Slavoj Zizek kitaplarından Yamuk Bakmak kitap alıntıları sizlerle…
Yamuk Bakmak Kitap Alıntıları
Bugün ekolojik krizde hepimiz “gerçeğin cevabı”nın nihai biçimiyle karşı karşıya gelmiyor muyuz? Doğanın bozulması, çığrından çıkması, simgesel düzenin “dolayımladığı” ve organize ettiği insan praksisine, insanın doğayı tecavüzüne “gerçeğin verdiği bir cevap” değil mi?
Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacak şekilde yetiştirin.
“İsmine layık bir aşkta, bu sorunun tabii ki cevabı yoktur (ki kadınlar da bunun için sorarlar zaten), yani tek münasip cevap şudur: “Çünkü sende senden fazla bir şey, beni kendine çeken ama herhangi bir pozitif niteliğe bağlanamayan belirsiz bir X var.”
İçinde bulunduğu çıkmazın bir dizi hayali çözümünden oluşan sergiyi görmek için pencereden bakması yeterlidir.
Sanrıları, şüpheleri, takıntıları, suçluluk hisleri biçimine büründürülerek sunulur.
Ondan hiç ayrılmaz, gece gündüz yanında taşır.
Burada bir şeyler eksik.
Başka bir deyişle aşk, Jon Elster’ın “esasen yan-ürün olan durumlar” adını verdiği şeyin numunelik bir örneğidir: Baştan planlanamayan ya da bilinçli bir kararla varsayılamayan derin bir duygudur (Kendi kendime “şimdi şu kadına âşık olacağım” diyemem: Belli bir anda kendimi âşık olmuş bulurum) Elster’ın bu tür durumları sıraladığı liste en başta “saygı” ve “haysiyet” gibi kavramları içerir. Eğer bilinçli olarak haysiyetli görünmeye ya da saygı uyandırmaya çalışırsam, gülünç bir sonuç elde edeceğimdir; bunun yerine, sefil bir mukallit izlenimi yaratacağımdır. Bu durumların temel paradoksu, en önemli şeyler bunlar oldukları halde, onları faaliyetimizin dolaysız amacı haline getirdiğimiz anda elimizden kaçmalarıdır. Onları yaratmanın tek yolu, faaliyetimizi onlar üzerine odaklamamak, onun yerine başka hedefler peşine düşüp bunların “kendiliğinden” ortaya çıkacağını ummaktır.
Sadece insan, bizzat doğruyu kullanarak aldatma yeteneğine sahiptir. Bir hayvan gerçekte olduğundan başka bir şeymiş gibi yapabilir, gerçekte istediğinden başka bir şeyi istermiş gibi yapabilir, ama sadece insan, yalan sayılacağını beklediği bir doğruyu söyleyerek yalan söyleyebilir. Sadece insan aldatıyormuş gibi yaparak aldatabilir.
Arzumuzun gerçeğiyle tam da ve sadece rüyalarda karşılaştığımızı hesaba katar katmaz, vurgu bütünüyle değişir: Sıradan günlük gerçekliğimizin, bildik kibar, nezih insanlar rollerimizi oynadığımız toplumsal evrenin gerçekliğinin, belli bir “bastırma”ya, arzumuzun gerçeğini gözden kaçırmaya dayalı bir yanılsama olduğu ortaya çıkar. Demek ki bu toplumsal gerçeklik, gerçeğin müdahalesiyle her an parçalanabilecek kırılgan, simgesel bir örümcek ağından başka bir şey değildir.
Ne kadar masum olursak, yani süperegonun emrini ne kadar takip edip keyiften ne kadar feragat edersek,
kendimizi o kadar suçlu hissederiz, çünkü süperegoya ne kadar itaat edersek, onda biriken keyif ve dolayısıyla üzerimizde uyguladığı baskı o kadar artar.
kendimizi o kadar suçlu hissederiz, çünkü süperegoya ne kadar itaat edersek, onda biriken keyif ve dolayısıyla üzerimizde uyguladığı baskı o kadar artar.
Artık son adımı atmaya mecburuz.
Bu sessizliğin amacı,
ümitsiz yalnızlığı hissetmemizi sağlamaktır.
ümitsiz yalnızlığı hissetmemizi sağlamaktır.
Aslında yapabileceğim bir şey yok
Demokrasinin mümkün bütün sistemlerin en kötüsü olduğu doğrudur; sorun, başka hiçbir sistemin ondan daha iyi olmayacak oluşudur.
Farkındayızdır, ama yine de buna inanmayız.
Dünyada birçok korkunç şey var, ama hiçbiri insan kadar korkunç değil.
Yaşayan ölüler..!
Ölüler niye geri dönerler?
Asıl dehşet verici olan aptalca sırıtan bir maskedir, maskenin gizlediği çarpık, acı çeken yüz değil.
Travmalar gömülü kalır.
Dışarıdan araba küçük görünür; içine girerken bazen klostrofobiye kapılırız, ama içine girdikten sonra araba birdenbire çok daha büyük görünür ve kendimizi gayet rahat hissederiz. Bu rahatlık için ödenen bedel, içeri ile dışarı arasındaki her türlü sürekliliğin yitirilmesidir.
Sonra da derin bir soluk alıp çığlığını içinde tuttu.
Dünyada bir çok korkunç şey var, ama hiçbiri insan kadar korkunç değil.”
Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacak şekilde yetiştirin.
Gecesi hükümsüz kalır.
Bir resmin, dosdoğru bakıldığında bulanık bir nokta gibi görünen bir ayrıntısı, ona yamuk , yani belli bir açıdan baktığımızda açık seçik, net bir biçim kazanır.
Kör eden gözyaşlarıyla buğulanınca hüznün gözü Bir sürü nesneye böler bütün olanı
Öyledir belki, ama ruhumun derinleri
Aksine inandırıyor beni; nasıl olursa olsun Üzülmemek elimde değil, üzüntü çöker üstüme
Aksine inandırıyor beni; nasıl olursa olsun Üzülmemek elimde değil, üzüntü çöker üstüme
Endişe, arzunun nesne-nedeni eksik olduğunda ortaya çıkmaz; endişeyi doğuran şey, nesnenin eksikliği değil, nesne ye fazla yaklaşmamız ve böylece eksiğin kendisini kaybetmemiz tehlikesidir. Endişe arzunun ortadan kalkmasıyla oluşur.
Ee, şimdi nasılsın? Memnun oldun mu?
Ona karşı ne kadar savaşırsak, üzerimizdeki gücü o kadar artar.
Hedef nihai varış yeridir, oysa amaç yapmak istediğimiz şey, yani yolun kendisidir.
Çılgınca debelenmemize rağmen, aynı yere çakılıp kalırız ya hani.
Şansın peşinden fazla ateşli koşma, zira onu sollayabilirsin, o zaman da şans arkanda kalır.
Bir rüya da olduğu gibi, takip eden kişi peşine düştüğü kaçağı yakalamayı hiç bir zaman başaramaz, keza kaçak da peşindeki kişiden hiçbir zaman tam manasıyla kurtulamaz.
“Seni seviyorum, ama sende senden fazla bir şey, objet petit a var, bu yüzden de seni sakatlıyorum.”
Evrensel “insan hakları” alanı belli bir hakkın (keyif hakkının) dışlanmasına dayalıdır; oraya bu hakkı da dahil edecek olsak, evrensel haklar alanının dengesi bozulacaktır.
Demokrasi her zaman “patolojik” ulus-devlet olgusuna bağlı olmuştur. “Dünya yurttaşları” sıfatıyla bütün insanların oluşturduğu topluluğa dayalı “gezegen” ölçeğinde bir demokrasi başlatmaya yönelik her girişim kısa bir süre sonra iktidarsızlığını gözler önüne serer, siyasi şevk yaratmayı başaramaz.
“Demokrasi” temelde “anti-hümanist”tir, “(somut, fiili) insanları” değil, biçimsel, kalpsiz bir soyutlamayı “ölçü” alır kendisine. Demokrasi kavramında somut insani içeriğin doluluğuna, cemaat bağlarının sahiciliğine yer yoktur: Demokrasi soyut bireyler arasındaki biçimsel bir bağdır. Demokrasiyi “somut içerikler”le doldurmaya yönelik bütün girişimler, güdüleri ne kadar samimi olursa olsun, er ya da geç totalitarizm ayartısına yenik düşerler.
“İronistin insan dayanışmasına dair duygusu ortak bir tehlike duygusuna dayanır, ortak bir mülkiyete ya da ortak bir güce değil ”
“Tarih her zaman geriye doğru yeniden yazılmaktadır, her yeni anlatı perspektifi geçmişi yeniden yapılandırır, anlamını değiştirir; farklı anlatısal simgeselleştirmeleri koordine edip bütünleştirmenin mümkün olacağı nötr bir konum benimsemek önsel olarak imkânsızdır.”
Lacan’a göre, ateizmin, tanrıtanımazlığın doğru formülü şudur: “Tanrı bilinçdışıdır.”
Joyce’un Finnegans Wake’le edebiyat bilimcilerini en azından önümüzdeki dört yüz yıl boyunca meşgul etmeyi umduğu yolundaki şakasını hatırlayalım.
Kafka’nın evreninde, Mahkeme –her şeyden önce– biçimsel anlamda, yasasızdır: Sanki sebeplerle sonuçlar arasındaki “normal” ilişkiler zinciri askıya, paranteze alınmıştır. Mahkeme’nin işleyiş tarzını mantıki muhakemeyle belirlemeye yönelik bütün girişimler peşinen başarısızlığa mahkûmdurlar.
“Oyunun bir nesne olmadan da oynandığını, oyunun merkezi bir yoklukla harekete geçtiğini göstermek yerine, doğrudan doğruya nesneyi teşhir etmekten, onun kendi kayıtsız ve keyfi karakterini görünür kılmasına izin vermekten ibarettir.”
Lacan’ın işaret ettiği gibi, “gerçeklik hissi’miz hiçbir zaman sadece bir “gerçeklik testi”nden (Realitatsprufung) destek almaz; gerçeklik, ayakta kalabilmek için, her zaman belli bir süperego buyruğuna, belli bir “Böyle olsun!”a ihtiyaç duyar. Bu buyruğu veren sesin statüsü ne imgesel ne simgeseldir, gerçektir.
“Budalaca keyif takıntımız çılgınlık raddesine ulaştığında, totaliter manipülasyon bile bize ulaşamaz.”
“bana hiçbir zaman benim seni gördüğüm yerden bakmazsın”
“İsmine layık bir aşkta, bu sorunun tabii ki cevabı yoktur (ki kadınlar da bunun için sorarlar zaten), yani tek münasip cevap şudur: “Çünkü sende senden fazla bir şey, beni kendine çeken ama herhangi bir pozitif niteliğe bağlanamayan belirsiz bir X var.”
“Anneye ilişkin bilinçdışı izlenimleri o kadar şişirilmiş ve saldırgan itkilerden o kadar çok etkilenmiştir ve annenin ilgi tarzı çocuğun ihtiyaçlarıyla o kadar alakasızdır ki çocuğun fantezilerinde anne adam yiyen bir kuş olarak görülür.”
“… filmleri ancak seri halinde (serially) ele alırsak, ciddiye (seriously) alabiliriz.”
Basitliği içinde her şeyi içeren bu gece, bu boş hiçliktir insan – hiçbiri aklına gelmeyen ya da mevcut olmayan bitmek bilmez bir temsiller, imgeler zenginliği. Bu gece, burada fantazmagorik temsiller içinde var olan bu iç doğa – bu saf benlik buradan kanlı bir baş, şuradan beyaz bir şekil çıkarır İnsanların gözlerinin içine bakıldığında bu gece görülür – korkunç bir hale bürünen bu gece karşısında dünyanın gecesi hükümsüz kalır.


Bu durumların temel paradoksu, en önemli şeyler bunlar oldukları halde, onları faaliyetimizin dolaysız amacı haline getirdiğimiz anda elimizden kaçmalarıdır. Onları yaratmanın tek yolu, faaliyetimizi onlar üzerine odaklamamak, onun yerine başka hedefler peşine düşüp bunların “kendiliğinden” ortaya çıkacağını ummaktır.
Mutlu son asla katıksız değildir, her zaman bir
tür feragat içerir
tür feragat içerir
“Hitchcock’un filmlerinde, cinayet hiçbir zaman katil ile kurbanı arasındaki bir meseleden ibaret değildir; cinayet her zaman üçüncü bir tarafı, üçüncü bir kişiye yapılan bir göndermeyi içerir – katil bu üçüncü kişi için cinayet işler, eylemi onunla yapılan simgesel bir mübadelenin çerçevesi içine kayıtlıdır. Katil eylemi yoluyla bastırılmış arzusunu gerçekleştirir. Bu nedenle, üçüncü kişi, olaya kendisinin nasıl karıştığıyla ilgili hiçbir şey bilmese, daha doğrusu bilmeyi reddetse bile kendisini suçluluk hissiyle dolu bulur.”
“Biz zaten bir şeymişiz gibi yaparak gerçekten o şey oluruz.”
“Niye aslında Krakow’a gittiğin halde, ben Lemberg’e gittiğini düşüneyim diye Krakow’a gittiğini söylüyorsun?”
“Bu adam aptal gibi görünüyor ve aptal gibi davranıyor – ama bu sizi kesinlikle aldatmasın: O SAHİDEN aptal!”
“Başka bir deyişle, anlatı sırasının nihai olumsallığını, yani her dönüm noktasında olayların başka türlü de gelişebilecek olabileceğini neredeyse elle tutulur bir biçimde yaşamamızı sağlayan şey, tam da zamansal sıranın tersine çevrilmesidir.”
“Hayat projeleri insafsızca tıkanmış bir grup insanın kasvet verici gerçekliğini görmek ve sonra da aynı insanların yirmi yıl önceki hallerini, hâlâ umutla dolu ve geleceğin onlar için neler getireceğinin farkında olmayan hallerine tanıklık etmek, umudun yıkılışını tam manasıyla yaşamak demektir.”
“Herkes bilir ki parayla sadece nesneler satın alınmaz, bizim kültürümüzde en aşağı fiyattan hesaplanan ücretler parayla ödeme yapmaktan çok çok daha tehlikeli bir şeyi, yani birine bir şey borçlu olmayı nötrleştirme işlevini görür.”
“… bu dünyaya ne kadar müdahale ederse bu dünyanın kötülüklerine de o kadar bulaşır.”
Elemin her cevherinin yirmi gölgesi vardır
Elemin kendisi degildir hiçbiri, ama öyle sanılır
Görülse bile hüznün sahte gözleriyledir,
Ki hakiki olan yerine, hayallerin ardından ağıt yakar
Elemin kendisi degildir hiçbiri, ama öyle sanılır
Görülse bile hüznün sahte gözleriyledir,
Ki hakiki olan yerine, hayallerin ardından ağıt yakar
“Bir gösterenin kimliği diğer gösterenlerle arasındaki farkların toplamından ibaret olduğuna göre, bir özelliğin namevcudiyeti de pozitif bir değere sahip olabilir.”
“Katilin tam da kendini kurtarmak için icat ettiği kandırmaca çöküşünün nedeni olur.”
Hakikat aldatma alanının “ötesinde” yatmaz, tam da aldatmanın “niyeti”nde, özneler arası işlevinde yatar.
Kötü, aldatıcı bir Tanrı hipotezini kabul etmediğimiz sürece, bilim adamının nesnesi tarafından “aldatıldığını”, yani karşısındaki yanlış görünüşün “sadece varoluş nedenini gizlemek için var olduğunu” hiçbir surette söyleyemeyiz.
… bize “kaçıkça” yorum çerçevesini dayatan anlam alanlarının “sadece varoluş nedenlerini gizlemek için varolduklarını” hep aklımızda tutmamız gerekir.