İçeriğe geç

Terapi Kitap Alıntıları – Kemal Sayar

Kemal Sayar kitaplarından Terapi kitap alıntıları sizlerle…

Terapi Kitap Alıntıları

Terapi mi? Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?
Diğer insanlara yakın olmanın zarar görmek anlamına geldiği bir ortamda benmerkezci anlayış gittikçe yükselir.
Çünkü modern insanda, beden ruhun değil, ruh bedenin hapishanesi haline gelmiştir.
Samimiyet ruhun özgürlüğüdür.
‘Sen varsayılan bir hakikate yeterince tutku ve inançla inanmış görünürsen, başkaları da ona inanmaya başlar.’
Kendimize takıntılı halimiz, kendimizi yüceltme arzumuz bir arayıştan ibarettir.Aradığımız ise aidiyet, emniyet ve amaç duygusu; çünkü içinde yaşadığımız çağ, bize bunların hiçbirini sunmuyor.
İnsanın kendisini tavaf eden hacı olduğu bir zamanda, ilişkiler de kısa ömürlü ve yüzeysel.
Kendimiz de dahil olmak üzere güvenebileceğimiz yegane insan, dışarıdan tamamen şeffaf görünmekle birlikte içeriden hiçbir fark göstermeyen kişiydi
Bugün terapi kültürünü çok sayıda ana-akım ekolü olduğu kadar tabir caizse ‘yan sanayii’ de besliyor. Bugün aile dizimi adı verilen yöntemle kişinin yaşadığı ıstırabı kaç kuşak ötede yaşamış bir akrabasının başına gelmiş bir olayla ilişkilendiren sahte ruhsal yaklaşımlar, artık psikolojik determinizmin de suyunu çıkarmış bulunuyor. Kuantumculardan npl’cilere ve prizmacılara dek bilumum yan akım açıkgöz ekoller de oluşan bu terapi ikliminden yararlanmak için sofraya oturuyor.
Psikoterapi bir yandan bizi sosyal ilişkilere girme yönünde özendirirken ,beri yandan kendi ihtiyaç ve tercihlerimizi başkalarına olan sadakatimizin önüne koymamızı istiyor.
İçinde bulunduğumuz çağ bize bir aidiyet, anlam ve emniyet duygusu sunmuyor. Gerçek dünyada yitirmiş olduğumuzu, sanal dünyada yana yakıla arıyoruz.
Terapi mi? Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?
Eğer bilincimizin hiçbir yaşamsal parçasını çevremize borçlu değilsek, çevreyi değiştirmenin anlamı yoktur.
Çevremizin kurallarını bilmezsek, kendimizi de bilemeyiz, kendimizi bilemezsek hiçbir zaman özgür olamayız. Acılıkla doluysak ve bu acılık kaçınılmaz içgüdüsel çabanın bir sonucuysa yüreklerimiz hiç tatlanmaz
Samimi ilişkilerin temeli, ebeveynlerin kendi aralarındaki ve çocuklarla olan ilişkilerinden beslenerek ailede atılır. Yakınlık, samimiyet, zamana ve sürekliliğe bağlı bir değişkendir. Karşılıksız ve koşulsuzdur. Güven duygusuna dayanır.
İnsan, düşüncesiyle şeylerin hakikatine erişebilir.
Hiçbir hikâye hayatın anlamını tek başına özetleyemiyor, çünkü dünya artık öyle bir yer ki her şey çok hızla cereyan ediyor ve tek bir hikâyenin veya hakikatin onun hızına yetişmesi mümkün olamıyor.
İnsanlar kendilerini, kendi hikâyelerinin bir parçası olarak algılamıyor, başka insanların hikâyelerindeki karakterler olarak görüyor.
Ötekilerle yaptığımız anlamlı sohbetler sayesinde kendimiz, imkânlarımız ve doğamız üzerine kuramlar geliştiririz.
Bir başkasının kendisini, ıstırabını, sıkıntısını kısmen de olsa anlayabileceğine olan inancın bizatihi, derinden derine iyileştirici bir etkisinin olacağı düşünülmektedir.
Nietzsche’nin söylediği gibi: ‘Sen varsayılan bir hakikate yeterince tutku ve inançla inanmış görünürsen, başkaları da ona inanmaya başlar.’
Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sadece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını
Akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu.
Samimiyet ruhun özgürlüğüdür.
Çevresel koşullar sadece çevresel koşullar olarak kalmalıdır. Bir zırh içindeki benlik bu çevreden etkilense bile kendi gelişimsel rotasında ilerlemeye devam etmektedir.
İlişkinin bütün katılımcıları kendisini ötekine açar ve ötekinin de kendisine açılmasını bekler. İlişki gerçektir, canlıdır ve insanların karşılıklı olarak birbirlerini anlaması, hissetmesi ve anlamlandırması üzerine kurulu bir birlikteliktir. İlişkinin katılımcıları birbirlerini gerçekte derinden anlayabildikleri gibi, aynı zamanda birbirlerini büyük ölçüde etkiler ve değiştirebilirler.
Yaşayan, gerçek bir iletişimin kurulduğu her birliktelikte karşılıklı olarak bu etkileşim ve değişim görülür; bundan kaçış mümkün değildir.

***

Ötekiyle kurulan ilişki, yapıcı olmaktan ziyade yıkıcı nitelikteyse; taraflardan biri ezen, diğeri ezilen durumdaysa ve ilişkisel birliktelik huzur, mutluluk, paylaşım gibi hazlardan noksansa; ilişki bu durumda yaşamsal bir kargaşa kaynağı olarak durmaktadır. İlişkinin bu hali, kişiyi dünyaya adapte edebilen bir hal değildir. Aksine bu yoz ve yıpratıcı haliyle birliktelik, kişinin hayat enerjisini emen, onu giderek daha mutsuz, daha kızgın, daha çökkün ya da daha vahşi bir ruh haline sokabilen bir durumdur. Ancak, çivi çiviyi söker hesabı, patolojinin çaresi de yine kişinin ötekiyle kurabileceği anlamlı, gerçek iletişime dayalı bir birlikteliktir.
Önceki deneyimleri öteki ile yaşadığı yıkıcı ilişkilerle belirlenmiş olan kişi, hayatında huzuru ve mutluluğu ancak yine öteki ile yaşayabileceği olumlu ve yapılandırıcı ilişkilerle bulabilir.

İnsan incinebilir bir varlıktır ve kimse yeteri kadar iyi değildir.
Özellikle çocukluk deneyimlerinin benlik üzerinde bıraktığı izler üzerinde sık sık durulurken, saldırganlık gibi suça dönük davranışların altında da bastırılamayan ve kabul edilemeyen duyguların yattığı düşünülür.
Çevremizin kurallarını bilmezsek, kendimizi de bilemeyiz, kendimizi bilemezsek hiçbir zaman özgür olamayız. Acılıkla doluysak ve bu acılık kaçınılmaz içgüdüsel çabanın bir sonucuysa yüreklerimiz hiç tatlanamaz. Eğer bilincimizin hiçbir yaşamsal parçasını çevremize borçlu değilsek, çevreyi değiştirmenin anlamı yoktur.
Önemli olan, diğerine kalbimizi açacak cesareti gösterebilmektir. Ötekine gerçekten kalbimizi açtığımızda karşımızdaki bize bir şey söyler; beni değiştirecek, hayatımıza sokulacak bir şeyleri dile getirir. Böylece yeni bir hayat dünyaya gelir. Buradan bakıldığında, psikoterapi yeni bir dünyanın doğduğu eşsiz bir buluşmadır.
Yapmamız gereken, kendilerine mahsus hayatları olan kanlı canlı insanlara dikkat kesilmek ve onların ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarımız kadar ciddiye almaktır.
İnsan olmanın ne demek olduğu artık sorgulanmamaktadır.
Kişinin yanı başında ona omuz vermiş dost ve yakınları varken zorluklarla başa çıkması daha kolaydır.
Bir başkasının kendisini, ıstırabını, sıkıntısını kısmen de olsa anlayabileceğine olan inancın bizatihi, derinden derine iyileştirici bir etkisinin olacağı düşünülmektedir.
Ötekinin beni çağırmasına izin vermediği sürece , gerçek bir diyalog vaki olamaz. Ancak ötekine kendini açmakla, öteki için hazır ve nazır olmakla, ötekiyle birlik olunur. Ötekiyle aramızdaki ortak insanlığa kendimizi açmalıyız.
Belirli bir statü veya zenginliğe erişmek de hedef olamaz, hedef belki de ölüm endişesine ve erken duygusal acılara karşı geliştirdiğimiz savunmalara meydan okumaktır. Ancak bu şekilde daha canlı insanlar olabiliriz. Daha dolu bir hayat; korku, endişe ve acı gibi nahoş duyguların olmamasıyla kendini gösteren, sözüm ona bir mutluluk hali değildir. Tam aksine, merhamet ve anlam dolu bir hayatı kovalamak, hayatın bütün boyutlarında incinebilirliği kabullenmektir. Neşe kadar kederi, rahatlık kadar acıyı, güven kadar korkuyu da kabullenmektir.
Merhamet ve anlam dolu bir hayatı kovalamak, hayatın bütün boyutlarında incinebilirliği kabullenmektir. Neşe kadar kederi, rahatlık kadar acıyı, güven kadar korkuyu da kabullenmektir.
“İyi hayat” dediğimiz şey, çoğu zaman özgül bir sonuç değil; süregiden bir ruhsal yolculuktur.
İyi bir hekim hasta ilişkisinin sırrı, hastalarımıza “insan olarak” değer vermekten, onların yaşadığı ıstıraba saygı duymaktan ve bu ıstırabın onlar için biricik olduğunu anlamaktan geçer. Terapinin özünde de muhatabımızı insan olarak görmek, onun iç dünyasının zenginliğini baştan kabullenmek ve bizim de ondan bir şeyler öğrenebileceğimiz gerçeğini benimsemek yatar.
Başka bir dünyanın mümkün olduğuna hep inandım.
İnsanla karşılaşmak ve anlattığı hikâyeleri dinlemek, büyüleyici bir deneyimdir. Her insanın içinde ne denli büyük bir âlem gizlendiğini o hikâyeleri dinleyerek öğrenirsiniz. İnsanın insanı pek az dinler hale geldiği bir dünyada, psikoterapi size eşsiz bir karşılaşma imkânı sunar.
İç çatışmaları çözmenin tek yolu psikanaliz değil. Hayatın kendisi, hâlâ, çok etkili bir terapist. (Karen Horney, psikanalist)
‘Terapi mi? Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?’ (Rainer Maria Rilke, şair)
İçinde bulunduğumuz çağ bize bir aidiyet, anlam ve emniyet duygusu sunmuyor. Gerçek dünyada yitirmiş olduğumuzu, sanal dünyada yana yakıla arıyoruz.
Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sadece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını
Akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu.
Samimiyet ruhun özgürlüğüdür.
Anlamak ve hissetmek bizi insan kılar. Bu arınışla insan oluruz.
Bağlanma kuramı ile ilgilenen psikoloji düşünürleri, insanın iki temel gereksinimi olduğunu ve bu iki gereksinimin de dengeli bir şekilde elde edilmesiyle kişinin mutlu, huzurlu bir hayat sürebileceğini belirtiyorlar. Bu gereksinimlerden ilki, kişinin öteki ile yaşayacağı çok yakın, sıcak, kabullenici, şefkat verici, anlayışlı, sabırlı bir ilişki olarak görülüyor. Biz bu ilişkiye doygun ilişki de diyebiliriz. Doygun ilişki, kişinin ihtiyaç duyduğu tüm değerleri ona verebilen bir ilişki olarak görülmektedir. Doygun ilişki ihtiyacı, çocuğun doğduğu andan itibaren hissettiği bir ihtiyaçtır. Henüz kendi varlığını idame ettiremeyecek olan çocuk, fiziksel ve psikolojik bütün ihtiyaçlarını anne ile kurduğu bu doygun ilişki vasıtasıyla elde edebilecektir. Anne çocuğa sabırla, anlayışla, sevgiyle, onun ihtiyaçlarını gidermek arzusuyla yaklaştıkça çocuk, hayati bir endişe duymasının yersiz olduğunu anlayacak, hayati güven hissi ve sevildiğini bilme yetisi ile büyüyecektir. Doygun ilişki kişinin doğumuyla birlikte başlayan bir ihtiyaç olmasına rağmen, aslında hayat boyu süren bir ihtiyaçtır da. İnsan, hangi yaşta olursa olsun bu doygun ilişki ihtiyacını hep hissedecek, artık yalnızca eveveyni ile değil, diğer bütün insanlarla olan birlikteliklerinde de doygun ilişki ihtiyacını gidermeye çalışacaktır. Özellikle hayatının ilk yıllarında bu ihtiyacı giderilen, yani sevildiğini, önemsendiğini, korunduğunu bilen kişiler, doygun ilişkide aynı değerleri ötekine hissettirmek arzusunda olacaktır. Bu durumda kişinin öteki ile kurduğu ilişki, sadece kendi varlığını değil, ötekinin varlığını da tatmin edecek olan bir ilişkidir. Doygun ilişki ihtiyacının giderilmesi zamanla kişinin hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu ikinci gereksinimin de giderilebilmesini sağlar; özerklik, doygun ilişki sayesinde gelişen özgüvenin, kişinin kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlamasıdır. Kişi artık ötekinin dediğini yapmak, düşündüğünü düşünmek, ondan onay veya izin almak ihtiyacını daha az hissedecek; kendini ötekiyle kurduğu ilişkide ona ispat ve kabul ettirmek için onun seveceği kalıplara girmek zorunluğunda hissetmeyecektir. Ötekinin varlığıyla gelen doygun ilişki otonomiyi oluşturacak, özerk kişi, bu durumda ötekine bağımlı hale gelmeyecektir.
İyi görülmemiş olan, iyi dile getirilmemiştir.
Anlamak ve hissetmek bizi insan kılar, bu arınışla insan oluruz.
Göz, hep karşıya bakar. Kendi aksini görmek isteyen nasıl aynaya bakarsa, kendi benliğini ve varlığını görmek isteyen de öylece öteki ne bakar.
İnsan incinebilir bir varlıktır ve kimse yeteri kadar iyi değildir.
Özellikle çocukluk deneyimlerinin benlik üzerinde bıraktığı izler üzerinde sık sık durulurken, saldırganlık gibi suça dönük davranışların altında da bastırılamayan ve kabul edilemeyen duyguların yattığı düşünülür.
İnsan, ister sosyal gerçekliğini, kimliğini, ya da hayatin anlamını arasın, isterse dünyayı anlamlandırma yolunda girişimlerde bulunup bilimsel çalışmalar yapsın; her haliyle ötekinin varlığına muhtaçtır.
Hakikat büyüktür, ve onu bir insan, bir bakış açısı, bir düşünce akımı tek başına açıklayamaz.
Çevremizin kurallarını bilmezsek, kendimizi de bilemeyiz, kendimizi bilemezsek hiçbir zaman özgür olamayız. Acılıkla doluysak ve bu acılık kaçınılmaz içgüdüsel çabanın bir sonucuysa yüreklerimiz hiç tatlanamaz. Eğer bilincimizin hiçbir yaşamsal parçasını çevremize borçlu değilsek, çevreyi değiştirmenin anlamı yoktur.
Ben kendi işimi yaparım, sen kendi işini. Bu dünyaya senin beklentilerini karşılamaya gelmedim. Sen de bu dünyaya benim beklentilerime göre yaşamak zorunda değilsin. Sen sensin, ben de benim. Şans eseri birbirimizi bulursak, bu güzel.Bulamazsak dert değil.
Yapmamız gereken, kendilerine mahsus hayatları olan kanlı canlı insanlara dikkat kesilmek ve onların ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarımız kadar ciddiye almaktır.
İnsan olmanın ne demek olduğu artık sorgulanmamaktadır.
Çağımız insanı artık gerçek duygularını yaşayamaz; onları eyleme dökemez; olsa olsa duygu simülasyonu yaşayabilir. Olayların insanlarda kolektif bir coşku yarattığı, onları duygulandırdığı ve eyleme sevk ettiği zamanlar geçip gitmiş, duygular paketlenip kullanıma sunulmuştur. Artık televizyon ekranlarında izlediği soykırıma karşı tek yapabildiği, nazik olmak ve merhamet duymaktır.
Duygunun terk edilmesi, modern kişinin en temel duygusal gerçekliği olarak tarif edilen, derin bir içsel küntlük ve ölüm hali ne yol açar; varoluşsal sorunlar ve ruh ölümü de böyle bir ortamda filizlenir.
O kadar meşgulüz ki karşımızdaki insanı can kulağıyla dinleyemiyor ve bu yüzden de onu hakkıyla tanıyamıyoruz.
Kişinin yanı başında ona omuz vermiş dost ve yakınları varken zorluklarla başa çıkması daha kolaydır.
Modernleşme, insanları özgürleştirmiş, fakat aynı zamanda da güvensiz de kılmıştır.
Bir başkasının kendisini, ıstırabını, sıkıntısını kısmen de olsa anlayabileceğine olan inancın bizatihi, derinden derine iyileştirici bir etkisinin olacağı düşünülmektedir.
Belirli bir statü veya zenginliğe erişmek de hedef olamaz, hedef belki de ölüm endişesine ve erken duygusal acılara karşı geliştirdiğimiz savunmalara meydan okumaktır. Ancak bu şekilde daha canlı insanlar olabiliriz. Daha dolu bir hayat; korku, endişe ve acı gibi nahoş duyguların olmamasıyla kendini gösteren, sözüm ona bir mutluluk hali değildir. Tam aksine, merhamet ve anlam dolu bir hayatı kovalamak, hayatın bütün boyutlarında incinebilirliği kabullenmektir. Neşe kadar kederi, rahatlık kadar acıyı, güven kadar korkuyu da kabullenmektir.
Terapi kültürü insanın kurban oluşunun farkındalığını artırmayı hedefler.
Diğer insanlara yakın olmanın zarar görmek anlamına geldiği bir ortamda benmerkezci anlayış gittikçe yükselir.
Menzil-i maksud, bazen yolculuğun ta kendisidir.
Ben, ne zaman ben desem ya bir şey ile ya da sen ile ilişki içinde bir benden söz etmiş olurum.
İnsanım ben, insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değil.
İç çatışmaları çözmenin tek yolu psikanaliz değil. Hayatın kendisi, hâlâ, çok etkili bir terapist.
Ya şeytanlarımı kovayım derken,meleklerimi ürkütürsem?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir