İçeriğe geç

İslam’da Şehir ve Mimari Kitap Alıntıları – Turgut Cansever

Turgut Cansever kitaplarından İslam’da Şehir ve Mimari kitap alıntıları sizlerle…

İslam’da Şehir ve Mimari Kitap Alıntıları

İslâm mimarisi sükunet içinde harekettir,sınırlığın berraklığına sahiptir, ifade bakımından mütevazı ve tabiidir, dramatik yahut dayatmacı olmaktan ziyade güzelliğe ve tezyiniliğe yöneliktir.
Büyüklüğün (azametin) etkilerinin vahşiyane bir şekilde insana dayatılması, merhamet ve gururun, tevazu, mükemmeliyat ve kendi kendine yetmenin aşırı noktalara sürüklenmesi, nötr ve hakiki bir biçim ifadesi elde etmek için İslam mimarisinde bertaraf edilmesi gereken yabancılaşmalardır
İklim pasif metotlarla kontrol edilmiştir. Bu bağlamda dikkate alınan ölçüler, mimari ile karşılıklı ilişki içindedir ve onunla bütünleşmiştir. Sözgelimi pencereler, soğuk iklimlerde ısı toplayıcılar olarak tasarlanırken, sıcak iklimlerde güneşin içeriye en az girmesini temin edecek şekilde inşa edilir. Binaların dış kaplaması da, iklime göre ayarlanan pasif metotlar tesis ederek, iklim faktörlerini ayrıntılı olarak göz önünde bulundurmaktadır. Açıkçası, israf ve gereksiz masraflara İslam mimarisinde izin verilmez.
En nefis bir şekilde süslenmiş (dekore edilmiş) ev bile – ki çok mütevazi olanları da vardır – gelecek nesillerin değişen ihtiyaçlarına ve arzularını hizmet edilmesini mümkün kılacak esneklikte tasarlanmıştır.
Evler tahta yahut kerpiç gibi kısa ömürlü ve yeniden kullanılabilen malzemelerden inşa edilirdi. Böylece şehirdeki değişim ihtiyacıda kolaylaştırılmış olurdu. Odaların çok amaçlı kullanımı da genel bir tavrı belirler.Planimetrik şemalar kapalı olmaktan ziyade açıktır. Sonuçta, inşa sistemleri benzer karakteristiklere sahip olup değişime açık bir yapıdadır.
Yeryüzünde hayatın fani özelliğini yansıtan şehir dokusunun bu esnekliğinin yanında, binaların, tabiata saygıyı gösteren topoğrafya ile âhenkli ilişkisine özel bir önem atfedilmiştir. Bu anlayış temelde insanlar arasındaki saygın ilişkide görülür ki, aynı zamanda evlerin birbirine uygun biçimde, uyumlu olarak yerleştirilmesine de yansımıştır.
İslâm’da teknoloji, sadece kendi önem hiyerarşilerine göre gerçek ihtiyaçları karşılamak amacıyla kullanılabilir. Teknolojiler kendi varlık düzeylerinin kanunlarıyla uyum içinde kullanılırken, daha üst düzeylerin kanunlar hiyerarşisine uygun olarak seçilir veya yönlendirilir.
Bu, malzemelerin kullanımında İslam mimarisinin hakim bir özelliği de olan teknik’e karşı tabii bir tutumu temsil eder. Tahta ile taş yahut maden ile çini farklı malzemelerin bir arada kullanılmasında amaç, basit ve ilkel zıt ifadeleri yaratmak yerine, tabi ve suni olanın, erkek ve kadının tezatlı ama aynı zamanda da birbirine saygılı güzellikleri gibi bireysel güzelliklerini vurgulamaktır.
Louis Kahn şöyle diyor: “Mimarî, tasarım sürecinde mimarın tutumunun (esere)
yansımasıdır.
Şunu hatırlatmak gerekir ki, arazi spekülasyonunun etkileri ve modern dünyanın insanın çevresiyle ilgili tavırları üzerindeki idarî ve sözde mevzuatla ilgili güçleri esasen sunî ve kirletici bir özelliktedir.
Dünya, ortak standartları kurmak için uğraşırken biz var olan ortak standartlarımızı yok ettik.
“Ben bir mimarım ve mimarlığı daha iyi nasıl yaparım?” diye düşündüğümde, mimarlığa esas teşkil edecek bir sanat tarihi ve sanat felsefesini öğrenmek ihtiyacını hissettim. “Bunu şöyle mi yoksa böyle mi yapayım?” sorusunu sorduğum zaman, “Yaptığımın arkasında nelerin, hangi temellerin bulunması lazım?” sorusunu da sormak zarureti doğdu.
“Göğe, güneşe, aya, yıldıza, yere, toprağa , her şeye bak.”
Tarihî şehir alanlarını yıkma eğilimleri mimarların ticarî, gösterişçi, sahte sanatkâr ve yaratıcı olarak yetiştirilmelerinden, politikacıların ve mahallî idare yöneticilerinin de çok kere tarih bilincinden yoksun bulunmalarından kaynaklanmaktadır.
“Kültürümüz tarım kültürüydü; dolayısıyla Türkler şehir kurmayı bilmiyorlardı” şeklinde yorumlar yapılmaktadır. Bu yoruma katılmıyorum.
İnsan elinin meydana getirdiği her şey sunîdir.
Bosnalılar, inançlarının yansıması olan inşa ettikleri dünyayı, inançlarının tam ifadesi olan biçimler âlemini korumak için ölüyorlar. 300 bin kişi bunun için öldü. Biz ise bu dünyayı kendi ellerimizle yıktık.
takvanın mutlak doğruya yönelişi, ihlâsın bütün yanılgılardan kaçınmanın yollarını bize öğretişi, tevazuun, verânın, yakînin neler olduğunu anlamak önemlidir.
İnsanlarımızın içinde mutlu yaşayacakları konutları sağlamakla yükümlü olanlar, biz mimarlarız. Ancak, bugün inşa edilen yapıların yalnızca yüzde 25’ini mimarlar tasarlamaktadır.
Yaşanılan çevrenin fark edilmesinin anlam ve önemini bir başka şekilde daha açıklamak istiyorum. İnsanı pasif seyirci haline dönüştüren tiyatro, sinema ve ayaktopu yerine insan hayatının her anını ve çevresini oluşturan mimarînin geometrisini, değerlerini, dokusunu, renklerini ve güzelliğini tatma ve bunları geliştirmeye katılma imkânı veren, insanı pasif seyircilikten arındıran bir kültürün üstünlüğünün tartışılmaz olduğunu belirtmeyi görev biliyorum.
Halkımızın devam ettirmeye çalıştığı yüksek kültür değerlerine karşılık, adına imar planı dediğimiz belgelere yön veren dar ve geçersiz kalıplar ise şehirlerimizin geleceğini, bu planların ortaya çıkardığı spekülatif güçlerin vahşi etkisine terk ediyor. Böylece ülkemizde, kişilerin maddî çıkarları için her türlü ahlâkî yaklaşımı dışlayan bir yapı kargaşası ve sorumsuzluk ortamı oluşmuş bulunuyor.
Chicago’da bugün inşa edilen yapı, altı ay sonra Stockholm’de, Tokyo’da, Hicaz’da, İstanbul’da veya Roma’da tekrar ediliyor. Bu duruma, biz Batılılar sebep olduk.
Modern mimarî, ne Hıristiyan Barok kültür değerlerini, ne genel Hıristiyan değerlerini, ne de Batı Avrupa’ya şekil veren burjuva devriminin değerlerini savunuyordu. Aksine, primitif kültürlerden Doğu kültürlerine kadar açılan bir yelpaze içinde yeni değer sistemini gündeme getiriyordu.
Tarih, zaman içinde oluşur. Mekân içinde oluşan mimarînin tarihî boyutunun idrak edilmesi, mekân-çevre bilincinin de kaynağını oluşturur.
Devasa beton yığınlarının yanında uçsuz bucaksız vahşi tabiattan oluşan (o da varsa) bugünkü şehirlerimize hâkim olan tabiat-yapı ilişkisinin, insanı tabiat karşısında da yabancı bir seyirci durumuna düşürdüğü aşikârdır.
Asrımızın dev şehirleri içinde küçülüp yok olan insan; dev ölçekli yollar, şehir mekânları ve binalar arasında eriyip, küçülüp, çevresinin oluşumundaki sorumluluğunu bile unuttu.
Batı’da Katolik kilisesinin, sonra aristokrasinin veya komünün, daha sonra da teknokrasinin etkisi altındaki mimarînin çevre elemanları, insanın müdahale edemeyeceği kadar büyük birimlerden oluşuyordu.
Varlığın ve çevresinin farkında, yaradılışın bilincine vakıf insan için; varlığın, çevresinin, dünyanın sorumluluğunu yüklenmiş insan için; üzerine aldığı emanetlerin hüsn-ü muhafazasından ve güzelleştirilmesinden önde gelen başka bir ideal de olamazdı.
Bilinçsiz insan, sanat alanında, sanat eserinin açık veya gizli telkini ile yönlendirilen pasif insandır.
insan, tasvir ve tasviri düzenleyen iradenin etkisi ile yönlendirilen bir konuma getirilmiştir.
Sermayeye veya devlete yeni bir anıt dikmek mimarînin görevi olunca, mimarlar da bütün insancıl tavırları ve sorumlulukları bir kenara atarak, her işi gelecekte alınacak bir işin reklamı saymış, her defa yeni soytarılıklar yapmayı mesleğin temel özelliği haline getirmek zorunda kalmış ve mimarî bir endüstri düzeyine indirilmiştir.
Dev, despot, gizli, karanlık güçler, sermaye veya devlet olarak esir ettikleri insanı tahakküm amaçlarının küçük değersiz aleti olarak kullanmakta, ezip yok etmektedir.
Daha az dramatik fakat daha sinsi bir biçimsizliğin hüküm sürdüğü gelişmiş denilen ülkelerde Batı kültürünün uçurumdan evvelki son zigzaglarını yaşayan, servetlerinin ve teknolojinin kendilerini kurtaracağını uman toplumlarda da
durum pek parlak değildir.
Maalesef insanlar sefalet mahallelerinde, havası kirlenmiş, yeşillikten ve tabiattan yoksun, bütün kültür değerleri yok edilmiş, kirletilmiş şehir alanlarında biçimsiz böcekler gibi yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Türkiye’de kargaşanın alacakaranlığında dünyanın pek çok gelişmiş veya azgelişmiş denilen ülkesinde olduğu gibi artizanal ve ahlâkî üretim temellerini kaybetmemiş olan mimarî; karanlık köşe başlarında iş koymak hünerine, başkalarının yaptıklarını tırtıklayıp onlara yeni bir kılık giydirerek satmaya, başkasının cebindekini aşırıp pazarlayan yankesicinin becerisi haline düşürülmüştür.
Davranış biçimlerini, insanların inançları ve ruhî halleri belirler. İnsanların ruhî halleri ve psişik dünyaları ise hayvanlarınkinden farklı olarak terbiye yoluyla şekillendirilir.
Gerçek olma, yanılgıdan arınmış olma, zühd, renkliliğin neşesi, vakar ve en önemsiz ürünü monümental kılan gerçeğe yakınlığın yarattığı huşu hissi; çözümlemenin, tezyînîliğin, tarihî süreç içinde oluşumun tabiîliği, geleceğin şehirlerinin de kültürel temelini ve ifadesini oluşturmalıdır.
Rönesans’ta, insanın dünyayı anlamak için durduğu yerden karşısına bakması esas iken, hareketli kültürlerde, insanın bir nesneyi algılamak için o nesnenin etrafında dolaşması, ona her cepheden; üstten, alttan bakması, varlığı hareket eden insanın gözü ile algılaması, şehirlerin yapılanmasını düzenleyen iki farklı varlık telakkisi, şehre iki farklı nitelik kazandırmaktadır.
Artık büyük değil, küçük güzeldir.
Taoist yahut Budist sükûnetini mi, Hıristiyan heyecanını mı, günahkâr heyecanını mı, yoksa erotik Rokoko heyecanını mı sunacağız insanlarımıza?
“Çu Hanedanı, kendinden evvel gelmiş olan iki hanedanın kültürünü birleştirdi. O ne güzeldir. Onun için Çu Hanedanı’nı takip ediyorum,” diyordu Konfüçyüs.
Her inşa ettiğimiz yapıda biz yaşamıyoruz. O yapıyı bize sipariş eden de yaşamayacak. Onun yerine başkaları yaşayacak. O başkalarını bugünkü kaprislerimize, heveslerimize esir etmeye hakkımız olduğunu herhangi bir kişi söyleyebilir mi?
bizler meselelerimize dosdoğru bakan kişiler olmaktan çıkıp, dünyada gelişen hareketlerin içinden bakan kişiler haline dönüşmüş bulunuyoruz
Teknokratlar aristokratça bir tavırla, insanın karar verme ve seçme haklarını bir kenara iterek, her şeyi çözeceğine inandıkları makinelerin imkânlarına göre konut üretimini öngördüler. Bu tavrın insanları esir sayan despotik yönü ve insanları hakir gören gayriahlâkîliği ortadadır.
Varlığı, tabiat yasalarını ve bütünün yüceliğini kavramak için bilgi ve seziş gereklidir.
“Yeni mimarîmizde dekor taklitçiliğinden kesinlikle kaçınmamız gereklidir”
“Ne isterseniz yapınız, her yaptığınız şey mutlaka inancınızın tam bir inikâsı (yansıması) olacaktır”
Ebediyete ve basit, kontrol altına alınmamış akla verilen aşırı önem, devasa boyutlarda yapılar inşa etmeye çalışan, insanı eziyet çeken ve karmakarışık bir yaratık haline, bu dev organizmaların aleti durumuna indirgeyen malzeme ve teknoloji fetişizmleriyle sonuçlanmıştır.
İslâm ülkelerinde, onlara inanmadan tarihî formların gayrisamimî kullanımı, kesinlikle insanlık tarihinde görülen en dramatik kültürel kirlenmedir.
İnsana maddî kudretini büyük ölçüde artırma imkânı bağışlayan makineler onu (insanı) tabiat ve var oluşa karşı savaşan birisi durumuna dönüştürmektedir.
Açıktır ki, modern çağ, kendi fetişizmlerinin (şirklerinin) bile bilincinde olmayan bir trajik bilinçsizlik çağıdır.
Son asırda Batının hâkim ideolojik temayüllerinin insanın erişebileceği nihaî nokta olduğunu zannetmek, dar görüşlülük, tahripkâr gurur ve emperyalistçe bir egosantrizmden başka bir şeyle açıklanamaz.
Rönesans’ta yaratılmış olduğu şekliyle sanatlardaki üçüncü boyut, bireyin kaderinden kurtuluşunun ifadesidir.
Denge duygusu demek olan huzur, mesela Süleymaniye Camii’ndeki sivri kemerin iki kolunun dengesinde ortaya çıkar. Diğer taraftan huzursuzluğun en çeşitli şaşırtıcı örneklerinden biri Wells Katedrali’nin tedirgin ıstırabıdır.
Tahta ile taş yahut maden ile çini gibi farklı malzemelerin bir arada kullanılmasında amaç, basit ve ilkel zıt ifadeleri yaratmak yerine, tabiî ve sunî olanın, erkek ve kadının tezatlı ama aynı zamanda da birbirine saygılı güzellikleri gibi bireysel güzelliklerini vurgulamaktır.
“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsrâ’ 17/37)
Varlık ve sonsuzluk kimliğini ortaya koyan dinamik üslûpta parçalar bütünlükten kopamaz hale gelir ve kendi ferdiyetini, dolayısıyla önemini yitirir. Parçalar, bütünlüğe ulaşmak için mütemadiyen hareket halindedir.
sanat, mekân bilincidir ve içinde mekânın kavrandığı zaman vasıtasıyla organize edilmelidir.
Sadelik, yumuşaklık, tevazu, çekingenlik ve mahcubiyet, vahşîlik, kısıtlama, nezaket, zevk, umut, dindarlık ve benzeri insanî duygular, tavırlar ve haller sanat eserine “biçim ifadeleri olarak yansır.
Faydacı ve pragmatik referans noktalarına dayalı bir değerlendirme, insanı herhangi bir türden oportünistik sömürü alanlarına yöneltebilir. Öbür yandan, akılcı yaklaşımlara dayalı değerlendirmeler ise zihin, “ratio” ve onun yönlendirmelerine nispet olunan değerlere göre biçimlenecektir.
Ruhî-aklî varlık düzeyi ise insan’la ilişkilidir. Din, ahlâk, sanat ve bilgi bu son düzeyin problem alanlarıdır. Bu düzeyde bütün hadiselerin kendi özel kanunları vardır. Her düzeye var olma imkânını veren, ama onları daha önceki düzeylerin kanunlarından özgür kılan bu nihaî düzeydir. Ruhî varlık düzeyinde bu özgürlük, akıl sahibi insanın sorumluluğunun kaynağıdır.
Maddî düzey fizik ve kimya kanunlarıyla karakterize edilir. Biyo-sosyal düzey, maddî varlık düzeyininkilere ilaveten (sınırsız çeşitlilik ve zenginlikteki) yeni kanunlarla var olma imkânına sahiptir. Canlı varlıkların ortaya çıkmasıyla birlikte vücut bulan psikolojik düzey, maddî ve biyo-sosyal varlık düzeylerinin kanunları uyarınca gelişen psikolojik hadiseleri içerir. Korku, aşk ve benzeri içgüdüler bu tabakanın unsurlarıdır.
Mimarlık varlığın bütün alanlarını kapsayan bir disiplindir
Hemen şunu işaret etmek istiyorum ki, ülkemizin, daha doğrusu İslâm dünyasının geleceği büyük ölçüde 20. asırda cereyan edecek akıl almaz boyuttaki nüfus artışı ve şehirleşme olaylarının sonucuna bağlıdır. İslâm’dan kaynaklanan kendi kendisini idare eden toplum modeli, Osmanlı dünyasında İçişleri Bakanlığı ve Belediyeler Yasası (1928) çıkartılıp mahalle teşkilatının lağvıyla sona erdirilmiştir. Kendi kendisini idare edecek toplumun nasıl vücuda getirileceği, kendi kendisini eğitecek toplumun nasıl oluşturulacağı, bunun İslâmî kökenleri ve bunu 21. asırda nasıl gerçekleştireceğimiz? gibi sorular önümüzdeki yıllarda önemli sorularımız olacaktır.
İslâm kültürlerinde şehirler, üzerinde yerleştikleri topografyanın özelliklerine, gayri muntazamlıklarına uyularak meydana getirilir.
Bu, şehirleşmemizin maliyetini büyük ölçüde azaltacağı gibi, insanlar evlerinden çıktıkları zaman mahalle sakinleriyle karşılaşarak, selamlaşarak, eski Bursalı, eski Konyalı insanlar gibi şehrin güzelliğini yaşayabilecektir. İnsanların hayatın her anında insan eliyle meydana getirilmiş, dünyayı güzelleştirmiş ürünlerinin güzellikleriyle heyecanlanarak işlerine gidip aynı sevgiyi, heyecanı duyarak evlerine dönmelerini temin eden, şehirde yaşamayı bir kültürel duyarlılık hadisesi haline getiren, yirmi günde bir gidilip dinlenen bir senfoni için olduğu gibi değil, her an yaşanan, hayatın her anını güzellik, sanat, kültür, duyarlılık duygusuyla, çevre bilinciyle dolduran bir çözümü gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunun için herkes fedakârlık yapmalıdır. Bu güzelliği Batı’dan Türkiye’ye ithal edilmiş mimarlık tasarım metotlarıyla gerçekleştiremeyiz.
Süleymaniye, etrafındaki ahşap evlerle var idi. Konya’nın büyük abideleri esas itibariyle tek katlı, yer yer iki katlı binaların içerisinde büyük idiler. Edirne 50-100 bin kişilik bir şehirken Selimiye yüce bir mabetti. Edirne’yi yekpare bir kitle halinde büyütüp bir milyonluk bir şehir haline getirirsek Selimiye onun içerisinde küçücük bir parça durumuna düşecektir. Bu sebepten şehirlerimizi büyütmemekle mükellefiz.
Safranbolu’da, Bursa’da, eski İstanbul’da, bir cumbanın ilerisindeki ağacın, çiçeğin; diğer yandan biraz farklı geleneklerin tadına vararak ilerlemek, eski şehirlerimizin insanlara kazandırdığı bir imkândı. Bunlar, sanat eserinin, hayatın her anında fark edilmesine imkân veren bir kültürün ürünüydü.
Yıktıklarımızdan daha güzel şeyler yapmadık; hiç değilse, kalanları korumaya çalışalım.
Sanat, insan hayatının ayrılmaz bir parçası ve insanın dünyayı güzelleştirme vecibesini gerçekleştirdiği alandır.
16. asır Osmanlı çinisi insanlık tarihinde ancak üç beş asırda bir oluşan bir üslup hadisesidir. – Ernst Diez
Tasavvufî eğitimle oluşan hakikate açık olma, yanlıştan kaçınma veya tevazu, sadelik, sükûnet, vakar, huşu gibi hallerin mimarîye yansımaları Türk evinin biçim ifadelerini oluşturarak ona eşsiz bir ruhî zenginlik ve tutarlılık sağlar.
Bu konutların, ekonomik olması veya konfor ve teknik standarda sahip olmasından çok daha önemlisi, yapıların yüksek düzeyde sosyal ilişkiler kuracak şekilde, yüksek kültürel mimarî düzeyde inşa edilmesidir.
Yapılar 50-100 yıl yaşar ve birbirlerini etkileyip şekillendirir. Bu sebeple yapıların yüksek mimarî değerlere sahip olacak şekilde inşa edilmesi Allah’a ve gelecek nesillere karşı bir borçtur.
Anadolu Osmanlı şehirlerini yalnızca harabe ve gerilik zanneden Tanzimat aydınlarının tavrı, 1930’larda, meselâ İstanbul’da ve pek çok Anadolu şehrinde birer mimarî şaheser olan evlerini, konaklarını terk edip yeni mahallelerin çirkin apartman katlarına taşınınca modernleştiğini sanan ve kendisini ilerici , aydın olarak tanımlayıp, tarihini ve halkının yüksek kültürünü anlamak yeteneğinden mahrum bir nesilde ve adına imar planı denilen iptidaî belgelerde yansımasını bulmuştur.
Böylece şehirli ve mahalleli hiçbir an kendisini özellikle Amerikan şehirlerindeki şahsiyetsiz yapı yığınları ve şehir mekânları arasında ve kalabalık içinde kaybolmuş biçimde, nerede ve kimlerin arasında olduğunu fark edememenin yalnızlığına terk edilmiş halde bulmaz.
Evi tasarlayan ile inşa edenin aynı kültürün ve inancın mensupları olması ise bugün bu konuda var olan ve çağımızın kültürel kirliliğinin ve şehirlerin tutarsızlıktan oluşan kargaşasının bertaraf edilmesini sağlayan önemli bir etkendir.
Şehrin yekpare bir yapı olmak yerine mescit, cami, mektep, tekke, kitaplık ve hamam etrafında odaklaşmış, kendi kendini yöneten idarî birimler, mahalleler olarak teşkilatlanması; insanın çevresinin bilincine ulaşabileceği ve bu çevrenin her türlü sorumluluğuna katılabileceği uygun ölçünün teşhis edilmesi ve korunması Osmanlı şehrinin değişmez bir kuralıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir