İçeriğe geç

Yabancılaşma Kitap Alıntıları – Karl Marx

Karl Marx kitaplarından Yabancılaşma kitap alıntıları sizlerle…

Yabancılaşma Kitap Alıntıları

Bugün öz faaliyet ile maddi yaşamın üretimi öylesine birbirinden ayrılmıştır ki, maddi yaşam amaç gibi görünmekte ve maddi yaşamın üretimi, yani çalışma da araç gibi görünmektedir
De­mokratik temsili devleti burjuva topluma karşıt çıkaran çelişki, klasik topluluk-kölelik çelişkisinin tamamlanması­dır. Modern dünyada her birey, aynı zamanda hem köle hem de topluluk üyesidir. Ama burjuva toplumun köleliği, görü­nüşte en büyük özgürlüktür; çünkü bu, kendi yaşamının, örneğin mülkiyet, sanayi, din, vb. gibi kendisine yabancılaşmış öğelerinin genel ya da insani bağlarından kurtulmuş dizginsiz hareketini kendi öz özgürlüğü olarak gören bireyin, görünüşte bireysel bağımsızlığıdır. Oysa gerçekte bu, onun köleliğinin ve insandışılığının tamamlanmasıdır. Hukuk, bu­rada ayrıcalığın yerini almıştır.
Dinden kendi tekelci gücünü geri alın, o artık yok olur.
Biz dizüstüyüz diye büyükler, bize böyle büyük görünürler. Ayağa kalkalım!
İnsan Tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendinde o kadar az şey kalır. İşçi yaşamını nesneye koyar. Ama o zaman yaşamı artık kendisinin değil, nesnenindir.
Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar.
Gerçekte özgürlük alemi ancak, emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlendiği alanın bittiği yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alem, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur. Tıpkı vahşi insanın, gereksinmelerini karşılamak, yaşamını sür­dürmek ve yeniden üretmek için doğayla boğuşmak zorunda olması gibi, uygar insan da aynı zorunluluk içersindedir ve bunu da bütün toplumsal biçimlenişler içersinde, akla gelen her türden üretim tarzları altında yapmak durumundadır.
Para ilişkilerinin gelişmesi, genel satın alınabilirlikle, rüşvetle özdeştir. Genelleşmiş fahişelik, kişisel eğilimlerin, yeteneklerin, becerilerin, etkinliklerin toplumsal niteliğinin zorunlu bir gelişme aşaması olarak kendini gösterir. Daha nazikçe söylersek, genel yararlanma ve kullanma ilişkisidir. Shakespeare’in parayı çok hoş bir bi­çimde kavraması gibi,*** benzer olmayanların benzerleştiril­mesi.
Şu halde, ilk biçimi, tohumu, kadının ve çocukların erkeğin kölesi oldukları aile içinde bulunan mülkiyeti içerir. Aile içindeki, elbet henüz çok ilkel ve gizli olan kölelik ilk mülkiyettir ki, bu mülkiyet, ayrıca modern iktisatçıların tanımlamasına mükemmelen uymaktadır, bu tanımlamaya göre mülkiyet, başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetkisidir. Kaldı ki, işbölümü ve özel mülkiyet özdeş deyimlerdir – birincisinde faaliyete göre anlatılan şey, ikincisinde bu faaliyetin ürününe göre dile getirilmektedir.
Sevgi dini, acı; ve bu dinin en yüksek noktası da, kendi kendini kurban etme, kendi kendini öldürmedir.
Din-dışı eleştirilerin temelini şu oluşturuyor: insanı yapan din değil, dini yapan insandır.
Sevgi Bütün tanrılar gibi, insana tümüyle sahip ol­mak isteyen ve insan ona yalnızca ruhunu değil ama fizik Ben’ini de kurban etmedikçe dur durak bilmeyen kıyıcı bir tanrıdır.
Yabancılaşmış emek;
1. Doğaya,
2. Kendine,
3. İnsanın cinsil varlığına,
4. İnsanın kendi emek ürününe yabancılaşır.
-Sermaye ilişkisi, emekçiyi kendi emeğini maddeleştirdiği araçlarla karşı karşıya koyan iç bağlantıyı, yabancılaşmanın ardına gizler.
İnsanın, çalışmasıyla, doğanın sağladığı maddelerin biçimini, kendisine yararlı olacak şekil­de değiştirdiği gün gibi açıktır. Sözgelişi ağacın biçimi, masa yapılarak değiştirilir. Ama gene de masa, o alelade günlük şey olmakta, ağaç olmakta devam eder. Ne var ki, meta ola­rak ilk adımını atar atmaz, tamamen başka bir şey olur.
İşçinin mülksüzlüğü, ve canlı emeğin nesneleşmiş emek tarafından sahiplenilmesi, ya da ötekinin emeğinin sermaye tarafından maledinilmesi -ikisi de aynı ilişkinin karşıt ku­tuplardan ifade edilişidir- burjuva üretim tarzının temel koşullarıdır, hiçbir biçimde, onunla ilgisi olmayan raslantı­lar değildir.
İşçi, sermayenin gereksinimiyle koşullandırılma­mış olduğu ölçüde, gereksiz olarak görünür.
-proletarya da insan, gerçekte kendi kendini yitirmiş ama aynı zamanda da bu yitirmenin teorik bilincini de kazanmıştır.
Demek ki insanal gerçeklik, insanın özsel belirlenimleri ve etkinlik­leri kadar çeşitlidir. Marx’ın notu.
Özel mülkiyet bizi öylesine alıklaştırmış ve sınırlı kılmış­tır ki bir nesne ancak ona malik olduğumuz, demek ki [o nes­ne] bizim için sermaye olarak varolduğu, ya da bizim tarafı­mızdan dolayımsız sahip olunduğu, yenildiği, içildiği, giyil­diği, içinde oturulduğu vb., kısacası bizim tarafımızdan kul­lanıldığı zaman bizimdir,
Yabancılaşma öteki varlıktır, bilincin ve özbilincin nesnenin ve öznenin karşıtlığıdır.
Elden çıkarılma, yabancılaşmanın pratiğidir.
Doğa, yani kendisi insan bedeni olmayan doğa, insanın örgensel-olmayan bedenidir. İnsan doğa aracıyla yaşar sözü, şu anlama gelir: doğa insanın ölmemek için, kendisi ile sürekli bir süreç sürdürmesi gereken bedenidir. İnsanın fizik ve entelektüel yaşamının doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemekten başka hiçbir anlama gelmez, çünkü insan doğanın bir parçasıdır.
Ekonomi politik, bu zenginlik bilimi, öyleyse aynı zamanda vazgeçme, yoksunluklar, esirgeme bilimidir de ve gerçekten temiz hava ya da fizik hareket gereksinmesi­ni bile insandan esirgeyecek kadar ileri gider. Bu tansıklı sa­nayi bilimi çilecilik (ascetisme) bilimidir de ve onun gerçek ülküsü çileci ama tefeci cimri ile çileci ama üretici köledir. Sağtörel ülküsü, ücretinin bir parçasını Tasarruf Sandığına götüren işçidir ve bu kendi gözde delice hevesi (lubie favorite) için, hatta aşağılık bir sanat bile bulmuştur. Bu delice heves, büyük bir duygululuk ile birlikte, tiyatroya taşınmıştır. Öyley­se ekonomi politik, din dışı ve tat almaya dönük yönüne karşın- gerçek bir sağtörel bilim, bilimlerin en sağtörel ala­nıdır. Kendinden vazgeçme, yaşamdan ve tüm insanal gereksinmelerden vazgeçme, onun baş savıdır. Ne kadar az yer, ne kadar az içer, ne kadar az kitap satın alır, tiyatroya, baloya, meyhaneye ne kadar az gider, ne kadar az düşünür, sever, kuram kurar, ne kadar az şarkı söyler, konuşur, kılıç oynarsan, vb., o kadar çok biriktirir, ne güvelerin ne de tozun yiyebilecekleri hazineni, sermayeni, o kadar çok artırırsın. Sen ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az belirtirsen, o ka­dar çoğa sahip olursun, yabancılaşmış yaşamın o kadar büyür, yabancılaşmış varlığından o kadar çok biriktirirsin. İk­tisatçı senden yaşam ve insanlık olarak aldığı şeylerin yeri­ne, para ve zenginliği koyar ve senin yapamadığın her şeyi, senin paran yapabilir: yiyebilir, içebilir, baloya, tiyatroya gide­bilir; sanatı, derin bilgiyi, tarihsel tuhaflıkları, siyasal erkliği sınar; yolculuk edebilir; bütün bunları sana verebilir; bütün bunları satın alabilir; gerçek yetenektir o. Ama bütün bunlar olan onun (paranın), kendi kendini yaratmaktan, kendi kendini satın almaktan başka bir olanağı yoktur; çünkü geri kalan her şey onun uşağıdır ve eğer ben efendiye sahipsem onun uşağına da sahibim demektir ve uşağına gereksin­mem yoktur. Demek ki bütün tutkular ve tüm etkinlik, zen­ginlik susuzluğu içinde yok olmalıdır. Demek ki işçi, tam ya­şamak isteyecek kadarına sahip olmalı ve yalnızca sahip ol­ mak için yaşamayı istemelidir.
..Makine, güçsüz insanı makine durumuna dönüştürmek için, kendi­ni insanın güçsüzlüğüne uyarlar.
hiçbir harem ağası efendisini, sı­nai harem ağasından, yani üreticiden daha büyük bir baya­ğılıkla koltuklamaz ve ustalıkla göze girmek için, düzenbaz­lıkla para kazanmak ve çok hıristiyanca sevdiği komşusu­nun cebinden mangır çekmek için ondan daha pis araçlarla efendisinin körelmiş yeteneklerini uyandırmaya çalışmaz.
İşçi, üretici, kendi etkinliği ile, ona yabancı duruma gelen kendi in­san doğasına yabancılaşır. İşçi olmayana, çalışıp üretmeyen kapitaliste gelince o, bu olgu sonucu insanın, üretmenin ta kendisi olan doğasına ya­bancı durumdadır.
Öyleyse özel mülkiyet, yabancılaşmış emek, yani yabancı­Iaşmış insan, yabancı kılınmış emek, yabancı kılınmış ya­şam, yabancı kılınmış insan kavramının çözümlemesinden çıkar.
İşçinin kendi nesnesi içinde yabancılaşması, iktisat ya­salarına göre kendini şu biçimde dile getirir: İşçi ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketecek nesnesi vardır; ne kadar çok değer yaratırsa, o kadar çok değerden düşer ve saygınlı­ğının azaldığını görür; ürünü ne kadar biçimliyse, işçi o ka­dar biçimsizdir; nesnesi ne kadar uygarsa, işçi o kadar barbardır; iş ne kadar erkliyse, işçi o kadar erksizdir; iş ne ka­dar us işi olmuşsa, işçi ustan o kadar yoksunlaşmış ve doğa­nın o kadar kölesi durumuna gelmiştir.
İşçi kendi emek ürünü karşısında, yabancı bir nesne karşısında­ki ile aynı ilişki içindedir. Çünkü bu durum, varsayım gereği açıktır: işçi kendi emeği içinde kendini ne kadar dışlaştırır­sa, kendi karşısında yarattığı yabancı, nesnel dünya o kadar erkli bir duruma gelir; kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur. Bu, dinde de böyledir. İnsan Tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendinde o kadar az şey ka­lır. İşçi yaşamını nesneye koyar. Ama o zaman yaşamı artık kendisinin değil, nesnenindir. Demek ki bu etkinlik ne kadar büyükse, işçi o kadar nesnesizdir. O, emeğinin ürünü olan şey değildir. Öyleyse bu ürün ne kadar büyükse, işçi o kadar az kendisidir. İşçinin kendi ürünü içinde yabancılaşması, yalnızca emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş durumuna geldiği anlamına değil ama emeğinin kendi dışında, ondan bağımsız, ona yabancı ve onun karşısında özerk bir erk duru­muna gelen bir varlık olarak varolduğu ve nesneye geçirdiği yaşamın, hasım ve yabancı bir yaşam olarak ona karşı çıktı­ğı anlamına da gelir.
Evet, çalışmanın kendisi ancak en bü­yük çabalar gösterilerek ve en düzensiz kesintilerle elde edile­ bilen bir nesne durumuna gelir. Nesnenin sahiplenilmesi kendini öylesine bir yabancılaşma olarak gösterir ki işçi ne kadar çok nesne üretirse o kadar az sahiplenebilir ve kendi ürünü olan sermayenin egemenliği altına o kadar çok girer.
İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyası­nın değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek yalnızca meta üretmekle kalmaz; genel olarak meta ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.
İşçi, kendi emek ürünü karşısında, yabancı bir nesne karşısındaki ile aynı ilişki içindedir.
Din ezilen insanın içli ezgisi, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinidir. Din, halkın afyonudur.
Toplum yahudinin ampirik özünü, bezirganlığı ve bu­nun önkoşullarını ortadan kaldırmayı başarır başarmaz, yahudi olanak dışı hale gelir, çünkü bilincinin artık nesnesi yoktur, çünkü yahudiliğin öznel temeli, pratik gereksinim, insanileştirilmiştir ve çünkü bireysel duyumsal varoluş ile insanın cinsil -varoluşu arasındaki çelişki ortadan kalkmış­ tır.
Yahudinin toplumsal özgürleşmesi, toplumun yahudi­likten özgürleşmesidir.
Elden çıkarılma, yabancılaşmanın pratiğidir. Dinsel ku­şatılmışlığı süren insanın, özünü, ancak yabancı ve düşlem­sel bir öz kılarak somutlayabilmesi gibi, egoist gereksinimin egemenliğinde de o, yalnızca pratik olarak ortaya çıkabilir, yalnızca, etkinliği gibi ürünlerini de yabancı bir varlığın egemenliğine bırakıp, onlara, yabancı bir varlığın paranın­ anlamını bahşederek, pratikte nesneler üretebilir.
Hıristiyanlık yahudiliğin yüce fikri, yahudilik hıristiyan­lığın kaba pratik uygulanışıdır. Ama bu uygulanış, ancak hı­ristiyanlığın tam bir din olarak, insanın kendisine ve doğaya yabancılaşmasını teorik bakımdan tamamlamasından son­ra genel bir uygulanış haline gelebildi.
Hıristiyanlık gerçek yahudiliğe yalnızca görünüşte üstün gelmiştir.
İktisat hareketinin zincirlenişini anlamadığı içindir ki örneğin rekabet öğretisi tekel öğretisinin, sınai özgürlük öğ­ retisi lonca öğretisinin, toprak mülkiyetinin bölünmesi öğre­ tisi büyük toprak mülkiyeti öğretisinin karşısına yeni baştan çıkabilmiştir; çünkü rekabet, sınai özgürlük, toprak mülkiye­ tinin bölünmesi tekelin loncanın ve feodal mülkiyetİn zorun­ lu, kaçınılmaz ve doğal sonuçları olarak değil ama yalnızca olumsal, yönelimsel, zorla çıkarılmış sonuçlar olarak açık­ lanmış ve anlaşılmışlardır.
Eleştiri, zincirleri, her yanını örten imgesel çiçeklerden, insan süssüz ve umut kırıcı zincirler taşısın diye değil, ama onları atsın ve canlı çiçeği devşirsin diye arındırdı. Dinin eleştirisi insanın yanılsamalarını, insanın kendi gerçekliği­ ni akıl çağına erişen ve yanılsamadan kurtulmuş bir insan olarak düşünmesi, etkileresi ve biçimiendirmesi için, kendi kendinin, yani kendi gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için ortadan kaldırıyor. Din, insan kendi çevresinde dönme­ diği sürece insanın çevresinde dönen yanılsamalı bir güneş­ ten başka bir şey değildir.
Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavuru­ mu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protestour. Din ezilen insanın içli ezgisi, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinidir. Din, halkın afyonudur.
İnsan insana yabancılaşmıştır. İnsan kendi kendisinin karşısında iken, onun karşısında olan ötekidir.
Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen yanılsamalı bir güneşten başka bir şey değildir.
Din ezilen insanın içli ezgisi, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinidir. Din, halkın afyonudur.
Din, bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özeti, onun popüler biçimli mantığı, onun tinselci onur sorunu, kendinden geçmesi, ahlaksal onaylanması, görkemli tamamlayıcısı, teselli ve aklanmasının temelidir.
Eleştiri, zincirleri, her yanını örten imgesel çiçeklerden, insan süssüz ve umut kırıcı zincirler taşısın diye değil, ama onları atan ve canlı çiçeği devşirsin diye arındırdı.
Makinenin, çalışmanın yalınlaştırılması, henüz oluşma aşamasında bulunan insanı, henüz hiç gelişmemiş bulunan insanı -çocuk- işçi durumuna dönüştürmek için kullanılmıştır, oysa işçi yüzüstü bırakılmış bir çocuk durumuna gelmiştir.
Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen yanılsamalı bir güneşten başka bir şey değildir.
Eleştiri, zincirleri, her yanını örten imgesel çiçeklerden, insan süssüz ve umut kırıcı zincirler taşısın diye değil, ama onları atsın ve canlı çiçeği devşirsin diye arındırdı.
Emek zenginler için harikalar, işçi için yoksunluk üretir. Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir.
İşçi yaşamını nesneye koyar. Ama o zaman yaşamı kendisinin değil, nesnenindir.
İnsan Tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendisinde o kadar az şey kalır.
İşçi ne kadar zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse o kadar ucuz bir meta haline gelir.
Din; insanal özün doğaüstü gerçekleşmesidir.
Din ezilen insan iç sesi, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinidir. Din, halkın afyonudur.
Elden çıkarılma, yabancılaşmanın pratiğidir.
Yabancılaşma öteki varlıktır. Bilincin ve özbilincin, nesnenin ve öznenin karşıtlığıdır.
Bu ikili açıdan, demek ki işçi, kendi nesnesinin, birincisi bir emek nesnesini, yani işi, ikincisi de geçim araçlarını kendisinden aldığı bir kölesi durumuna gelir. Demek ki birincisi işçi olarak, ikincisi de fizik özne olarak varolma olanağını kendi emek nesnesine borçlu olduğu anlamında. Bu köleliğin doruğu şudur ki fizik özne olarak varlığını sürdürebilmesini artık yalnızca işçi niteliği sağlar ve artık ancak fizik özne olarak işçidir.
işçi kendi emek ürünü karşısında, yabancı bir nesne karşısındaki ile aynı ilişki içindedir.
Nesnenin sahiplenilmesi kendini öylesine yabancılaşma olarak gösterir ki işçi ne kadar çok nesne üretirse o kadar az sahiplenebilir ve kendi ürünü olan sermayenin egemenliği altına o kadar çok girer.
İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar.
İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir.
Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen yanılsamalı bir güneşten başka bir şey değildir.
Halkın yanılsamalı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor.
Din ezilen insanın içli ezgisi, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinidir. Din, halkın afyonudur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir