İçeriğe geç

Sanatın Mitolojisi: Sanat Ne Anlatır? Kitap Alıntıları – İsmail Gezgin

İsmail Gezgin kitaplarından Sanatın Mitolojisi: Sanat Ne Anlatır? kitap alıntıları sizlerle…

Sanatın Mitolojisi: Sanat Ne Anlatır? Kitap Alıntıları

İyiyi kendinden bilmek, kötüyü ise yükleyebilecek bir şeytan aramak, ötekinin varlık koşuluydu.
Ölümden sonra alınacak pozisyonun yaşamla ilişkili olması en büyük trajedidir; kanımca insanı insan yapan unsurdur ve insan bu özelliğiyle hayvanlar arasındaki en acınası varlıktır, zira doğanın ona verdiği yaşamı kendisi tayin edemeyen bir canlıya dönüşmüştür.
İçinde yaşanılan dünya, bir başka dünyanın geçici bir metaforuydu.
Cehennem ateşinde sonsuzca yakmakla korkutan iktidar, cennetle umut veriyor, tek bir sözle ya da emirle bütün insanları sanki bir bütünmüş gibi hareket ettirebiliyordu.
Lukianus, dünyayı iki tiranın yönettiğini söyler: Umut ve korku.
Ey harflerin babası,
..bu, kullanmayı öğrenenlerin ruhlarına hafıza tembelliği verir; artık kendilerine ait olmayan yazı işaretlerine güvenerek, içlerinde bulunan kendilerine ait hafızayı kullanmayı hepten unuturlar. Bu nedenle sen, hafızanın değil hatırlanmanın ilacını bulmuşsun. Öğrencilerine bilgeliğin hakikatini değil, görüntüsünü sunuyorsun. Onlar senin sayende, bir yol göstericileri olmaksızın bu kadar çok şeyi öğrenince kendilerini bilgili sanacak, fakat bilge olmayıp da bilgeymiş gibi göründükleri için, pek çok konuda cahil ve geçimsiz kişiler olup çıkacaklar.
Aklındakini gözleri önünde bulundurmak isteyen insanın ürettiğidir sanat, görünenin başka bir dünyaya referansını simgeler, bakanın bakışını bakılanın ötesine taşır; bu yüzden sanat bir metaphoros’tur.
Hiçbir sanatçı, mensubu olduğu toplumun duygularından muaf değildir. Sanatçı kim olursa olsun, kullandığı dil, aktardığı üslup, içinde yaşadığı toplumsal yapıya aittir.
İnsan, doğaya karşı aczini ve tüm biyolojik ihtiyaçlarını kültürle giderme yoluna gitti.
Bütün toplumlar hem mitolojik hem de mitojeniktirler. Yaşadıklarının anlamını kurgular ve kurguladıkları anlam içinde kendilerine verdikleri rolü eksiksiz yerine getirirler. Mitler, anlamlandırma ihtiyacından çıkmıştır ve dil, anlamın inşası için vardır; hepsi bir başka gerçekliğin varlığına işaret etmeye çalışırlar.
insan ölümlü olduğunun en azından birkaç yüz bin yıldır bilincinde olan, onunla yaşayarak baş etmeye çalışmak zorunda kalan bir hayvandır.
Mitolojide çoğu zaman yeryüzünde kurulan uygarlığı, göklerdeki tanrısal alemin yansıması, mimesisi gibi görürüz, oysa tam tersidir, gökyüzünün tüm kahramanlanm yeryüzünün gerçekliği, korkulan ve ihtiyaçları yaratmıştır.
Güzelin tanımı, formu değişken de olsa ona ilginin tarihi, insanın tarihi kadar eskidir. Güzel olmak, insani olanın en tercih edilen bedensel halidir ve tercih sebebidir; bu haliyle adaptif bir özellik taşıyarak evrimsel sürecin bir parçasina dönüşmüştür.
Kültür, Marksist bir söylemle, insanı kendi bedenine yabancılaştırmayı hedeflemektedir.
Sınıflı toplum yasasız olmaz, aristokrasinin iktidarını ve sahip olduklarını koruyacak kanunlar gerektirir.
İnsanın milyonlarca yıllık varlığının son on bin yılında, yaşama biçimiyle birlikte tanrılarını da değiştirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Farklı kültür ve zamanlarda tanrılar sürekli dönüşmüş, ihtiyaca göre yenileri eklenmiştir. İnsanlar gibi, onlar da ihtiyaç hâsıl olduğunda doğmuş, insanlar üzerinde hüküm sürmüş, sonra da vazifelerini tamamlayarak yok olmuşlardı. Yaşam koşullarının değişmesi, beraberinde tanrısal yapı dahil olmak üzere pek çok şeyin değişmesinde önemli rol oynar. Aslında bu kitabın ortaya koymaya çalıştığı şeylerden birisi budur: Yeni yaşam biçimine geçiş, eski tanrıların misyonlarını da tüketmekteydi. Yeni yaşamın Zeus’la beraber insana sunduğu koşullar eski tanrılara yaşam alanı tanımıyordu. İnsan, yaşadığı büyük zorlukların hepsinin atlatılmasında benzer bir canavarı öldürüyor, mitoloji sahnesinden çekilmesini sağlıyordu.
Bu çalışmanın başlarında da okuduğunuz üzere arkeolojik veriler insan-tanrı ilişkisinde önce insanın ortaya çıktığına işaret etmektedir; yani insanın dünyevi varlığıyla kimlik sorunlarını çözmek üzere Zeus ve benzerlerini icat ettiği anlaşılmaktadır. İnsan, varlığının, dünyadaki yaşamının ve en önemlisi de ölümlü olmasının bir izah veya çözümü olarak bu tür anlatılar dile getirmiştir. İnsanın kendi kibirli kimliğini oluşturabilmek için yarattığı bu kutsallar aslında ihtiyaç karşılamaya yönelik hizmetkârlar veya insan olmanın yükünü taşıyan günah keçileridir. Kim olduğunu anlamak için aynaya bakan insanın, aynada gördüğüdür Zeus ve aynaya bakanın her türlü eyleminin nedeni ve emredenidir.
Klasik Dönem Atina’sında aşk ve güzellik kavramları erkek çocukların bedenleri için kullanılmıştır.
Cinsel suçlar her zaman insanın tanrılar tarafından büyük cezalara çarptırılmalarına sebep olmuştur. Tufan olarak bilinen tüm mitolojik anlatıların nedenleri de cinselliktir.
Kybele – veya onun temsil ettiği diğer kimliklerin hiçbiri – akışkan arzudan yana bir kışkırtıcılıkta bulunmaz. Bereketi, doğurmayı, kontrollü ve toplumsal göstergelerin ardına sıkıştırılmış cinselliği, evliliği, kolektif yaşamın ataerkil kodlarını taşımıştır günümüze kadar.
Cinselliği önce kontrol altına alıp sonra bir dizi sosyolojik göstergenin ardında yok eden toplumsal yasadır Kybele.
Akdeniz uygarlıgı kişisel arzuların iktidarca kontrol edilip sürekli değişen hedeflere yönlendirilmesi üzerine kuruludur. Toplumsal arzulanırlık makamı olan öznellik, bireyin öznelliğinin geride bırakılmasıyla mümkündür ancak. O yüzden bu uygarlığın içinde yaşayan herkes, dilin simgesel dünyasına geçip bedeninin ihtiyaç duymadığı doyumsuz bir hayat yaşamaya mahkûm olmaktadır.
Uygarlığın en önemli varlık koşulu birlikte yaşam ve onun üreteceği toplumsal normlardır. İçinde bulunduğumuz uygarlığın başka bir varlık alanı bulunmamaktadır yahut uygarlığın kendisi bunu ileri sürmekte, varlığını devam ettirebilmek için toplumları kaosla korkutmaktadır; bugün artık biliyoruz ki başka bir uygarlık mümkündür. Mevcut uygarlığın üzerinde yükseldiği toplumsal yaşam sadece bireyin kastrasyonuyla olabilir. Tıpki Kybele mitlerindeki gibi, arzular alabildiğine özgür değildir; tatmin arzunun yalnızca motivasyonu olabilir, sonucu değil. Klasik psikanalitik bir yaklaşımla, arzular hedeflerinden saptırılmış, kontrol altına alınmış ve tatminsiz bırakılarak kapitalist toplumsal yapının temeli atılmıştır. Arzularını doyuramayan bireyler vahiy yoluyla gelen emirlerle sınırlandırılarak çıldırtılmış, yörüngeden çıkarılıp kastre edilmiştir. Dahası, herkes kendini kastre etmiştir, otokontrol zorunlu olmuştur. Aşklar değil, inançlar yaşanır; arzulananda değil, sunulanda doyum aranır. Bu uygarlık bireysel arzuyu tatminsiz bırakacak formülü bulmuş ve onu Kybele’de simgeleştirmiştir.
Hukuk, genel bakışla, üretilen toplumsal değerler çerçevesinde insanın özgürlüklerinin sınırlarını belirleyen düzenlemelerdir; herkesi ortak paydalarda buluşmaya zorlar. Yasalar getirerek, biyolojik olanı sınırlandırıp özel alanlara hapseder. Arzu talep eden biyolojik eylemleri simgelerle kaplayıp toplumsallaştırır ve yok eder. Cinsiyet, hiyerarşi, sınıf, mülkiyet gibi yeni kavramların içerisine insanları taksim eder ve onlardan uygun davranışlar bekler. Konulan sınırlamalar ve yasaklar bilinçdışındaki karanlık yarığın daha da büyümesine neden olur ve nevrotik toplumsal bireyler ürer.
Klasik bilimsel yaklaşım Neolitik kültür ve öncesinde kadının doğa ile bağını toplayıcılıkla sınırladı.
Paleolitik Dönem’in hayvanlarla veya hayvan kılığında betimlenen erkeklerine alışmıştık. Ancak şişman kadınlarla birlikte hayvanlar âleminin hatırı sayılır yırtıcılarından kedigillerin, hem de en büyüklerinin tasvir edilmesi ezberimizi bozar; çünkü prehistorik insanın modern eril yorumu kadını hep bitkiler, erkeğiyse hayvanlar dünyasıyla özdeşleştirdi.
İnsan Tanrıyı kendi suretinde yarattı. Kolophon’lu Xenophanes, sığırların ve diğer hayvanların elleri olsaydı ve bir tanrı resmi yapsalardı mutlaka kendilerine benzeyen bir tanrı yapacaklarını söylemiştir.
Kapılar, pencereler, duvarlar kimin kiminle ne düzeyde ilişki kurabileceğine karar veren yüzeylerdir.
Neolitik dönem için kafatası ile ölüm ilişkisi başlı başına sorundu ama net olarak biliyoruz ki kafatası kültü Doğu Akdeniz coğrafyasının neolitiğinde inanç açısından önemli bir yer işgal etti.
Şaman pagan kültürün, doğa dinlerinin en başat karakteridir ve inançlı insanların zihnindeki evren tasavvurunun göstergesidir çünkü o, doğa, tanrılar ve diğer dünyalarla insan arasındaki iletişimi sağlayandır. Doğanın şifa dağıtan ilaçlarına vâkıf olan şaman, aynı zamanda büyüleriyle ölümü insandan uzak tutandır. Doğaya karşı mücadelede kullanılacak en iyi silahların, yine doğadan alınacaklar olduğunu anlatan bir bilgedir.
Mircea Eliade, kültür gibi inancın da tarihsel birikimin toplamı olduğunu ileri sürer.
Hitit sanatında ve Mezopotamya kültürlerinin birçoğunda tanrılar sıklıkla boynuzlu serpuşlarla betimlendiler.
Bilinmezlikleri bilme çabasının sonucu olan mitler, insanın zihninde yanıtı olmayan sorular barındıran karanlığın vücut bulmasına, bir şekle kavuşmasına yardımcı oluyordu.
Mitler toplumların bilinçdışının dışa yansıması, bilince gelmesi olarak tanımlanır.
İnsan konuşarak tanrıyı yaratmıştır.
Din insanların ölümlerini anlamlandıran ve daha önemlisi, yaşamlarını yönlendiren bir rehberdir, dolayısıyla dinin toplumsal düzene müdahalesi, bugün de olduğu gibi, günah ve sevap benzeri kavramlar üzerinden hareket eden bir gündelik yaşam tesis eder.
Topraktan geldik, toprağa gideceğiz. Kutsal metinlerin çoğunda insanın topraktan yaratıldığının vurgulanması, inancın binlerce yıllık bir uzlaşmaya dayandığını, zaman ve coğrafya gözetmeksizin bu imgenin hayatta kalmayı başardığını gösterebilir. Daha erken örneklerine de rastlanmakla beraber, ölü gömme geleneğinin ve hatta semavi dinlerin temel prensiplerini oluşturan kimi öğelerin, Neanderthal insanından bu yana var olduğu üzerine düşünülmelidir.
Doğal seçilimden ilk sapmanın basit bir taş aletle gerçekleştiğini kabul etmeliyiz.
İnsan, zannedilenin aksine, evrimsel süreç içinde dünyanın en güçlü canlıları arasında yer almaz. Bilakis evrimsel biyolojik yapıdaki en sıradan halkalardan biridir, çünkü kendi kişisel tarihinde bedeni yerine kültüre yatırım yapmış, yaşamını bedeninin dışına taşımıştır.
Mitoslar antikçağların psikolojilerini, insani kimlik kaygılarını, dünya tasavvurlarını ve diğer birçok şeyle birlikte elbette inançlarını içerirler; onlar içine düşenlere farklı dünyaların kapılarını açan kutsal sözlerdir.
Mitoslar boş zamanlarda anlatılmak için uydurulmuş fantastik masallar değil, insanlığın bugüne gelişinin öyküsünü verebilecek kültürel veriler içeren, hayatı belirleyen, şekillendiren, sınırlamalar getiren, kültür dediğimiz şeyin DNA’sıdır.
Mitoslar antik çağların psikolojilerini yansıtır. Sanat da, en azından başlangıçta, psikolojik bir ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. İnsanın kitonyen doğasının karanlığından ortaya çıkmış Apollonik ürünlerdir. Bu anlamda mitoslarla sanatın aynı kaynaktan çıktığını ileri sürebilirim.
İnsan ölüme karşı yeniden doğuşu keşfetmişti. Belki de dünya tarihinin en muhteşem keşfiydi. Ölümlü insan, ölümsüz bir dünyaya doğabilmek için ölüme katlanıyordu.
Çünkü insan nihai yolculuğuna yan yatmış olarak gidiyordu. Ama başına dikilen taş sanki ölüme karşı yapılan ironik bir işaretti.
Ölümlü olan insan, ölümsüz bir dünyaya doğabilmek için ölüme katlanıyordu. Modası geçmeyen bu düşünce biçimi, etkisini giderek artırmış ve semavi dinlerde doruk noktasına ulaşmıştır.
Yaratılış miti antroposantrizme ve bu öğretinin tüm gündelik eylemler ve düşüncelere sıkı biçimde yerleşmesine neden olmuştur. Bir günden bir güne ortaya çıkmamış türcü kültür, ataerkil tek tipli formunu binlerce yıldır köklendirdiği yaklaşım sayesinde alır.
Bütün toplumlar hem mitolojik hem de mitojeniktirler. Yaşadıklarının anlamını kurgular ve kurguladıkları anlam içinde kendilerine verdikleri rolü eksiksiz yerine getirirler.
Ölümün vücuda gelmesi, hem dilin ve mitlerin hem de tanrıların kaynağıdır. O olmasaydı, bunların hiçbirisi varlık dünyasına taşınamazdı. Bu nedenle Hades, ürkütücü olduğu kadar umut vericidir de.
Yunan panteonunun ilksel kuşağından Eski Yunan dünyasına sadece iki tanrısal varlık kalabilmiştir: Aphrodite ve Eros. Her ikisi de aynı şeyin, aşkın peşindedir.
İnsan, bilincine aldığı ama sancısını göbek bağında hissettiği ölümü konuşarak yenmek yoluna gitmiştir. Doğanın dilinden ayrılıp kendi dilini kurmasının sebebi budur.
Kitonyen kişilikte yeşeren yaratıcılık, toplumun düşüncesini, korkularını, karanlıklarını somutlaştıran bir dönüştürücüdür.
Su iki kutuplu bir kavramdır. Hem yaratılış hem de tufandır.
Susuzluk öldürücüdür; ancak çok su da ölüm demektir. Dünyanın yaşam dengesi de suyun üzerinde yükselmektedir. Belli periyotlarla girilen ve çıkılan buzul dönemler, hem yaşamı hem de kültürü yenileyen bir devinim sağlarlar.
İnsanın hayvanlar üzerindeki en büyük hakimiyeti onları kültürün dünyasına çekmesi yani evcilleştirmesiydi. Günümüzden 10 bin yıl öncesinden itibaren hayvanların en azından bir kısmı kaderini insanın eline terk etmeye başlamıştı.
İnsan zannedilenin ötesinde dünyanın en güçlü canlısı değildir. Hatta tam tersi evrimsel biyolojik yapının içindeki en zayıf halkalardan birisidir. Çünkü yaşam koşullarına göre, dönüşebilecek, adapte olabilecek bir beden yapısına sahip değildir. Bu nedenle içinde sürekli bir arayış içinde olan tek varlık insandır.
İnsan karmaşık aletler yapabilen tek canlıdır. Dil dahil tüm düşünsel süreçler bu tasarımın sonucudur.
Yere oturmak ya da çömelmek, ihtiyacın yokluğunu, insanın kendi içine dönmesini belirtir. Beden yuvarlatılmıştır ve sanki dünyadan hiçbir şey beklemiyormuşçasına sağlamdır. Bu vaziyette oturan insan barışçıl ve hoşnut görünür; kimse ondan şiddet geleceği korkusunu yaşamaz. Ya ihtiyacı olan her şeye sahip olduğu için ya da ne kadar az olursa olsun sahip olduklarıyla yetindiği için hoşnuttur. (Canetti 1998)
Doğa gerçekten de insanın baş edemeyeceği kadar büyüktür. Doğa, insan için bereket kadar ölüm de demektir ve ölüm siyahtır. Ölüm insanın en büyük avıdır.
Yeni bir sembole, bir motivasyona ihtiyacı vardı ve bu ihtiyacı giderebilecek tek şey sonraları sanat olarak isimlendirecek soyut silahtı. Bu, yaşamı soyutlayabilme yeteneği ile eşdeğerdi: tüm insanların hissiyatını ortak bir paydada toplamak ve herkesin görebileceği yerde sergilemekti. İnsanlığın yeni silahıydı sanat; bilinçdışından gelen arkaik ve karanlık korkuyu bastırmanın en temel yoluydu. Estetik kaygılar ve bireysel ihtiyaçlar için değil, toplumsal ve karanlık korkuları bastırmak için sanatı yarattı insan.
Çünkü yaşam koşullarına göre, dönüşebilecek, adapte olabilecek bir beden yapısına sahip değildir.
Bu nedenle de canlıların içinde sürekli bir arayış içinde olan tek varlık insandır.
”İnsan zannedilenin ötesinde dünyanın en güçlü canlısı değildir. Hatta tam tersi evrimsel biyolojik yapının içindeki en zayıf halkalardan birisidir.
Tevrat, İncil ve Kuran’ın çok sayıda mitos içerdiğini söylememiz doğru olur.
Kadın tarihin her döneminde ancak kültürün müsaade ettiği veya öngördüğü biçimde var olabilmiştir.
İncil’in yasaklama ölçüsünde gördüğü ve hiç sıcak bakmadığı cinselliği İslamiyet kadının eve ve kumaşa kapanmasıyla kontrol altına almaya çalışmıştır.
bilgi, hâkim olmak, korunmak,korkmamak demekti. bilinmeyen şeyler insanı korkutur. insandaki bilme isteği mitojenik yeteneğinin motivasyondur. bilmek isteği mitoslar yaratmaktır. bilmek düşmanları kontrol etmektir.
şaman tanrılar ve insan arasında kurulan ilişkilerdeki ilk ruhban sınıfı temsil eder. ilk mitos anlatıcısıdır aynı zamanda. insanlar doğayı kızdırmadan yaşayabilsin diye tanrıların, doğanın ve ölümün öykülerini anlatır onlara. ateş etrafında dans eder, büyüler ve kuşuna/hayvanına binerek gökyüzüne çıkar. insanlara tanrılardan yeni haberler ve öyküler getirir.
Kıtlık ve kuraklık en fazla göçebeleri vurur. Çünkü onların artı ürünleri, depolarda kötü günler için saklanmış samanları yoktur.
Her şey insan için yaratılmıştı; bu nedenle de her şeyi dilediği gibi tüketebilirdi insan. Bu düşünce dünyadaki kirlenme ve dejenerasyonun temelini oluşturmaktaydı.
Şanı, savaşçılığı, unutulmazlığı seçen Achilleus aşkı seçen Paris’in attığı okla ölür.
Gücü seçenlerin aşkı seçenlere karşı savaşıdır. Aile ve ahlakın aşka savaşıdır. İnsanın aşkı savaşılası bir şey olarak gördüğünün işaretidir. Tanrıların kurmaya çalıştıkları aile düzenini bozan, yuva yıkan aşka karşı savaştır.
Savaşın en önemli özelliği bir hile ile sonlanmış olmasıdır. Athena ve akıl savaşta kazanan tarafta olmuştu. Kaybedenin aşk olduğunu söylememe gerek bile yok. Tahtadan bile olsa aklı temsil eden atın ineğe karşı olan üstünlüğüyle sona eren bir savaştır Troia Savaşı.
Amazonlar, Yunanlılar için kontrol altına alınamayan güçlü kadın fobisini yansıtmaktadır. Geleneksel kadın-erkek ilişkilerinde kadının erkeğe ihtiyaç duyması kaçınılmazdır. Erkeğe ihtiyaç duymayan kendi ayakları üzerinde durabilen, üstelik de savaşçı bir kadın tipi Yunan erkeğinin kabusu olmalıdır.
Yapılan araştırmalar, maskulen toplumların hepsinin bilinçdışında doyurulamayan, kontrol edilemeyen vamp kadınların yattığını ortaya koymaktadır. Erkek güçlü olmak zorundadır; kadın ise bu stresten oldukça uzaktır. Erkekteki bu stres kadın cinselliğini kontrol etmeyi gerektirir kontrol edilemeyen kadın ise afaroz edilir.
İnsanın yaşam mücadelesi, aynı zamanda doğaya karşı verdiği kültür mücadelesidir.
Zeus, azgın bir tanrı değildir. O bir yaratandır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir