenilen, yarının yenenidir.
B. BRECHT
soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak yalvardık yakardık, umutlandık,
bekledik boşuna, komadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla.
Seni öldürecekleri yok et
Ve ek gerçek özgürlüğü!
Işıklara bezenmiş gözyaşları
Savrulan rüzgarlarla
Körlerin maskesi altından..
Bahara inanmışız yakın demektir
Bir göz atımı yakın
Kör değiliz.
Aşk kıyısı Hak kıyısı bize
Ve elimizin emeği Irmağımız tutmuş yolunu
Kalp de o boğaz da o dil de o ses de o
Mana yüklü durmaz gider
Arzusu yüklü büyük geleceğin
Saadete hasret beden içinde.
Paul Eluard
Türkçesi: Orhan Veli Kanık
Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çevirir,
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular!
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar!
Yıkın dalgalar! renkli sularınızı akıtın!
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!
Paul Valery
Türkçesi: Cemal Süreya
Ölmüş duygularımda kaldı ancak
Bırak beni kış uykusunda
Konuşmaya gelişi esrik güzel, bir ölü gibi
Geçmiş düşümün çocukluğunda kalayım bırak beni
Bırak sürmeli kapının arkasında
Yok yok açma
Kaçacağım açarsan kapıyı dalıp içine
Bitimsiz ormanların..
Sokaklar arasında ilerliyorduk
Kaçan Yahudilerdi o ben de Firavun
O ve ben gönül yoldaşıyız sanki
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Umutsuzluk çığlıklarını değil
Özünü duymanı sözcüklerin,
Çatık kaşlarımdan okunan.
Bir yeni sesin
Haykırışlarını taşıyor çünkü gövdem.
Dursun istiyorum yalanlar.
Bırakın yoksulları beslediğinizi anlatmayı
Çünkü siz çıkardınız açlığı
Altın çukuruna akıttığınızda kanımı.
Dursun istiyorum yalanlar.
Bırakın kurduğunuz okulları saymayı,
Çünkü siz çıkardınız cahilliği
Yalnızca bana göre bir eğitim kurarak.
Dursun istiyorum yalanlar.
Bırakın göstermeyi hastanelerinizi,
Çünkü siz çıkardınız hastalıkları
Emeğime açlık ücreti ödeyerek.
İsterim hep,
Beni gözün abartmalarıyla değil
Tanrının yarattığı gibi görmeni,
Varlığının nesnelliğinde somutlanan.
Çünkü yere basıyorum ayağımı sıkıca
Evrendeki tüm insanlar gibi
Sipho Sepanla
Türkçesi : Engin Koparan
Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini;
Mestolur, mahvolurdum nefesini içtikçe.
Bulmuştu ayakların ellerimde yerini.
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.
Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak;
Yeniden yaşadığım, dizlerinin dibinde.
O “mestinaz” güzelliğini boştur aramak,
Sevgili vücudundan, kalbinden başka yerde,
O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler,
Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır,
Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler.
Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır.
O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler!
Niye Uranyum demiyorsunuz Kongo yerine? Uranyum kelimesi niye yasaklandı, niye silindi gazetelerden, okul kitaplarından
Niye ağlıyorsunuz hava alanında? Katiller vardı,
Dolarlarla, Franklarla, Eskudolarla, Pesetalarla dönmüşlerdi, o zaman niye ağlamadınız peki?
Niye, sahi niye ağlar insan?
Ağladınız mı ülkenizin tarihini okuduğunuz zaman? Kırk beşte altın tarlalar alev alev yanarken şezlonglara kurulmuştunuz, ağladınız mı?
Ne uzun bir Paskalya bu!
iyi yürekli yardımseverler, anneleri, karıları olan askerler, sevgililerinin, çocuklarının sararmış fotoğraflarını taşıyanlar (hoşça kal okul sırası, merhaba tüfek):
her şeyi yapabilirler: göklerden inerler, ırmakları geçerler, duvarlara dayarlar insanları, şehirleri yakarlar,
ama gönüllerince geçiremezler günlerini, yamaçta bir yılan gibi kıvrılmış yatan, ağır bir taş gibi yatan Paskalya’yı oynatamazlar yerinden,
tepeye çıkaramazlar onu, zamanı kuramazlar,
Evet, Sayın Bakan, derler, evet Kazançlar, evet, beni çöllere atan Uzun Kol, evet
evet, beni ölümden kurtaran
İpekli Beyaz Kanat, ölüm saçayım diye,
evet, Açlık, kurşun doyursun diye beni,
evet, başkalarının özgürlüğünü kullanan Özgürlük,
evet, başkalarının yaşamlarını kemiren Yaşam,
evet, Yamyam Devletleri Uygarlığın,
evet, Moruklar, koydum karşınıza gençliğimi.
Dostlarım! Zamanıdır çekip gitmenin artık.
Hoşça kalın, Kasım Ayının Başdöndürücü Noelleri,
Hoşça kalın, Şen Çalgıcılar, Özür Dileyen Bakanlar,
Hoşça kalın, Uyuyan Güzel, Kül Kedisi, duygulu majesteler, acımasız mandarinler, hepiniz,
Hoşça kalın, yıldızlı, fraklı, Çılgın Ladin Ağaçları, şehrin jetlerle, tanklarla donatılmış ormanı,
Hoşça kalın, Koni-Evler, Saçaklı-Evler, vitrinlerinde İsa’nın çıngırak seslerini dinleyerek uyuduğu Mağazalar,
Hoşça kalın, İsadan Sonra Sıfır Yılı, Kralın Muhafızı, Paskalya, hoşça kalın, günlerimiz sayılı çünkü:
bayraklarla süslenmiş yapılarda, kilitli kapılar ardında buyruklar veriliyor şimdi, ama aynı hızla yayılıyor haberler.
Birkaç dakikaları bile kalmış olanlar
Yüzlerce yıl yaşayacakmış gibi
Koşuşturup duruyorlar
Ve uzakta, binlerce yıllık suskunlukta
Dağlar, bu telaşçı kalabalığa bakarak
Donup kalmışlar haşin ve kederli
Sanki birkaç dakikaları kalmış gibi yaşayacak
ve ben ve masa – ek olarak bir kalem
bu “geçen hayat” denen sergiye
boş fincan ben
şiir yazgının horozu
Ay ışığının ağaç gölgelerini serptiği bir kaldırımda,
Suskun ve engin gecenin içinde, ağır ve yalnız kendi ayak seslerini dinlemektedir.
Yalnızlık,
Duvar saatinin ve kandilin önünde,
Aceleci tik taklara ya da zamanın sürüklenişine kulak vermektir.
Yalnızlık,
Gözler açık, sırtüstü uzanıp,
Yanan yüreğinin zorlu atışlarını dinlemektir.
Yalnızlık,
Ne terk edilmiş evin açık kalmış penceresi,
Ne de insan gölgesi bile olmayan göl ya da kurbağa sesleri.
Yalnızlık,
Kederli ve insansız bir dünya değil
Ama kalabalığın biçimlendirdiği bir çöldür.
Yalnızlık,
Dünyayı aşan ve uzaklaşan bir düşünce değil Ama insanların tutkulu aşkıdır.
Ey benim yalnızlığım,
Sevmemek elde değil, yalnızlığı,
Bir şeyler akıyor içimden,
Çağlayanlar gibi—
Tutku mu desem, coşku mu desem.
Eve dönerken
Bir şeyler dönüyor içimde,
Gün batıyormuş gibi—
Hüzün mü desem, korku mu desem.
Zamanın beni hızla eskittiği.
Tanımadığım bir kadın gülümsemişti bana.
Anlayamamıştım bunu o zaman,
Hoş bir şeydi, hepsi bu işte.
Kimdi o kadın, bilmem,
Bende kalan yalnız gülümseyişidir
Ve unutturmak şöyle dursun
Zaman beni bağlıyor o gülümseyişe.
Sayısız sevda şiiri yazdım bu yüzden,
Düşlediğim gönül serüvenleri sayısızdı.
Kimileri okudu o şiirleri acıyla,
Tat alarak hazla okudu bazıları.
Acı ya da haz
Doğuyor bu bir tek gülüşten.
Bana gülümseyen kadını bir daha görmedim.
Ama gönlü hoş olsun derim ben
Sevme gücüm de kalmadı artık
Donmuş bakışlarım tarlalar arasında
Ve kilitli kalbim kül dolu kavanozda
Açıkça her bağıt, her yükümlülük
Hiçe sayılmışlıkta anlamsız ve boynu bükük
Ve yanılgılar büyük kapılar önünde
Sayısız kentte
Artık duygularımda değilim ben
Yargılarım yüzünden
Tüm sevgim yıldızlara artık
Ve kardeşliğim hane berduşlara
Çokça uğradığım bir eski katedral vardı
Günnük kokardı
Ve kaderine orada aralanırdı
Büyük kapısı gökyüzünün
Artık bağlanmıyorum bir noktaya
Tüm yeryüzünü kendimin sayıyorum
Coşturuyor uçsuz bucaksız dünya
Hâlâ neden pişirilir tuğlalar
Bana gerekli değil artık bunlar
Terk edilmiş oteller yolda belde
Her yerde her yerde
Beni ağırlamaya hazırlar
Artık tanımıyorum ülkeyi
Sürmeyi, ekip biçmeyi, tomurcuk vermeyi
Geyikler, ayılar, kaplanlar vurdum her yerde
Mississippide, Ob’da ve Nil’de
Biricik tarla değil artık beni sınırlayan
Ağaç değil, çit değil, çit kazığı değil
Bir sarı başak, bir baş hayvan değil
Sirenler işaret verir durmadan
Rüzgâr yön, denizler ses verir
Çelikten bir taya kurulmuşum
Gemim, benim kuğu kuşum
Dur, gelme, orda bekle! diyen yok
Bütün engellerden azat olmuşum
Böylece gidiyorum, Ah Tanrım
Nedir bu özlem, neden kararsızım
Senin ölümsüz annen
Açmadığı halde kucağını
Gemici gemisinden
Kucaklıyor yer yuvarlağını
Denizlerin şarkısı çınlıyor bu sesle
Kül kavanozu açılıyor kalbime
Çözmek için deniz havasındaki gizemi
Başlıyor Allahın Ruhulkudüsü gibi
Asılıp kalmaya denizler üstüne
Haho! Haho!
Böyle uluyordu rüzgâr
Kaptan köprüde duruyordu
Ve genç dalgalar onu öpüyordu
Sevgilim?
Hangi seherdir parmaklarımda
Yansıyan böyle gümüş renkli?
Geceyi sararken pespembe şafak
Kaybolur her şey.
Kapanan gözlerin karanlığında
Gözler.
Duyuyor musun vücudumu
Seninkinin yanında titreyen?
Dilin ağzımda
Aydınlanıyoruz
Çünkü çıplaktır.
Gün ışığı engeller çünkü
Evrenin çıplaklığını görmemi
Ey, yıldızlarla dolu çıplaklık!
Gizleme çekiciliğini!
Seni gözlemek istiyorum.
Senin maddenin bilmecesini çözmek tutkusu
Kucağına öyle bir güçle çekiyor ki beni!
Beni sev!
Gecem ol benim!
Ama neler vermezdim uğruna
Nişan yüzüklü bir kadın elinin
Böyle konması için omuzuma.
gürültülerle çalkalanırken fabrikalar,
mitralyözle taranıp biçilirken ortalık,
suç mudur “seni seviyorum” demek?
Aşkımızın dünyası çok daraldı,
ne yapalım, sevgilim, bu bir gerçek!
Bu türkücüğü bunun için yollarım sana,
gözlerimde pırıl pırıl bir gelecek!
katilim benim.
Asılmış üstüme bomboş bir gök.
Bir yerlerde, sanki cehennemde, bir kurt ulur.
Bir taşlı yamaçta, dikenler, otlar arasında
vurulmuş yatarım yapayalnız.
Rüzgâr başlar inlemeye geceyarısı,
az sonra döner azgın fırtınaya.
Kuduran rüzgârla daha bir kararır gece.
Bir ana öpücüğü ve konuşur ardından biri:
“Öldün anayurdun için yiğidim, şahinim,
kalacaksın benimle son gününe dek diri!”
Bu ne, cansız başımın çevresinde dolaşan,
anam mı yoksa dikenler mi otlar mı?
Rüzgârın süpürdüğü bu yamaçta kimseler yok.
Bir ben, vurulmuş yatan. Ölmüş yatan.
Soluk almam. Yanmam.
Kaba otlar arasında yatarım yapayalnız.
Karanlıkta kudurur fırtına.
Ve yolumu boşuna bekler anam.
Kafa düşünceden çatlayacak
Bugün sıyrılıyorum ancak
O mezar sessizliğinden.
Aklım hâlâ büyülü
Adsız sınırsız bir boşluk
Ne günler ne geceler aştık
Ölümle aynı türü.
Bir sıkıntı kötürüm eden
Artık özgür olsa da evet
Gelir düşünceye nasıl nereden
Kafesten uçacak o kuvvet.
Sanki hastalıktan kalkan biri
Dizlerim yürümeye yabancı
Güçsüz bir öfke, tuhaf bir acı
Tekrar dile getiren beni.
Tıpkı eski kısa yazılar vardır
Hızlı bir göçün başlangıcında
Hükümlü duvara yazar da
Ardından darağacına yollanır.
Bırak dönekler koşsun lütuf peşinde.
Un için bir zırnık vermem, diyorum.
Sadece doğruyu söylemek var içimde.
İnsanın içine dökülen gözyaşları
Tüketmek için onları kuşatan geceyi.
Sessizliğin ağırlığın altında mıdır
Uzun süre saklanan sevda ihtiyacı?
Yoksa olmazlara ve çıkmazlara
Mı dönüşmekte yıllar?
Uyumun bekçileridir bütün âşıklar,
Ama bazen acı bir sapmadır
Bir kum ve serap çölüne yönelen dilleri
Kendinden uzaklaşmak iyi duymaz
Boğulanların uzak anı seslerini.
Yapraklarım için ışık, yaşam özü
Bil ki sensiz yoksulum, sakatım, bomboşum
Sen güçsün, kuvvetsin, nimetsin
Sensiz yokum ben
Vatanım benim!
Girin evime, pencereden, kapıdan,
İnsanların gözlerinden, merhabalarından;
Açılan tomurcuklanan meşede, bahçenin beyazında,
traktörlerin huzur dolu uğultusunda.
Şakıyın bülbüller gibi tatarcıklar gibi ötün,
ve yağın pencerelerinden içeri
sizi hiçe sayan insanların.
Kuşkusuz konuşabilir insan
Rüzgârla,
Odasını dolduran sessizlikle,
Ve yanan bir
Mumla
Korkutmaya çalışma beni
Önemsiz felaketlerle.
Sonsuz yaşama
inancımı yitirmem ben.
Emekçi halktır bana güç veren
Çünkü kadın çıplakken en güzeldir