İçeriğe geç

Yanan Ormanlarda Elli Gün Kitap Alıntıları – Yaşar Kemal

Yaşar Kemal kitaplarından Yanan Ormanlarda Elli Gün kitap alıntıları sizlerle…

Yanan Ormanlarda Elli Gün Kitap Alıntıları

İstiyorum ki yaptığım çini tabakta en fakir ev yemek yesin. Benim çinilerim herkesin olsun. Yaptığım masa her evde bulunsun. Yaptığımız masalar yahut da. Bir ocak yapmalıyım çiniden. Güzel bir merdiven başı. Kahve fincanlarım olsun bütün kahvelerde. Zengin fakir, iyi kötü bütün evlerde. Genç ihtiyar bütün ellerde. Sanatı müzelerde hapsetmek yok. O sanat ölü sanattır. Çağımıza yakışmaz. Eski Yunanlılar sanatı hayatlarına karıştırmışlar. O üniformalı müzelerde gördüğümüz Yunan çanağı şarap içmek içindi. Güzelim testi su koymak, güzelim tas su içmek içindi.
Neyse efendim, ben de o kadar dışarıda kalıp dükkanlara giren çıkan var mı diye gözetleyemedim. Üşüdüm yani. Bir kitapçıya girdim. Bu kitapçı daha çok yeni kitap alıp satıyor.
Rüzgarları bir hoş esiyor bu dağların. Rüzgarları çiçek kokuyor. Dağların kokusu başka. Baş döndürüyor.
Allah belalarını veresice şeyhler, hocalar var ya, köylülere demişler ki, o kahveye gidip, o pınarın suyundan içmek külliyen haramdır. Kafir olursunuz. Çünkü o pınarın suyuna radyo sesi sinmiştir. Radyi şeytanı lainin icadıdır. Radyo sesinin sindiği toprağa basmak bile kafirliktir. Radyo neredeyse cehennem oradadır. Ya işte, beni böyle geçimimden etti radyo. Bu laf çıktığından beridir ki, kara sakallılardan hiçbiri kahveye uğrayıp bir tas su içmediler. Sıcaktan yanmış bir halde, başlarını bile bu tarafa çevirmeden geçip gidiyorlar.
Zor iş ama, bir çaresini bulmalı. Bunlar sağlam bir ağacı kemiren kurt gibidirler. Gövdeden çıkarılıp güneşe serilmeleri gerekir.
Şeyhler mi? Şeyhler Allah yaptı diyor, toprak derebeylerin hakkıdır, diyor. Şeyhler, daha bu soyulmuş, bu ölmüş bitmiş halktan vergilerini topluyorlar. Yol parasını veremeyecek kadar fakir köylü bile şeyhe hissesini veriyor. Çoluğun çocuğun rızkını bile şeyhe veriyor. Bey, senin anlayacağın, halk, aç kaldıkça şeyhe yaklaşıyor. Biraz daha çoğalsın ovada traktör, şeyhlerin tabaaları da çoğalacak. Traktör ne kadar çoksa, o kadar sefalet, sefalet ne kadar çoksa, o kadar şeyh ve müridi. Köylü, bu işlerin, son yıllarda seyhini ihmal ettiğinden dolayı başına geldiğine inanıyor.
Derebeyler, dedi, derebeyler traktör alıp köylüleri topraktan sürdüler. Toprak aslanın ağzında. Köylüler saman çöpü gibi kurudular bu ovada. Köylünün hali duman. Yazın beyim Bu toprak meselesini yazın. Cennete girersiniz, bu köylülerin halini yazarsanız
Yirminci asırdan ortaçağa doğru gidiş, gittikçe hızlanıyor. Evet, korkunç bir geriye gidiş var.
Balıkları, ceylanları, taşları kutsal. Güneyde Urfa demiyorlar da Urfaya, ceylan gözlüler diyarı diyorlar. Efsaneler diyarı Kutsal diyar.
Bazı insan vardır, birden gidince onun gittiğini hiç kimse fark etmez, yokluğunu kimse duymaz. Bazı kimse de vardır, bir yerde olmayınca, yani bir yerden azıcık uzaklaşınca yokluğu insanın yüreğine bıçak gibi saplanır.
Bu hikayeyi, ister Kayserinin, ister Kırşehirin, ister Yozgatın sayın… Uyar…
“Hükümet tohum da verdi. Öküz parası da verdi. Yediler. Bankadan da para alıp yediler. Mesela hükümet her yıl köylüye tohumluk verir. Bunlar gelirler şehire, alırlar tohumluğu satarlar. Parasını da bir güzelce yerler. Sana yemin ederim kardeş, şu Orta Anadolu köylüsü, evini barkını, tarlasını takımını, köyünü taşıyla toprağıyla satsa borcunun yarısını ödeyemez. İşte köylü bu halde…”
Aha yüzü. Kulakları duyuyor. Kıl kadar hilafım varsa söylesin.”
Orta Anadolu köylüsünün hali hal değil.
Başka geçim olsa bu verimsiz keçiyi ben besler miyim sanırsın. Vay efendi vay! Ben İzmirde askercilik etmiş adamım. Sen beni ne belledin.”
Bu dağlarda keçiden başka hayvan iyi yetişmez. Bu dağların hayvanı keçidir. Ya keçi besleyeceğim, ya açlıktan öleceğim. Keçi de ormanını yiyecek devletin. Çare yok
Akşamdan sonra gelene ya süyen, ya soğan. Efendi de kusura bakmaz.”
“Az ötede Süleyman Ağanın evi var. Evi var ama…”
“Aması ne?”
“Çok nekes.”
“Bize ne. Olsun.”
“Misafir alır mı ki? Hiç kimseyi misafir etmez de…”
Çamın altında büyük evliyalardan biri yatarmış. Yaşasın evliya. Keşke her çamın dibinde bir evliya yatsa.
Dünya bilinmezlerle dolu.
YÖRÜKLÜK dediğin öldü senin.
“Beğ gazata yazanlardan,” dedi.
İlac için arasan orman yok.
“Yalansam iki gözüm önüme aksın,” dedi. “İsterse efendiyi götüreyim oraya.”
Bir ağaç, bir çocuk kadar kıymetlidir vatan için.
Ormansız dağlar yokluğun kara bekçisidir.
Paydos fıkaralığa gayrik… Atarlar hapse. Yatar çıkar, gene açarım. Gene gene açarım… Hele bir büyüsün çocuklar…”
Hey be anasını. İşte böyle. İşte böyle böyle memleket yanıyor.
Bir memleket yanıyor biz seyirci kalıyoruz.
Var olan, kişiliği olandır.
“Gene ben beş, elli beş yıllık ömürde beş yıl yaşadım. Bu fıkaralar hiç yaşamadılar. Bunlar ağaç gibiler. Şu çınar ağacı nasıl yaşıyorsa… Yok yok, çınar ağacı gene yaşıyor. Karışanı yok, görüşeni yok. Rezilliği, açlığı, sefilliği yok. Ben gene beş yıl, beş yıl yaşadım.”
Dünya görmüşlük başka..
Dünya görmüşlük başka.
“Şimdi gelelim sana efendi kardaşım. Buralara kadar şimdiye dek senin gibi ayağı pantolonlu kimsecik gelmedi. Senin de ya çok iyi bir tarafın var, ya da büyük bir çıkarın var.”
“Dedim ki valiye, Vali Paşa dedim, ben tam elli beş yaşındayım. Belki de altmış… Sen say elli beş…
Dünya bir anlıktır, gözünü kapatırsın biter.
İnsan olan… Canavarlar!”
“Bey,” dedi, “bizim köylü Gök İbrahimi neden bu kadar yakından tanır bilir misin? O, çok mahkemeye gider de ondan.
Ormanın vetanın yüreği olduğunu bilmezler. O dinsiz imansızlar.”
Ormanı koru ki, dağın kel, suyun sel olmasın… Emme, emmevelakin şu ormancılarda suç var azıcık. Eyiler, haslar emme, bir keser saplığı bile kestirmezler.
“Yanan orman felaket, yaşayan orman varlık getirir. Köylü ne demeye yaksın ormanımızı?”
Yaş kesen, baş keser. Bunu hepimiz biliriz. Her köylü bilir. Ormanı seven yurdunu sever. Öyle değil mi?”
Köylü orman yakmaz. Ne desin de yaksın. Hazreti Peygamberimizin beşiği, evimizin eşiği ağaç. Ağaç yakılır mı. Alimallah adamın eli kurur. Ağaç gibi var mı kardaş, kırmızı gül de ağaçtandır. Biz ağacın kıymetini biliriz. Köylü hiç yakar mı kardaşım. Efendi biladerim.”
Yalnızlık bir çökmüş ki serine.
Ve yangın devam ediyor karşıda. Şimdi İzmirde, Kemalpaşada, Karaağaçta, İçelde, Silifkede, Anamurda, Antalyada, Manavgatta, Gündoğmuşta, Alanyada, Korkutelinde, Elmalıda, Kaşta, Muğlada, Fethiyede, Köyceğizde, Aydında, Karacasuda, Manisada, Balıkesirde, Dursunbeyde, Bandırmada… Adanada, Kadirlide, Kozanda… Eskişehirde… Velhasıl yedi iklim dört bucakta… bir memleket ormanları tutuşmuş yanıyor.
“Yangın büyük değildi,” diyor. “Çabuk söndürüyorduk. Söndürüyorduk ama, arkamızı dönünce gene yakıyorlardı. Sabaha kadar biz söndürdük, onla yakıyorlar
“Söndürdüğümüz, yani çevirdiğimiz yerde bir orman var ki kardeş… Keşke sönse. Rüzgar da hafifledi. Ne orman var, gündüz gözüyle bir görseniz! Kız gibi ağaçlar. Bakmaya doyamazsınız.”
“Herifim evde yokkine gardaş,” dedi. “Yokkine. Değirmene gitti.”
Her ağaç bir insan olmuş, basıyor ağıdı, basıyor çığlığı. Bir orman yangınında bulunup da ağaçların canlanarak, ateşin önünden can havliyle çığlık atarak kaçıştıklarına inanan bulunmaz. Her bir ağaç başını almış kaçıyor. Suya kaçıyor.
Elleri yanlarına halsizce düştü. Tabiatın haşmeti, felaketi karşısında insan güçsüzlüğünü, bitkinliğini iyice gördüm. Ta yüreğimde yangın gibi duydum.
”Hasan ağa, on dört yaşında kızı sana nasıl verirler? ”
”Ohhhooo sendeci. Perem sağ olsun. Pere var bene kız mı gelmez. Vay akıl vay! ”
Senin öteki karılara ne oldu?
Toprağı gösterdi:
İşleri çıkmış, oraya gitmişler.
Şimdiki karıyı kaça aldın?
Hep gülüyordu:
Dört deve. Bir safkan arap at. Bir tabanca. Bir mavzer. İki kat erkek elbisesi. Bir sürü koyun. Bir de on bin lira pere. Bir on bin daha verirem. Alirem bir on dört yaşında.
. Sahaflar Çarşısı ölü gibiydi.
Benim gibi düşünmeyeni sevmek… iyiyse övmek günah mı?”
“Haşa…”
İlk hükümlerde şüphe vardır
Gözlüklerinin altındaki gözleri saf mıdır, kurnaz mıdır, inatçı mıdır, hilekar mıdır, ne bileyim ben, ne türlüdür, belli olmaz. İyice araştır, belli olmaz. Çok neşeli görünür. Gözlerinin içi her zaman güler gibidir. Bence gülmez. Bence dertli, kederli, gamlıdır.
kimse de vardır, bir yerde olmayınca, yani bir yerden azıcık uzaklaşınca yokluğu insanın yüreğine bıçak gibi saplanır
“Sevgilim, kayadan kayaya fışkıran ışıklı susun sen. Sevgilim yüreğimdir. Ondan sonra ben ölürüm. Mezarımı sevgilime gösterin.”
Sevgili yedi yıl askerde kalıyor. Bu arada Zeyno hasrete dayanamayıp ölüyor. Son nefeste bir top saç çıkarıp kokluyor. Ondan sonra da “Bu saçları,” diyor, “sevgilim gelince verin.” Ve can veriyor.
Bulutlar bir damla su vermez. Bütün yaz, süs için oraya koymuşlar gibi, ak ak dolanır durur. Peki bu ince ağacın macerası? En vahşi kayanın sivrisinde, ne bir avuç toprak, ne bir damla su. Yaprakları en güzel yeşille yeşil. Bütün yeşilliğine, bütün güzelliğine rağmen kayada biten ağacın bir garipliği, bir ölümlü hali var.
Şeyhin kim?”
“Evet, tarikattayım. Şeyhim de Şeyh Kemaleddin. Ama o hayırsız çıktı. Müritlerini bıraktı.”
“Yılda kaç lira verirsin şeyhe Selim?”
“Yirmi lira.”
“Az değil mi Selim?”
“Az ama biz de fakiriz.”
Ver elini mağaralar. Kötü kişinin kapısından iyidir. Girdim bir mağaranın içine.
Yarın ona mağarada bir de ziyafet çekeceğim. Misafirimiz, Memed söyledi, türkü meraklısı imiş. Sivrisinekler bu gece ona bir türkü söylerler ki, anasından doğduğuna pişman olur. Bir daha yedi ceddine tövbe eder, bir daha mağaralara ayak basmaz…” diyordu.
Darı ekmeğinden korkar oldum. Görünce ürperiyorum. Çarnaçar, ekmeksiz pilavı kaşıklamalı. Öyle yaptım.
“Bunun da yazacağı, iğnecinin yaptığı gibi bir istida değil mi? O zaman ne etti hükümet? Hiç.”
Evet, ne diyordum, dağ havası güzeldir… Burcu burcu kokar. Ama keskin kokar.
Ksdinların bir başlıkları var, ipekli meşheri, renk meşheri… Başlarında bir dükkan kadar bol, renk renk ipekli…
Türbenin yanına geldim ki ne göreyim, yataklar içinde birçok hastalar. Hastalar, yataklar içinde, buraya ölmeden nasıl çıkmışlar, hayret. Şifalar olsun.
Bazı dindarlar, hararetle şeyhin elini bir tutuyorlar, bir daha da bırakmıyorlar. Öp babam öp.
ona bir şey yapamaz. Hiçbir zaman sarığını başından çıkarmamıştır. Evvelsi gün jandarma kumandanı ile kavga ettiler. O böyle adamdır işte. Çarşının içinde sarıkla geziyordu. Bunu jandarma kumandanı gördü. O boyuna ‘Ya Hak, ya Hak!’ diye bağırıyordu. Sonra jandarma kumandanı onu bıraktı.”
pınarın suyundan içmek külliyen haramdır. Kafir olursunuz. Çünkü o pınarın suyuna radyo sesi sinmiştir. Radyo şeytanı lainin icadıdır. Radyo sesinin sindiği toprağa basmak bile kafirliktir. Radyo neredeyse cehennem oradadır. Ya işte, beni böyle geçimimden etti radyo. Bu laf çıktığından beridir ki, hiçbiri kahveye uğrayıp bir tas su içmediler. Sıcaktan yanmış bir halde, başlarını bile bu tarafa çevirmeden geçip gidiyorlar.”
sonuna kadar bir bir esanslarımın adını sayıyorum. Ne alan var, ne satan… Bu esansçılık böyleyse bütün esansçıların aç kaldığının resmidir.
“Esanslar… Gülyağları… Menekşe… Şıpır… Çoban yağları… Halis yağlar. Biz bu yağlara zeytinyağı katmadık… Halis yağlar…”
Gir Molla Halilin medresesine. Gir Hizan medresesine, gör alemde neler oluyormuş.”
“Bir yolunu bulup Liceye git. Licede Molla Halil ile konuş. Dünyanın en enteresan adamıdır. Sonra Hane köyüne, sonra da Hizana git.”
“Derebeyler,” dedi, “derebeyler traktör alıp köylüleri topraktan sürdüler. Toprak aslanın ağzında. Köylüler saman çöpü gibi kumdular bu ovada. Köylünün hali duman. Yazın beyim… Bu toprak meselesini yazın. Cennete girersiniz, bu köylülerin halini yazarsanız…”
Bizim sofi köylüye susmasını işaret etti:
“Ben,” dedi, “hepsini efendiye anlattım.”
Sofi boyuna beni tarife çalışıyordu, ısrarının sebebini çaktım. Demek istiyordu ki, bakın benim misafirim ne mühim adamdır. Ben böylesi adamlarla konuşurum işte.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir