Barış Bıçakçı kitaplarından Veciz Sözler kitap alıntıları sizlerle…
Veciz Sözler Kitap Alıntıları
-Sulhi bir gün, Okuduğum kitapları düşündüğümde, hepsini şimdi okumalıyım, diye düşünüyorum, diyor ve bizimkiler başlıyor yine coşkuyla konuşmaya; şunları şunları şimdi okumalı, sayıp döküyorlar. Dönüp dönüp aynı kitapları okumanın nasıl güzel bir şey olacağını konuşuyorlar. Çizgi çizmek kolay, ama ya çember, diyorlar..-
-En az yaşanan en çok hatırlanır.-
– Hayat böyle duraklarla doludur. Durursunuz, biraz soluklanırsınız, sonra soluk soluğa bir keder, koştura koştura bir karanlık, herkes ne kadar mutsuz, sokaklar ne kadar kalabalık! –
-Herkesin içinde bir ölü taşıdığı söylenir. Felsefenin, edebiyatın humuslu topraklarında yeşeren bu cümleye bir itirazımız yok elbette. Ama şuna ne buyrulur: Sulhi, artık nasıl bir diyalektik haltsa bu, içindeki ölüyü taşıyamıyor, sık sık düşürüyordu –
– yalnızca yirmi bir yıl yaşadığı halde nasıl olup da binlerce yıl sevgisiz kalmış gibi hissettiğini sormuştu. Yanıt olarak gidip sarıdım ona.-
– aylardan mayıstı ve en zoru, şöyle bir dokunup geçen aşkı unutmaktı; çünkü aylardan mayıstı.-
-Ama, Anlatmak, anlatılan her ne olursa olsun, neşeli, aydınlık bir eylemdir, dememiş miydi Sulhi? Bir başkası, Urfa’dan arayan bir hediyelik eşya satıcısı, Anlatmak ateşe bakmak gibidir, gamı kederi alır. buyurmamış mıydı? Ama ben yine de soruyorum: Alaycı mı olmam gerekiyor? İlle de alaycı mı olmalıyım? Ağlaya ağlaya yazamaz mıyım?-
– İnsanoğlu beklerken nefes almaz, yutkunur.-
-Sonra, Dostoyevski’yi lisedeyken, hayatının baharındayken okuyan biri iflah olur mu?-
-Kalem bir kazı aletidir. Bir gömü gibi kazarsın kendini ve çektirdiğin dişlerin dışında tastamam duran iskeletine ulaştığın zaman anlarsın: Evrenin sonu vardır, insanın sonu vardır. Bu dünyada her şey hep aynıdır ve bunu bilmek ölesiye sıkıcıdır.-
Ağabeyi haklıydı, daha o zamandan her şey belliydi. Geçmiş de geriye doğru uzayan bir şey değildi, artık değildi. Bir yay gibi sıkışıp ileri doğru fırlayan geçmişimin önünde yalnız ve güçsüzüm, diye yazdı o gece günlüğüne, Neye tutunsam faydasız, sonunda çarpıp parçalanacağım duvara doğru hızla fırlatıyor beni.
Şaka bir yana, size de öyle gelmiyor mu? Olacakları, Osman’ın dediği gibi, ruhsal felaketleri, önceden görmediniz mi siz de? Yani, ben daha ilkokuldayken biliyordum koleje gideceğimi, taksitleri yatıramadığımız için tahtaya ismimin yazılacağını ve orada çok mutsuz olacağımı
Mutsuz olacağını herkes önceden bilir, dedi Sulhi.
Basri başını sallayarak onayladı, üzülmüş gibiydi.
Mutsuz olacağını herkes önceden bilir, dedi Sulhi.
Basri başını sallayarak onayladı, üzülmüş gibiydi.
Ama kadınlar, lütfen yine sırıtmaya başlamayın, yaşarlar. Ayrıca bir amaca gereksinimleri yoktur. Bilmedikleri bir şeyi özlerler, çiçeklere su verirler, pencereden sokağı, gökyüzünü, kuşları seyrederler, aşık olurlar, bir daha, bir daha olurlar
Sulhi büronun kapısında yazan Serbest Muhasebeci nitelemesini de seviyordu. Ben serbestim, diyordu her sabah içeri girerken. İşhanındaki diğer bürolarda çalışanlar, çaycı, kapıcı, bir iki sürekli müşteri, derken bu dünyanın içiner giriverdi Sulhi. Kendini biraz olsun unuttu. Her sabah, uyanır uyanmaz aptalca bir telaşla suladığı mutsuzluğu, evet unuttu. Hayat böyle duraklarla doludur. Durursunuz, biraz soluklanırsınız, sonra soluk soluğa bir keder, koştura koştura bir karanlık, herkes ne kadar mutsuz, sokaklar ne kadar kalabalık!
Hasan bir kuyunun dibinde kalan tozlu su damlalarından söz eden şiirinden sonra şiir yazmayı bıraktı. Sulhi yazmasına yazıyor ama yazdıklarından hiç hoşnut olmuyordu, artık şiir onun için kötü bir alışkanlıktı. Kan grupları değişmişti. İki arkadaş kendilerindne beklenmeyecek bir soğukkanlılıkla kabullendiler bunu. Hasan müstakil odasından, kayısı ve armut ağaçlarının, hanımelinin şenlendirdiği bahçeden ayrıldı, toplukonutlarda bir daireye yerleşti. Her şey, sabah akşam yağmurun yağdığı bir Fransız filmi gibi yavaş ve dokunaklıydı. Her şey.
Sulhi çok aptal, kalem ağır bir çekiç, kağıt ise incecik bir cam tabakası.
Geçen yıl amcamın yazlığında küçük bir kız tanımıştım. Beş altı yaşlarında, siyah saçlı, pörtlek gözlü, kamburca bir kızdı. Belki terlikleri ayağından çıkmasın diye, belki de başka türlüsünü beceremediğinden, leylek gibi yürüyordu. Kapkara bir leylek. Çok sevimliydi. Bir iki kez konuşmaya, onu güldürmeye yeltenmiştim ama bana pek yüz vermemişti. Bir öğleden sonra sahilde oturmuş kitap okurken koşarak önümden geçtiğini gördüm, biraz ileride durup geri döndü ve Biliyor musun dedi nefes nefese, Emre’nin ayağına denizkestanesi battı! Öyle mi! dedim, onun hoşuna gideceğini düşündüğüm şaşkın bir yüz ifadesi takınarak, Peki şimdi nerede? Ayağında! diye bağırdı çın çın, sonra da yine koşarak uzaklaştı. Ah, öznelerin farklılığı öldürecek beni. O zaman çok güldürmüştü ama şimdi öldürecek. Herkesin cümlesi aynı olsa bile öznesi farklı. Ve gramer hiçbir işe yaramıyor. Gravyer bile daha iyi olabilir. Demek istediğim, özne hiçbir zaman ben olamadım. Özne hep bir denizkestanesiydi.
Bu kokmuş dünyada onu sevecek tek bir kadın bile yoktu. Sulhi, yağmurun altında, külrengiyle pembe arası, incecik boyunlu küçük bir kediydi. Ön ayaklarının birini ıslanmasın diye havada tutuyordu.
Aslında yanıtını bir tek Nesteren’in bileceği daha pek çok soru vardı. Hatta öyle ki, Sulhi gevezeliği sayesinde, kendi hayatını da Nesteren’e sorulmuş bir soruya dönüştürmeyi başarmıştı sonunda. Nesteren onu yanıtsız bıraksa o da hayatsız kalacaktı. Saçma. Çok saçma. Edebiyat büyün bunlar. Uykuya daldı
İnsanlığın durumu hiç iyi değildi, onu düştüğü yerden kurtarmak gerekiyordu. Tanrı, eğer varsa, bir iyilik yapıp bütün kullarının kulağına hiç durmadan Sen değerlisin, sen değerlisin! diye fısıldamalı, sırtını sıvazlamalıydı.
Fısıltılar ve boş umut. Fısıltılar ve kağıt hışırtıları ve bir kedi, dışarıda, yağmurda, külrengiyle pembe arası, bir ayağını, ıslanmasın diye, hiç olmazsa tek bir ayağı kuru kalsın diye kaldırmış, o da bekliyor; Sulhi gibi, biraz sıcaklık yetebilir, bir gülümseme yetebilir, yağmurun altında.
İsminin anlamını sözlükten bulduğum bir kızla tanıştım. Nesteren. Ne güzel bir isim değil mi? Kütüphanede, günlerdir girmediğim bir dersin notlarını çekiyordum, durmadan hata yapıyordum. Biliyorsun, hata yapmadan duramam ben, duramayız biz. Karşımda oturan kızın silgisini rica ediyordum ikide bir. Belki bir yarım saat sonra, yine kağıda eğilmiş şurada gördüğümü buraya aktarırken, notların üzerine bir silgi parçası konduğunu gördüm. İkiye bölmüştü silgiyi ve gülümseyerek gitmek zorunda olduğunu söyledi.
Sulhi de Hasan da böyleydi işte! Bir şey üzerine, kafese kapatılmış filozof kuşları gibi öyle çok düşünürlerdi ki, o şeyin gerçekleşmesi mümkün olmazdı artık. Düşünüyorum o halde heykelim, demişti Sulhi.
Gerçeği bilmek istemiyorum Sulhi. İnanabileceğim bir yalan olmadan ayakta kalabilir miyim sanıyorsun?
Peki ama sevmek için ne gerekir? İşte tam bu noktada nedensizliğin arsız kuşları üzerinize pisler. Ciddiyim, bir de bakmışsınız, seviyorsunuz. Biri çıkar karşınıza, balkon yıkamanın çok güzel bir şey olduğunu söyler, seversiniz. Bir başkası çıkar, çocukluğundan beri bir gülümsemenin dudaklarından, yüzden nasıl silindiğini takip ettiğini söyler, seversiniz. Bütün çocukların okuldan koşarak çıktığını fark edip etmediğini sorduğunuzda, ‘Evet, üstelik kışın, paltolarını giymeden yalnızca kapşonlarını başlarına geçirip öyle koşarlar.’ yanıtını veren genç bir kadını, güzel domates kesen orta yaşlı bir adamı, Oktay Rifat’ın ‘Bir Uykuda’ şiirini çok seven birini, ispirto ocağını cezvesini ve fincanını yanından ayırmayan bir kahve tiryakisini, kızının saçlarını tarayan bir babayı, ‘bal kavanozu’ diyemeyip ‘bal kavanözü’ diyen bir anneyi, herkesi herkesi sevebilirsiniz. İnsan sevilecek bir canlıdır. Gezegenimizdeki en güzel şeydir. Yattığım yerden biliyorum bunu. Ama Pervin bilmiyordu
Aklı karmakarışıktı. Her şey böyle birdenbire. Kesik kesik. Parça parça. Ortada hiçbir şey yok. Ne yaşandı ki sanki! Ama çok şey var. Çok fazla şey
“Hayır diyebildiğin yerde başlar özgürlük ..”
Hayat böyle duraklarla doludur. Durursunuz, biraz soluklanırsınız, sonra soluk soluğa bir keder, koştura koştura bir karanlık, herkes ne kadar mutsuz, sokaklar ne kadar kalabalık.
Her şeye gülünç bir umutla başlıyordu insanlar.
Her şey, sabah akşam yağmurun yağdığı bir Fransız filmi gibi yavaş ve dokunaklıydı. Her şey.
Bu dünyada, en azından gezegenimizin bu yarıküresinde çok sevilmek isteyenleri kimse sevmiyor. Acı ama gerçek bu.
‘Ruh bedenin türbesidir. ‘ Çünkü insan aslında kendini ölü gibi hissettiğinde hisseder bir ruhunun olduğunu.
Aile bir mayın tarlasıdır. Birey olmak için oradan sağ salim çıkmak gerekir.
Aile televizyon karşısında gerçekleştirilen toplu bir intihardır.
Yalnızlık mı? Milyarlarca insanın adı geçiyor bu bahiste.
yalnızlık mı,milyarlarca insanın adı geçiyor bu bahiste
her ne yapıyorsak,günün birinde öleceğimizi unutmak için yapıyoruz
Çünkü her iyiliğin, kendine acı çektirmek gibi bir bedeli vardır.
Edebiyatla hayat takım kurup futbol maçı yapsalar, hayat üç çeker edebiyata!
Ruh bedenin türbesidir
İnsanlığın durumu hiç de iyi değildi, onu düştüğü yerden kurtarmak gerekiyordu. Tanrı, eğer varsa , bir iyilik yapıp bütün kullarının kulağına hiç durmadan sen değerlisin, sen değerlisin! diye fısıldamalı , sırtını sıvazlamalıydı. Her türlü din insanın kendisini önemli bir varlık olarak hissetmesi için uğraşmalıydı. Arkadaş toplantılarında şiir okumak yasaklanmalıydı.
İnsanın hayal ettiği, kurguladığı bir insanla yüzleşmesi iyi bir şey miydi bakalım? Bir oyunun bitmesi iyi bir şey miydi?
En az yaşanan en çok hatırlanır.
Çocuklarıyla ilgilenmiyormuş gibi görünen, onların küçük yaşlardan itibaren kendi ayaklarının üzerinde durmasını isteyen bu adamın, kardeşinin bütünlemeye kaldığı dersleri, kendisinin üniversiteye giriş sınavında aldığı puanı yazdığı sayfalara gelince şaşaladı. Ağabeyinin yazın çalışmak için bir şantiyeye gittiğini, birkaç gün sonra da tetanoz iğnesi vurulmak üzere Ankara’ya döndüğünü yazdığı sayfaları görünce ağladı. Ah baba, nasıl da saklardın kendini!
Çocukluğumu kişileştirdim. Çocukluğumun bir simyacı olduğunu düşünüyorum. Ne zaman hayatın ya da normalin içine karışmak için hamle yapsam, hafif bir dokunuşla camdan bir adama dönüştürüyor beni. Ya kesiyorum ya da kırılıyorum.
Okuduğum kitapları düşündüğümde, hepsini asıl şimdi okumalıyım diye düşünüyorum.
Hayat böyle duraklarla doludur. Durursunuz, biraz soluklanırsınız, sonra soluk soluğa bir keder, koştura koştura bir karanlık, herkes ne kadar mutsuz, sokaklar ne kadar kalabalık!
Artık ne kendimi ne de başkalarını anlayabiliyorum. Hayat ve insanlar hakkında işe yaramayan pek çok şey öğrendim. Gerçekten hiçbir işe yaramıyor.
Ah şu peçeteye yazılan yazılar Herkesim bir yerlerde sakladığı böyle bir peçetesi vardır herhalde, üzerinde ketçap, yağ ve lirizm lekeleri. Peçeteler yalnızca elinizi ağzınızı silmek için değildir, anlık duygusallıkları da emerler.
Kendimden o kadar çok söz ettim ki, kendimi o kadar çok anlattım ki, Nesteren’e sevecek bir şey kalmadı.
Çocukluk uçurumun dibinde.
Sulhi’nin gevezeliğine, keskin zekasıyla parlattığı cümlelere çok da değer vermiyordu aslında. Onunla birlikte olmak yetiyordu. Sulhi’nin anlamadığı, belki de hiç anlamayacağı şey de buydu işte. Yalnızca varlığının, nefis, hassas bir mekanizma olan çenesinin değil, yalnızca varlığının hoşa gidebileceğini anlamıyordu bizim salak! Onun için varsa yoksa konuşmak, ruhunu döküp saçmak, varsa yoksa sözcükler
İnsan yüzü şu dünyadaki en ilginç coğrafi şekildir. Üzerinde güneşler doğar güneşler batar.
İnsan yüzü su dünyadaki en ilginç coğrafi şekildir. Üzerinde güneşler doğar güneşler batar.
Hayat bayatlayınca edebiyat olur
Sonra, Dostoyevski yi lisedeyken, hayatının baharındayken okuyan biri iflah olur mu?
Kalemlerine baktı, onlardan korkuyordu.
Festivalde oyunlarını üç kez sergilemişler, Hasan üç kez sahneye çıkmış, üç kez hoplayıp zıplayıp burnu havada bir adamın ayağını gıdıklamıştı, ama en önemlisi Pervin üç kez onun yüzüne dokunmuştu. Hasan üç kez çocuklar gibi ağlamak istemişti.
O küçük, özel yaşantı yüzünden grubun tek renk ve aynı yoğunluktaki sıvısına karışamıyor ve dibe çöküyorlardı kapkara.
Hasan’la kompartımandan çıkıp, koridordaki açık pencereden yıldızları seyrederken, Ritsos ve şiir üzerine konuşmuşlardı. Başka ne vardı hayatta? Daha güzel ne vardı? Gecenin bir yarısı tren ıpıssız, karanlık bir yerde durduğunda, Hasan da Sulhi de anlamıştı: Bu dünyada, şiirden ve denize doğru giden bir trende Ritsos üzerine konuşmaktan daha güzel bir şey yoktu.
Sevgililerin üçüncü şahıslar için, geniş bir araziyi dikenli tellerle çeviren, sonra da bir sürü eli silahlı adam yerleştiren çok uluslu bir şirketten ne farkı var?
Yolda, ilk kez Ritsos’un şiirlerini okumuştu Sulhi. Büyülenmişti O güne kadar yazdığı bütün şiirlerin çağıl çağıl bir suya kapılıp gittiğini görmüştü. Üzülmüştü, ama paklandığını da hissetmişti.
Sulhi’ye sorsanız gördüğü en iyi film Jules ve Jim di, oysa seyretmemişti o filmi, Hasan’dan dinlemişt.
Sulhi Hasan’la birlikteyken kendini daha çok seviyordu. Büyük ümitlerin ve hayallerin, büyük çelişkilerin insanı oluyordu. Güzelleşiyordu.
Aile bir fanustur.