İçeriğe geç

Turkish Foreign Policy Kitap Alıntıları – William Hale

William Hale kitaplarından Turkish Foreign Policy kitap alıntıları sizlerle…

Turkish Foreign Policy Kitap Alıntıları

lran’ın Türkiye’deki aşın İslamcı terörü desteklediği 24 Ocak 1993’te, sevilip sayılan ve laik bir gazeteci olan Uğur Mumcu cinayetinden sonra ortaya çıktı. Bundan d ört gün sonra, Türkiye’nin önde gelen işadamlarından ve lstanbul’un Yahudi cemaatinin tanınan bir üyesi olan Jak Kamhi’ye başarısız bir suikast girişiminde bulunuldu. Cinayet soruşturmaları, iki yıl kadar önce öldürülen laik gazeteciler Çetin Emeç ve Turan Dursun cinayetlerini de kapsıyordu. Mumcu cinayeti zanlısı bulunmadığı halde, içişleri Bakanı ismet Sezgin, 4 Şubat’ta yapılan bir basın konferansında, bu cinayetlerden sorumlu tutulan 19 kişinin tutukla ndığını ve bunlardan çoğunun İran’da terörizm eğitimi aldığını itiraf ettiğini söylemişti. Tahmin edilebileceği gibi İran olaylara bu şekilde karıştığını reddetmişti.
Dağlık Karabağ konusunda lran’ın Ermenistan ve Rusya’yla saf tutması Türkiye’yle bazı sürtüşmelere sebep olmuştu ama bunlar çok tehlikeli boyutlara ulaşmamıştı. İran Orta Asya’daki yeni cumhuriyetlerde İslam devrimi d avasını sürdürmekten vazgeçmişti ve m evcut devletlerle ilişkilerini sürdürerek ekonomik çıkar sağlamayı tercih ediyordu. Devletler arasında da görüş ayrılıkları bulunuyordu. İran , Tacikistan’a çok önem veriyor, ama Türkiye değerli bulmuyordu. Bununla birlikte Kırgızistan her iki ülke için de önemliydi. Bu şekilde bu iki devlet olası çarpışma alanından çıkmış oluyorlardı. Benzer şekilde Kazakistan coğrafi ve siyasi
bakımlardan Rusya’ya, Türkiye veya lran’a olduğundan çok daha yakındı. Türkiye’yle lran’ın Türkmenistan konusunda, genellikle işbirliği içinde bir ilişkileri vardı. Bunun dışında Türkiye’yle İran çıkarlarının çeliştiği tek devlet Özbekistan oluyordu. Ama Türkiye’yle zaman zaman yaşadığı tartışmalara rağmen İslam Kerimov lran karşısında Türkiye’nin tarafını tutuyor ve han bu durumu kabullenmeye hazır görünüyordu. Bunun dışında her iki ülke de, Orta Asyalı ya da Kafkas devletlerinin birer Rus uydusu haline gelmesini istemiyorlardı. John Calabrese, lran’la Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslardaki olasılıkları Moskova’yla geçici görüş birliği n e varılmasına dayanıyordu sonucuna varmıştır.
Zor zamanlarda bile Türkiye’nin İran’a yıllık ticaret hacmi 1992-98 arasında 908.000.000 dolar seviyelerinde kalmıştı ve İran Türkiye için önemli bir doğal gaz ve ham petrol sağlayıcısı olma potansiyeline sahipti. Türkiye’nin lran ‘la yapacağı işbirliğinden elde edeceği faydalarla birlikte, bu yoldaki engeller de belliydi. Tahran yöneticileri, lsrail’le birlikte Amerika’nın Orta Doğu’da önemli bir müttefiki olan Türkiye’ye kuşkuyla bakıyorlardı. lran Hükümetiyle Türkiye ortak güvenlik anlaşmaları imzalarlarken, Türkiye lran rejiminin bazı militanlanların Türkiye’deki aşırı lslamcı teröristlere yardım ettiğinden ve Suriye örneğinde olduğu kadar önemli olmasa bile PKK’nın lran’daki bazı üsleri kullandığından şüpheleniyordu. Özellikle Türk Silahlı
Kuwetleri, biraz laik ilkeleri, biraz da lran topraklarından gelen PKK
saldırıları sebebiyle İran’a karşı kararlı bir tavır almıştı. Türkiye-İran
ilişkilerinden sorumlu politikacı çevrelerinde var olan bu görüş ayrılıkları, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’yle olan ilişkilerini zora sokmuştu -özellikle Türkiye’nin, lran-Libya Yaptırım Yasası’yla ABD’nin lran’a uyguladığı yaptırımlara karşı çıkmasıyla.
Türkiye’den bir grup ticaret heyeti Bağdat’ı ziyaret ederek, BM ambargosunu kaldırana dek Türkiye’nin lrak’la normal ekonomik ilişkiler kuramayacağını belirtmekle birlikte, Irak Hükümetiyle bir ekonomik protokol imzaladılar. Bu sırada dışişleri bakanlığı, lrak’la yapılan görüşmelerin batılı müttefiklerle yakın istişarelerde bulunularak yapıldığını vurguluyordu.
Türkiye’nin bu konuda asıl amacı yaptırımların kaldırılması için Saddam Hüseyin’i BM şartlarına uymaya ikna etmek ve Batılı Devletlere aynı doğrultuda baskı uygulamaktı. Rusya’yla Fransa’nın da yaptırımların kaldırılmasından yana oldukları biliniyordu. Aralık 1996’da Saddam Hüseyin, BM Güvenlik Konseyi’nin, Nisan 1995’te, 986 sayılı kararını kabul edince bu yönde bir adım atılmış oldu. Bu karara göre lrak altı aylık dönemler içinde 2.000.000.000 dolar tutarında petrol ihracatı yapabilecekti. Bu miktarın yüzde 65’i gıda ve tıbbi malzeme alımında, geri kalanıysa BM’nin denetim operasyonunda ve Türkiye de dahil Orta Doğu ülkelerine yapılacak savaş tazminatında kullanılacaktı. İhraç edilen petrolün yaklaşık yansı Kerkük-Yumurtalık boru hattıyla taşındığından, Türkiye en karlı çıkan ülkelerden biriydi. Saddam Hüseyin’in BM silah müfettişlerinin çalışmasına izin vermemesi sebebiyle, 986 sayılı kararın uygulanamamasına rağmen, yeni yapılan düzenlemelerle ambargonun açlığı zararları bir miktar karşılaması ümidiyle Türkiye’ye yılda yaklaşık 500.000.000 dolar gelir sağlanıyordu. Buna rağmen Türkiye yaptırımların tamamen kaldırılması konusunda diretmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanı lsmail Cem, BM’yle mutabık kaldıktan sonra, Şubat 1998’de Bağdat’ı ziyaret etmişti. Ziyareti sırasında Irak’ı BM önergelerine tam anlamıyla uymaya teşvik etmek amacıyla, yaptırımların sona ermesi, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde yeniden lrak egemenliği kurulması ve bölgesel işbirliği planlarına lrak’ın katılmasını sağlamak için teklifler sunmuştu.
Özal, ABD politikasına bağlı kalarak Saddam Hüseyin’e karşı çıkmış olsa da, o sıralar muhalefette olan Bülent Ecevit savaşın ardından Bağdat’a özel bir ziyarette bulunmuş ve BM’nin lrak’a uyguladığı ambargoyu destekleyen ABD politikasına ve Türkiye’nin Huzur Operasyonu’na verdiği desteğe karşı saldırıda bulunmasına izin vermişti.
Dönem boyunca lrak, Ankara’daki büyükelçiliğini açık tutmuştu. Türkiye’yse 1993 yılında Bağdat büyükelçiliğini yeniden açmıştı. Türk resmi dış ticaret istatistikleri 1991 ‘den sonra lrak’tan çok az ithalat yapıldığını ve ihracatın hiç olmadığını gösterse de, Habur sınır kapısını geçen gıda ve diğer malzeme taşıyan Türk kamyonları, Kerkük’teki rafinerilerden doldurdukları dizel yakıtla geri dönüyorlardı. Iraklılar bu malzemelere ve günde yaklaşık 150.000 dolan bulduğu söylenen gümrük vergilerinden elde ettikleri gelire çok fazla bağımlı oldukları için BM buna izin veriyordu. Habur sınır kapısı Ağustos 1994’te yeniden açılmıştı. Bundan bir ay sonra Türkiye’den bir grup ticaret heyeti Bağdat’ı ziyaret ederek, BM ambargosunu kaldırana dek Türkiye’nin lrak’la normal ekonomik ilişkiler kuramayacağını belirtmekle birlikte, Irak Hükümetiyle bir ekonomik protokol imzaladılar. Bu sırada dışişleri bakanlığı, lrak’la yapılan görüşmelerin batılı müttefiklerle yakın istişarelerde bulunularak yapıldığını vurguluyordu.
lrak Kürdistanının kuzey ve Türkiye’yle sınır olan kısmını elinde bulunduran Barzani ‘yle a nlaşmaya varmak daha kolaydı. Talabani’nin merkez üssü güneyde bulunuyordu. Ağustos 1996’da Barzani’nin Saddam Hüseyin ‘le KYB’ne karşı ittifak kurmasıyla sivil savaş yeniden başladı. Bu sırada iran, Hükümet karşıtı Iraklı Kürtlerin KDP’yle işbirliği içinde olan (KDPl) iranlı Kürt kuwetlerine karşı KYB’yle işbirliği yaparak mücadeleye kanşmış oldun. tık başlarda lrak’ın yardımıyla Barzani kuwetleri Erbil ve Sülemaniye’deki KYB kalelerini ele geçirmişti ama Ekim ayında olasılıkla iran ‘ın yardımıyl a KYB arayı kapatmaya ve
kaybettiği yerleri yeniden ele geçirmeye başlamıştı. Buna göre 1996 yılında bir tarafta İran, KYB ve PKK, diğer yanda Türkiye, KOP ve KDPl ittifakı bulunuyordu. Bu sırada KDP’yle KYB’nin birbirlerini arenadan eleyememeleri durumu dengeliyordu. Bu sayede, Türkiye, Eylül 1996’da sınırlannı lrak topraklanna doğru birkaç mil genişleterek bir GÜVENLİK BÖLGESİ oluşturacağını duyurmuştu. Mayıs ve Ekim 1997’de Türk kuwetleri Kuzey lrak’ta başka operasyonlar da yaptılar. 1995 yılındakinden daha büyük olan bu saldınlarda Türk Hava Kuwetleri, KYB ve PKK m evzilerini bombaladılar
Mayıs 1994’te KDP ile KYB arasında kıyasıya savaş başlamasıyla PKK, KDP kontrolündeki Türk sınırına yakın bölgede üsler kurmuştu. Bu da 1995 yılının Mart ve Temmuz aylarında Türkiye’nin, cumhuriyet tarihinin başlangıcından itibaren 35.000 askerle, sınırlarının dışında katıldığı en büyük askeri operasyon olduğu söylenen sınır ötesi bir operasyona başlamasına neden olmuştu.
Kasım 1992’de Türkiye, Suriye ve lrak, Irak’la lran’ın topraklarının dağılmasını (ABD politikasın a yapılan bir eleştiri) engellemeye kararlı olduklarını göstermek için düzenlenen, bir dizi üç taraflı toplantılara başlamıştı. 1995 yılına kadar devam eden bu görüşmelerin amacı, Arapların ve iranlıların, Türkiye’nin PKK’ya yönelik Kuzey lrak’a yaptığı operasyonların asıl amacının Musul ve Kerkük petrol yataklarını ele geçirmek olmadığına ikna etmekti.
ilk problemler ve politikalar 1991 -1995 yılları arasında ortaya çıkmaya başlamıştı. 1980’1erde Türk Hükümetleri her iki Iraklı Kürt partisiyle -Mesut Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile Celal Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği Partisi (KYB)- de arasını soğuk tutmuştu. Bu şüpheler karşılıklıydı. Aslında1983’den 1987 ‘nin sonunda PKK masum insanlara ve hatta KDP üyelerine saldırana kadar KDP ile PKK ittifak içindeydiler. Bundan sonra Öcalan’ın örgütü, KYB’le ittifak kurmuştu. 1991 Körfez Krizi’nden sonra durum esaslı bir değişikliğe uğradı. Mart 1 99 1 ‘de Saddam Hüseyin ‘e karşı Kürt isyanı tüm hararetiyle devam ederken, Turgut Özal Türk geleneğini bozmuş ve Celal Tal abani’yle KDP temsilcisi Muhsin Dizai ‘nin Ankara’ya gizli bir ziyaret yapmalarını sağlamıştı. Her
iki Kürt lider de gerek kendi aralarında gerekse Amerika Birleşik
Devletleri ‘yle temasta bulunmalarını Türkiye’nin onaylaması nedeniyle bu bağlantıya sıcak yaklaşmışlardı. Bu ilgi, Kürtlerin Huzur Operasyonu vasıtasıyla Türkiye’den aldıkları yiyecek ve diğer malzemelere m uhtaç olmalarından dolayı, Saddam Hüseyin’in isyanı acımasızca bastırmasının ve Kuzey lrak’ta güvenlikli bölgenin kurulmasının ardından d a devam etti. Öte yandan, Türkiye’nin Kuzey lrak hakkında emin kaynaklardan bilgi alması ve orada yaşananlar üzerinde bir miktar nüfuz sahibi olması gerekiyordu -özellikle PKK ile KDP ya da KYB’nin yeniden ittifak kurmalarını önlemek maksadıyla.
Tarihi açıdan bakıldığında, Bağdat’taki rejimin sık sık değişmesine rağmen Türkiye’nin l rak’la ilişkileri genellikle işbirliği şeklindeydi ve her iki ülkenin de Kürt milliyetçiliğine karşı çıkmakta ortak, menfaatleri bulunuyordu. Saddam Hüseyin rejimi sürsün ya da sürmesin (gelişmelere bakılırsa süreceğe benziyordu) l rak bir devlet olarak ayakta kalmaya devam edecekti ve bu sebeple Türkiye uzun sürecek bir anlaşmazlığa girmeyi göze alamazdı. H er şeyin ötesinde Türkiye Saddam’ın PKK’yla ittifak kurmasını önlemeliydi -bunda başanlı da oldu. Ayrıca Türkiye’nin lrak’a uygulanan ambargodan çıkan yoktu, tam aksine kendisine zarar getiriyordu. Buna karşılık Türkiye, sözgelimi yaptınm rejimini gözardı ederek veya Saddam
Hüseyin’le politik bir antant sağlayarak kendi istekleri doğrultusunda hareket edemezdi
7 Ekim tarihinde Abdullah Öcalan’ın Rusya’ya gitmek üzere Suriyeden ayrıldığı bildirilmiş.
Bu, diğer Orta Doğu devletlerini -özellikle Mısır- yoğun diplomatik faaliyetlerde bulunmaya itti . Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in, kardeş Arap devleti olan Suriye’yle kendisinin de müttefik olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefiki olan Türkiye arasında çıkacak askeri bir çatışmayı önlemekte çıkarı vardı. Suriye’ye lsrail’le barış anlaşmasını kabul ettirmek isteyen Amerika Birleşik Devletleri, Mübarek’in arabuluculuk girişimlerini desteklemişti. Bu arada Orta Doğu’da Suriye’nin en yakın dostu olan İran, Türkiye’yle silahlı bir çatışmanın içine sürüklenmek istemiyordu. Türkiye’yle Suriye’nin, lran ve Mısır’ın arabuluculuğunu kabul etmeye hazır olması sevindiriciydi. Mübarek’le lran Dışişleri Bakanı Kemal Kharrazi Ankara ‘ya ve Şam’a derhal ziyaretlerde bulunmuşlar ve bir kriz çıkmasını önlemişlerdi
1998 sonbahanna kadar bu konuda bir gelişme olmamıştı. Bu tarihten sonra Türk Silahlı Kuvvetleri PKK’ya karşı yurt içinde verdiği savaşta üstünlük sağlamış ve PKK’nın Kuzey lrak’ta faaliyet gösterm esini büyük ölçüde engellemişti. Dolayısıyla Suriye’de bulunan PKK, geriye kalan tek engel oluyordu. Eylül 1998’de Türkiye, Hafız Esat’ın 1987 ve 1992 anlaşmalarından doğan yükümlülüklerini yerine getirmesi konusunda, Suriye’ye karşı askeri kuwetlerin desteklediği güçlü bir kampanya başlattı. Türk birlikleri sınıra doğru ilerl erken, Türk Kara Kuwetleri Komutanı Atilla Ateş, Suriye sınırının kuzeyindeki Reyhanlı’yı ziyaret ederek, ”Türkiye’nin beklentileri yerine getirilmediği takdirde, her türlü tedbiri alma hakkımızı
kullanacağız. Artık sabrımızın sınırı doldu şeklinde bir açıklama yapmıştı
Fırat meselesinde olduğu gibi (ve bir bakıma bu yüzden), Suriye’nin
PKK’ya verdiği destek sebebiyle Türkiye’yle Suriye’nin 1990-1998 yılları arasında yaşadığı tartışmalar bir sonuç üretmedi. Suriyeli General Adnan Badr Hasan’la Türk Jandarma Komutanı Eşref Bitlis arasında 1992 yılında terörizme karşı ortak mücadele ve her iki ülkede yasadışı olarak tanımlanan örgütlere destek verilmesini veya sığmak sağlanmasını yasaklayan anlaşmanın imzalanmasıyla bir ilerleme kaydedilir gibi oldu. Suriye bu anlaşmanın üzerine topraklarında bulunan PKK’nın yasadışı bir örgüt olduğunu duyurmuştu. 1993 -94 yıllarında Türkiye’nin lrak’taki Kürt meselesine üç ülke arasında ortak bir politika uygulaması girişiminin bir parçası olarak, Türkiye, Suriye ve daha sonra lran içlerinden herhangi birine düşmanlık güden örgütlere destek vermeme konusunda anlaşmışlardı. Türkiye, Suriye’nin PKK’ya destek vermesi ve Abdullah Öcalan’a barınak sağlamaya devam etmesi durumunda, Suriye’yle Fırat suyu konusunda görüşmelere başlamayacağını açık bir şekilde ortaya koymasına rağmen, Suriye’nin her ikisini de yapmaya devam ettiği apaçık ortadaydı. 1994-95 yıllarında her iki taraf da ticaret bağlarını geliştirmeye teşebbüs etmişler ama fırat veya PKK anlaşmazlıklarına çözüm getirilememesi sebebiyle bu girişimler önemli siyasi neticeler doğurmamıştı.
Fırat suyu konusunda yaşanan gerginlik Ocak 1 990’da, Türk yetkililer
Atatürk Barajı’nın arkasındaki baraj gölünü dol durmak için nehrin
akışını durdurduğunda, tehlikeli bir n oktaya gelmişti. Bir ay süren bu
işlem sırasında Türkiye’nin verdiği rakamlara göre, ülke dışına gönderilen su saniyede 22 metreküpe inmişti. Ama doldurma işlemi başlamadan önceki 51 gün boyunca, Suriye’yle l rak’a depolarında daha fazla su biriktirme imkanı sağlayarak, su akışı saniyede 770 metreküp
seviyesinde tutulmuştu. Yine de bu, diğer Arap devletlerinden büyük
ölçüde sözlü destek alan nehrin aşağısındaki devletleri tatmin etmemişti. Özellikle Irak, protestolarını yüksek sesle duyurmuştu. Dönemin
Başbakanı Yıldırım Akbulut Mayıs 1 990’da Bağdat’ı ziyaret ettiğinde,
Irak Hükümeti PKK’nın takibinde Türkiye’ye Irak topraklarına girmeye
izin tanıyan 1984 güvenlik anlaşmasını yenilemeyi reddetmişti
( 1988’de süresi dolacaktı). Bu sırada Irak ve Suriye Hükümetleri, Türkiye’den gelecek olan Fırat suyunun yüzde 42’sinin Suriye’ye, yüzde
58’inin lrak’a verilmesi konusunda anlaşmışlardı. Bunun ardından yaşanan Körfez Krizi’yle lrak’a koyulan ambargo sonucunda Irak, anlaşmazlık konusunda önemli bir oyuncu olmaktan çıkmıştı. Buna rağmen takip eden altı yıl boyunca, Türkiye’yle Suriye arasında ara sıra yapılan görüşmeler sonucunda herhangi bir ilerleme kaydedilemedi.
Tam aksine zaman zaman, aynı petrolün Arapların özkaynağı olduğu gibi, nehrin kendi doğal özkaynağı olduğunu ileri sürmüş ve kullanım önceliği hakkı olduğunu iddia etmişti. Buna karşılık Suriye ve lrak, üç ülke arasındaki uzun tarihi geçmişe dayanarak, Fırat suyu üzerinde önceden edinilmiş veya tarihi hakları olduğunu öne sürmüşler
Türkiye’nin Atatürk Barajı’nın tamamlanmasından sonra Fırat suyunu daha fazla kullanması bu sorunun yalnızca bir boyutudur. Nehrin geçtiği her üç ülkenin de talep ettiği su miktarının, nehir suyunun sağlayabileceği miktarın yüzde 60 üstünde olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Bir Türk yazar, uluslararası yasalara göre Türkiye’nin siyasi bir silah olarak suyu kesmeye hakkı olmadığını ve Mayıs 1997’de BM Genel Kurulu’nca kabul edilen Uluslararası Su Yollarının Kullanımı Yasası gereğince nehir sularının yukarı bölümündeki ülkelerin, aşağıda kalan ülkeleri zor durumda bırakamayacağını yazmıştı
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden daha önce başlayan anlaşmazlıklardan kaynaklanan gerginlikler, her iki ülkede de güçlü duyguları harekete geçirmişti. Bunlar en başta Suriye’nin PKK’ya verdiği destekten kaynaklanıyordu. Öte yandan Suriye’yse, kendisini hayati bir ihtiyacından mahrum bırakacak Fırat Nehri suları üzerinde Türkiye’nin limitsiz kullanım hakkını önlemeye kararlıydı. Suriye’nin 1 939 yılında Türkiye tarafından ilhak edilen lskenderun ya da Hatay ilinin geri verilmesi yolundaki çağrılarının iki ülke arasındaki ilişkilerde kopukluk yaratma ihtimali hala vardı ama l990’larda Suriye’nin bunun imkansız bir hedef olduğunun farkına vararak, meseleyi öncelikli listesinde daha alt sıralara yerleştirdiği anlaşılıyordu.
Türk ordusu, Kürt sorunu sebebiyle Batı Avrupa ve Amerika Birleşik
Devletleri’nden sağlayamayacağı gelişmiş silah ve istihbaratı lsrail’den
alarak bu anlaşmadan kesinlikle fayda sağlamıştı. Hafız Esat’ın Ekim
1998’de Abdullah Öcalan’ı Suriye’den sınır dışı etmeye ikna olmasında Türkiye-lsrail bağlantısının bir etkisi olup olmadığı, o sıralar İsrail
Hükümetinin tarafsız olduğunu açıklaması sebebiyle tartışmaya açık
bir konudur. Ekonomik açıdansa her iki ülke de serbest ticaret anlaşmasından kar sağlamış, iki ülke arasında 1995’te 407.000.000 dolar
olan yıllık ticaret hacmi, 1998 yılında 761 .000.000 dolara çıkmıştır.
Buna rağmen bu rakam Türkiye’nin toplam dış ticaretinin sadece yüzde 1 ‘ini oluşturuyordu. Türkiye ekonomik açıdan hala Arap ülkeleriyle yaptığı ticarete bağımlıydı, bunun en büyük sebebiyse petrol ve doğal gaz ithalatıydı. Gıda ve hafif sanayi ürünleri için Arap ülkelerinde
önemli piyasalar bulabiliyordu.
Mayıs 1997’ye kadar İsrail PKK’ya karşı Türkiye’yi desteklemeyi reddetmişti ama bu tarihten sonra Abdullah Öcalan’ın örgütünü kınayarak İsrail’in bu ilkesini bozmuş oldu.
Buna karşılık PKK, gerçekleştirememesine rağmen, İsrail hedeflerine
saldırı tehdidinde bulunmuştu. Böyle davranmasına rağmen lsrail,
Türk ordusunun PKK’ya karşı verdiği mücadeleye katılmayarak bunu
tamamen Türklere bırakmıştır
Türk ve İsrail politikaları tüm meselelerde uyum içinde değildi. Türkiye’deki laik hükümetler Erbakan’ın iran’la kucaklaşmasını desteklemezken, hfü lranlılarla ilişkilerin devam etmesine ihtiyaçları vardı ve iran’ın Hükümet yapısının kendi iç meselesi olduğu gerekçesiyle lsrail’in lran rejimini kınama teklifini reddetmişlerdi. lsrailliler kendilerini lran ‘ın elinde nükleer silahlar bulundurduğu konusunda uyardığında, Orta Doğu’nun herhangi bir yerinde nükleer silahların çoğalmasına karşı olduklarını belirterek, lran kadar lsrail’i de eleştirmişlerdi
. Bu sırada lsrail’de, Nisan 1996’da iktidara gelen sağ kanat Benjamin Netanyahu Hükümeti, bölgesel güvenlik yapısının temeli olarak gördüğü, Türkiye’yle oluşturulacak tam bir askeri sözleşmenin sonuca bağlanması
için acele ediyordu. Türklerse genel bir Arap-İsrail barış anlaşması sağlanmadığı müddetçe bunu yapmayı reddediyorlardı. Netanyahu barış
anlaşmasında Araplar tarafından kabul edilemez olanlar dışında tüm
maddelere karşı çıkıyordu. Tel Aviv’de bulunan Türk büyükelçi, Netanyahu’nun teklifini ben askeri bir ittifak olmasına karşıyım çünkü bu, bölgeyi ‘biz’ ve ‘onlar’ arasında bölecektir diye cevaplamıştı
Haziran 1996’da Şam’da yapılan bir toplantıda, Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan liderleri, Türkiye’nin lsrail’le yaptığı askeri anlaşmayı yeniden değerlendirmesini talep eden kısa bir bildiri yayınladılar. Aynı ay Kahire’de yapılan Arap zirvesinde bu talep yinelendi. Bu zirvede Suriye’nin Türkiye’yi kınama önerisini Ürdün veto etmişti. Anlatılanlara göre lran Hükümeti Suriye’ye, İsrail’le Türkiye’ye karşı bir Suriye-İran Askeri Paktı teklifetmiş, fakat bir sonuca ulaşmamıştı
Planlarını iki taraflı temaslar şeklinde sürdüren Erbakan, yönlü ilişkiler geliştirmekte gecikmemiş, G-7 ve diğer batılı ekonomik gruplara karşı Müslüman ülkelerden oluşan D-8 (developing kelimesinin ilk harfi, gelişmekte olan manasında) grubunu kurmuştu. Yine de Müslüman ülkelerin çoğunluğu -Mısır hariç hiçbir Arap ülkesi ve hiçbir Orta Asya cumhuriyeti- bu oluşumda yer almıyordu. Olasılıkla lran taraftarı olarak yorumlanabilecek bir gruplaşmanın içine girmek istemiyor ya da Erbakan’ın projesini ciddiye almıyorlardı
islamcı bir dış politika geliştirme yolunda Erbakan, Ağustos l 996’da,
İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya’ya geziler yapmış ve
bu gezilerine Ekim ayında Mısır, Libya (bir kısmı Müslüman) ve Nijerya ‘yla devam etmişti. Libya ziyareti siyasi bir fiyaskoydu. Muammer Kaddafı Türkiye’nin lsrail’le kurduğu ilişkiler sebebiyle Erbakan’ı azarlamış ve bağımsız bir Kürt devleti kurulması yolunda apaçık çağrıda bulunmuştu.
Türk basın raporlarına göre iki ülke arasındaki askeri işbirliği, Orta Doğu’nun savunulması için bölgesel ittifak zinciri yle bağlantılı olduğu düşünülen ve Washington’un önerisi üzerine 1995 yılında lsrail’le Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan savunma paktına dayanıyordu32. Yine de Türkiye’yle lsrail arasında Şubat, 1 996’da imzalanan Askeri Eğitim ve lşbirliği anlaşması bu kadar geniş kapsamlı değildi. Beş yıl geçerli olan anlaşma, takip eden yıllarda yenilenecekti. Anlaşmaya göre karşılıklı askeri ziyaretler yapılacak, birbirlerinden askeri teknikler öğrenecekler, lsrailli ve Türk pilotlar birbirlerinin ülkelerinde ortaklaşa eğitim göreceklerdi. Karadan havaya füze sistemleriyle gelişmiş silah sistemlerinin üretiminde ve istihbarat alışverişinde Türkiye’yle lsrail işbirliği yapacaklardı.
Türkiye tüm hunlarla beraber, halihazırda kullanılan Kiri] alfabesi ya da lran gibi diğer Müslüman ülkelerden alınan Arap yazsı yerine, ulusal dillerin yazınında Latin alfabesinin benimsenmesini desteklemişti. Bu kampanya başarılı oldu. 1996 yılında, bazı vatandaşları olasılıkla Kiril alfabesini kullanmaya devam edecekleri halde, Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan resmen Latin alfabesini kullanmaya başladılar
1994’te istanbul’da yapıldığında, devlet başkanları, Dağlık Karabağ sorununa barışçıl bir çözüm getirilmesi konusunda BM önergelerini uygulamayı ve bölgenin petrol ve doğal gaz boru hatlarının Türkiye üzerinden geçirilmesi konusunda anlaştılar .
Politik ve ekonomik birlik fikrinden vazgeçilince, Türkler gayretlerini bölgeyle kültür, ticaret, eğitim ve yatırım bağlarını geliş tirmeye yoğunlaştırdılar. llk olarak Türk liseleri ve üniversitelerine gidebilmeleri için her yıl 10.000 Orta Asyalı öğrenciye burs verildi. Ya bancı dışişleri bakanlıklarına bağlı olan ve 1992 yılında kurulan Tür kiye işbirliği ve Kalkınma Ajansı {TlKA) şemsiyesi altında, teknik yardım, eğitim ve kültür işbirliği ve bölgedeki küçük sanayilerin geliştirilmesi gibi uygulamalar yürütüldü. Milli Eğitim Bakanlığı, Orta Asya’da, ulusal dillerin yanı sıra Türkçe ve ingilizce eğitim veren okullar açtı. Ama Fethullah Gülen’in liderliğindeki Fethullahçılar tara fından bölgede yaptırılan özel Türk okullarının sayısı bu okullardan daha fazlaydı. 1999 yılında Fethullahçıların Tacikistan hariç tüm Orta Asya cumhuriyetlerinde 73 okula sahip olduğu söyleniyordu. Fethullahçıların sahip olduğu, ulusal dillerde ve Türkçe basılan, islamcı milliyetçi bir çizgiye sahip Zaman Gazetesi bölgede dağıtılıyordu .
Ekim 1 992’de Ankara’da tüm Türki devletlerin devlet başkanlarının katılacağı ilk Türki zirvesi gündemini hazırlamışlardı. Orta Asya gezisi sırasında Demirel, Türkiye’nin egemenliğinde olmamakla birlikte, bir tür Türki milletler topluluğuna ya da bağımsız Türki devletler birliğine atıfta bulunmuştu.
Önerilen diğer modeller lskandinav ülkeleri birliğiydi. Zirvenin sonunda Ankara Siyasi Deklarasyonu ya da Ekonomik Deklarasyon
çıkması bekleniyordu. Ekonomik yönden Özal, serbest ticaretin önündeki engeller açılarak ve yeni taşımacılık sistemleri geliştirilerek, bir
Ortak TürkiPiyasası kurulmasını ümit ediyordu .
Ama gerçekte, ilk Türki Zirvesi’nde bu beklenenlerin hiç biri olmadı.
1992 yılının sonbaharında Orta Asya’lı liderler bir araya gelerek, Türkiye’yle ilişkilerinin gerçekçi bir değerlendirmesini yapmışlar ve Pantürkist fikri benimsemeleri halinde Rusya’yla ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşayacaklarına karar vermişlerdi. Rusya’ysa Orta Asya’daki ekonomik çıkarlarını korumak ve bölgedeki -özellikle de Kazakistan- Rus etnik topluluk konusunda kaygılar taşıyordu. Ama bu, Rusya’ya karşı
Türkiye’nin Pantürkist birlik oluşturması endişesiyle, Rusya’yı eski
SSCB’nin tüm topraklan üzerinde istikrarın siyasi ve askeri garantörü yapma amacına kadar uzanabilirdi ı 6. Yeni cumhuriyetlerin liderleri Ankara’da toplandıklarında cumhurbaşkanı Nazarbayev, dini ve
etnik kriterlere göre gruplaşmaya karşı olduğunu ve Kazakistan’ın
BDT’nin diğer üyelerine karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmesi
kaydıyla ancak bölgesel işbirliği planlarında yer alabileceğini açıkça
belirtmişti (Rusya’nın dışarıda bırakılmaması gerektiğine işaret). Rusya’nın, Tacik iç savaşında İslamcı ve diğer muhalefet kuwetlerin galip
gelmesini engelleyen, komşu Tacikistan politikasını kendi menfaatleri
sebebiyle destekleyen Özbek İslam Kerimov bu yaklaşımı destekledi.
Türkmenistan gibi diğer bölge cumhuriyetleri de, Orta Asya’da nüfusu en kalabalık devlet olması bakımından, böyle bir birleşmede Türkiye yerine Özbekistan’ın baskın gelmesi endişesiyle ”Türki Milletler Topluluğu projesine şüpheyle yaklaştılar. Ayrıca diğer Orta Asya temsilcileri, Türkiye’nin beklentisinin aksine Azerilerin Dağlık Karabağ davasını desteklemediler. Sonuçta her iki Ankara Deklarasyonu’ndan
da vazgeçildi ve zirve, siyasi ilişkilerle ekonomik işbirliği hakkında
kimsenin itiraz etmediği iki resmi bildiri açıklanmasıyla sona erdi. Tüm
bu olanlar katılımcıları, az bir yükümlülükle gelecekte yapılacak zirvelere katılmaya teşvik etmiş oldu.
Ocak 1994’te Bakü’de gerçekleştirilmesi planlanan ikinci Türki zirvesi, Rusya ‘nın Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e yaptığı baskılar sebebiyle ertelenmek zorunda kaldı.
Yirminci yüzyılın başlarında Türk etnik milliyetçiliği, tüm Türki insanların birleşmesine çağrıda bulunan bir Pantürk eğilimi doğurdu ama
Enver Paşa’nın 1918 yılında Kafkaslara yaptığı sakıncalı ilerleyiş ve
1920-22 yılları arasında bölgede Sovyet idaresinin kurulması, Pantürkist planların gerçekleşmesini engellemişti. Antant kuwetlerine karşı
koyabilmek için Atatürk Hükümetinin Moskova’yla işbirliği yapması
gerekiyordu. Pantürkizm sadece siyasi sahnenin aşırı milliyetçi kanadında devam edebilmişti4. 1941-42 yıllarında Almanların Sovyetler
Birliği’ne saldırdığı sıralarda bazı resmi çevrelerde belli belirsiz devam
etmişti ama lnönü bu fikri hiçbir zaman desteklememişti. Sovyetlerin
Stalingrad zaferiyle de bu fikirden tamamen vazgeçilmişti. 1991 ‘den
sonra, Türk politikasının en ünlü Pantürkist Alparslan Türkeş’le birlikte yeniden siyaset sahnesine çıkmıştı.
Aslında Türkiye’de yaşayanlar anlamına gelen Türk ve kullandıkları dil olan Türkçe kelimeleriyle, Türkçe’yle ilintili ama aynısı olmayan dili konuşan insanları anlatan Türki kelimelerini birbirinden ayırmak gerekir. Dilbilimi açısından bölgede konuşulan diller Türki olabilir ama Türkçe değillerdir. Azeri ve Türkmen gibi Batı Türki dillerini, Türkiye’de yaşayan Türkler biraz güçlükle de olsa anlayabilirler. Ama, Türkçe’yle ilintili olmakla beraber oldukça farklı olan, Orta Asya’da konuşulan Türki dilleri -Özbek, Kazak, Kırgız, Uygur- anlamaları için Türkiye’de yaşayan Türklerin aynı bir yabancı dil öğreniyormuşçasına bu dilleri öğrenmeleri gerekir. Farklı Orta Asya devletlerinden gelen insanlar birbirleriyle konuştuklarında, Şimali Çin lehçesi veya modern Arapça gibi standart bir Türkçe de olmadığından, Rusça konuşuyormuş gibi olacaklardır.
Dilde yaşanan karışıklığa tarihi ve etnik karmaşıklıklar da eklenmektedir. Orta Asya’da Türki olmayan önemli bir yerel ulus olan Tacikler, bir Fars lehçesi konuşurlar. Çarlık döneminde ve ondan sonra gelen Sovyet yönetiminde, Ruslar ve Sovyetler Birliği’nin Slav halkı, Koreliler ve
diğer etnik gruplar göç etmişlerdir. 1990-91 Sovyet verilerine göre,
Kazakistan nüfusunun yüzde 38’ini ve Kırgızistan nüfusunun yüzde
22’sini, diğer üç cumhuriyette daha küçük oranlarla etnik Ruslar oluşturmaktadırlar. Benzer şekilde yerel halklar birbirlerinin sınırları arasında da yayılmışlardır. Mesela, Tacikistan nüfusunun yüzde 23’ü ve
Kırgızistan nüfusunun yüzde 13’ü etnik Özbeklerden oluşmaktadır.
Türkiye ve Orta Asya
Sovyetler Birliği’nin parçalanmasının Türkiye’nin içinde yarattığı etkiler arasında, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren uluslararası politikaların dışına itilmiş Türkiye’yi bölgede önemli bir güç haline getirme ihtimali sebebiyle, Orta Asya’da Sovyet idaresinin sona ermesi, gerek, Türkiye’ de, gerekse yurt dışında en fazla dikkat çekenidir. Bölgede artık beş cumhuriyet kurulmuştu ; -Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan- ama bunlar çok zayıf ve yalnızdılar. Bölgesel nüfuz uğruna 1820’lerden 1900’lere kadar devam eden İngiliz-Rus çekişmesi örneğinden etkilenen bazı yazarlar, -bu defa lran’ın önderlik ettiği radikal islam’la ABD’nin desteklediği ve Türkiye’nin önderlik ettiği laik demokrasi arasında olmak kaydıyla- Orta Asya’da yeni bir büyük oyun başlayacağını iddia etmişlerdi. Türkiye’nin bu beş yeni cumhuriyete, demokratik devlet yapısı ve serbest piyasa ekonomisiyle model olacağı ümit ediliyordu.
1998-99 yıllarında BDT ülkeleri iki ayrı kampa bölünmek üzereydiler. Bunlar Moskova’nın nüfuzundan kurtulmak isteyen
Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova (baş harflerinden yola çıkarak GUAM) Rusya’yla aynı birlikte yer almayı tercih eden Belarus, Kazakistan, Ermenistan, Kırgızistan ve Tacikistan olarak taraflara ayrılıyorlardı. Nisan 1 999’da Özbekistan GUAM’a katılarak tarafların GUUAM olarak değişmesine yol açmıştı. Bu sırada Haydar Aliyev teşkilatın başkanlığına seçilmişti. GUUAM ülkeleri yeni bir BDT güvenlik paktına bağlı kalmak istemiyorlardı. 1999’un sonlarında Rusya sınırları içinde (özellikle Çeçenistan) gücünü tekrar oluşturmak isterken, eski Sovyetlerden önemli bir devlet bloğu batıya yöneliyordu.
Ekim 1999’da ABD Hükümetinden yoğun baskılar alan BP Amoco’yla konsorsiyumun diğer şirketleri, Baku-Ceyhan projesine destek verdiler. BP Amoco, şirketlere ve hükümetlere gerekli finansmanın sağlanmasına yardımcı olacağını duyurmuştu.
Başkan Clinton’un özel enerji danışmanı James Wolf, verilen garantiler sayesinde boru hattının ekonomik yönden uygulanabilir olduğunu söylemiş, buna rağmen projenin gerçekleşebilmesi için sadece AIOC kapsamındaki şirketlerin değil, Hazar’da bulunan tüm şirketlerin bu projeye dahil olması gerektiğini eklemişti. Kazakistan’ın vereceği karar bu sebeple hala çok önemliydi. Kasım 1999 AGİT zirvesinde lstanbul’da toplanan Türk, Gürcü, Kazak ve Azeri liderler, 2004 yılında tamamlanmasını umut ettikleri Baku-Ceyhan boru hattının inşaatı anlaşmasına imza atarak, engelleri aşmış oldular. lstanbul’da aynı tarihlerde imzalanmış olan bir anlaşmayla, Türkmenistan’la Türkiye arasında döşenecek paralel bir gaz boru hattıyla, projenin ekonomik yönü geliştirilmiş olacaktı
Aslında Türkiye bu tartışmayı kazanmış gibi görünüyordu, hatta boğazlardan geçen tankerlerin sayısına ve hacmine kısıtlamalar getirerek bir ilke imza atabilirdi. Montreux Sözleşmesi’ni yeniden müzakere etmeyi teklif edebilir ya da tek taraflı olarak anlaşmayı kaldırabilirdi. Bu seçeneklerden birincisinde başarı sağlamaları çok zordu, ikincisiyse Türkiye’yi daha kötü bir duruma sokabilirdi
1936 yılında imzalanan Montreux Sözleşmesi’nin 2. maddesi uyarınca barış zamanlarında tüm ticari gemiler gece ve gündüz, her ülkenin bayrağıyla ve her türlü yükle boğazlardan serbest geçiş hakkından yararlanacaklardı . O zamanlar bu kabul edilebilirdi, çünkü ticaret gemileri nispeten küçüktüler ve yılda yaklaşık 5.000 gemi boğazlardan geçiyordu. 1990’ların ortalarında bu rakam, kimi 200.000 tondan fazla yük taşıyan yılda yaklaşık 50.000 ya da başka bir deyişle günde 140 gemiye
yükselmişti. Zayıf görüş mesafesi ve fırtınalarla başa çıkmak bir yana, boğazlardan geçen gemiler günde yaklaşık 2.000 tur yapan şehiriçi vapurlarıyla çarpışmamaya dikkat etmek zorundaydı. 1982 ve 1994 yılları arasında yetkililer boğazlarda 207 kaza meydana geldiğini rapor etmişlerdi. 1979 ve 1994 yıllarında yaşanan kazalar denize petrol yayılmasına, şiddetli patlamalara ve ciddi can kayıplarına yol açmıştı
Ama bu, Kazak petrol yataklarına ulaşmak için Hazar
Denizi’ne yapılacak bir boru hattı uzantısını daha gerektiriyordu ve 1996 yılında Kazakistan, Novorossisk’e uzanacak olan 560.000 v/g kapasiteli bir boru hattı projesi imzalamıştı. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbeyev, Boru hattında mutlaka Kazak petrolü olacak demişti ama bu hattın Baku-Ceyhan olup olmadığı çok açık değildi.
Türkiye’nin kuwetle desteklediği, Azerbaycan, Gürcistan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin olumlu yaklaştığı Gürcistan’dan77 geçen Baku-Ceyhan boru hattı projesi beşinci seçenekti. Türkiye için boru hattından elde edeceği gelir -yılda yaklaşık 100.000.000 dolar-, Hazar petrolü sanayiinde önemli bir oyuncu olmaktan kaynaklanan siyasi rolle kıyaslandığında hafif kalıyordu. Hem petrol üreten ülkeler hem de Batı Devletleri açısından stratejik önemini artırmış olacaktı. Türkiye sağlam bir NATO üyesi olduğundan, bu projenin diğer taraflar için de en düşük riskli seçenek olduğunu iddia edebilirdi. Azerbaycan ve Kazakistan açısından bakıldığındaysa, bu ülkelerin Rusya’ya olan bağımlılığını azaltıyordu. Bu projenin önündeki en büyük engel ekonomik güçlüklerdi. 1.730 kilometre uzunluğundaki boru hattının 2.400.000.000’la 3.300.000.000 dolar arasında maliyeti olacağı tahmin ediliyordu ki, bu şekilde diğer tüm seçeneklerden daha uzun süre alacak ve daha pahalı olacak
Petrolün İran Körfezi’ne gönderilmesi sayesinde Doğu Asya piyasalarına giden tankerlerin yolu kısalacaktı. Bu seçeneğe politik gerekçelerle ABD itiraz etmişti. Başkan Clinton 1 996 yılında çıkardığı iki özerk düzenleme yetkisi yle ABD şirketlerinin lran’da faaliyet göstermesini yasaklamış ve ülkede iş yapan ABD şirketleri ya da bireyler için cezalar belirlemişti. Bu ambargo Başkan’ın Ağustos 1996’da imzaladığı, iran petrol ve gaz sektörlerine 20.000.000 dolardan fazla yatırım yapan yabancı şirketlere cezalar yükleyen, İran-Libya Yaptırım Yasası’yla (ILSA) daha da genişletilmişti. Bu sebeple Mobil gibi bazı ABD petrol şirketleri Washington’un taviz vermeyen lran politikasına karşı çıkmışlar, Batı Avrupa Devletleriyse ILSA’nın meşruluğunu sorgulamışlardı. Ama Clinton yönetimi kararından vazgeçmedi. 1995’te Aliyev, başkan Clinton’dan aldığı bir telefon üzerine İran projesini desteklemekten vazgeçmişti. İran ‘ın kendi başına ya da üçüncü tarafların yardımıyla bu boru hattını finanse etmekte ve döşemekte hayli güçlük çekeceği dikkate alınırsa, lran’ın rejimlerinde ve dış politikalarında köklü ve kalıcı bir değişiklik olmadığı müddetçe İran üzerinden geçecek boru hattı
projesinin, ABD’nin karşı çıkması sebebiyle gerçekleşmeyeceğini söylemek mümkün. lran değişse bile petrol şirketleri ne yapacağı tahmin edilemeyen lran ‘a bağımlı kalmak istemeyeceklerdi
l992’den 2000’e kadar Baku’den başlayarak dünya piyasalarına (olasılıkla Orta Asya’da diğer petrol üreten devletlerle, özellikle Kazakistan’la bağlantılı olacaktı) ulaşacak olan boru hattının asıl rotası, açık bir yarışma konusu olmuştu
Aliyev Hükümeti ülkenin petrol yataklarının geliştirilmesi için Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu’yla (AlOC) bir anlaşma imzalamıştı. Konsorsiyumun önemli ortakları İngiliz BP şirketi, ABD Amoco şirketi (daha sonra BP Amaca olarak birleştiler), bir grup ABD, Norveç ve Japon firması, Türk devletinin petrol şirketi TPAO ve onun Azeri dengi SOCAR idi. Rusya’nın Lukoil şirketiyse konsorsiyumda yüzde 10 pay sahibi olmuştu. Aslında Rusya bir ikilem içine düşmüştü. Bir yandan batılıların Kafkaslara girmesini istemiyor, bir yandan da onların oluşturduğu konsorsiyumdan pay alıp, Azeri petrolünü geliştirecek olan batılı petrol şirketlerine itiraz edemiyordu.
Daha da önemlisi 1993 yılının sonlarına doğru Azeriler ve Ermeniler, sonuç getirmeyecek bir mücadelenin içinde olduklarını anlamışlardı. Bu sayede Rusya, Mayıs 1994’te Azerbaycan, Ermenistan ve Dağlık Karabağ Dışişleri Bakanlarına, kendi savunma bakanı, Pavel Graçev’in de imza attığı bir ateşkes imzalatmayı başarmıştı.
Haydar Aliyev başa geçtikten sonra bir Rus kuklası olmayacağını göstererek, işleri kolaylaştırmıştı. Azerbaycan Eylül 1993 ‘te BDT’ye katılmış olduğu halde, Aliyev Rus askerlerinin ülkesine yerleşmesine karşı çıkmıştı. Aliyev önceleri, Bakü’yle Sovyet Karadeniz limanı Novorossiisk arasındaki mevcut hattın gelişmesi düşüncesiyle, Türkiye’yle imzalanan Baku-Ceyhan boru hattı anlaşmasını iptal edeceğini duyurmuş ama daha sonra Türk
hattı lehine tutumunu değiştirmişti. Aslında, Azerbaycan’ı bir Rus
uydusu olmaktan alıkoyarak, Ermenilerle uzlaşma sağlamaktan başka, Hazar petrollerinin gelişmesinde Türkiye’ye dolaylı ama önemli bir rol vererek, Türkiye’nin en önemli amacını yerine getirmişti. Aliyev’in politikaları Elçibey’den daha tedbirli olduğu için, Aliyev’in cumhurbaşkanlığı Türkiye’ye daha fazla avantaj sağlıyordu.
Azerilerle Ermeniler arasındaki savaş 1992-93 yıllarında da devam etmiş ve Ermeniler üstünlük sağlamışlardı. Eylül 1 993’te Dağlık Karabağ ile Ermenistan arasındaki toprakların ·tümünü ve bölgenin kuzeyinde Azeri-lran sınırına kadar uzanan bölümü ele geçirmiş, Azerbaycan topraklarının yaklaşık yüzde 20’sini işgal etmiş ve yaklaşık 100.000 Azeri’nin kendi yurtlarında sığınmacı gibi yaşamalarına sebep olmuşlardı. Haziran 1993’te sorunu çözmek için AGlT çerçevesinde, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan da dahil olmak üzere
Minsk Grubu’ndaki on ülkeye katılmıştı. 1993’ün başlarında Rusya Türkiye’nin uzlaştırma gayretlerine katılmasına olumlu bakmış ama daha sonra bölgedeki tek arabulucu olmak ve Moskova’nın Kafkaslarda eski gücünü yeniden sağlamak güdüsüyle bu fikrinden vazgeçmişti. Ermenistan kuwetlerinin bölgeden çekilmesini öngören BM Güvenlik Konseyi 6 Nisan tarihli kararının ardından Türkiye, Ermenistan’a ekonomik ambargo uygulayan Azerbaycan’a eşlik etmişti. Türkiye
Temmuz 1993 ‘te, kendi askerlerini de içeren bir BM barış koruma gücünün Azerbaycan’a gönderilmesini teklif etmiş ama Ermenistarı, Rusya ve lran buna karşı çıkmışlardı. Bu arada yeni Rus politikası, Bakü’deki kanlı rejim değişikliğiyle tanıtılmıştı. 4 Haziran 1993’te Ebulfez Elçibey’in rakiplerinden eski Sovyet komutan Suret Hüseyinov, bölgeden ayrılan Sovyet kuwetlerinden çok sayıda silah ve cephane devralmıştı. Azerbaycan’ın kuzeyindeki Gence kasabasını ele geçirmiş, buradan Baku’ye ilerleyerek Elçibey’in Hükümetini devirmişti
Bundan kısa bir süre sonra Türkiye, Ankara’nın desteklediği Ebulfez Elçibey’in, Haziran 1992’de Azerbaycan’a cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin ardından, Bakü’de nüfuzunu artırma şansı yakalamıştı. Mart 1993’te Türkiye’yle Azerbaycan, Bakü’yle İskenderun yakınlarında bulunan Ceyhan limanı arasında bir petrol boru hattı döşenmesini öngören anlaşma taslağına imza attılar. Bu, gerçekleşmesi durumunda Türkiye’ye Hazar petrolleri üzerinde önemli bir rol sağlayacağı ve Azerbaycan’ın Rus topraklarından geçen mevcut boru hattından kurtulmasını sağlayarak, Rusya’nın Hazar devletleri üzerindeki etkisini azaltacağı için, Türkiye’nin Kafkaslar politikasının en önemli unsuru haline gelecekti.
Neyse ki, Demirel temkinli davranıp Moskova’ya yaklaşarak diplomatik bir çözüm bulmaya karar vermişti. Başarılı da oldu. 25-26 Mayıs tarihlerinde Demirel ‘le Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin arasında geçen görüşmelerde liderler, Laçin’in işgal edilmesini ve Ermenistan’la Nahçıvan arasındaki bölgede yaşanan savaşı kınayan bir deklarasyon yayınladılar. Ermeniler iki gün sonra saldırıları durdurdular.
Savaş sınırlarına dayandığından, Ermenilerin Nahçıvan’a saldırması Türkiye için kritik sorular doğuruyordu. Ermenistan’ın Nahçıvan’ı istila etmesi, Nahçıvan’ın Azerbaycan’ın bir parçası olduğunu öngören 1921 Türk-Sovyet dostluk anlaşmasının açıkça ihlal edilmesi anlamına geliyordu. Türkiye’nin statükoyu korumak için antlaşmadan doğan haklarından yararlanarak Nahçıvan’a askeri bir müdahalede bulunması ihtimali yorumlara açıktı ama Kara Kuwetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, olası bir askeri faaliyete yönelik tüm gerekli tedbirlerin alındığını duyurmuştu BDT silahlı kuwetleri komutanı General Yevgeni Şapoşnikov, üçüncü bir ülkenin müdahalesinin savaşa yol açabileceği uyarısında bulunmuştu. Benzer bir uyarıyı da Rusya ‘nın Ankara büyükelçisi Albert Çernişev yapmıştı.
26 Şubat’ta Ermeni kuwetleri Dağlık Karabağ’ın idari merkezi Hankendin’e (Stepanekert) girerek, Azerilerin oturduğu Khojali’yi ele geçirmiş ve 500 sivili kıyımdan geçirmişti. Bu da Türkiye’de halkın protestolarına neden olmuştu. Ermenileri biraz
korkutmalıyız diyen cumhurbaşkanı Özal ‘ı, Azerilerle Ermeniler arasında barışçıl bir uzlaşma sağlanması gerektiğini vurgulayan Demirel desteklememişti. Bu ümitlerin bir yararı olmadı. 28 Şubat 1992’de Türkiye’nin yönlendirmesiyle AGiT, sınırların zor kullanılarak değiştirilmesini kınadı ve Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan vilayeti olduğunu onayladı. Ama bu 11 Mayıs’ta tüm Dağlık Karabağ’ı ele geçiren ve Laçin yoluyla bölgeyle Ermenistan arasın da bir koridor açan Ermenileri caydırmamıştı. Ayrıca Ermeniler Türk topraklarının bitişiğindeki Nahçıvan’ın batı ucunu Azerbaycan’dan ayırmışlardı.
Azerbaycan ‘la Ermenistan arasındaki kanlı mücadele, Ermeni azınlığa yapılan saldırıların ardından, Sovyet birliklerinin Azerbaycan’ın başkenti Bakü’yü ele geçirirken yüzlerce Azeri’yi öldürmesiyle, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından önce, Ocak 1990’da başlamıştı. Bu aşamada Türkiye hala, Sovyetler Birliği’nin toprak bütünlüğünün bozulmayacağını bekliyor ve ümit ediyordu. Gorbaçov’un reform programını desteklemiş ve yaşanan çekişmelerin Sovyetlerin iç meselesi olduğu
görüşüne sadık kalmıştı. Buna rağmen yaşanan olaylar bu politikayı imkansız hale getirmişti. 30 Ağustos 1991 ‘de Azerbaycan’ın bağımsızlığını açıklamasının ardından, 21 Eylül’de Ermenistan bağımsızlığını ilan etmişti. Bundan önce 2 Eylül’de Azerbaycan’ın sınırları içinde çoğu Ermenilerden oluşan Dağlık Karabağ ayrı bir cumhuriyet olduğunu duyurmuştu. 26 Kasım’da Azeri meclisi, Sovyet anayasasıyla Dağlık Karabağ’a verilen özerklik statüsünü kaldırdı. Bağımsızlık coşkusu içindeki Azeriler ve Ermeniler kendilerini bir çarpışmanın içinde bulmuşlardı.
iki bağımsız devlet arasında doğrudan savaş çıkaran tek anlaşmazlık olduğu ve Bosna-Hersek meselesinde olduğu gibi, iç siyasi baskıları dış dünyanın gerçekleriyle uzlaştırmak zor olduğu için, bölgedeki devletler arasında çıkan sürtüşmelerden Türkiye açısından en kritik olanı, Ermenistan ve Azerbaycan arasında yaşananıydı. Türk kamuoyu Müslüman ya da Türk etnik kökenli oldukları gerekçesiyle Azerileri desteklerken hükümet, Ermenistan ‘la -sonradan Rus-Türk savaşına dönüşebilecek- bir savaş başlamasına sebep olmak endişesiyle, Azerbaycan’a
ekonomik ya da moral destek sağlamaktan fazlasını yapamıyordu
1990’ların başında Turgut Özal, Türkiye’nin eski komünist komşularıyla ekonomik bağlarını kuwetlendirmek için bir girişimde bulunarak Karadeniz Ekonomik işbirliği (KEi) projesini başlatmıştı . Bu proje, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Yunanistan ve Arnavutluk (son dört ülke Karadeniz’de bulunmamasına rağmen, politik açıdan bu ülkeleri dışarıda bırakmak doğru bulunmamıştı) devlet başkanlarının istanbul’da bir araya geldiği Haziran 1992’de resmi statü kazanmıştı. lstanbul zirvesinde 1 1 ülke tüm ticaret engellerini azaltacaklarina veya zaman
içinde ortadan kaldıracaklarına ve ulaşım, enerji, madencilik, turizm ve çevre koruması konularında ortak projeler geliştireceklerine imza atmışlardı.
Türk kamuoyu Çeçenlere sempati duyduğu ve Ecevit, savaşın ciddi insanlık kaygıları yarattığını söylediği halde, bu savaşın Rusya’nın iç meselesi olduğu görüşüne sadık kalmıştı. Gerek Rusya, gerek Türkiye için birbirlerinin uluslararası sınırlarına ve toprak bütünlüğüne saygı göstermek, hangi sebeple olursa olsun vazgeçilemeyecek derecede önemliydi.
Çeçen gruplara Türkiye’de yapıldığı gibi, Rusya’da PKK’ya resmi tolerans tanınması Türklerin, Moskova’nın anlaşmaya riayet etmediğinden kuşkulanmalarına sebep oluyordu. Bundan daha da kötüsü, Ruslar ülkelerinde bulunduğunu ya da siyasi sığınma hakkı verdiklerini asla doğrulamamış olsalar da, Ekim 1998 ile Şubat 1999 arasında ülkeler arasında dolaşan Abdullah Öcalan, Rusya’da ve Belarus’ta konaklamıştı
Rusya’nın 1994-96 ve 1999 yıllarında Çeçenistan’a yaptığı saldırılar, Müslüman Çeçenlere sempati duyulan Türkiye’yle Rusya arasında olası bir sürtüşmeyi haber veriyordu. Çeçen kökenli 25.000 Türk vatandaşı olduğu ve Türkiye’de yaşayan yaklaşık 5.000.000 vatandaşın Kafkaslar bölgesinden geldiği (Çeçenler, Çerkezler, Abhazlar, Azeriler ve diğerleri) ileri sürülmektedir. Bu grupların Türkiye’de bulunan bazı
dayanışma ve kültür örgütlerini destekledikleri, aşırı milliyetçi ve İslamcı partilerle bağlantıları oldukları, ayrıca Çeçenistan ‘daki mücadele için para ve gönüllü gönderdikleri yazılmıştır. Ocak 1996’da bir grup Kuzey Kafkasya kökenli Türk vatandaşı, Trabzon limanından Avrasya feribotunu kaçırarak davalarına dikkat çekmişlerdi. Aynı yıl Türkiye, gayrimeşru bir içkeriya Çeçen Cumhuriyeti Temsil heyetini kabul etmişti. Buna rağmen Rusya’nın PKK’ya mali ve lojistik destek sağlamasından çekinen Türk Hükümetleri, bu gruplara açık destek vermemek konusunda çok dikkatli davranmıştı
Türkiye doğal gaz kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışıyor olsa da, Rusya önemli bir sağlayıcı olmaya devam edecektir. Nisan l997’de imzalanan bir anlaşmayla hükümetler, mevcut boru hattı kapasitesini 2002 yılı itibariyle 14.000.000.000 metreküpe çıkartma konusunda anlaşmışlardı. Aynı yılın Aralık ayındaysa, Rusya’dan başlayarak Karadeniz’in altından doğrudan Türkiye’nin Samsun limanına ve oradan da Ankara’ya ulaşacak olan bir boru hattını öngören Mavi Akım projesini başlatmışlardı. Başlangıçta yılda 3.000.000.000 metreküp, on yıl içindeyse yılda 1 6 milyar metreküp kapasiteye sahip olması planlanan Mavi Akım’ın maliyeti 2.500.000.000 ile 3.300.000.000 dolar arasında olacağı tahmin ediliyordu. Türk tarafından gelen ve Washington’un desteklediği bazı siyasi çekincelerle birlikte, ciddi teknik sorunlar ve mali sıkıntılar nedeniyle, 1999 yılının sonuna gelindiğinde bu hattın döşenip d1şenmeyeceği hala belli değildi. Bu güçlüklere bir örnek vermek gerekirse, Rusya ‘nın 1999 yılının Ekim-Kasım aylarında Çeçenistan’a yaptığı saldırı, projenin rafa kaldırılmasına neden olmuştu.
Rusya’dan yapılan ithalat tutarı 2.200.000.000 dolar, ya da toplam ithalatın yüzde 4.7’si idi. Bu ithalatın büyük bir kısmını 1987 yılında faaliyete başlayan boru hattıyla Bulgaristan üzerinden gelen doğal gaz oluşturuyordu. Bu boru hattı yılda yaklaşık 8.000.000.000 metreküp, başka bir deyişle Türkiye’nin toplam doğal gaz ihtiyacının yüzde 60’ını taşıyordu.
Diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de Soğuk Savaş’ın bitmesi aşama aşama ilerleyen bir süreç olmuştu. 1 98 5 yılında Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesi Sovyet-Türk ilişkilerindeki gerginlikleri oldukça azaltmış ve iki ülke arasında ekonomik işbirliğinin gelişmesini sağlamıştı. Bu gelişme, Gorbaçov’la Özal’ın, Mart 1991 ‘de imzaladığı Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşmasıyla mühürlenmişti.
Dayton Anlaşması’nın ardından Balkanlardaki çekişmeler, 1998-99 yıllarında Kosova Krizi’nin çıkmasına kadar dinmiş gibiydi. 1998-99 yıllarının kış aylarında Sırpların Kosovalı Arnavutlara yönelik mücadelesi başlarken, Kosovalı Arnavutlar ve Yugoslav (aslında Sırp) Hükümetleri temsilcileri, 1999 yılının Şubat-Mart aylan arasında altı uluslu Temas Grubunun gözetiminde iki turlu görüşmelere başlamak için Paris yakınlarındaki Rambouillet’te bir araya gelmişlerdi. Kosovalı Arnavutlar vahşetin durdurulmasını, Kosova’dan Yugoslav askerinin ve polis kuwetlerinin çekilmesini, bölgeye NATO tarafından yönetilen bir uluslararası askeri kuwet yerleşmesini, mültecilerin koşulsuz geri dönmesini ve Federal Yugoslavya Cumhuriyeti içinde Kosova’ya özerklik tanıyacak siyasi bir uzlaşmaya varılmasını kabul ettiler. Ama, geçen
Ekim ayında imzalanan ateşkesi ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını açıkça ihlal ederek, Kosovalı Arnavutların etnik temizliği savaşını hızlandıran Belgrat Hükümeti, anlaşmayı reddetti. Güvenlik Konseyi Kosova’da bulunan kuwetlerin kullanılmasına yetki vermediği halde, NATO Kosova’da bulunan Sırp hedeflerine ve 23 Mart tarihinde Sırbistan’a yoğun hava saldırıları yapmaya başladı. Bu saldırılar sebebiyle yaklaşık 1.000.000 Kosovalı Arnavut komşu Makedonya’ya, Arnavutluk’a ve Karadağ’a ihraç edilmişti. Saldırılar 10 Haziran’da Sırp
kuvvetlerinin Kosova ‘dan çekilmesi ve KFOR olarak bilinen bir uluslararası barış koruma gücünün bölgeye yerleştirilmesiyle sona erdi.
Türk barışkoruma kuwetleri uluslararası uygulama gücünün (lFOR: 1996 yılında SFOR olarak yeniden kurulmuştu, Uluslararası Barış Uygulama Gücü) bir parçası olarak Bosna-Hersek’te kaldılar. 1996’da Türkiye ABD’nin Müslüman-Hırvat federasyonu ordusuna eğitim verme ve donatma programına katıldı ve 1997’de ltalya’nın öncülük ettiği Alba Operasyonu olarak bilinen Arnavutluk’ta barışı koruma müdahalesine, Arnavutluk kuwetlerinin yeniden oluşmasına yardımcı olmak amacıyla askeri birlik göndererek iştirak etti.
Bosna hikayesindeki en önemli dönüm noktası, 1 995 yılının Temmuz ayında Sırpların Doğu Bosna’da bulunan iki güvenlikli bölge , Srebenica ve Zepa’yı ele geçirmeleri ve burada yaşayanları kıyımdan geçirmeleriyle yaşanmıştı. 30 Ağustos’ta NATO hava kuwetleri en sonunda 1 4 Eylül’e kadar sürecek olan Kararlı Güç operasyonuyla Sırp kara güzergahlarına hava saldırısına başladılar. Bu saldırıların ardından Hırvat kuwetleri Sırplar tarafından ele geçirilmiş olan topraklarının büyük bir bölümünü geri aldılar ve Belgrad Hükümeti konferans
masasına oturmak zorunda kaldı. 21 Kasım l995’te Ohio’da yapılan Dayton anlaşmalarıyla, Müslüman-Hırvat federasyonu, Bosna Sırp Cumhuriyeti ve Bosna-Hersek’se tek devlet olarak yeniden kurulmuş oldu. NATO artık Bosnalı Müslümanları korumak için etkin bir şekilde müdahale etmiş olduğundan, Türkiye’yle Batı Devletleri arasında Bosna sorununun bir problem yaratması ihtimali ortadan kalkmış oldu.
Hırvatlarla Bosnalı Müslümanlar arasında, Mart 1994’te Washington Anlaşması kapsamında bir Müslüman-Hırvat Federasyonuyla sonuçlanacak olan antanta arabuluculuk yapan Türkiye, diplomatik açıdan batıya yardımcı bir müttefik olduğu imajını güçlendirmişti. Türkiye’yle Hırvatistan, esasen Sırbistan’a duydukları ortak kin nedeniyle yakın ilişkiler geliştirmişler, fakat varılan anlaşmada Türkiye’nin iddia ettiği gibi Bosna-Hersek Savaşı’nın bir Hıristiyan-Müslüman savaşı olmadığının altı çizilmişti. Bununla birlikte resmen kanıtlanamamasına rağmen, Türkiye’nin Hırvatistan üzerinden (olasılıkla ABD yardımıyla) Bosnalı Müslümanlara gizlice silah sağladığı yazılmıştı•
Türkiye, BM’nin Bosna için oluşturduğu özel koruma gücüne (UNPROFOR-Birleşmiş Milletler Koruma Gücü) dahil olmak istemiş, fakat her iki tarafla da tarihi ya da kültürel bağları bulunan devletlerin bu gücün dışında bırakılacağı gerekçesiyle talebi reddedilmişti. Sırplarla güçlü bağları bulunan Rusya’nın 1994 yılında katılmasına izin veril ince bu gerekçe çürütülmüş
oldu. Bunun üzerine Mart 1994’te BM genel sekreteri bir Türk birliğinin kabul edileceğini duyurdu. 1.500 askerden oluşan birlik, Temmuz 1994’te ülkenin batısında bulunan Zenica’ya yerleşerek, Hırvatlarla Bosnalı Müslümanlar arasındaki ateşkesi gözlemlemeye başladılar. Türk birliğine Yunanistan şiddetle karşı çıkarken, Hırvat ve Bosnalı Müslümanlar sevinçle karşılamış, bununla birlikte Türk kamuoyu Türkiye’nin Bosna’da doğrudan ve olumlu bir rol aldığına inandırılmıştı
15 Ocak 1993 tarihine kadar BM Bosnalı Müslümanları koruyacak yeterli tedbirleri almadığı takdirde ordu gönderme tehdidinde bulunmuştu. Ama bu tarihe gelindiğinde tehdidi uygulamamışlardı. lKÖ’nün 1993 yılının Nisan ve Temmuz aylarında gerçekleştirilen toplantılarında Türkiye, Bosna-Hersek’e uygulanan silah ambargosunun kaldırılması kararına kefil olmuş ve BM’nin 1 993 yılının Nisan-Mayıs aylarında deklare ettiği Bosnalı Müslümanların yaşadığı bölge etrafında kurulacak olan güvenlikli bölgenin savunması için Müslüman ülkelerin oluşturacağı özel kuwetlerin gönderilmesini teklif etmişti. Türkiye tüm bu gayretlerde bulunurken, lran gibi radikal Müslüman ülkelerin kendi başlarına yapacakları müdahaleleri engellemeye ve Batı Devletlerini demokratik, laik ve batı taraftarı bir ülke olarak İslam dünyasının tepkilerine öncülük yapmasının uygun olacağına ikna etmeye çalışmıştı
1992 yılında Türkiye, Sırbistan’a karşı ekonomik yaptırımların uygulanışını takip etmek amacıyla NATO’nun Adriyatik’te donanma kuwetleri bulundurmasını kuwetle desteklemişti. Ayrıca bu kuwetin bir bölümü bir Türk yetkilinin komutasındaydı. Aslında Türk uçakları bölgede aktif olarak kullanılmayarak yedekte bulundurulduğu halde, Nisan 1993’te Türkiye, Bosna üzerindeki uçuşa yasak bölgeyi koruması amacıyla, italya’da üs kuran NATO kuwetlerine katılması için F-15 jet uçaklarını göndermişti. Bu sırada Türk diplomatlarla siyasetçileri bu gayretleri yeterli bulmadıklarını açıklıyorlardı. Temmuz 1992 Avrupa Güvenlik ve işbirliği Konferansı’nın Helsinki’de yapılan zirvesinde, başbakan Demirel Bosna Hükümetini desteklemeleri için Orta Asya cumhuriyetleriyle Azerbaycan’ı içeren bir baskı grubu oluşturmaya ve başkan Bush’u, 1991 yılında lrak’a yapılana
benzer bir askeri müdahale yapmaya ikna etmeye çalışmıştı .
Diğer yandan, iktidarda bulunan Türk Hükümetleri, hem
Türk topraklarından uzakta bulunduğu için hem de batılı müttefikleriyle, özell ikle de Amerika Birleşik Devletleri’yle birlikte yürüttüğü politikaların fazla dışına çıkamayacağı için, tek taraflı ya da uluslararasından bağımsız olarak Bosna’ya müdahale edemeyeceklerini anlamışlardı. Türkiye’deki üslerden havalanacak olan Türk uçakları Bosna üzerinde sadece beş dakika uçabilecekler, ayrıca uluslararası kuwetlerin haricinde eski Yugoslavya’da askeri birliklerini bulunduramayacaklardı. Bu sebeple Türk Hükümetleri, uluslararası dikkatleri Bosna’da
yaşanan drama çekmek ve müttefiklerine Bosnalı Müslümanlar lehinde müdahale etmeleri için baskı yapmak üzerine yoğunlaşmıştı.
Kıbrıslı Türklerin ayrı bir halk olarak self-determinasyon
hakları olduğunu ileri sürmelerine rağmen, bu çeşit iddialar uluslararası sınırların korunması ve devletlerin toprak bütünlüğü gibi ilkelerle çeliştiği için uluslararası topluluk tarafından haklı bulunmuyordu.
Bu iddiaya bağlı kalmak, Kürtlerin self-determinasyon’unu veya Ermenilerin Dağlık Karabağ iddialarını reddeden Türkiye’nin diğer meselelerde uyguladığı politikalarla da çelişiyordu. Türkiye’nin yakın ilişkilerde bulunduğu lsrail ve Azerbaycan da dahil olmak üzere, başka hiçbir devlet KKTC’yi tanımamıştı.
Kıbrıs’ın AB’ye bir iç uzlaşma sağlanmaması halinde bile kabul edilmesine Türkler, 1960 Garantörlük Antlaşması’nın bütün olarak ya da kısmen, Kıbrıs’ın herhangi bir devletle, siyasi ya da ekonomik birliğe katılamayacağını öngörmesi gerekçesiyle karşı çıkmışlardı.
Türkiye Kıbrıs’ın ortaklığa kabul edilmesine karşı çıkmamakla birlikte, bunun bir iç uzlaşma sağlanmadan gerçekleşemeyeceği ve Türkiye’yle aynı tarihte üyeliğe kabul edilmesi konusunda ısrar ediyorlardı. Buna karşılık, aslında Kıbrıs’ın Yunanistan ‘la birleşemeyeceği anlamına gelen bu ibarenin AB’yi kapsamadığı ve AB’nin anlaşmada belirtilen devlet tanımına girmediği ileri sürülüyordu. Bu yasal tartışmaların dışında, adanın fiili olarak bölünmesi anlamına geleceği için, AB’nin Kıbrıs’ı bir iç uzlaşma sağlanmadan üyeliğe kabul edeceği ihtimal dahilinde görünmüyordu. Bununla birlikte adanın kuzeyini denetiminde bulundurmadığı halde tüm ada üzerin.de egemenlik iddia
eden Kıbrıslı Rum Hükümetinin AB üyeliğinden doğan yükümlülüklerini yerine getirebileceği biraz şüpheliydi. Bu durumda Almanya ve Fransa, sadece Kıbrıslı Rumlarla pazarlık yapılarak Kıbrıs’ın üyeliğe kabul edilmesine razı değillerDİ
Gelişen beklenmedik olaylar ilişkilerde yumuşama yaşanmasına yardımcı olmuştu. 17 Ağustos 1999’da Türkiye’de yaşanan depremin ardından Yunan halkı ve hükümetinin hızlı ve cömert yardımları ve 7 Eylül’de Atina’da yaşanan depremin ardından Türk yardım ekiplerinin kurtarma çalışmalarına katılmaları, her iki tarafın kamuoyunda ve basınında düşmanca yaklaşımların tersine dönmesine sebep olmuştu.
Giderilmesi gereken engellerden en zor olanı hala Kıbrıs meselesiydi.
Daha ümit verici gelişmeler ancak 1 999 yılında yaşanmaya başlandı. Aralık 1998’de, büyük olasılıkla Amerika Birleşik Devletleri’nin yoğun baskıları altında Glafkos Klerides, Kıbrıs’a yerleştirilmesi planlanan S300 füzelerinin Girit’e yerleştirileceğini duyurmuştu. Yunan Hükümetinin Öcalan davasındaki şaibeli rolü, Şubat 1 999’da Nairobi’de ele
geçirilmesiyle iyice ortaya çıkmış ve bunun ardından Yunanlılar Türkiye’ye karşı değişen tutumlarını dışişleri bakam Theodore Pangalos’la diğer bakanların görevden alınmasıylagöstermişlerdi. Yunan başbakanı Kostas Simitis Türkiye ile olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmaya hevesliydi. Ege Denizi’nin diğer tarafında bulunan Türkiye’de, Nisan 1999 genel seçimlerinin ardından Bülent Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin iktidara gelmesi, önceki yönetimlerden daha kesin ve zor kararlar alınabileceğine işaret ediyordu. Mayıs 1999’da Yunanistan’ın yeni dışişleri bakanı George Papandreou, Türk meslektaşı
lsmail Cem’in iki ülke arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözümlenmesi teklifini kabul etmişti. Bunun üzerine yaz ve sonbahar aylarında bir dizi görüşme başladı. Gündem maddelerini ticaret, turizm, çevre korunması ve terörizme karşı i şbirliği (Yunanistan’ın PKK’ya verdiği desteği sona erdirmesine atfen Türk talebi) gibi konular oluşturuyordu. Denizyatağı hakları ve Ege’deki karasuları gibi tartışmalı konular, diğer konularda anlaşmaya varılacağı varsayılarak ileriki bir tarihe ertelenmişti.
Bir yıl sonra Ocak 1997’de, Klerides Hükümeti Rusya’dan, Türk anakarasında ve Kıbrıs’ta bulunan hedefleri vurabilecek toplam 48 adet S300 hava savunma füzesi sipariş ettiğini duyurunca gerginlikler bir kez daha arttı.Askeri uzmanlar bu füzelerin adada Türklerin lehine olan güç dengesini bozmayacağını ileri sürdüler. Yine de dönemin dışişleri bakanı Tansu Çiller olayı tahrik edici buldu ve Türk Hava Kuwetleri­’nin, yerleştirilmeleri halinde füzeleri yok edeceği tehdidinde bulundu
Bu sırada Ocak 1996’da, Türkiye’nfrı Ege sahilinden yaklaşık 4 deniz mili ve Yunanlıların Kalimnos Adası’ndan 8.8 kilometre uzaklıktaki ıssız Kardak kayalıklarında meydana gelen bir deniz kazasının ardından, Türkiye’yle Yunanistan arasında garip bir bayrak savaşı çıkmıştı. ilk önce Kalimnos belediye başkanı kayalıklara bir Yunan bayrağı dikti ama Yunan donanmasından bir çıkartma grubu Türk bayrağını Yunan bayrağıyla değiştirmeye gelmeden önce Hürriyet Gazetesi’nden bir grup gazeteci bu bayrağı kaldırdılar. Yabancılara saçma gelen bu olay, .basının körüklemesiyle her iki tarafta da milliyetçi duyguları ateşlemişti. Türklere göre yaşanan olay Yunanlıların tüm Ege’de egemenlik iddia etmeleri olasılığını gösteriyordu. ABD’li Richard Holbrooke’un derhal arabuluculuk yapıp Yunanistan’la Türkiye arasında çıkabilecek bir savaşı engellemesi son derece isabetli olmuştu
Dize gelmeyen Kıbrıs sorunu 1996-98 yılları arasında, Türkiye’yle Yunanistan arasında yaşanan bir başka anlaşmazlıkla daha da karmaşık bir hal aldı. Bu sorun, Türkiye’nin AB’yle ilişkilerini zedelemiş ve Türkiye’nin iç siyasetinde değişikliklere yol açmıştı. Tansu Çiller Hükümeti 1995 yılında KKTC’nin ekonomik yardımlarını kesmişti ama yıl sonunda Türkiye-AB gümrük birliğinin, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’la olan ekonomik bağlarını engellemeyeceğini bildiren bir Ortak Deklerasyonun açıklanmasıyla birçok şey değişmişti.
Bu sırada Kıbrıslı Türklerin kabul etmesine bakılmaksızın, Kıbrıs yönetiminin AB’ye kabul edilmesi ihtimali dikkatleri üzerine çekmişti. Haziran 1993 ‘te AB Komisyonu, Kıbrıs’ın ortaklığa kabul edilmesinin sosyal ve ekonomik alanda bir sorun yaratmayacağını ama Kıbrıs’ın ) toplulukla entegrasyonunun Kıbrıs meselesine barışçıl ve kalıcı bir’ çözüm getirilmesine bağlı olduğu resmi görüşünü açıklamıştı. Sürecin Mart 1 995’e kadar başlatılmamasına rağmen, AB Bakanlar Konseyi Ekim 1 993’te görüşü kabul ettiler. Temmuz 1994’te Avrupa Adalet Divanı AB’ye Kıbrıs Türk kesiminden yapılacak ihracatı yasakladığında, Kıbrıs’ta anayasa konusunda bir uzlaşmaya varılması ihtimali
iyice zayıflamıştı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir