İçeriğe geç

Thinking Sociologically Kitap Alıntıları – Zygmunt Bauman

Zygmunt Bauman kitaplarından Thinking Sociologically kitap alıntıları sizlerle…

Thinking Sociologically Kitap Alıntıları

anlamak yerine kontrol etmek adına bilgi üretildiğinde, hakikatle yararlılık, enformasyonla denetim, bilgiyle iktidar birbirine karışmış olur.
Ayrıcalık dediğimiz şey aslında yakından bakıldığında, daha geniş bir özgürlük ve daha az bağımlılıktır.
Özgürlük ile bağımlılık arasındaki oranın, bir kişinin ya da belli kişilerden oluşmuş bütün bir kategorinin toplumda işgal ettiği göreli konumun göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Yakından bakıldığında görülüyor ki ayrıcalıklı dediğimiz kimselerin özgürlüğü daha çok, bağımlılığı daha azdır. Ayrıcalıksız adını alanlar için ise tam tersi doğrudur.
Ben, önemli ötekilerin bana yaptıkları ya da yapmaya niyet ettikleri yüzünden, yapmayı istediğim şey ile kendimi yapmaya yükümlü hissettiğim şey arasında bir iç çatışma olarak özgürlükle bağımlılık arasındaki çelişkiyi yaşarım.
Başka bir ifadeyle, sevilmek anlaşılmaktır – ya da en azından ne zaman “Beni anlamanı istiyorum!” derken ya da acı içinde “Beni anlıyor musun? Beni gerçekten anlıyor musun?” diye sorarken kullandığımız anlamda anlaşılmaktır.
İnsanlar özgür olsa ve yaptıkları şeyler için sorumluluk almak zorunda olsalar da kimileri diğerlerinden daha fazla özgürdür.
Özgürlüğümüz yaptıklarımıza değil,başkalarının bize bakışı ve verdiği değerle bağlantılı olarak kim olduğumuza bağlıdır.
Seçme özgürlüğü bize ne tercihlerimiz doğrultusunda hareket etme özgürlüğünü ne de arzuladığımız hedeflere ulaşma özgürlüğünü garanti eder.Özgürce hareket edebilmek için, özgür irade fikrinden daha fazlasına ihtiyacımız vardır.
Tanıdık şeyler artık açıklama gerektirmez.
Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.
eski bir atasözüne göre, bir yere varmaktan daha iyisi umutla yola devam etmektir. dolayısla tüketim toplumlarında, önemli olan şeyin tatmin değil arzu olduğunu söyleyebiliriz çünkü bu nihai aşamaya ulaşmak yolculuğu biçimlendiren etosun altını oyar. basitçe arzunun arzuladığı şey daha fazla arzudur.
( ) dışarıdaki dünyada birlik diye bir şey kesinlikle olmadığı için, yani dünya kısmi işlemlerin çokluğu içinde bölünmüş olduğundan, yerine eylemlerimiz yoluyla kendi içimizde tutarlılık yaratma çabası konmak zorundadır. georg simmel’in yirminci yüzyılın başında, nüfusun yoğun olduğu ve çeşitliliklerle dolu dünyada gözlemlediği gibi, bireyler hiç bitmeyen bir anlam ve birlik arayışında, kendilerine çekilmeye meyillidirler. dış dünya değil de kendimize odaklandığında bu ezici birlik ve uyum açlığı, kendi benliğimizi arama gayreti olarak ifade edilir.
Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.
Teknolojik nesneler ortaya çıkıp da çözüm olduklarını iddia edene kadar, çoğu kez hayatın bir parçası bir sorun, çözüm için yanıp tutuşan bir şey olarak algılanmazlar.
Kadınlar ve erkekler arasındaki kültürel olarak üretilmiş sosyal farklılıklar, kadın ve erkek cinsel organlarındaki ve üreme fonksiyonlarındaki biyolojik farklılıklar kadar doğal görülür.
Bu kitap tek bir amaçla, senin benim gibi sıradan insanların deneyimlerimize derinlemesine bakmasına yardım etmek ve onlara hayatımızın görünüşte bildik yanlarının nasıl başka bir gözle görülüp başka biçimde yorumlanabileceğini göstermek amacıyla kaleme alınmıştır. Her bölüm günlük hayatımızın, şaşmaz bir biçimde karşımıza çıkan ama derinlemesine düşünmek için zaman ve fırsat bulamadığımız bir özelliği üzerinde duruyor. Her bölüm böyle bir düşünceyi teşvik etmeyi; bilgilerinizi “düzeltmeyi” değil genişletmeyi; bir yanlışın yerine sorgulanamaz bir doğruyu koymayı değil, bugüne kadar tartışmasız kabul edilen inançların eleştirel bir gözle masaya yatırılmasını desteklemeyi; kesinlik iddiasındaki görüşleri çözümleme ve sorgulama yönünde bir alışkanlık yaratmayı amaçlıyor.
Sonuçta diyebiliriz ki, sosyoloji en başta insan dünyası hakkında bir düşünce biçimidir; ilke olarak aynı dünya hakkında başka yollarla da düşünebilirsiniz.
‘Anlam’ atfetmek kaçınılmaz olarak anlamsızlık atfetmektir; bir kısım insanı önemli görüp seçmek, zorunlu olarak başka birilerinin önemsiz: ya da en azından daha az önemli olduklarını ilan etmektir. Bu, çoğu zaman birilerinin nefretini üzerine çekme tehlikesi demektir. Yaşadığım çevre heterojen, yani çatışmalı, ayrı idealleri ve hayat tarzları olan gruplara parçalanmış olduğu oranda bu tehlike büyür.
Akademik uzmanlık iddiasında olan ve iddiası kabul gören herkes olguları toplayıp işlemekte benzer yollar izler: Üzerinde çalıştıkları şeyleri ya doğal ortamlarında (örneğin, evinde, kamusal ilişkilerinde, iş ve eğlence yerlerinde normal günlük hayatlarını yaşayan insanlar) ya da özel olarak tasarlanıp sıkı bir biçimde kontrol edilmiş deney koşullarında (örneğin, bilerek tasarlanmış düzenekler içinde insan tepkileri gözlendiğinde ya da insanlar olur olmaz karışıklıkları ortadan kaldırmak üzere tasarlanmış sorulara yanıt vermeye yönlendirildiklerinde) gözlerler; bu da olmazsa, geçmişte yapılmış benzer gözlemlerden (örneğin, kilise kayıtları, nüfus sayımları, polis arşivleri) elde edilen kanıtları kendi olguları olarak kullanırlar. Bütün akademisyenler biriktirdikleri ve tetkik ettikleri olgulardan sonuçlar çıkarırken ve bunları doğrular ya da çürütürken aynı genel mantık kurallarını izlerler.
Gerçekten dünyanın kendisini değil, dünyayla ilişkimizi biliriz; bir bakıma, dünya imgemizi, dilden ve eğitimden kazandığımız yapı taşlarından sıkıca örülmüş bir modeli pratiğe geçiririz.
her birimiz yetenekli birer aktördür. yine de elde ettiklerimiz ve kim olduğumuz başkalarına bağlıdır.
Şehrin kalabalık ortamında fiziksel yakınlık manevi uzaklıkla el ele gider.
Kararlar verebilmek özgürlüğümün kanıtıdır. Aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetisidir.
“Sivil dikkatsizlik, kişinin bakmıyor ve dinlemiyor gibi yapmasıdır, ya da en azından kişinin bakmadığı, işitmediği ve hepsinden önce çevredekilerin ne yaptıklarıyla ilgilenmediği havasını verecek bir tavır takınmasıdır.”
Muhtemel kurbanlar
psikolojik tutsak’lara dönüştürülmüştür; söylenenlere
boyun eğmenin ödülü olarak iyi muamele görecekleri
yanılgısına düşen bu insanlar sıklıkla zalimlerinin elinde
oyuncak olmuş ve kendi felaketlerine yardım etmişlerdi
Görev onlardan disiplin ister, duygulanmalarını değil.
Kendi duyguları ne burada ne orada dır. Kurbanlara nefret mi yoksa sempati mi duydukları konu dışıdır.
Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.
birçok başka yerde birçok başka şeyim. Her yerde benliğimin ancak küçük bir bölümünün orada olduğunu hissederim. Başka yönleri o tikel bağlamda anlamsız olduğundan ve istenmediğinden, benliğimin kalanının karışmaması için sürekli kendimi denetlemek durumunda kalırım. Ve bu yüzden hiçbir yerde kendimi tam anlamıyla hissedemem; hiçbir yerde kendimi yuvamda hissedemem. Her şey bir yana, kendimi, her biri farklı insanlar arasında ve farklı mekânlarda olmak üzere, oynadığım birçok farklı rolün bir toplamı gibi hissetmeye başlarım. Peki ama bunları bağlayan bir şey var mıdır? Sonuçta ben -gerçek, hakiki Ben – kimim?
“Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.”
Sevilmek anlaşılmaktır.
Sosyolojinin bahsettiği her şey zaten hayatımızda olmuş şeylerdir. Zaten öyle olması da gerekir, aksi halde hayatımızı yürütemezdik.
Kararlar verebilmek özgürlüğümün kanıtıdır. Aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetisidir.
Okulunuzun kütüphanesine gidin ve sosyoloji kitaplarıyla dolu raflara şöyle bir bakın.
Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.
“Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.”
“Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.”
Tamamlayıcı schismogenesis tamamen zıt varsayımlardan doğar ama aynı kapıya, yani ilişkinin kopmasına çıkar. Eylemlerin schismogenesis dizilişi tamamlayıcıdır çünkü öteki taraf karşı tarafın artan gücünün tezahürleriyle karşılaştığında direnişini zayıflatırken, bir taraf öteki tarafın zayıflık işareti göstermesiyle kararlılığını artırır. Bu, tipik olarak tahakkümcü ve itaatkâr iki partner arasındaki her etkileşimde ortaya çıkan eğilimdir. Partnerlerden birinin kendine güveni ve inancı ötekinin ürkeklik göstermesini ve boyun eğmesini besler. Zamanla ikincinin uysallığı birincinin kendini öne çıkarması ve küstahlığı ile el ele yürür.
Norbert Elias, yerleşikler ve dışarlıklılar teorisinde önyargı üreten duruma ilişkin kapsamlı bir analiz sunmaktadır. Dışarlıklıların içeriye akın etmesi, yeni gelenlerle eski sakinler arasındaki farklılık ne kadar belli belirsiz olsa bile, her zaman yerleşik nüfusun hayat tarzına bir kafa tutuş demektir. Yeni gelenlere yer açma zorunluluğundan ve dışarlıklıların kendilerine yer bulma ihtiyatlından doğan gerilim iki tarafı da farklılıkları abartmaya iter. Farklı koşullarda göze çarpmadan geçiştirilebilecek, genelde küçük küçük özellikler şimdi göze batar ve birlikte yaşamanın önündeki engeller olarak sunulur. Bunlar tiksinti duyulan nesneler haline gelerek kesin ayrılığın kaçınılmaz ve kaynaşmanın düşünülemez olduğuna kanıt olarak kullanılır. Endişe ve düşmanca duygular iki tarafta da kaynama noktasına erişir ancak yerleşikler bir bütün olarak Önyargıları temelinde harekete geçmek için daha iyi kaynaklara sahiptirler. Onlar aynı zamanda sırf yerleşimlerinin uzunluğu nedeniyle, o yer üzerinde kazanmış oldukları haklara da sığınabilirler (Burası bizim atalarımızın toprağıdır ). Dışarlıklılar yalnızca yabancı ve farklı olmakla kalmazlar, orada olmaya hak kazanmamış istilacılar ve işgalciler olarak görülürler.
Cinsellik ve saldırganlık dürtüleri, grupların ancak felaketleri pahasına denetim allına almayı düşünmeyebilecekleri dürtüler olarak adları en sık anılanlardır. Düşünürler, bu gibi dürtüler özgür bırakılacak olursa hiçbir grubun dayanamayacağına, dürtülerin, sosyal hayatı bütünüyle’ imkânsız kılacak kadar şiddetli çatışmalar doğuracağına işaret ederler.
Ben, önemli ötekilerin bana yaptıkları ya da yapmaya niyet ettikleri yüzünden, yapmayı istediğim şey ile kendimi yapmakla yükümlü hissettiğim şey arasında bir iç çatışma olarak özgürlükle bağımlılık arasındaki çelişkiyi yaşarım.
Kararlar verebilmek özgürlüğümün kanıtıdır. Aslında özgürlük, karar verme ve seçme yetişidir.
Sosyolojik düşünmek, denebilir ki, kendi başına bir güç, sabitleme karşıtı bir güçtür.
Duygusal olgunluğumuza başkalarını arzularımızın yansıması olarak görmediğimizde,bizden bağımsız olduklarını ve kendi arzularına sahip olduklarını fark ettiğimizde kavuşuruz
Sosyolojik düşünmek, dünyayı kavramada onu farklı şekillerde düşünme olasılığını da açan ilişkisel bir yol içerir.
Sahip olduğumuz bilgi arttıkça daha fazla şey gördüğümüzü farz ederiz ve birbirinden ayırdığımız farklı şeylerin sayısı o kadar çok artar.
Her yaşam tarzı bir meydan okumadır.
Ancak kendimizi dönüştürmek istiyorsak, etrafımızı çevreleyen kişilerin kabul gören beklentilerine karşı ciddi çaba sarf edilmelidir.
Eğer alın yazımızı bizler yazıyorsak yaşamlarımızı kontrol etme doğrultusunda eyleme geçme gücüne de sahibizdir. Hem eylemlerimizi gözlemleme becerisine hem de sonuçlarını belirleme yetisine sahibiz.
Eski bir atasözüne göre, bir yere varmaktan daha iyisi umutla yola devam etmektir. Dolayısıyla tüketim toplumlarında, önemli olan şeyin tatmin değil arzu olduğunu söyleyebiliriz çünkü bu nihai aşamaya ulaşmak yolculuğu biçimlendiren etosun altını oyar.
Basitçe arzunun arzuladığı şey daha fazla arzudur.
Mahremiyetin olmadığı bir topluluk bize aitlik hissinden çok baskı gibi gelirken, topluluğun olmadığı bir mahremiyet kendin olma arzusundan çok yalnızlığa benzer.
Başkalarının hakları bizim haklarımız için birer sınırdır ve bundan ötürü özgürlüklerimizin genişletilmesi başkalarının kendi özgürlüklerinden yararlanma şanslarının sınırlanmasını şart koşar.
Yeterince sık şekilde tekrarlandığında, şeyler genelde tanıdık hale gelir ve tanıdık şeyler artık açıklama gerektirmez.
Dünyada yaşanan her şeyi büyük oranda başkalarına ait kasıtlı eylemlerin sonucu olarak algılama eğilimindeyizdir. Yaşanan şeylerin sorumlusu olan şahısları ararız ve onları bulduğumuzda sorgulamamızın tamamlandığını düşünürüz. Olumlu meylettiğimiz şeylerin arkasında iyi niyetin saklı olduğunu, hazmetmediğimiz şeylerin arkasındaysa kötü niyetlerin yattığını varsayarız. Genel olarak insanlar, bir durumun tanımlanabilir bir şahsa ait kasıtlı eylemlerin sonucu olmadığını kabullenmekte zorlanır.
Sosyolojik düşünmek, özgürlük davasına hizmet eder.
Davranma ve kendimize bakma biçimimizi ait olduğumuz grupların beklentileri belirler.
Becerilerimizi değiştirme ve duruma uyarlama yetisi bir şey, hedeflerimize ulaşmak için gerekli kapasiteye sahip olmak başka bir şeydir.
“Trenleri doldurup boşaltan ve bir istasyondan diğerine giderken birbiriyle neredeyse hiç sözlü iletişim kurmayan kitleleri izlemek, nüfusun genelinde belli bir aldırışsızlığın ve soğuk bir kayıtsızlığın varlığına işaret edebilir. İnsanlar fiziksel bakımdan kışkırtıcı derecede yakındır, ama yine de birbirlerinden uzaktırlar. Kalabalıkta kaybolan insanlarda, kendi imkân ve olanaklarıyla bir başına terk edilme, dolayısıyla yalnızlık hissi oluşur.”
Alman sosyolog Niklas Luhmann özkimlik arayışını, kendini hep hissettiren sevgi -sevmek ve sevilmek- ihtiyacının ilk ve en güçlü nedeni olarak sunmuştur.
Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir.
“Satıcılar ürünlerinin vaat ettiği fayda için arzumu kamçılamak ve böylelikle beni onlara sahip olmak adına fedakârlıkta bulunmaya (para kazanmak, biriktirmek ve harcamak için sıkı çalışmaya) hazırlamalıdır. Onlar bunu, en bariz olarak, reklamlar (örneğin, TV ilanları) yardımıyla yaparlar. Reklam iki etki yaratmalıdır: İlkin, reklam bana ihtiyaçlarım ile onları karşılayacak becerilere ilişkin kavrayışımın yetersiz olduğunu, gerçekten neye ihtiyacım olduğu ve gerçekten ne yapmam gerektiği hakkında yargılarımın geçersiz olduğunu anlatmalıdır; sonra, cehaletimi ya da yetersiz yargımı, daha iyi bilenleri dinleyerek ortadan kaldırmanın güvenilir yollarının olduğunu anlatmalıdır. Çoğu ilanda, eski tarzlarında ısrar eden insanlar cahil ya da eski kafalı olarak alay konusudur; ve bu insanların karşısına doğru yolu göstererek cehaletlerini kanıtlayan güvenilir bir otorite çıkar.”
Hepimiz yaşamlarımızı çözülecek sorunlarla yerine getirilecek görevlerin bir derlemesi olarak düşünecek şekilde tedristen geçeriz. Kimliklerimiz zaman içinde ve farklı mekansal bağlamlarda edindiğimiz hatıralarla bağlantılıdır.
Sırf insan olduğundan dolayı öteki için, herhangi bir öteki insan için duyulan sorumluluğun ve özel olarak bunu izleyen yardım etme ve derdine deva olma yönündeki ahlâki dürtünün argümana, meşrulaştırmaya ya da kanıta ihtiyacı yoktur.
“Aslında hayatımı benim bireysel meselem yapan tüketici davranışıdır; ve beni bir birey yapan da tüketim faaliyetidir (insanlar hemen her zaman öteki insanlarla birlikte yaratırlar, üretirler; gel gelelim, tükettikleri çoğu şeyi tek başına, kişisel zevklerine göre tüketirler). Sonuç olarak görüldüğü kadarıyla, ben sanki satın aldığım ve sahip olduğum çok sayıda şeyden oluşmuş bir kişiyim: bana ne satın aldığını, hangi dükkandan satın aldığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
Başka bir ifadeyle, sevilmek anlaşılmaktır – ya da en azından ne zaman “Beni anlamanı istiyorum!” derken ya da acı içinde “Beni anlıyor musun? Beni gerçekten anlıyor musun?” diye sorarken kullandığımız anlamda anlaşılmaktır.
George Simmel’in çok uzun zaman önce tespit ettiği gibi, yoğun bir nüfus ve çeşitlilik barındıran yaşadığımız dünyada bireyler sonu gelmez anlam ve birlik arayışında hep geri kalmaya mahkûmdur.
Düşmanlarla savaşırız, dostları severiz ve onlara yardım ederiz; ama ne düşman ne dost olanlara ne diyeceğiz? Ya da hem düşman hem dost olanlara?
Sosyal hayatın paradokslarına ilişkin keskin gözlemler yapan Adam Smith, bir zamanlar: Uygar toplumda (bir kişi) büyük kalabalıkların elbirliğine ve yardımına ihtiyaç duyarken, bütün hayatı birkaç arkadaş edinebilmesine ancak yeter diye yazmıştır.
Özgürlük ile bağımlılığın diyalektiği doğumla başlar ve ancak ölümle sona erer.
İçeri nin değerini gerçek anlamda vermek için bir dışarı olmalıdır.
Bir grup içinde yaşarken, ben, kendimi kontrol etmek zorundayım. Benlik kontrol edilecek bir şeydir ve onu kontrol edecek olan benim

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir