Orhan Pamuk kitaplarından The Museum of Innocence kitap alıntıları sizlerle…
The Museum of Innocence Kitap Alıntıları
Gerçek müzeler, Zaman’ın Mekân’a dönüştüğü yerlerdir.
Bazıları yaşadıkları yeri eşyalarla doldurur, hayatlarının sonuna doğru da bu evlerini müzeye dönüştürürler. Ben ise, müzeye dönüştürülmüş bir evi yatağım, odam ve varlığımla şimdi tekrar eve dönüştürmeye çalışıyordum. İnsanın geceleri, derin, duygusal ilişkilerle ve hatıralarla bağlı olduğu eşyalarla aynı mekânda uyumasından güzel ne olabilir!
Dünya seyahatlerinde ve İstanbul’daki deneyimlerimde yıllar boyunca şunu gördüm. İki türlü koleksiyoncu vardır:
1. Koleksiyonuyla gururlanıp onu teşhir etmek isteyen Mağrurlar (genellikle Batı medeniyetinden çıkar).
2. Toplayıp biriktirdiklerini bir kenarda gizleyen Utangaçlar (modernlik dışı bir durum).
1. Koleksiyonuyla gururlanıp onu teşhir etmek isteyen Mağrurlar (genellikle Batı medeniyetinden çıkar).
2. Toplayıp biriktirdiklerini bir kenarda gizleyen Utangaçlar (modernlik dışı bir durum).
Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum.
İnsan sürekli böyle aşklara denk gelmiyor
“ -Dünya canavar ruhlu insanlarla dolu evladım, dedi annem. Hiç bir şeye aldırmayacaksın.”
Yorum,, roman sevmezdim ama iyimiş hoşuma gitti
‘Kedi sevmeyen bir kadın zaten erkeğini mutlu edemez.’
Bir insanın, başka fırsatları olmasına rağmen onları reddedip sürekli aynı kişiyi sevmek istemesine, bu mutluluk verici duyguya aşk denirdi.
“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu.”
“Bana yalan söylemeni isterdim aslında.Çünkü insan ancak kaybetmekten çok korktuğu bir şey için yalan söyler.”
‘Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca.’
Bir akşam Hötel du Nord’un barında kendi kendime içerek çevremdeki yabancılara bakarken, yurtdışına çıkmış (ve biraz eğitim almış ve biraz varlıklı) her Türk gibi bu Avrupalıların benim hakkımda, hatta bizler hakkında ne düşündüklerini, düşünebileceklerini hayal ederken yakaladım kendimi.
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.
En kötüsü gecenin ortasında acıdan uyanmak ve uykuya devam edememekti.
Bu hatıraların her birinin tesellisi geçince, arkalarından gelen sarsıcı acıya ayakta dayanamayacağımı artık bildiğim için, hayal kurdukça yataktan çıkamıyor; yatakta yattıkça da, çevremdeki her şey bana hayal kurduruyor ve hatıralarımızı bir bir geri getiriyordu.
hayat kısa, günler yıllar inatlaşarak geçiyor
Bazan ona Seni seviyorum! demek için dayanılmaz bir istek duyar, ama yalnızca çakmağımla sigarasını yakabilirdim.
Gerçek aşk acısı, varlığımızın en temel noktasına yerleşir, bizi en zayıf noktamızdan sımsıkı yakalar ve diğer bütün acılara derinden bağlanarak bütün gövdemize ve hayatımıza hiç durdurulamayacak bir şekilde yayılır..
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu.
Sonu mutlu biten aşk hikayeleri ,birkaç cümleden fazlasını hak etmez zaten.
Her saniyede her dakikada değil, ancak beş dakikada bir üzülmeliydim! Bu yöntemle beş tek dakikanın acısını son dakikaya kadar ertelemiş olurdum.İlk beş dakikanın geçtiğini inkar etmek artık imkansız olunca, yani geç kalma gerçek olunca, acı çivi gibi içime batar; can havliyle, Füsun’un buluşmalarımıza hep beş dakika geç geldiğini düşünür ondan sonraki beşlik dakika destesinin ilk dakikalarında daha az acı çeker, az sonra kapıyı çalacağını, az sonra tıpkı ikinci buluşmamızda olduğu gibi, onu birden karşımda buluvereceğimi umutla düşlerdim.Beşer dakikalık destelerin beşincisinin de geçtiğini kabul etmek için umutsuzlukla biraz direndikten sonra, mantığım en sonunda Füsun’un o gün de gelmeyeceğini kabul etmek zorunda kalır, o zaman içimdeki acı bir anda öyle artardı ki, dayanabilmek için kendimi bir hasta gibi yatağa atardım.
Çünkü yarım yüzyıldır sansür kurulu üyeleri, yalnız devletin yasaklamak istediği, güç sahiplerini huzursuz eden konuları değil, kafalarına takılan ve sivri buldukları her filmi, her türlü gerekçeyle yasaklama alışkanlığı edinmişlerdi.
İnsanın evi karnının doyduğu, kalbinin olduğu yerdedir, diye okudu Füsun.
“Füsun kolonyayı dökerken Kemal’i sona saklamıştı. İnsan vedalarda da en sevdiğini sona saklar ”
Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir her şey de bambaşka gelişebilir mıydı? Evet, bunun hayatimin en mutlu ânı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu.
…aklımın kimi zaman büyüyen, kimi zaman küçülen önemli bir parçası, sürekli olarak ona takılmıştı ve bir matematikçi gibi söylersem, toplam acı zaten hiç azalmıyor, umutlarımın tam tersine, hâlâ artıyordu.
Füsun’un gelmeyeceğine ikna olduktan sonra çektiğim acının gün geçtikçe azalmasına bakarak, bazan onun yokluğuna kendimi yavaş yavaş alıştırdığımı zannederdim, ama hiç mi hiç doğru değildi bu.
Pek çok evli çift -yalnız babalarımızın annelerimizin kuşağındakiler değil, bizim yaşıtlarımız da-, aralarında hiçbir cinsellik olmamasına rağmen her şey çok normalmiş gibi yaparak çok mutlu bir birliktelik yaşamıyorlar mıydı?
Füsun’un İstanbul’un kuşlarını yaparken resmettiği arkadaki şehir manzaralarına baktık. İçimde sevinç değil, keder uyanıyordu. Bu âlemi çok seviyorduk, ona aittik ve bu yüzden de sanki bu resimlerin saflığı içinde kalmıştık.
Şehri, arkadaki evleri daha canlı renklerle yapsana bir kere
Neyse canım, dedi Füsun. Vakit geçiriyorum işte.
“İnsanın evi karnının doyduğu, kalbinin olduğu yerdedir.”
Yenilgiyi efendice kabul etmenin bütün milletin en iyi öğrendiği, öğrenmek istediği bilgelik ve hüner olduğunu o sırada düşündüm.
…geleceğimin her geçen gün bana daha dar ve karanlık gözükmesinin nedeninin, siyasi cinayetlerden, bitip tükenmez çatışma, pahalılık ve iflas haberlerinden gelen bir yanılsama olduğunu sezer, bazan kendimi teselli ederdim.
Bana yalan söylemeni isterdim aslında
Çünkü insan ancak kaybetmekten çok korktuğu bir şey için yalan söyler.
Çünkü insan ancak kaybetmekten çok korktuğu bir şey için yalan söyler.
O günlerde, yaşadığım hayatın bilerek ve kararlılıkla yaşadığım bir şey değil de, -tıpkı aşk gibi- başıma gelen ve rüyalardan çıkma bir şey olduğu duygusu içimde gitgide yükseliyor, bu karamsar hayat görüşüyle ne savaşmak ne de ona tamamen teslim olmamak için kafamda böyle bir düşünce yokmuş gibi davranıyordum. Her şeyi kendi halinde bırakmaya karar vermiştim de denebilir buna.
Çok içtiğim zamanlarda olduğu gibi, kendimi kendi hayaletim gibi hissederek yürüdüm.
Kumarda kaybediyorsunuz, demek ki aşkta kazanacaksınız.
Çok sevdiğimiz bir varlığa, hiçbir karşılık beklemeden en değerli şeyimizi verirsek, işte dünya o zaman güzel olur.
Onun için aşk, bir insanın uğruna bütün hayatını verebileceği, her şeyi göze alabileceği bir şeydi.
Öğrenirsem acımın artmasından korkuyordum, ama hiçbir şey öğrenememek de korkunçtu.
Her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir. Ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur.
Benim gibi uzun bir süre ve yıkıcı bir şekilde aşık olmuş birisi, yanlış olduğunu bildiği bir mantığı, bir hareketi, sonunun hüsran olacağını bile bile sürdürmeye devam eder, zaman geçtikçe yaptıklarının yanlış olduğunu daha da açık görür. Bu durumda, insanoğlunun üzerinde durmadığı ilginç şey, mantığımızın en kötü günde bile hiç susmaması, tutkunun gücüne karşı çıkamasa da, yaptıklarımızın çoğunun aslında aşkımızı ve acımızı artırmaktan başka bir sonuç vermeyeceğini dürüstlükle ve acımasızlıkla bize fısıldamasıdır.
Hayatta, esas mesele mutluluktur. Bazıları mutludur, bazıları mutlu olamaz. Tabii çoğunluk ikisi arasında bir yerdedir. Çok mutluydum o günlerde, ama fark etmek istemiyordum. Şimdi yıllar sonra, fark etmemenin belki de mutluluğu korumanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum.
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.
Acımın hiç dinmek bilmediğini, böyle giderse delireceğimi görüyor, ama yapmam gereken şeyi bir türlü yapamıyordum.
Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?
hayatın sillesini daha yemediği için hâlâ her şeye karşı meraklı ve açık kalabilen genç insanların yapabileceği gibi
Dünya cennete yakın, ama yarı karanlık bir yerdi.
”füsun kolonyayı dökerken kemal’i sona saklamıştı. insan vedalarda en sevdiğini sona saklar ”
Önemli olan âşık olduğumuz kişiyi anlamaktır elbette. Bunu yapamıyorsak, hiç olmazsa anladığımızı sanmak da iyi bir şeydir.
Bakışmak, hiçbir kelime kullanmadan bakışlarımızla karşımızdakine kendimizi anlatma yoluydu elbette. Ama anlatılan şey de, anlaşılan şey de, aslında hoşumuza giden derin bir muğlaklık taşıyordu.
Aslında kimse, onu yaşarken hayatının en mutlu ânını yaşadığını bilmez. Bazı insanlar kimi coşkulu anlarında hayatlarının o altın ânını şimdi yaşadıklarını içtenlikle (ve sık sık) düşünebilir ya da söyleyebilirler belki, ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan da güzelini, daha da mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar. Çünkü özellikle gençliğinde, hiç kimse bundan sonra her şeyin daha kötü olacağını düşünerek hayatını sürdüremeyeceği gibi, insan eğer hayatının en mutlu ânını yaşadığını hayal edebilecek kadar mutluysa, geleceğin de güzel olacağını düşünecek kadar iyimser olur.
İnsan eğer hayatının en mutlu anını yaşadığını hayal edebilecek kadar mutluysa, geleceğin de güzel olacağını düşünecek kadar iyimser olur.
Sibel, bir hafta sonra Zaim ile nişan yüzüğünü geri yolladı. Sağdan soldan haberlerini almama rağmen, ondan sonra onu otuz bir yıl hiç görmedim.
Hayatımın en mutlu ânıymış bilmiyordum..
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.
Evet, hayatımın en mutlu ânı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım mutluluğu.