İçeriğe geç

Mitlerin Kısa Tarihi Kitap Alıntıları – Karen Armstrong

Karen Armstrong kitaplarından Mitlerin Kısa Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Mitlerin Kısa Tarihi Kitap Alıntıları

Hayal gücü dinleri ve
mitolojiyi üreten bir yetenektir.
Mitoloji tarihin ötesinde insanın varoluşundaki
zamansızlığa işaret eden, gelişigüzel olayların çapraşık
akışından çıkıp gerçeğin özüne şöyle bir göz atmamızı
sağlayan bir sanat biçimidir.
Etkileyici bir roman, kitabı elimizden bıraktıktan çok sonra yaşantımızın perde arkasına dönüşür.
Önce kendi gereksinimlerini, dürtülerini ve eğilimlerini irdelemezsen, başkalarına da doğru davranamazdın;
Shen Nong hangisinin yenebilir olduğunu anlamak için bütün bitkileri tatmış, bir günde yetmiş kez zehirlendiği olmuştu.
Fakat din tarihinin bize gösterdiği üzere, bir mit insanlara üstünlük çağrıştırmaya son verince itici olur.
Hâlâ kahraman arayışımızı sürdürüyoruz. Elvis Presley ve Prenses Diana bir çırpıda mitolojik varlıklara, dahası dinsel kültlere dönüştürülmüştü.
Tarihin yok etme süreci olduğu söylenmektedir, çünkü her gelişim kendinden öncekini ortadan kaldırmayı gerektirir.
Büyük bir dikkatle yazılıp okunursa, bir roman, tıpkı bir mit ya da büyük bir sanat çalışması gibi yaşamın bir yüzünden,
bir ruh halinden ötekine sancılı bir geçiş aşamasını gerçekleştirmemize yardım eden bir alıştırma törenine dönüşebilir. Mit gibi roman da dünyayı farklı anlamayı öğretir bize; kendi yüreğimize nasıl bakacağımızı ve kendi çıkarımızın ötesinde bir bakış açısından dünyamızı nasıl göreceğimizi gösterir. Eğer profesyonel dini liderler bizi mitolojik inançlar konusunda eğitemezlerse, belki
sanatçılarımızla yaratıcı yazarlarımız din adamı rolüne soyunup yitik ve hasarlı dünyamıza yepyeni bir içgörü getirebilirler.
Guernica’nın pazaryerine düzenledikleri saldırıda 7000 kişilik nüfusun 1654’ünü öldürdüler. Birkaç ay sonra Pablo Picasso
Paris’teki Uluslararası Galeride Guernica sergisini açtı. Bu çağdaş, dindışı çarmıha geriliş tasvirleri çağdaşlarını afallatmıştı, ancak Çorak Topraklar gibi onlar da geleceği öngörmekteydi, sergi aynı zamanda gözü pek dünyamızın
insaniyetsizliğine toplu haykırıştı.
Başkalarının ıstırabını paylaşma yeteneğine sahip, merhamet dolu bir resimdir bu. Kurban edilme ilk mitolojik kuramların bazılarına esin kaynağı olmuştu. Paleolitik çağda insanoğlu
avlayıp öldürdüğü hayvanlara rahatsız edici bir yakınlık duyardı. Kurban etme törenlerinde duymaya başladığı acıyı
dile getirir, insanlığı kurtarmak adına canlarını feda eden yaratıkları onurlandırırdı. Guernica sergisinde gerek insanlar gerekse hayvanlar ayrım yapılmaksızın, düşünülmeden yapılan kıyımın kurbanlarıydı, üst üste yığılmış yaralıların arasında çığlıklar atan at, vurulmuş insan figürüyle ondan
kopmayacak bir biçimde iç içe geçmiştir.
Newton Kutsal Üçlüye akılcı bir yaklaşımla bakabiliyordu. Herhangi bir şey mantıksal olarak açıklanamıyorsa, uydurma demekti. Din konularında insanlığın ateşli ve boş inançlı hali görülür, diye yazmıştı öfkeli bir dille, her zaman gizemli olaylara merak salmış ve bundan ötürü daha çok en az anladığından hoşlanmıştır.
Rum Ortodoks Hıristiyanlar bu akılcı çalışmayı belirgin biçimde hor gördüler. Kendi Elen geleneklerini tanırdı onlar;
Platonun sözlerinin tersine, logos ile mitos İyinin varlığını kanıtlayamazdı. Tanrıbilim araştırmasının akılcı bir çaba
olamayacağı görüşündeydiler. Kutsalı tartışmak için mantığı kullanmak çorbayı çatalla içmeye çalışmak kadar yararsız bir çabaydı.
Batıdaki Roma İmparatorluğu yıkıldığında, Kuzey Afrika’da Hippo piskoposu Aziz Augustine (354-430) Adem ve Havva mitini yeniden yorumlamış ve İlk Günah mitini geliştirmişti. Adem’in boyun eğmezliği yüzünden Tanrı bütün insan ırkını sonsuza dek lanetlemişti (hiçbir kutsal kitapta dayanağı olmayan bir fikir daha). Suç, hazzı Tanrı’da değil de
yalnızca yaratıklarda arayan akıldışı arzu demek olan, ilk günahın kalıcı etkisi şehvet ile kirlenmiş cinsel eylem
yoluyla Adem’in soyundan gelenlerin tümüne miras kalmıştı. Şehvet en yoğun olarak Tanrı’nın enikonu unutulduğu ve
yaratıkların utanmadan birbirlerinden zevk aldıkları cinsel eylemde belliydi. Duygu karmaşası ve kural tanımaz tutkular
tarafından aşağılanan bu anlayış biçimi, Batı’daki usçuluğun, yasa ve düzenin barbar kabileler tarafından ayaklar altına
alındığı Romanın görünümüne çok benziyordu. Batılı Hıristiyanlar İlk Günahı çoğu zaman inançlarının temeli olarak görür, fakat Roma’nın düşmediği Bizans’ta Rum Ortodokslar bu öğretiyi hiçbir zaman tam olarak onaylamaz, İsa’nın bizleri İlk Günahtan korumak adına öldüğüne ve eğer Adem günah işlemeseydi Tanrının insana dönüşeceğini ileri sürdüğüne inanmazlar.
Ölüler tanrısı aynı zamanda hasat tanrısıdır, ölümle yaşamın iç içe girdiğini gösterir. Biri olmazsa öteki de olamaz. Ölen tanrının yeniden canlanması, mevsimlerin büyüyüp küçülmesi gibi evrensel bir süreci temsil etmektedir.
Yeni bir yaşam başlayabilir, ancak ölen bitkilerin tanrılarının mitosu ve kültünün ortaya çıkış noktasında hep bir felaket
yaşanır, kan dökülür ve yaşamın itici güçlerinin zaferi hiçbir zaman tamamlanmaz.
İnsanın cinselliği de temelde toprağın meyve vermesini sağlayan göksel güçle aynı görülmekteydi. Erken Neolitik
mitolojide hasat, kutsal evlilik anlamına gelen hiyerogaminin meyvesiydi: toprak dişiydi; tohumlar tanrısal ersuyu; yağmur
da gökle yerin cinsel birleşmesiydi. Ekim sırasında kadınlarla erkekler arasında cinsel ayinler yaygındı. Başlı başına kutsal olan bu birleşme toprağın doğurgan enerjisini harekete geçirirdi, çiftçinin saban ya da çatal beli de toprağın rahmini
açıp onu tohumla şişiren kutsal bir erkeklik organıydı (fallus). İncil ayinleşmiş bu törenlerin MÖ altıncı yüzyılın neredeyse ortalarına dek Hoşea ve Hezekiel gibi peygamberlerin öfkesine rağmen eski İsrail’de yapıldığına işaret eder. Kudüs tapınağında bile Kenanların bereket tanrıçası Asherah’ın (Aşera) ve kutsal fahişelerin onuruna törenler yapılırdı.
Orta Amerika’da, Afrika’nın bazı kesimlerinde, Pasifik Adalarında ve Dravidalar zamanında Hindistan’da
insanların bile adak olarak kurban edildiği yönünde bulgular vardır. Bu töreler iki ilkeye dayanır. İlk olarak hiçbir şey
karşılıksız değildi; almak için bir şey vermen gerekirdi. İkincisi de gerçekliğin bütünsel olduğu görüşüydü. Kutsalın,
doğal dünyanın ötesinde, metafizik bir gerçeklik olduğu düşünülmezdi. Yalnızca kendi de kutsal olan toprakta ve onun
ürünlerinde kendini gösterirdi o. Tanrılar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler, hepsi aynı doğayı paylaşırlardı, dolayısıyla birbirlerine güç verir, birbirlerini beslerlerdi.
İlk avcıların da benzer duygular yaşadıkları düşünülmektedir. Zor bir ders öğrenmeleri gerekiyordu. Tarım öncesi çağda yiyeceklerini yetiştiremediklerinden, kendi yaşamlarını korumanın anlamı yakın ilişkide olduklarını düşündükleri başka yaratıkları yok etmekti. Başlıca avlar vücutları ve yüzleri kendilerine benzeyen büyük memelilerdi. Avcılar onların korkusunu sezer, korkulu çığlıklarıyla özdeşleşirlerdi. Onların da kanı insan kanı gibi akardı. Hiç de kolay olmayan bu ikilem, insanoğlunun kendine dost yaratıkları öldürmek zorunluluğu ile başa çıkma çabasıyla,
bazıları sonraki kültürlerin mitolojilerinde de geçerliliğini koruyan mitler ve kuttörenler yaratmasına neden oldu.
Paleolitik çağdan uzun yıllar sonra da hayvanların kesilmesi ve tüketilmesi insanları mutsuz etmeyi sürdürdü. Antik çağın neredeyse bütün inanç sistemlerinin odak noktası, eski avcılık
törenlerini barındıran ve insanoğlu uğruna canını ortaya koyan hayvanların kurban edilme ayinleriydi.

Demek ki mitolojinin ilk büyük yeşermesi homo sapiens, ilk insanların homo necans öldüren insanlara dönüşüp şiddet dolu bir dünyada varolma koşullarını kabul etmek zorunda kaldığı zamana rastlar. Mitoloji genellikle özünde yaşamsal sorunlardan duyulan ve salt mantıksal önermelerle giderilemeyen kaygıdan kaynaklanır. İnsanoğlu avlanma becerilerini geliştirirken olağanüstü büyük beyninin akılcı yetilerini de kullanarak fiziksel eksikliklerinden doğan açığını
kapattı. Silahlar türetmiş, toplumu nasıl örgütleyeceğini ve ekip çalışmasını öğrenmişti. Homo sapiens daha bu evrede bile dünyadaki işlevini başarıyla yerine getirmesini sağlayacak, Greklerin logos adını verdiği, mantıklı, yararlı ve
bilimsel düşünceyi geliştiriyorlardı.

Avcı toplumlarda hayvanlar aşağı varlıklar değildir, üstün akla sahiptirler. Uzun yaşamanın ve ölümsüzlüğün sırlarını bilirler, onlarla konuşmak şamanlara daha seçkin bir yaşam kazandırır. Altın Çağda, insanoğlunun günah işlenmeden önce
hayvanlarla konuşabileceği düşünülür; bir şaman, insanlığın (Ademle Havva’nın) düşüşünden önceki yetiyi kazanana dek
göksel dünyaya yükselemez.
Bilim adamları göğe yükselmeyle ilgili en eski mitlerin Paleolitik çağdan kalma olduğuna ve avcı insan topluluklarının ilk din uygulayıcısı olan şamanlarla ilişkili
olduklarına inanırlar. Şamanlar hayalleri ve düşleri avın özelliklerini özetleyen ve ona ruhsal bir anlam kazandıran kendinden geçme ve esirme ustalarıydı. Av çok tehlikeliydi. Avcılar her ava çıktıklarında kabilelerinden günlerce uzak kalır, güvenli mağaralarını geride bırakarak kabilelerine
yiyecek getirmek için yaşamlarını tehlikeye atarlardı. Ancak, daha ileride göreceğimiz gibi, bu yalnızca yaşam savaşımı değil, yürüttükleri diğer bütün faaliyetler gibi aşkın bir boyuta sahipti. Şaman da arayışa girerdi, ancak onunki ruhsal bir yolculuktu. Ruhunun bedeninden ayrılıp tanrılar dünyasına yolculuk edebilme gücü olduğu düşünülürdü. Kendinden geçtiğinde havaya süzülür ve halkının iyiliği için tanrılarla görüşürdü.
Hemen her tapınağın bir Gök Tanrısı vardır. Antropologlar onu Pigmeler, Avustralyalılar ve Patagonyalılar (Ateş
İnsanları) gibi kabile toplumlarında da bulmuşlardır. O her şeyin İlk Nedeni ve gökle yerin Yöneticisidir. Asla imgelerle
temsil edilmez, ne türbesi vardır ne de rahibi, çünkü insan kültü için fazlasıyla yücedir. İnsanlar yakarırken özlemle Ulu
Tanrıya döner, kendilerini izlediğini ve yanlış yaptıklarında onları cezalandıracağına inanırlar. Ancak günlük
yaşantılarında O görünmez. Kabile üyeleri Tanrının sözle anlatılmaz olduğunu, insan dünyasıyla ilişki kurmayacağını söylerler. Başları sıkıştığında ona dönseler de o yanlarında bulunmaz, çoğu zaman uzaklaştığı veya gözden kaybolduğu konuşulur.

Eski Mezopotamyalıların, Hinduların, Greklerin ve Kenan Ülkesi insanlarının Gök Tanrıları böyle yozlaşmışlardı. Bu
toplulukların mitolojilerinde Yüce Tanrı, en iyi yönüyle tanrılar tapınağının kuşkulu, güçsüz bir varlığı, kenarında köşesinde kalmış bir figürüdür; İndra, Enlil ve Baal gibi daha etkili, ilgi çekici ve ulaşılabilir tanrısal varlıklar öne çıkmıştır. Yüce Tanrının nasıl tahtından indirildiğine yönelik öyküler anlatılır: Örneğin, Greklerin Gök Tanrısı Uranosün kendi oğlu Kronos tarafından iğdiş edildiği, insanoğlunun günlük yaşantısından çok uzaklaşarak önemsizleşen bu Yaratıcıların iktidarsızlığını korkunç bir biçimde gözler önüne seren bir mitle dile getirilmişti. Oysa Baal’in kutsal gücü her yağmur
fırtınasında kendini belli ederdi; insanlar kendilerini savaşın öfkesine her kaptırdıklarında İndra’nın gücünü hissederlerdi. Gelgelelim eski Gök Tanrıları insanların yaşamlarına el bile
sürmezlerdi. Bu en erken gelişmeler açıkça gösterir ki mitoloji doğaüstü varlıklara yoğunlaştığı sürece başarısız
olacaktır; ancak insanlıkla ilişki kurarsa geçerliliğini koruyacaktır.

Gök Tanrının yazgısı bize yaygın bir başka yanlış kanıyı çağrıştırır. Erken mitlerin bilimsellik öncesi dünyada, evrenin
kökenlerini anlattığını varsayanlar çoktur. Gök Tanrının öyküsü tam anlamıyla böyle bir kurguyu temsil ediyordu, fakat mit başarıya ulaşamadı, çünkü insanların sıradan yaşantılarına değinmiyor, insan doğası hakkında hiçbir şey söylemiyor ve kalıcı sorunlarını çözmede yardım etmiyordu. Gök Tanrıların yok olması Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların tapındığı Yaratıcı Tanrının Batı dünyasındaki insanların çoğunun yaşamından neden çıktığını açıklamaya
yardım eder. Mit, gerçekçi bilgi vermemekte, daha çok davranışlara yol göstermektedir. Gerçekliği, ancak kuttörensel olarak ya da ahlak doğrultusunda uygulamaya konunca ortaya çıkacaktır. Kusursuz bir düşünsel varsayım olarak yorumlanırsa, yabancılaşır ve inanılmaz olur.

İngiliz eleştirmen George Steiner’a göre, belli dinler ve metafizik deneyimleri gibi sanat da insanın yaşadığı ‘içe dönük’, dönüşümcü bir çağrıdır.
Avrupa ve Kuzey Amerika’daki en erken yaratılış mitlerinden bazıları ilk insanların bitkiler gibi topraktan türediklerini imgelemişti.
Mitolojinin tarihçesinde erkeklerle kadınların ileri doğru attıkları her adımda, mitolojilerini gözden geçirdiklerini ve onu yeni koşullara uydurduklarını göreceğiz. Bundan başka insan doğasının pek fazla değişmediğini ve toplumların içinde kurgulanan bu mitlerden çoğunun bizlerinkinden pek farklı olmadığını, hâlâ en temel korkularımızı ve isteklerimizi yansıttıklarını anlayacağız.
Bilimsel kültürümüzde tanrısal kavramı biraz hafife alınır. Antik dünyada tanrılar soyut kişilikleri olan, tümüyle metafizik bir yaşam süren doğaüstü varlıklar olarak
görülmezlerdi. Mitoloji, günümüzdeki anlamıyla teolojiyle değil insan yaşamıyla ilgiliydi. Tanrıların, insanoğlunun, hayvanların ve doğanın ayrılamayacak şekilde birbirlerine bağımlı ve aynı yasalara bağlı oldukları, aynı ilahi tözden
yapıldıkları düşünülürdü. Başlangıçta tanrılar dünyasıyla erkekler ve kadınlar dünyası arasında varlıkbilimsel açıdan
hiçbir uçurum yoktu. Göksel varlıklardan söz edilmesi, yeryüzündeki yaşamın dünyevi yönünden konuşulmasıyla
eşanlamlıydı. Tanrıların varlığı bir fırtınadan, denizden, akarsudan, yada sevgi, öfke, cinsel istek gibi, kadın ve
erkekleri, dünyayı farklı gözlerle görmek üzere başka boyutlara taşıyan güçlü duygulardan ayrı tutulmazdı.
Kimi Paleolitik kahramanlar daha sonraki mitos edebiyatında da görülür. Örneğin Yunanların kahramanı Herakles’in avcılık döneminden kaldığı neredeyse kesindir.
En başından beri homo sapiens mitos ile logos’un farklı görevler üstlendiğini sezgisiyle anlamıştı. Yeni silahlar geliştirmek için logos’tan yararlanmış; mitos ve ona eşlik eden ritüelleri, altında ezileceğini hissettiği hayatın acı gerçekleriyle barışık kalmak ve onların etkisinde kalmamak için kullanmıştı.
İnsanların kör ve acıklı halini gördüğümde, bütün evreni kendi cansızlığında mütâlâ ettiğimde ve insanın kendini oraya koyanın kim olduğunu, ne yapacağını ya da öldüğünde ona ne olacağını bilmeksizin evrenin bir köşesinde yolunu yitirmişçesine ışığını kaybettiğini, hiçbir şeyi bilme yetisi olmadığını düşündüğümde, uyurken kaçış yolu olmayan korkunç bir ıssız adaya götürülmüş, uyandığında kaybolduğunu gören biri gibi dehşete kapılırım.
Sonunda hepimiz kendimizi adına ölüm denen son ayinde buluruz.
Her şeyden vazgeçmeye hazır değilseniz kahraman olamazsınız; önce karanlığa inmeden yükseklere çıkış, ölümün bir biçimi olmaksızın yeni bir yaşam söz konusu değildir.
Yaşamımızın bir döneminde her birimizin kahraman olması gerekir.
Daha başından beri dünyamız bize türlü gizemler yaşatmakta, bizi korku ve merak içinde bırakmaktadır, tapınmanın temelinde de bu yatar.
Bizler anlam arayışına girmiş varlıklarız.
Mit gibi roman da dünyayı farklı anlamayı öğretir bize; kendi yüreğimize nasıl bakacağımızı ve kendi çıkarımızın ötesinde bir bakış açısından dünyamızı nasıl göreceğimizi gösterir.
Manevi tavrımızı belirlememize ve anlık gereksinimlerimizin ötesini görmemize yardım eden, tekbenciliğimize karşı deneyüstü bir anlam tecrübe etmemizi sağlayan mitler gerek bize. Onu yalnızca bir kaynak olarak kullanmak yerine yeryüzüne kutsal gözüyle bakarak bir kez daha saygı göstermemize yardımcı olan mitler.
Avcılar, kadınların yeni yaşamın kaynağı olduklarını anlayabiliyorlardı; soyun sürekliliği onlara bağlıydı sayıları çok olan erkeklere değil. Dolayısıyla, kadınlar yaşamın ürkütücü ikonaları olmuştu, bu yaşamda erkeklerle hayvanların durmaksızın kurban edilmesi gerekiyordu.
Hayvanlar birbirlerinin ölümünü seyretseler de bu konuya pek kafa yormazlar.
Yine de bir romanı okuma deneyimi, bize mitolojinin geleneksel içgörüsünü anımsatan belli nitelikler taşır. Bunu bir tür meditasyon olarak görebiliriz. Okurlar bir romanla birlikte günler, bazen haftalar geçirmek zorunda kalırlar. Olağan yaşamlarıyla benzerlikler taşıyan ama ayrı olan başka bir dünyaya giderler. Bu kurgusal dünyanın gerçek olmadığını çok iyi bilirler, ama okurken çekimine kapılırlar. Etkileyici bir roman, kitabı elimizden bıraktıktan çok sonra yaşantımızın perde arkasına dönüşür. Yoga ya da dinsel bir şölen gibi, uzay ve zamanın engellerini aşıp başka yaşamları ve acıları anlayarak paylaşabilmemizi sağlayan, duygudaşlığımızı artıran hayali inisiyasyondur. Merhameti, başkalarının acısını paylaşma yeteneğini öğretir. Ayrıca, önemli bir romanın da tıpkı mitoloji gibi dönüştürücü bir yanı vardır. Bunu yapmasına izin verirsek, bizi sonsuza dek değiştirir.
Bize gereken yalnızca aynı etnik, ulusal ya da ideolojik kabileden gelenlere değil, dünyayı paylaştığımız bütün insanların kendilerini özdeşleştirmelerine yardım edecek mitler. Yararcı, akılcı dünyamızda, her zaman yeterince üretken ya da verimli görülmeyen merhametin önemini anlamamızı sağlayacak mitler. Manevi tavrımızı belirlememize ve anlık gereksinimlerimizin ötesini görmemize yardım eden, tekbenciliğimize karşı deneyüstü bir anlam tecrübe etmemizi sağlayan mitler gerek bize. Onu yalnızca bir kaynak olarak kullanmak yerine yeryüzüne kutsal gözüyle bakarak bir kez daha saygı göstermemize yardımcı olan mitler. Bu can alıcı bir durum, çünkü, teknolojik dehamıza ayak uyduracak bir tür manevi devrim olmadıkça, gezegenimizi koruyamayız.
Mitlere dayalı düşünceye günümüzde iyi gözle bakılmaz; akıldışı ve zevkine düşkünlük olarak kabul edilip göz ardı edilir. Ancak bilim adamlarının yeni bilgilere ışık tutması ve etki gücümüzü sınırsız kılan teknolojiyi üretmesi de hayal etme yetisiyle ilintilidir.Buna göre, miti, insanoğlunun akıl çağına geldiğinde bir kenara bırakabileceği bir şey, gelişmemiş bir düşünce şekli olarak görmek yanlış olur. Mitoloji, tarihi ilk belgeleme girişimi de değildir, üstelik anlattığı masalların nesnel gerçeklik taşıdıklarını savunmaz. Roman, opera ya da bale gibi mite de yalandan inanılır; parçalanmış, trajik dünyamızı yücelten, ya olsaydı? gibi felsefeye, bilime ve teknolojiye en önemli yeniliklerin gelmesine yol gösteren bir soru sorarak yepyeni olanakları görmemize yardım eden bir oyundur.
Demek ki, insanoğlu çok erken tarihlerden başlayarak günlük deneyimlerinin ötesine geçen fikirler üretme yeteneğiyle diğer canlılardan ayrılmıştır.
Eğer profesyonel dini liderler bizi mitolojik inançlar konusunda tatmin edemezse belki sanatçılarımızla yaratıcı yazarlarımız din adamı rolüne soyunup yitik ve hasarlı dünyamıza yepyeni bir içgörü getirebilir.
Teknolojik dehamıza ayak uyduracak bir tür manevi devrim olmadıkça gezegenimizi koruyamayız.
Çağdaş keşiflerin çoğu sorunlara gebeydi. Yeni astronomi evrenin büyüleyici kapılarını açmıştı. Copernicus yaptığı bilimsel araştırmaları kendisini huşu içinde bırakan dinsel faaliyet olarak görüyordu. Ne var ki buldukları rahatsız ediciydi. Mit insanoğlunun kendisini evrenle sarılı olduğuna inandırmıştı, oysa şimdi logos sayesinde anlaşıldığına göre ufacık bir yıldızın çevresinde göze bile çarpmayan bir gezegenin kıyısındaki toz zerreciği kadar bir şeydi. Yaşama yapısını ve anlamını kazandıran mit olmuştu, oysa modernleşme ilerledikçe, logos ses getiren sonuçlar başardıkça mitoloji giderek daha az değer görmeye başladı. Bu da duyarsız umutsuzluğun, zihinsel kötürümlüğün yaygınlaşmasına yol açtı.
Mit eylemi gerektirir: büyük kaçış miti yahudilerin özgürlüğe büyük bir önem vermesinin aşılanmasını; köle olmanın da eziyet etmenin de reddini empoze eder.
Ölüm ürkütücü ve kaçınılmazdı ama son değildi. Bir bitkiyi keser, ölen dalını fırlatıp atarsanız yeni bir filiz elde edersiniz. Tarım sınırlı olsa bile yeni bir iyimserliğe yol açmıştı. Tohumun yeni ürünler vermesi için ölmesi gerekiyordu. Budama işleri bitkinin yeniden büyümesini desteklerdi. Eleusis’teki inisiasyon törenleri ölümle yüzleşmenin ruhsal açıdan tazelenme getirdiğini bir anlamda insanın budanması demek olduğunu gösteriyordu.
İlk avcıların zor bir ders öğrenmeleri gerekiyordu; tarım öncesi dönemde kendi yiyeceklerini yetiştiremedikleri için kendilerine benzeyen kesildiklerinde kanı kendileri gibi akan yakın ilişkide oldukları yaratıkları öldürmeleri gerekiyordu. Hiç de kolay olmayan bu ikilem, insanoğlunun kendine dost yaratıkları öldürmek zorunluluğu ile başa çıkması için mitler ve kuttörenler yaratmasına neden oldu. Antik çağın neredeyse bütün inanç sistemlerinin odak noktası eski avcılık törenlerini barındıran ve insanoğlu uğruna canını ortaya koyan hayvanların kurban edilme ayinleriydi. Demek ki mitolojinin ilk yeşermesi homosapiens, ilk insanların homo necans öldüren insanlara dönüşüp şiddet dolu bir dünyada varolma koşullarını kabul etmek zorunda kaldığı zamana rastlar.
İnsanlığın başlıca özlemlerinden birinin, insanın içinde bulunduğu durumun üstüne geçme isteği olduğudur. İnsanoğlu evrim sürecini tamamlayınca doğasında aşkınlık özlemi olduğunu keşfetmiştir.
Uçuş ve göğe yükselişle ilgili aşkınlık deneyimi yaşama ve insanlık baskılarından kurtulma konusundaki evrensel isteği dile getiren mitler bütün kültürlerde görülür. Bu mitler harfi harfine okunmamalıdır. İsa’nın göğe yükselişini okurken onun stratosferde fırıldak gibi döndüğünü hayal etmekten söz etmiyoruz. Muhammed peygamber Mekkeden Kudüs’e uçup oradan da Tanrı’nın katına uzanan merdivene tırmandığında aslında bambaşka bir üst ruhsal boyuta ulaştığını anlamalıyız.
Şu yaşadığımız kuşkucu çağda insanların tapındıkları tanrılardan birşey bekledikleri için dine bağlandıkları varsayılır. Gücün kendinden yana olmasını istemek, zengin, uzun ömürlü olmak istemek vb. Oysa kutsala tapınmaya dair ilk gösterge tapınmanın hizmet amaçlı olmadığını göstermektedir. İnsanlar gökyüzünden birşey beklemez, hatta onu etki altına alamayacağını bilirdi(yalvarıp yakararak) tapınma ile kutsal aşkın deneyim yaşarlardı. Ve bu deneyim insanları kendilerinden daha üstün bir varoluşu farketmelerini sağlayarak kendinden geçirir, duygularını kabartarak yaşadıkları sınırlı koşulların ötesine taşırdı. Yoksulların ya da zayıf insanoğlunun tuhaf isteklerini yerine getirmek için gökyüzünün kandırılabileceği akla bile gelmezdi.
Mit gerçekti, çünkü nereye bakarsanız bakın, yaşam ile ölümün birbirinden koparılamaz olduğunu, toprağın öldüğünü ve yeniden canlamdığını görürdünüz. Ölüm korkutucu, ürkütücü ve kaçınılmazdı, fakat son değildi. Bir bitkiyi keser, ölen dalını fırlatıp atarsanız, yeni bir filiz elde ederdiniz.
Bizler anlam arayışında olan canlılarız. Köpekler bildiğimiz kadarıyla ne köpekgillerin içinde yaşadıkları koşullardan dolayı acı çekerler ne dünyanın diğer yerlerinde yaşayan köpekler için kaygı duyarlar ne de yaşamlarını bambaşka bakış açısından görmeye çalışırlar. Oysa insanoğlu kolay umutsuzluğa kapılır ve onca cansıkıcı ve alt üst edici kanıtlara rağmen bize yaşamın bir anlamı ve değeri olduğu duygusunu veren öyküler uydurmuştur.
**İnitiation ceremony: Bir topluluk içinde üyeliğe kabul etme, topluluğa sokma töreni. Özellikle, genç bir erkeği veya kızı, artık yetişkin olarak resmen tanıma töreni, (ed.n.)
Büyük bir dikkatle yazılıp okunursa, bir roman, tıpkı bir mit ya da büyük bir sanat çalışması gibi yaşamın bir yüzünden, bir ruh halinden ötekine sancılı bir geçiş aşamasını gerçekleştirmemize yardım eden bir alıştırma törenine dönüşebilir. Mit gibi roman da dünyayı farklı anlamayı öğretir bize; kendi yüreğimize nasıl bakacağımızı ve kendi çıkarımızın ötesinde bir bakış açısından dünyamızı nasıl göreceğimizi gösterir. Eğer profesyonel dini liderler bizi mitolojik inançlar konusunda eğitemezlerse, belki sanatçılarımızla yaratıcı yazarlarımız din adamı rolüne soyunup yitik ve hasarlı dünyamıza yepyeni bir içgörü getirebilirler.
Bize gereken yalnızca aynı etnik, ulusal ya da ideolojik kabileden gelenlere değil, dünyayı paylaştığımız bütün insanların kendilerini özdeşleştirmelerine yardım edecek mitler. Yararcı, akılcı dünyamızda, her zaman yeterince üretken ya da verimli görülmeyen merhametin önemini anlamamızı sağlayacak mitler. Manevi tavrımızı belirlememize ve anlık gereksinimlerimizin ötesini görmemize yardım eden, tekbenciliğimize karşı deneyüstü bir anlam tecrübe etmemizi sağlayan mitler gerek bize. Onu yalnızca bir kaynak olarak kullanmak yerine yeryüzüne kutsal gözüyle bakarak bir kez daha saygı göstermemize yardımcı olan mitler. Bu can alıcı bir durum, çünkü, teknolojik dehamıza ayak uyduracak bir tür manevi devrim olmadıkça, gezegenimizi koruyamayız.
Akılcı bir eğitimin insanlığı barbarlıktan kurtaramayacağını, ölüm kamplarının büyük bir üniversitenin çevresinde bulunabileceğini öğrendik.
Akıl Çağı mantıksızlığın saldırısına tanık oldu. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Avrupa’nın Katolik ve Protestan ülkelerinin çoğunu kasıp kavuran büyük Cadı Çılgınlığı bilimsel usçuluğun zihnin karanlık güçlerini uzak tutmayı ille de başaramayacağını göstermişti. Cadı Çılgınlığı binlerce erkekle kadına işkence uygulanmasına ve idam edilmesine yol açan toplu şeytan fantezisiydi. Halk cadıların şeytanla cinsel ilişki kurduğuna ve şeytanların toplu seks âlemine katılmak üzere havada uçtuklarına inanmıştı. İnsanların bilinçsiz korkularını açıklayacak güçlü bir mitolojinin olmaması bu korkuları gerçek diye görmelerine neden olmuştu.
İnsanların kör ve acıklı halini gördüğümde, bütün evreni kendi cansızlığında mütalaa ettiğimde ve insanın kendini oraya koyanın kim olduğunu, ne yapacağını ya da öldüğünde ona ne olacağını bilmeksizin evrenin bir köşesinde yolunu yitirmişçesine ışığını kaybettiğini, hiçbir şeyi bilme yetisi olmadığını düşündüğümde, uyurken kaçış yolu olmayan korkunç bir ıssız adaya götürülmüş, uyandığında kaybolduğunu gören biri gibi dehşete kapılırım.
Enikonu dindar biri olan Fransız matematikçi Blaise Pascal (1623-62) uçsuz bucaksız evrenin sonsuz sessizliğinin çağdaş bilimle bozulduğunu aklına getirdiğinde dehşet içinde kalmıştı.
Kutsal yazılara verilen önem artmıştı, ancak çağdaş matbaanın icadı ve yeni yayılan edebiyat, insanların kutsal metin algılayışını değiştirmekteydi. Toplu olarak ezberden okumanın yerini tek başına, sessizce okuma alıyordu. Artık herkes İncil’i ayrıntısıyla öğreniyor ve kendine göre bir görüş geliştiriyordu, fakat artık kuttörensel bağlamda okunmadığından diğer bütün çağdaş metinler gibi orada yazanları da somut bilgiler olarak dindışı bir tutumla ele almak kolaydı.
Batıyı yeni bir iyimserlik dalgası sarmıştı. İnsanlar çevre üzerinde daha çok denetim kurduklarını düşünüyorlardı. Artık kutsal, değiştirilemez yasalar yoktu. Bilimsel keşifler sayesinde doğayı diledikleri gibi yönlendirebilir, kendi paylarına düşeni artırabilirlerdi. Çağdaş tıbbın, sağlık bilgisinin, emeği azaltan teknolojilerin, ileri ulaşım yöntemlerinin bulunması, Batılı toplumların yaşamlarında devrim yarattı. Fakat logos, insanoğluna hiçbir zaman ihtiyacı olan önemi veremiyordu. Yaşama yapısını ve anlamını kazandıran mit olmuştu, oysa modernleşme ilerledikçe ve logos ses getiren sonuçlar başardıkça, mitoloji giderek daha az değer görmekteydi.
Batı süresiz yenilenebilir, potansiyeli (gizilgüç) olan bir ekonomi geliştirmişti. Modern öncesi uygarlıkların alışıldık davranışı olan geçmişe bakmak ve neler başarıldığı hakkında konuşmak yerine Batılılar ileriye bakmaya başladılar. Avrupa’nın üç yüzyılını alan uzun çağdaşlaşma sürecinde enikonu değişiklikler yaşandı: sanayileşme, tarımın dönüşmesi, yeni koşullara uyum sağlamak üzere toplumu yeniden örgütlemek için siyasal ve toplumsal devrimler ve, miti yararsız, uydurma ve çağdışı diye karalayan entelektüel aydınlanma .
Batılı anlamda modernlik logosun çocuğuydu.
On altıncı yüzyıl boyunca, neredeyse deneme ve yanılma yöntemiyle, Avrupa halkı ve sonradan onun içinden çıkan Amerika Birleşik Devletleri toplumu, dünya tarihinde önceden benzeri görülmemiş, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda yerkürenin diğer bölgelerine de yayılacak bir uygarlığın temellerini attılar. İnsan deneyiminde yaşanan büyük devrimlerin en sonuncusuydu bu. Tarımın keşfedilmesi ya da kentlerin kurulması gibi, derin iz bırakan, etkilerini daha yeni anlamaya başladığımız bir darbe olacaktı. Yaşam bir daha asla aynı olmayacaktı, bu yeni deneyin belki de en önemli -hatta olası acıklı- sonucu mitolojinin ölümüydü.
Greklerin anladığı anlamda mitos ile logos arasındaki bölünme yüzünden, bazı Yahudiler, Hıristiyanlarla Müslümanların geleneklerindeki zengin mitolojik öğelerden rahatsız olmuşlardı. Platon ile Aristoteles sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Arapça’ya çevrildiğinde, kimi Müslümanlar Kuran’ın dinini logos dini yapmaya çalışmışlardı. Aristoteles’in işaret ettiği İlk Neden’i örnek alarak Allah’ın varlığına kanıtlar türetmişlerdi. Feylozoflar adı verilen bu kimseler İslam dinini ilkel diye gördükleri mitolojik öğelerinden temizlemek istiyorlardı. Güç bir görevdi üstlendikleri, filozofların tanrısı dünyevi olayları dikkate almadığından tarihte kendini açığa vurmadı, dünyayı yaratmadı, hatta insanoğlunun varlığından bile habersizdi. Yine de Feylozoflar İncil’i akla uygun kılmaya soyunmuş İslam imparatorluğundaki Yahudilerle birlikte birtakım ilginç çalışmalar yaptılar. Buna rağmen Felsefe yalnızca küçük bir aydınlar topluluğuyla sınırlı önemsiz bir çaba olarak kaldı. İlk Neden İncil ile Kuran’ın tanrısından daha mantıklı olabilir, ne var ki onlarla pek ilgilenmeyen tanrısal bir varlığın ilgisini çekmek çoğu kimse için zordur.
Batıdaki Roma İmparatorluğu yıkıldığında, Kuzey Afrika’da Hippo piskoposu Aziz Augustine (354-430) Adem ve Havva mitini yeniden yorumlamış ve İlk Günah mitini geliştirmişti. Adem’in boyun eğmezliği yüzünden Tanrı bütün insan ırkını sonsuza dek lanetlemişti (hiçbir kutsal kitapta dayanağı olmayan bir fikir daha). Suç, hazzı Tanrı’da değil de yalnızca yaratıklarda arayan akıldışı arzu demek olan, ilk günahın kalıcı etkisi şehvet ile kirlenmiş cinsel eylem yoluyla Adem’in soyundan gelenlerin tümüne miras kalmıştı. Şehvet en yoğun olarak Tanrı’nın enikonu unutulduğu ve yaratıkların utanmadan birbirlerinden zevk aldıkları cinsel eylemde belliydi. Duygu karmaşası ve kural tanımaz tutkular tarafından aşağılanan bu anlayış biçimi, Batı’daki usçuluğun, yasa ve düzenin barbar kabileler tarafından ayaklar altına alındığı Romanın görünümüne çok benziyordu. Batılı Hıristiyanlar İlk Günahı çoğu zaman inançlarının temeli olarak görür, fakat Roma’nın düşmediği Bizans’ta Rum Ortodokslar bu öğretiyi hiçbir zaman tam olarak onaylamaz, İsa’nın bizleri İlk Günahtan korumak adına öldüğüne ve eğer Adem günah işlemeseydi Tanrının insana dönüşeceğini ileri sürdüğüne inanmazlar.
Shekhinah çoğu zaman kadın, Tanrının dişi yönü olarak imgelenir.
Hindular mitlerin ilk örneksel dünyasında kendilerini daha rahat hissederler. Budizm büyük ölçüde psikolojik bir dindir, psikolojinin erken biçimi olan mitolojiyi kendine yakın görür. Konfüçyüsçülükte kuttören her zaman mit anlatılarından daha önemli olmuştur. Fakat Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar kendi tanrılarının tarih içinde etkin olduklarına ve bu dünyadaki güncel olaylarda kendini gösterdiğine inanırlar. Bu olayların hepsi gerçekten yaşanmış mıydı yoksa yalnızca mit miydiler? Platon ve Aristoteles ile birlikte mite karşı Batılı zihinlerin takındığı tedirgin tutum nedeniyle tektanrıcılar belli aralıklarla kendi dinlerini felsefenin akılcı ölçütlerine uygun kılmaya kalkıştılar, gelgelelim çoğu bunun yanlış olduğu sonucuna varacaktı.
Gerçekten de her geçen gün kazandığımız kişiliği öldürmek zorunda kalırız.
Ölüm korkutucu, ürkütücü ve kaçınılmazdı, fakat son değildi. Bir bitkiyi keser, ölen dalını fırlatıp atarsanız, yeni bir filiz elde ederdiniz.
Mit insanoğlunu evrenin kendisiyle sarılı olduğuna inandırmıştı, oysa şimdi anlaşıldığına göre ufacık bir yıldızın çevresinde göze bile çarpmayan bir gezegenin kıyısındaydılar. Bir daha kendi algılarına güvenemezlerdi, çünkü durağan gibi görünen yeryüzü aslında hızlı hareket halindeydi.
Tanrılar gerçekten adil ve dürüst müydüler?
Eski öyküler şimdi anlamsız geldiğinden
onların yalan olduğunu duyurdular.
Aristoteles de Platon’la aynı görüşteydi. Eski mitleri anlaşılmaz bulurdu: Çünkü ana ilkeleri tanrı ya da tanrılardan türeyenlerdir, güzel kokulu içecek (nektar) ve yiyecekten tatmayanlar ölümlü olur derler fakat bu gerekçelerin gerçeğe uyarlanmasına bakarsak, bunlar anlaşılmaz sözlerdir.
Platon tragedyadan hoşlanmazdı, çok duygusal bulurdu; ruhun akıldışı yanını beslediğine ve insanların bütün gizilgüçlerinin yalnızca logos aracılığıyla açığa çıkabileceğine inanırdı. Mitleri kocakarıların masallarına benzetirdi. Gerçek kavrayış bir tek mantıklı, akılcı söylemle sağlanabilirdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir