İçeriğe geç

Solaris Kitap Alıntıları – Stanislaw Lem

Stanislaw Lem kitaplarından Solaris kitap alıntıları sizlerle…

Solaris Kitap Alıntıları

Tasnif tablosunda üç tanım vardı. Cins: Hayvanüstüler. Sınıf: Eşhücreseller. Kategori: Başkalaşangiller.
Kendimi toparlama umuduyla kitaplığın yanına bir sandalye çektim, tanıdık gözüken bir kitabı seçtim.
Şimdi ansızın pek mutlu gözüken geçmiş bir varoluşun anısı artık sonsuza dek veda etmişti bana.
Korkmuyordum. Bu uzun yolculuğu hedefe kadar ulaşmışken ıskalamak için yapmamıştım!
Daha birbirimizi anlayamazken okyanusla iletişim kurmayı nasıl umabiliyorsunuz?
İnsan varoluşu kendini yenilemek zorunda  olabilirdi,buna diyecek yoktu,ama dillere pelesenk olmuş bayat bir ezgi gibi ya da sarhoşun birinin  plak dolabına tekliği bastırıp durmadan çaldığı bir şarkı gibi yinelenecekse
Her bir insanın,en eski acıları,yinelendikçe gülünçleşerek sürekli daha da derinleşen en eski acıları yeniden baştan yaşadığı düşüncesine alışmak zorunda mıydık?
Öyleyse insan,zamanın akışını ölçen,kâh bozulan kâh onarılan,ustası onu her çalıştırdığında düzeneği umarsızlık ve sevgi üreten bir saat olmaya razı mı göstermeliydi?
İnsanoğlu başka dünyalar,başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama,karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış,kendi mühürlediği kapıları ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.
Bilinç olmadan düşüncenin olması olanaklı mıydı?Ayrıca okyanusta gözlenen süreçlere düşünce sözcüğünü kim yakıştırabilirdi? Peki herhangi bir dağ yanlız koca bir taş mıydı acaba? Gezegen dev bir dağ mıydı yoksa?
İnsan varoluşu kendini yenilemek zorunda olabilirdi, buna diyecek yoktu, ama dillere pelesenk olmuş bayat bir ezgi gibi ya da sarhoşun birinin plak dolabına tekliği bastırıp durmadan çaldı bir şarkı yineleyecekse
Hepimiz biliyorduk ki maddesel yaratıklardık bizler, fizyoloji ve fizik yasalarına bağlıydık, bütün duygularımız bir araya gelse de o yasaları yenmeye yetmezdi güçleri. Yapabileceğimiz tek şey o yasalardan tiksinmekti. Âşıklarla şairlerin sevgiyi ölümün gücüne üstün saydıkları Çağlarla yaşıt inancı, şu finis vitae sed non amoris inanışı bir yalandı, yararsız, üstelik eğlenceli bile olmayan bir yalan
Seni sevdiğimi kavraman için kahrediyorum kendimi
Fil nasıl bir mikrop değilse, Okyanus’da dev bir beyin değil ki. Kuşkusuz çeşitli yaklaşımlar olabilir, bunlardan birinin sonucu da işte senin burada, şimdi, benimle olman .
Bağlantı belirli bir bilginin, düşüncelerin, en azından bulguların, açık seçik olguların değiş dokuşu demektir.
Okyanus “düşünsel tıkanma” evresini izleyen bir yozlaşma, çocukluğa dönme aşamasının bir kanıtıydı
Bilim adamlarını, Tüm gezegene sarmalayan ve zamanını da evrenin niteliği üzerinde ölçüsüz bir kuramsal düşünmeyle geçiren bir protoplazmal okyanusbeyinle, akıl sahibi azman bir varlıkla yüz yüze olduklarını inandırmıştı..
Her insan tekinin, en eski acıları, yinelendikçe gülünçleşerek sürekli daha da derinleşen en eski acıları yeni baştan yaşadığı düşüncesine alışmak zorunda mıydık? İnsan varoluşu kendini yinelemek zorunda olabilirdi, buna diyecek yoktu, ama dillere pelesenk olmuş bayat bir ezgi gibi ya da sarhoşun birinin plakdolabına tekliği bastırıp durmadan çaldığı bir şarkı gibi yinelenecekse
Öyleyse insan, zamanın akışını ölçen, kah bozulan kah onarılan, ustası onu her çalıştırdığında düzeneği umarsızlık ve sevgi üreten bir saat olmaya rıza mı göstermeliydi?
Kozmosa çıkıyoruz, her şeye hazırız: Yalnızlığa, zorluğa, tükenişe, ölüme hazırız. Alçak gönüllülükten söylemeye dilimiz varmıyor ama, kendimize hayran hayran baktığımız oluyor. Ama çok, çok yazık! Birazcık yakından baktığımızda bütün o şevkin aslında düzmece olduğunu görüyoruz.
İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.
“Can tükense de sevgi tükenmez.
Yalnızca İnsan’ı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize. Başka dünyaları ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Tek bir dünya, kendi dünyamız, yetiyor bize. Ama olduğu gibi de kabul edemiyoruz onu. Kendi dünyamızın ülküsel bir imgesi peşinde koşup duruyoruz hep: Bizimkinden üstün bir gezegen, üstün bir uygarlık arıyoruz, ama kendi geçmişimizin prototipi üzerinde gelişmiş olsun istiyoruz.
İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama, karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.
Kozmosa çıkıyoruz, her şeye hazırız: Yalnızlığa, zorluğa, tükenişe, ölüme hazırız. Alçak gönüllülükten söylemeye dilimiz varmıyor ama, kendimize hayran hayran baktığımız oluyor. Ama çok, çok yazık! Birazcık yakından baktığımızda bütün o şevkin aslında düzmece olduğunu görüyoruz. Aslında kozmosu ele geçirmek değil istediğimiz, yalnızca Yer’in sınırlarını kozmosun sınırlarına dek genişletmek..!
Sonsuz hakikat arayışı içinde insan, bilgiye mahkumdur. Geri kalan her şey bir hevestir.
Daha birbirinizi anlayamazken okyanusla iletişim kurmayı nasıl umabiliyorsunuz?
“İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama, karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği kapıların ardında neler yaptığını bulup çıkaramamıştı.”
“Uçsuz bucaksızlığın tam ortasında, yerden de gökten de uzaklarda, ne ayaklarımın altında toprak ne başımın üstünde gökten bir kemer, yalnızca hiçliğin olduğu bulanık bir boşluk. Yabancı bir maddenin tutsağıyım, ölü, biçimden yoksun bir tozle kaplı bedenim – daha doğrusu hiç bedenim yok, o yabanıl madde ben’im. Donuk pembe bulutsu kürecikler sarıyor her yanımı, havadan daha yoğun, daha geçirimsiz bir ortamda asılı duruyor. Nesnecikler ancak çok yakına gelince belirginleşiyor, daha da yaklaştı mı olağandışı biçimde seçikleşiyor, varlıkları doğaötesi bir canlılık, bir dirilik etkisi bırakıyor. Elle tutulur, sapasağlam bir gerçeklikleri olduğu inancı öylesine karşı konulmaz ki sonra, uyandığımda da, az önce gerçek bir algı durumundaymışım da gözlerimi açtıktan sonra gördüğüm her şey gerçekdışıy-mış, su götürürmüş izlenimi uyanıyor”
Öyleyse insan, zamanın akışını ölçen, kah bozulan kah onarılan, ustası onu her çağırdığında düzeneği umarsızlık ve sevgi üreten bir saat olmaya rıza mı göstermeliydi?
Peki içinden haykırmak gelirken gülümsemek, kafanı duvarlara çarpmak isterken güler yüzlü görünmeye çalışmak, ihanet değil mi?
Ne kadar havalanırsan, o kadar fena düşersin.
İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.
Yalnızca İnsan’ı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok.
Görünenin tersine insan yaratmaz Tanrıları. Dönem ya da çağ dayatır Tanrıları insanlara. İnsan çağına ister kulluk etsin ister başkaldırsın, katkısının da başkaldırısının da ereği ona dışarıdan verilir..
Senin betimlemene uygun bir dil bilmiyorum. Böyle bir din hiç gerekmemiştir herhalde..
İnsanoğlunun biraz mizah duygusu olsaydı her şey başka türlü olurdu.
“İnsan varoluşu kendini yinelemek zorunda olabilirdi, buna diyecek yoktu, ama dillere pelesenk olmuş bayat bir ezgi gibi ya da sarhoşun birinin plak dolabına tekliği bastırıp durmadan çaldığı bir şarkı gibi yinelenecekse..”
“Acılarımızın kaynağı kendimiziz.”
Bütün kitapların kimsenin bilmediği bir dilde yazılı olduğu bir kitaplıkta dolanıp durmaktan farksız bu. Gözümüzün ısırdığı tek şey cilt kapaklarının rengi!
Ne kadar havalanırsan, o kadar fena düşersin..
Ahlakın ötesine geçen bir durumla karşı karşıyayız..
Yalnızca İnsan’ı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize.
Yüzyüze gelmek istemediğimiz, kendimizi sakınmaya çalıştığımız bir şey var içimizde..
Kim, yaşamının herhangi bir anında kim çılgınca bir düş kurmamıştır..
İnsanın dışsallaştırmaya cüret edemediği, ama bir sapkınlık, bir çılgınlık anında, ne dersen de, zihnin kazara ürettiği şeyler, kazara ürettiği durumlar vardır. Ve bir sonraki sahnede işte o düşünce ete kemiğe bürünür..
İnsan ancak kendi beyniyle düşünebilirdi, kendi iç süreçlerinin işleyişini sınamak üzere kimse kendinin dışına çıkamazdı..
Tek bir mümkün açıklama, tek bir mümkün sonuç vardı:
Çıldırmıştım..
Düşüncelerimin dizgini kopmuştu..
‘Yetkin olmayışı onu yaratan insanların doğru sözlülüğünden gelen bir Tanrıdan söz etmiyorum, yetkin olmayışı özsel niteliği olan bir Tanrıdan söz ediyorum: Her şeyi bilme yetisi ve erki sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yaratan bir tanrı Hasta bir Tanrı, tutkuları güçlerini aşan ve bunu da hemen sezemeyen bir Tanrı. Saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir Tanrı. Öyle bir Tanrı ki özel amaçlara yarayan dizgeleri, düzenekleri yaratmış, ama bu araçlar sonradan amaçlarını aşmış, amaçlarına ihanet etmiş. O öyle bir Tanrı ki öncesizliği sonsuzluğu yaratmış, onunla kendi gücünü ölçmeyi ummuş, ama öncesizlik sonsuzluk şimdi onun sonu gelmez bozgununun ölçüsü olmuş’ ‘İnanılabileceğini düşünebildiğim tek Tanrı bu benim, tutkusu kimsenin tutsaklığına son vermek olmayan, hiçbir şeyi kurtarmayan, hiçbir ereği yerine getirmeyen bir Tanrı – yalnızca var olan bir Tanrı.’
Her şey yeterince arap saçına dönmüş zaten
Bilinç olmadan düşüncenin olması olanaklı mıydı?
Bu hipotezler en eski felsefi sorunlardan birini yeniden canlandırdı: Madde ile zihin ve zihin ile bilinç arasındaki ilişki sorunu..
Bütün bu irfan arayışımızın, kitaplıkları dolduran bütün şu bilgi birikiminin, yararsız bir laf salatasından, bir savlar ve önermeler çorbasından ibaret olduğunu . bir arpa boyu ilerlemediğimizi aklımdan geçirdim..
Korkmuyordum. Bu uzun yolculuğu hedefe kadar ulaşmamışken ıskalamak için yapmamıştım.
Hiçbir şeye kafanı takma.
çözme olanağımız olmayan bir ikilem. Acılarımızın kaynağı kendimiziz. Yüksekyaratıklar, bizim düşüncelerimizin bir tür amplifikatörü gibi davranıyor tamı tamına. Bu peydahlanışların ardındaki güdülenimi kavramak için yaptığımız her denemenin önünü kendi insanbiçim’ciliğimiz kesiyor. İnsanın olmadığı yerde insanın ulaşabileceği güdüler de olamaz.
Gemi saatiyle 19.00’da Prometheus’un fırlatma bölmesine gittim. Başlığın çevresindekiler yana çekilerek yol verdi, kollarımdan güç alarak kendimi aşağıya, kapsüle bıraktım.
Pıhtılaşmış bir sessizlikte usulca, özenle incelendiğimi duyuyorum, dokunan hiçbir araç ya da el olmasa bile. Yine de hep daha derinden içime işlendiğini, fethedildiğimi hissediyorum, ufalaniyorum, çözünüp dağılıyorum, yalnızca boşluk kalıyor geriye. Tümüyle yok oluşun ardından öyle bir dehşet geliyor ki bugün o dehşeti yalnızca animsadigimda bile yüreğim daha hizli çarpıyor.
Ne denli sakınsa da insan denen varlık kuram geliştirmeden duramazdı.
Bildik bir işlemi yürütmek insanı yatıştırıyordu, daha iyiceydim.
Her bilim birtakım sözdebilimlere can verir, garip tali yollar arayan ayrıksı kafaları esinlendirirdi. Astronominin gülünç taklitçileri astrolojide boy göstermişti, kimyanınkiler simyada.
Kimdir normal insan? Onursuz, utanç verici bir işe kalkışmamış olan mı? Belki, ama hiç mi dizginleyemediği düşünceler geçmemiştir kafasından? Belki geçmemiştir. Ama belki on yıl önce, otuz yıl önce, içinde bir şeyler kımıldamıştır, bir kuruntu boy vermiştir belki, ama bastırmıştır, unutmuştur sonra da, korkmaz da artık ondan, çünkü gelişip serpilmesine eyleme yol açmasına izin vermeyecektir asla.
Kim sorumlu? Bu durumdan kim sorumlu? Gibarian mı? Einstein mı? Platon mu? Hepsi suçlu Düşün yalnızca, roketle binen adam her şeyi göze alıyor, daha çığlığı basmaya bile fırsat kalmadan balon gibi patlamayı, donmayı, kavrulmayı, bir püskürüşte bütün kanını akıtmayı göze alıyor sonunda zırhlı kabuğun içinde uçuşan birkaç kemik parçası kalıyor geriye
Yalnızca İnsan’ı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize. Başka dünyaları ne yapacağımızı da bilmiyoruz.
İnsan kozmosun her köşesini araştırdığı, kendine benzer yaratıklarca kurulmuş diğer tüm uygarlıklarla ilişki kurduğu zaman bile Solaris ölümsüz bir meydan okuma olarak kaldı.
Garip bir değişiklik çöktü üstüme: çıldırmış olduğum düşüncesi beni sakinleştirmişti.
Sessizlik ne denli umut verici olursa sonuç da o denli korkunç oluyor.
İnsanoğlunun biraz daha mizah duygusu olaydı her şey başka türlü olurdu.
Bütün yıldızlarla bütün gezegenlere birer ad verdik, oysa belki hepsinin kendi adı vardı.
Görünenin tersine insan yaratmaz Tanrıları. Dönem ya da çağ dayatır Tanrıları insanlara.
İnanılabileceğimi düşünebildiğim tek Tanrı bu benim, tutkusu kimsenin tutsaklığına son vermek olmayan, hiçbir şeyi kurtarmayan, hiçbir ereği yerine getirmeyen bir Tanrı – yalnızca var olan bir Tanrı.
Ve artık ışıkları söndürüp gün doğana dek sorunlarımızı unutalım. Yarın yenilerini uydururuz.
Bazı olaylar, gerçekten yaşanmış bazı olaylar korkunçtur tabii, ama daha da korkuncu hiç yaşanmamış, asla yaşanmamış olanlardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir