İçeriğe geç

Tom Bombadil’in Maceraları Kitap Alıntıları – J. R. R. Tolkien

J. R. R. Tolkien kitaplarından Tom Bombadil’in Maceraları kitap alıntıları sizlerle…

Tom Bombadil’in Maceraları Kitap Alıntıları

J. R. R. Tolkien kitaplarından Tom Bombadil’in Maceraları kitap alıntıları sizlerle

Tom Bombadil’in Maceraları Kitap Alıntıları

Perry Winkle bir şişti, bir şişti
dolgun ekmek yiye yiye,
yeleği patladı gitti,
şapka geçmedi kellesine;
her Perşembe çaya gitti
mutfakta oturdu yere,
yaşlı Trol küçüldü sanki
o zamanla büyüdükçe
Ölüm olsun ışığa, kanuna, aşka!
Lanet olsun yukarıdaki ay ile yıldızlara!
yok artık batıya giden bir gemi
eskisi kadar ölümcül sularda
şarkıları da onlar gibi yitip gitti.
Ölümlü topraklara elveda diyerek,
vazgeçeceğiz Orta-dünya’dan!
Ellerim yırtıldı, dizlerimde kalmadı yarasız yer,
belim bükülmüş sırtıma yığılan yıllarla.
Neden kimse konuşmaz gittiğim her yerde?
Mavi gökler ve orman yeşili canlı renkler
olur idi istediği olsa;
Kalabalık dünyanın neşesini
ve insanların iyimserliğini eklerdi buna.
Şarkıları, kahkahaları,
sıcak yemekleri ve şarapları özlerdi.
Bir yolcu ve aylak olarak,
Avare gezmeliydi bir tüy gibi,
Bir denizci gibi rüzgâra kapılarak.
O düşler ki, bazısı neşeli, bazısı hüzünlü ve bazısında uyarılar saklı.
”Çık dışarı! Kapat kapıyı ve gelme buraya bir daha!
Al parlak gözlerini, götür boş kahkahanı da!
Hobbit imgeleminde, deniz arka planda hep vardır; ama Üçüncü Çağ’ın sonunda Shire’de baskın çıkan ruh hali, ondan korkmak ve Elf ilmine tamamen güvensizlik duymaktır.
Ya da daha iyisi,
Huzur içinde Orta-dünya’da
Geçir günlerini
Neşe ve mutlulukla!
Ve konuşuyorum kendi kendime; çünkü karşıma çıkanlar hâlâ konuşmuyor benimle..
İhtiyar Tom Bombadil neşeli adamdı;
Parlak maviydi ceketi, çizmeleri sarıydı,
Kuşağı yeşil, pür deri pantolonu;
Yüksek şapkasına taktığı bir de kuğu tüyü.
Söğütlüdere’nin çimenli pınardan kaynadığı
Ve vadiye aktığı Tepe’nin altında yaşardı.
Mitolojik bir devirde muammalar olmalıdır, ki her zaman vardır da. Tom Bombadil’i (bilinçli olarak) bu muammalardan biri olarak bıraktım.
Tom ırmaktan ve ağaçlardan önce buradaydı; Tom ilk yağmur damlalarını, ilk meşe palamudunu hatırlıyor. Büyük Ahali’den (İnsanlar ve Elfler) önce patikalar açtı ve Küçük Ahali’nin (Hobbitler) gelişini izledi. Krallardan ve mezarlardan ve Höyük-hayaletlerinden önce buradaydı o. Elfler batıya göçtüğünde, denizler bükülmeden önce, Tom buradaydı.
Geceyi bırakarak indi aşağı
ve bir hayal soldu gitti.
Yüzüme vuran yağmurda tuz tadı alınca
anladım ki gelmişim denizdeki enkaza.
Belim bükülmüş olsa da bulmalı denizi!
Kendimi kaybettim ve yolu unuttum,
ama gitmeliyim!
Beyaz taştan uçurumlar,
Islak ıslak parlıyordu ay-köpüğü altında.
Bembeyaz parlıyordu kıyı, deniz çalkalanıyordu,
gümüş ağa takılmış yıldızdan aynalarla
Ay henüz yeni ve güneş genç iken
Tanrılar bahsederdi şarkılarında altından ve gümüşten.
Gel bırakalım denizi! koşalım,
Dans edelim, güneşte uzanalım.
Eski bir dost tanımalıydı beni alacakaranlıkta da!
Eski bir dost tanımalıydı beni alacakaranlıkta da!
Ben ben olanım
yüceliğine girmemize hiç gerek yok.
Mavi gökler ve orman yeşili canlı renkler
olur idi istediği olsa;
Kalabalık dünyanın neşesini
ve insanların iyimserliğini eklerdi buna.
Şarkıları kahkahaları,
sıcak yemekleri ve şarapları özlerdi,
Ve konuşuyorum kendi kendime; çünkü karşıma çıkanlar hala konuşmuyor benimle
“Bir varmış, bir yokmuş, bir gün mayıs çayırlarında
çiçekler yerine yazın kar varmış;
uzun düğünçiçekleri ışıklarını
altın rengi buharlar gibi saçarmış.
Yeşil çimen rengi gökyüzünde, orada
yer-yıldızları dingin gözlerini aça aça
güneşin yükselip alçalmasını izlermiş.
Altınyemiş de oradaymış yabangülünden tacıyla,
altınyemiş de oradaymış hanımefendi esvabıyla,
karahindiba saati üflermiş.
Nilüferli havuza eğilerek
yeşil ve serin suyu süpürerek
elinin etrafında kıvılcımlanmasına bakarmış:
bir varmış, bir yokmuş, elf diyarında.
Kahvaltı sofrası serildi;
sesler yüksek ve neşeliydi;
Reçel , bal ve marmelat,
böğürtlen, meyve ve süt.
Ondan bundan konuştular,
iş güç bahsi, şakalar ve para,
Kuş avlamak , meşe kesmek,
bir de , lütfen, balı uzatsana!
“Ölümlü topraklara elveda diyerek,
vazgeçeceğiz Orta-dünya’dan!
Elf yuvasında berrak berrak
en yüksek kulede çınlıyor bir çan.
Burada yapraklar düşüyor, çimenler sarı,
güneş ve ay dolup gidiyor sanki,
duyduk uzaktan gelen çağrıyı
o diyarlara çağıran bizi.”
“Elf diyarının latif ahalisi
kürek çekiyordu gümüş-griler içinde
ve ayakta duruyordu taç takmış üç tanesi
parlak saçlarını rüzgâra vere vere.”
“Bir yalıçapkını taş gibi daldı suya
sazları hafifçe sallayıp bükerek
mavi bir şimşek düşmüştü adeta
zambakları uzağa sürükleyerek.”
“Bembeyaz parlıyordu kıyı, deniz çalkalanıyordu
gümüş ağa takılmış yıldızdan aynalarla;
balina kemiği kadar beyaz taştan uçurumlar
ıslak ıslak parlıyordu ay-köpüğü altında.
Parmaklarımdan aktı ışıl ışıl kumlar,
sanki inci tozu ve öğütülmüş mücevher,
opalden borular ve mercandan güller,
yeşil flütler ve ametisler.”
“Bir gün yürürken deniz kıyısında,
yıldız ışığı gibi geldi bana ıslak kumlarda
deniz çanına benzeyen beyaz bir kabuk;
titreyerek yattı ıslak avucumda.
Onu tutarken titrek parmaklarımda
tınlama duydum içinde, limanın yakınında
sallanan bir şamandıra, bir ses çınladı
sonsuz denizler üzerinde, şimdi çok solgun ve uzakta.”
“Karanlık bir mağarada yaşardı yaşlı bir cüce
Eli hep giderdi altına ve gümüşe;
Çekiçle, maşayla ve örs taşıyla
Çalışırdı elleri nasırlaşa nasırlaşa,
Dizi dizi yüzük ve madeni para işlerdi
Ve kralların kudretini satın almayı düşlerdi.
Ama gözleri zayıfladı, kulakları işitmez oldu
Ve yaşlı kafasındaki deri sararıp soldu;
Kemikli pençesinden hafifçe parlayarak
Mücevherler düşer oldu gözden kaçarak.
Ayak sesi duymadı, ama yer sarsılmıştı
Susuzluğunu gidermiş genç ejderha varmıştı,
Ve buharlar fışkırdı karanlık girişte,
Alevler hışırdadı rutubetli zeminde,
Cüce kızıl ateşte yapayalnız öldü;
Kemikleri kızgın çamurda küle döndü.”
Bir sürü işim var, dedi: yaptıklarım, şarkılarım, konuşmalarım, gezinmelerim, memleketi gözleyişim. Tom’un gözetmesi gereken bir evi var, Altınyemiş de bekliyor.
“Mavi gökler ve orman yeşili canlı renkler
olur idi istediği olsa;
Kalabalık dünyanın neşesini
ve insanların iyimserliğini eklerdi buna.
Şarkıları, kahkahaları,
sıcak yemekleri ve şarapları özlerdi,
Kar tanesinden beyaz kekler yer,
seyrek ay ışığını içerdi.”
“Bir han vardı, eski ve neşeli
eski kurşuni tepenin altında,
Orada yaptıkları bira öyle karaydı ki
Aydaki Adam bile aşağı indi
içmek için kana kana.

Beş telli keman çalar
seyisin çakırkeyif kedisi
Yayını çeker ileri geri,
Bir pesten mırıldanır, bir tizden ciyaklar
sonunda itip çeker testere gibi.”

Tom ırmaktan ve ağaçlardan önce buradaydı; Tom ilk yağmur damlalarını, ilk meşe palamudunu hatırlıyor. Büyük Ahali’den (İnsanlar ve Elfler) önce patikalar açtı ve Küçük Ahali’nin (Hobbitler) gelişini izledi. Krallardan ve mezarlardan ve Höyük-hayaletlerinden önce buradaydı o. Elfler batıya göçtüğünde, denizler bükülmeden önce, Tom buradaydı.
“Hey! Gel bana sevgilim,” dedi, “şen ve şakrak!”
Tom eşiğe oturup yontarken söğüt sopalar,
Güzel Altınyemiş hâlâ sarı saçlarını tarar.
“İhtiyar Tom Bombadil neşeli adamdı;
Parlak maviydi ceketi, çizmeleri sarıydı,
Kuşağı yeşil, pür deri pantolonu;
Yüksek şapkasına taktığı bir de kuğu tüyü.
Söğütlüdere’nin çimenli pınardan kaynadığı
Ve vadiye aktığı Tepe’nin altında yaşardı.”
Geceyi bırakarak indi aşağı
ve bir hayal soldu gitti.
Kış çabuk bastırdı; bir sise girdim,
taşıdım sırtımdaki seneleri dünyanın sonuna;
yoğundu kar, saçlarımda buzlar,
karanlık çöküyordu o son kıyıya.
Sonunda uzun geceme bir ışık geldi,
bir baktım ki kırlaşmış uzun saçlarım
Belim bükülmüş olsa da bulmalı denizi!
Kendimi kaybettim ve yolu unuttum,
ama gitmeliyim! deyip ayaklandım.
Ya da daha iyisi,
Huzur içinde Orta-dünya’da
Geçir günlerini
Neşe ve mutlulukla!
Mavi renkler ve orman yeşili canlı renkler
olur idi istediği olsa;
Kalabalık dünyanın neşesini
ve insanların iyimserliğini eklerdi buna.
Yelin getirdiği mutlu bir gün yakaladım kendime!
Güzel bir çift laf söylesen,daha fazla severdim seni :
Uzun boyun,sessiz gırtlak,yine de dudak bükersin kibirli kibirli !
Elfler vardı eskiden, ve güçlü sihirler
Yeşil tepenin altında, çukur vadilerde
İşledikleri altınların şarkısını söylerlerdi neşeyle;
Zamanın derinliklerinde, genç yeryüzünde,
Cehennem kazılmadan, ejderhalar çoğalmadan önce
Ama taştan serttir eti de kemiği de
Yapayalnız otururken tepelerde.
Dağların kökünü tekmelemekten farksız,
Çünkü Trol’ün poposu hissetmez bile.
Ölümlü topraklara elveda diyerek,
vazgeçeceğiz Orta-dünya’dan!
Elf yuvasında berrak berrak
en yüksek kulede çınlıyor bir çan.
Burada yapraklar düşüyor, çimenler sarı,
güneş ve ay solup gidiyor sanki,
duyduk uzaktan gelen çağrıyı
o diyarlara çağıran bizi.
Ay henüz yeni ve güneş genç iken
Tanrılar bahsederdi şarkılarında altından ve
gümüşten.
Gümüş serperlerdi yeşil çimenlerin üzerine,
Altın doldururlardı ak suların içine.
Daha çukur kazılmamıştı,
Cehennem yoktu ortada,
Cüceler üretilmemişti, çoğalmamıştı ejderha,
Kadim Elfler yaşardı ve güçlü sihirleriyle
Oyuk vadilerdeki yeşil tepelerin içinde
Güzel eserler yaparken şarkı söylerlerdi
Elf-krallarının parlak taçlarını işlerlerdi.
Ama kaderin oyunuyla şarkıları soldu,
Demirin ve çeliğin zincirinde boğuldu.
Hırsın şarkı söylemeyen ve gülmeyen ağzı
Servetlerini karanlık deliklere yığdı,
İşlenmiş gümüş ve oyulmuş altın:
Bir gölge kapandı üzerine Elf yuvasının.

Karanlık bir mağarada yaşardı yaşlı bir cüce
Eli hep giderdi altına ve gümüşe;
Çekiçle, maşayla ve örs taşıyla
Çalışırdı elleri nasırlaşa nasırlaşa,
Dizi dizi yüzük ve madeni para işlerdi
Ve kralların kudretini satın almayı düşlerdi.
Ama gözleri zayıfladı, kulakları işitmez oldu
Ve yaşlı kafasındaki deri sararıp soldu;
Kemikli pençesinden hafifçe parlayarak
Mücevherler düşer oldu gözden kaçarak.
Ayak sesi duymadı, ama yer sarsılmıştı
Susuzluğunu gidermiş genç ejderha varmıştı,
Ve buharlar fışkırdı karanlık girişte,
Alevler hışırdadı rutubetli zeminde,
Cüce kızıl ateşte yapayalnız öldü;
Kemikleri kızgın çamurda küle döndü.

Gri taşın altında bir ejderha, yaşlı
Kızıl gözlerini kırparak yapayalnız yaşardı.
Coşkusu dinmiş, gençliği harcanmış bitmiş,
Boğum boğum ve kırışık, bacakları bükülmüş
Uzun seneler boyunca altınlarına tutsak;
Yüreğindeki ateş sönüyor ağır aksak.
Göbeğindeki çamura mücevherler yapışmış,

Gümüşü ve altını öpüp koklarmış:
En küçük yüzüğün bile yerini biliyor
Hepsini kara kanadının gölgesinde saklıyor.
Hırsızları düşlerdi taş gibi döşeğinde,
Onların etleriyle beslenirdi düşlerinde,
Kemiklerini ezerdi, içerdi kanlarını:
Nefesi de kokardı, sarkıtırdı kulakları.
Zincir zırhlar çınladı.
Ejderha hiç duymadı.
Derin mağarasında bir ses yankılandı:
Parlak kılıç elinde genç bir savaşçı
Servetini savunsun diye ejdere haber saldı.
Hançer gibi dişleri, kemiktendi derisi,

Ama demir yırttı onu, ateşi söndü gitti.
Yaşlı bir kral otururdu yüksek tahtında:
Kemikli dizlerine sarkardı ak sakalı da;
Ne etin tadını alırdı ne de içkinin
Ne de şarkıların; bir tek düşünürdü için için
Kapağı oymalı devasa sandığını
İçine mücevherler ve altın sakladığı
Kara topraktaki gizli hazine odasında;
Demirden bantlı sağlam kapıların ardında.

Elfler vardı eskiden, ve güçlü sihirler
Yeşil tepelerin altında, çukur vadilerde
İşledikleri altınların şarkısını söylerlerdi neşeyle, Zamanın derinliklerinde, genç yeryüzünde, Cehennem kazılmadan, ejderhalar çoğalmadan önce
Haritası çizilmemiş kıyılara ayak basma!
Tilki soğuk bir gece dışarı çıktı
Ayın ışık vermesi için dua etti
Çünkü o gece gidecek çok yolu vardı
Kasabaya varmadan önce
O gece gidecek çok yolu vardı
Kasabaya varmadan önce
Aydaki Adam çok içmişti;
Seyisin kedi sersemlemişti;
Bir tabak pazar kaşığıyla sevişti,
Küçük köpek çok erken anladı esprileri;
Ve inek dans etti deli gibi.
Yaşlı Bombadil akıllı bir adamdı;
Parlak maviydi ceketi, çizmeleri sarıydı.
Kimse onu yazın, kışın kırlarda yakalayamazdı
Işıkta ve gölgede, ne vadide ne tepede,
ne de sudan aşarken.
Ay henüz yeni ve güneş genç iken Tanrılar bahsederdi şarkılarında altından ve gümüşten.
Gümüş serperlerdi yeşil çimenlerin üzerine,
Altın doldururlardı ak suların içine. Daha çukur kazılmamıştı, Cehennem yoktu ortada, Cüceler üretilmemişti, çoğalmamıştı ejderha, Kadim Elfler yaşardı ve güçlü sihirleriyle Oyuk vadilerdeki yeşil tepelerin içinde Güzel eserler yaparken şarkı söylerlerdi Elf-krallarının parlak taçlarını işlerlerdi. Ama kaderin oyunuyla şarkıları soldu, Demirin ve çeliğin zincirinde boğuldu. Hırsın şarkı söylemeyen ve gülmeyen ağzı Servetlerini karanlik deliklere yığdı, işlenmiş gümüş ve oyulmuş altın:
Bir gölge kapandı üzerine Elf yuvasının.
Kilimdeki şişko kedi
düşünü kuruyor sanki
açlığına çare taze fare
ya da kaymak belki;
ya da belki özgürce
gezip dolanıyordur düşünde
burnu havada, bağıra çağıra ve kibirle
savaşarak kükreye kükreye
ince ve zarif kardeşleriyle,
belki de Doğu’daki derin ininde
ziyafet çekiyordur kendine
hayvanlarla ya da yumuşak insan etiyle.

Kocaman aslanın biri
pençesi demir gibi,
amansiz dişleri iri
ve kanlı çenesi;

pard kara yıldızlı
ayağına hızlı
yüksekten hafifçe
atlar etinin üzerine
ormanın karanlık olduğu yerde..
uzak belki hepsi şimdi
özgür ve vahşi;
ama kilimdeki şişko kedi
Olsa da şimdi ehli
evinin evcili,
unutmaz geçmişini.

Fare kadar gri
Ev kadar iri
Burnum yılan gibi.
Otları eze eze gezerken
Yeri göğü sarsarım
Ağaçlar çatırdar ben geçerken.
Ağzımdadır boynuzlarım.
Güney diyarlarda yürürken
Koca kulaklarımı sallarım.
Paldır küldür gezine gezine
Sayısız sene yaşarım
Uyurken uzanmam yere
Ölürken bile ayaktayım.
Fil derler adıma
Her şeyden koca
Yaşlı, yüksek ve devasa
Bir kez çıksan karşıma
Unutmazsın beni asla.
Eğer beni hiç görmezsen
Sanırsın ki hayalim ben
Ama yaşlı fil derler bana
Yalan değmez ağzıma.
Bilge yaşlı Bombadil, ihtiyatlı adamdı;
Parlak maviydi ceketi, çizmeleri sarıydı.
İhtiyar Tom Bombadil neşeli adamdı;
Parlak maviydi ceketi, çizmeleri sarıydı,
Kuşağı yeşil, pür deri pantolonu;
Yüksek şapkasına taktığı bir de kuğu tüyü.
Söğütlüdere’nin çimenli pinardan kaynadığı
Ve vadiye aktığı Tepe’nin altında yaşardı.
Öyle döndürüyordu ki yel rüzgâr horozunu
Kuyruğunu dik tutamıyordu;
Ayaz öyle kesmişti ki ardıçkuşunu
Bir salyangozu bile kıramıyordu.
Zor benim işim, diye haykırdı kuş,
Her sey boşuna, diye yanıt verdi horoz;
Ve böylece sürdürdüler feryatlarnı.
“Güzel bir çift laf söylesen, daha fazla severdim seni.”
İhtiyar Tom Bombadil neşeli adamdı;
Parlak maviydi ceketi, çizmeleri sarıydı, Tepe’nin altında yaşardı; ve bir kuğu tüyü
Eski şapkasında esintiyle sallanırdı.”
“Güzel bir çift laf söylesen, daha fazla severdim seni.”
Hey diddle diddle,
The cat and the fiddle,
The cow jumped over the moon;
The little dog laughed
To see such sport
And the dish ran away with the spoon.
Seyis çakırkeyif kedisine dedi ki:
Ay’ın beyaz atları var ya,
Kişneyip ısırıyorlar gümüş gemlerini;
Ama burada bayılıp kaldı sahipleri,
Ve güneş yakalayacak onu yakında!
Kolları fildişi gibi ışıldıyor,
Uzun saçları bulut gibi süzülüyor,
Ayakları kıvıl kıvıl geziniyor
Akşam karanlığında puslu labirentlerde;
Ayaklarının etrafında ateşböcekleri parıldıyor,
Güveler çiçek tacı gibi uçuşuyor
Başının etrafında solgun,
Ve ay bunu gördü başını eğdiğinde,
Yavaşça yükselirken, yuvarlak ve beyaz,
Gecenin dallarının üzerinde.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir