İçeriğe geç

Ruh Sağlığı ve Dini İnanç Kitap Alıntıları – Hüseyin Peker

Hüseyin Peker kitaplarından Ruh Sağlığı ve Dini İnanç kitap alıntıları sizlerle…

Ruh Sağlığı ve Dini İnanç Kitap Alıntıları

Hz. Peygamber, Veren el, alan elden üstündür buyurmuştur. Ancak insan üstünlük kurmak için değil, üstün, güzel meziyetlere sahip olmak için vermelidir. Yapılan iyiliklerin oluşturduğu haz ve lezzeti tatmanın mutluluğunu yaşamak için vermeli, iyilik hâline gelmeli, güzelleşmelidir. Muhtaç olanın yardım almaya ihtiyacından çok, yardım yapma imkânına sahip olanın yardım etmeğe ihtiyacı olduğunu bilmelidir. Çünkü kâmil insan olmanın yolu iyilik yapmaktan, yardım etmekten geçer.
Aslında iyilik yapılan, kendisine iyilik yapılmasına izin vermekle, iyilik yapanın karşılığını vermiş olmaktadır. Çünkü kişi iyilik yapmanın, vermenin hazzını yaşamakta, mutluluk duymaktadır. Böylece en büyük iyiliği görmüş olmakta, karşılığını hemen almaktadır. Bu, maddi karşılıktan çok daha değerli manevi, psikolojik bir karşılıktır.
Günümüzde Kaliforniya sendromu diye bir sendrom gittikçe yaygınlaşır oldu. Kaliforniya ABD’de eğlence dünyasının merkezi konumunda bir yer. Eğlencenin dorukta olduğu bu gölgede insanlar arasında şu belirtiler gittikçe yaygınlaşıyor: Zevke düşkünlük, benmerkezcilik ve yalnızlık. Bu belirtileri de mutsuzluk izliyor ve insanlar mutsuzluklarını unutmak için daha fazla eğlenceye yöneliyor, yardım etmeyen, sadece kendilerini düşünen hastalıklı bir yapıya sahip oluyorlar.
İyilik yap, denize at! Balık bilmezse Hâlık bilir. İşte bu anlayış insanı mutlu eden, rahatlatan bir anlayıştır. Bireyin iyilik yaptığı kişinin bunun karşılığını vermesi hiç önemli değil. ALLÂH biliyor ya, bu yeter.
Kimlere iyilik yapmak gerekir? diye Kur’ân’a baktığımızda, Kur’ân’ın bize şu geniş tabloyu sunduğunu görüyoruz:
ALLÂH’a kulluk edin ve hiçbir şeyi O’na ortak edinmeyin! Ana babanıza, akrabanıza, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve emriniz altında bulunan her insana iyilik edin! Övünenleri ve böbürlenenleri ALLÂH’ın hiç sevmediğini bilin!
Kur’ân iyiliği, karşılığını almak beklentisiyle değil, iyi, güzel bir davranış olduğu için ve iyiliği ALLÂH istediği için, sadece ALLÂH rızası için yapmak gerektiğini şöyle belirtiyor:
Onlar yoksulu, yetimi ve esiri isteyerek doyururlar ve şöyle derler: ‘Biz sizi gerçekten ALLÂH rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de teşekkür bekliyoruz.’
Onlar ki bollukta da darlıkta da ihtiyacı olanlara verirler. Öfkelerini yener ve insanları affederler. ALLÂH da güzel davranışlar sergileyenleri sever. Kur’ân, Âl-i İmrân, 3/134
Kanaatsiz insan ise mutsuzdur. Bir türlü tatmin olmaz. Ruhu açtır. Doyumsuzdur. Karamsardır. Sahip olduklarını göremez. Bardağın hep boş tarafına bakar. Negatif insandır.
Kanaatkâr insan, kendisiyle, ALLÂH’la ve toplumla barışıktır. İsyankâr duygular taşımaz. Kendisini de, ALLÂH’ı da, insanları da, hayvanları da, doğayı da sever. Gönlü geniş, kalbi ferahtır. İyimserdir, ümitvardır. Hayata olumlu gözle bakar. Pozitif insandır, mutlu insandır. Aşırılıklardan uzak, duygularını, isteklerini kontrol altında tutan, kendine hakim olan, güçlü insandır.
Feragat, insanın bir topluluk içinde yaşadığını, gerek kendisinin gerekse toplumun huzur ve mutluluğu için çevresindeki kişilerle iyi ilişkiler içerisinde olması gerektiğini, bunun için sadece kendini değil onları da düşünmesinin şart olduğunu anlayarak, yeri gelince bazı şeylerden vazgeçmesi ve azla yetinmesi demektir. Çünkü aza kanaati olmayanın çoğa da kanaati olmaz.
Kanaatteki kabul ve razı oluşta kişinin pasifize olması değil, kendine ve ALLÂH’a güvenerek çaba göstermesi, gerekli tedbirleri alması ve çıkacak olan sonucun kendisi için hayırlı olacağını düşünerek onu olumlu değerlendirmesi yer alır.
Kanaatte bir taraftan, kişinin ALLÂH’ın kendisi için takdir ettiğini, başına geleni kabul etme, ona razı olma, istek ve arzularının kışkırtmalarına engel olma vardır, yani sabır ve şükür vardır; diğer taraftan mevcut duruma isyan etmeden daha iyiye sahip olmak için çalışma, mücadele etme, uğraşma vardır.
Hz. Ömer de, kanaatin gerçek zenginlik olduğunu şöyle açıklamıştır: İnsanların elinde bulunan şeylerden ümit kesmek zenginliktir. Çünkü başkasının malına göz dikmeyenin içi rahat eder, bir şeye ihtiyacı kalmaz. İşte bu gerçek zenginliktir. Çünkü gerçek zenginlik mal çokluğu ile değil, tokluğu ile olur ki, bu da kanaattir.
Karnı aç olanlardan çok, kalbi aç olanlara acırım.
Cenap Şahabettin
Sadece depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklarla değil, kronik fiziksel hastalıklarla mücadelede de şükür, müsbet bir etki sağlamakta ve hayat kalitesini artırmaktadır.
İnsan kendini değerli bulmazsa, kendini sevmezse, başkalarını da sevmez. Başkalarına da değer vermez. Onda çıkar ilişkileri egemen olur. Öfke ve nefret hakim olur. Öfke ve nefret ise hayatın güzelliklerini yok eder. İnsanı içten tahrip eder. Mutsuzluğa mahkum eder.
Şükür öfkeyi de, nefreti de, kini de yok eder, sevgi ve merhamet duygularını açığa çıkarır. Başkalarını bağışlatır, gönlü ferahlatır.
Şükreden kişilik, bencil, hırslı kişilik değil, erdemli bir kişiliktir. Gönülleri karartan değil, ferahlatan kişiliktir.
Göz açlığı, doyumsuzluk ve hırs şükürsüzlüğün ölçüsü; kanaat, razı olma, yetinme ve verme ise şükrün ölçüsüdür. Şükürsüzlükte memnun olmama, mutsuzluk, şükürde memnunluk ve mutluluk vardır. Şükür olgunlaşmış güzel bir meyve, şükürsüzlük ise dikendir.
Nankör insan benmerkezcidir. Onda hep çıkar ilişkileri egemendir. O sürekli alacak, ona hep verilecek. Davranışlarını da bu çıkar çerçevesinde oluşturur. Çıkarı sizde değil de bir başkasında ise, sizin yaptıklarınızı unutur, hemen onun yanına sokulur.
Şükrün karşıtı nankörlüktür. Şükür yoksa nankörlük vardır. Nankör, nimeti, iyiliği görmeyen, gerçeği örten, gizleyen anlamına gelir. Kur’ân’da küfr kelimesiyle ifade edilir.
Nankör, şükür insan, hırs içinde, gözü aç, doyumsuz insandır. Nimetler içinde olduğu hâlde nimeti göremeyen, başını kuma gömen insandır.
Sahip olunan bir makamın şükrü, o makamı insanlara hizmet için kullanmak, adaletle hükmetmektir.
Paranın, servetin ve maddi imkânların şükrü, bunlardan ihtiyacı olan insanlara da vermek, onları da yararlandırmak ve ALLÂH yolunda harcamaktır.
Bilginin şükrü, onu anlatmak, yazmak, başkalarını da doğru bilgilendirmeye çalışmaktır.
Bu açıdan bakıldığında her nimetin şükrü, onunla ilgili olumlu eylemlerin gerçekleştirilmiş olmasıdır. Örneğin aklın şükrü, ALLÂH’ı, O’nun yarattıklarını, hayatın amacını ve ALLÂH’ın bildirdikleri doğrultusunda neyi, ne kadar yapabildiğini düşünmektir.
O hâlde bir kişinin başkalarında gördüğü eksiklik karşısında kendi durumuna şükretmesiyle şükür tamamlanmış oluyor mu? Hayır. Bu, şükrün sadece birinci aşamasıdır. Bu durumu ona bahşeden ALLÂH’a karşı duyacağı sevgi, saygı ve bağlılıkla birlikte, bu konuda ihtiyacı olanlara nasıl yardımcı olacağını düşünüp faaliyet içinde olmasıyla ancak şükrün diğer aşamaları da yerine getirilmiş ve şükür tamamlanmış olur.
Dolayısıyla şükür sadece dil ile söylenen bir söz değil, zihinsel bir bilgiye ve kalbî bir sevgiye bağlı olarak gerçekleştirilen bir eylem bütünlüğüdür, bir aktivitedir. Aktivitede bulunulmadığı takdirde şükür amacına ulaşmış olmaz.
Gazzalî şükrün üç aşaması olduğunu belirtmektedir: Bilme, sevme ve aksiyon (amel).
Birinci aşamada, sahip olunan nimetlerin ALLÂH’tan olduğu bilinir. Gazzalî, bütün nimetlerin -nereden gelirse gelsin- ALLÂH’tan olduğu bilinmelidir der. Çünkü bütün vasıtalar O’nun emrindedir.
İnsan sahip olduklarını, elinde olanları, var olanları değil, eksik olanları daha çok hissetmektedir. Sahip olduklarının değerini yeterince görememekte, fark edememekte, onların ancak elinden çıkınca ne kadar önemli olduğunu anlamaktadır. Bu nedenle de az şükretmekte, olumsuz tutum ve davranışlar sergilemektedir.
Teşekkür konusunda belki de en geri durumda olan insandır. İnsan kendisine verilen nimetleri, yapılan iyilikleri görme, fark etme ve bunlara karşı yapması gerekeni yerine getirme noktasında maalesef zayıf bir karneye sahiptir. ALLÂH Kur’ân’da, insanın, saymaya kalksa sayamayacağı kadar kendisine nimetler verdiğini belirtmekte, fakat buna rağmen çok az şükrettiğini, hatta nankörce davrandığını ifade etmektedir.
Sıkıntılı bir dönem geçiren, problemleriyle üzülen bir kişi Kur’ân’ın İnşirah sûresini okuduğunda, orada ALLÂH’ın iki kez vurguladığı güçlükle beraber mutlaka bir kolaylık vardır âyetleri, onun üzüntüsünü hafifletecek, onu ümitlendirecek ve karamsarlığa düşmesini engelleyecektir. ALLÂH’ın yardım edeceği ve kolaylık vereceği inancı onu rahatlatacaktır.
Bunun gibi çocukları istediği şekilde olmayan, çocuklarından rahatsız olan bir kişinin, Hz. Nuh’un oğlunun kendisine inanmadığını ve kendisine karşı çıktığını okuması; yeterince inanmamış, baskıcı bir kocaya sahip bir kadının, Firavunun eşinin ALLÂH’a inanmış birisi olarak firavuna katlandığını ve onunla bir hayat sürdürdüğünü okuması; hanımının geçimsiz olmasından, dini görevlerini yerine getirememesinden rahatsızlık duyan bir kocanın, Hz. Nuh’un da Hz. Lût’un da hanımları kendilerine inanmadıkları halde, Hz. Nuh’un da Hz. Lût’un da hanımlarıyla evlilik hayatlarını sürdürdüklerini okuması, her birinin hayata bakışını değiştirecek, sabır duygularını geliştirecek, daha hoşgörülü olmalarını sağlayacak ve huzursuzluklarını azaltacaktır.
Aynı şekilde, hapse düşen bir kişinin bir Peygamber olan Hz. Yusuf’un zindanda geçirdiği günleri, onun hayatını Kur’ân’da okuması ona daha çok dayanma gücü verecektir.
Uzun süre hastalık geçiren ya da süreğen hastalığa sahip bir yakını olan kişinin Hz. Eyüp Peygamberin yıllarca ağır bir hastalıkla mücadele ettiğini fakat hiç isyankâr davranmadan sabırla yine ALLÂH’a olan bağlılığını sürdürdüğünü, ancak sonunda da ALLÂH’ın onu iyileştirdiğini okuması, onu teselli edecek, rahatlatacak ve ümidini artıracaktır.
Bir de şu konuyu da özellikle belirtmek gerekir. 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişmeye başlayan bibliyoterapi tekniği gittikçe yaygınlık kazanmaktadır. Bu teknik bireylerin sorunlarının çözümünde rehberlik sağlamak üzere seçilen okuma materyallerinin onlara okutturulması şeklinde uygulanan bir tekniktir. Kur’ân-ı Kerim bu açıdan da oldukça yararlı bir kitaptır. Çünkü Kur’ân’da her insanın sorunlarıyla benzerlik gösteren yaşantılar Peygamber örnekleriyle anlatılmaktadır. Bir insanın kendi durumuna uygun olan bir yaşantıyı ALLÂH’ın elçisi ve en sevgili kullarından biri olan bir Peygamberin yaşadığını okuması, kendi başına gelen olayla ilgili onu teselli eder ve onda farklı bir bakış açısı kazandıracak çok önemli bir etki oluşturur.
Beni çokça rahatlatan bir âyet de -ki bu âyet de birçok yerde farklı anlatımlarla geçmektedir- önceki iki âyetle beraber anlamları şöyledir:
Gerçeği uygulayan ve onu doğrulayanlara gelince, işte onlar ALLÂH’ın buyruklarına karşı duyarlı olanlardır. Diledikleri her şeyi Rableri katında bulacaklardır. Bu güzel davranışlar sergileyenlerin mükâfatıdır. ALLÂH onların yaptıklarının kötü olanını örtecek ve yaptıklarının en güzeline göre onları ödüllendirecektir.
Kendimden örnek verecek olursam, üzerinde düşünerek Kur’ân’ı okuduğum zaman beni en çok etkileyen âyetlerden biri Bakara Sûresi 245. âyetti. Bu âyette ALLÂH, insanların iyi niyetle yaptıkları güzel davranışları, yardım ve iyilikleri kendisine verilmiş bir borç olarak nitelendirmekte ve bunların karşılığını kat kat fazlasıyla ödeyeceğini belirtmektedir. Âyet şöyledir:
ALLÂH’ın kat kat fazlasıyla geri ödeyeceği bir borcu O’na kim verecektir? ALLÂH darlık da verir, bolluk da verir. Sonunda siz O’na döndürüleceksiniz.
Bu âyet beni çok sarsmıştı. Düşünün ALLÂH’a borç veriyorsunuz. ALLÂH size borçlanmış oluyor. Alacaklı olduğunuz ALLÂH. Karşılığını ALLÂH’tan alacaksınız.
Kur’ân insanın yaradılışına, yapısına, düşünce dünyasına, duygu dünyasına, hayallerine, içinde bulunduğu duruma, geçmişine ve geleceğine, âilesine, çevresine, başından geçen olayları nasıl değerlendirmesi, diğer bireylerle ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine, onu etkileyen her şeye, geçmişte olaylara, Peygamberlerin yaşadıklarına, ölüme ve öldükten sonraki hayata vs. dair çok detaylı bilgiler vermektedir. Bütün bu bilgiler o anki durumuna göre bireyi etkileyerek onun kendini ve olayları daha olumlu olarak değerlendirmesine katkı sağlayacak, ona bir farkındalık kazandıracaktır.
İnanan bir insan Kur’ân’ı okuduğu zaman ALLÂH’la bağ kurduğunu, iletişim kurduğunu hissederek rahatlık duyar. Kendi de okusa, bir başkasının okuyuşunu da dinlese ondan zevk alır. Kur’ân’dan zevk almak için anlamını bilmek şart değildir. Anlamını bilmediği halde Kur’ân dinlerken gözyaşı döken nice insanlar vardır. Çünkü insanlar okunan o metinle ALLÂH’la bağ kurduklarını, ALLÂH’ın kendilerine hitap ettiğini hissediyor ve duygusal yoğunluk yaşıyorlar. Böyle bir inanç ve yaşayış, Kur’ân okunduğu sırada ALLÂH’la iletişim kurulduğu ve ALLÂH’ın rızasının kazanıldığı bilinci, beyindeki mutluluk hormonlarını harekete geçirir.
Bilindiği gibi Kur’ân’ın çok farklı bir üslûbu ve farklı bir okunuş tarzı bulunmaktadır. Kur’ân sadece anlam yönüyle değil, ifade ve üslup yönüyle de eşsiz bir kitaptır. O ne nesir, ne de şiirdir. Nesirle şiir arasında, ikisine de benzeyen, fakat kendine has özel bir üsluba sahiptir. Onun anlamını hiç bilmeyen bile, onu okuduğu ya da dinlediği zaman ondan zevk alır. Onda ahenk vardır, kulağa hoş gelen bir tarz, bir üslup vardır.
Bu kitap ALLÂH’ın insana gönderdiği bir mesaj, bir öğüt, insanı aydınlatan, bilgilendiren, yol gösteren bir kılavuz ve ruhlar için bir şifadır. Kur’ân kendisini böyle tanımlamaktadır.
Aslında kişi sözle belirtmeden, yaptığı kötü hareketten sonra samimi olarak pişmanlık duyarsa, bu da tevbe yerine geçer. Hz. Peygamber bir hadislerinde, Pişmanlığın tevbe olduğunu söylemiştir. Çünkü pişmanlıkta, yapılan işin zararlarını bilme ve bunu tekrar yapmamak için bir karar vardır.
Gazzalî’ye göre tevbenin üç boyutu vardır: Birincisi bilme, ikincisi pişmanlık, üçüncüsü gereğini yerine getirmedir.

Birincide, yapılan hareketin zararları ve kul ile ALLÂH arasında bir perde oluşturduğu bilinir. İkincide, hareketin yapılmasından pişmanlık duyularak kalp yanıp tutuşur. Üçüncüde, o hareket hemen terk edilerek bir daha yapmamaya karar verilir ve geçmişte yitirilenin, iyilik veya kaza ile yerine getirilmesine çalışılır. Gazzalî’ye göe işte bu üç unsur bir araya gelince tevbe olur. Yoksa dil ile tevbe ifade eden sözleri söylemek yeterli değildir.

Mehmet Öz, şunları da eklemiştir: Dua etmek insanı iyileştirir. Ben inançlı biriyim. Her ameliyatımda mutlaka dua ederim. Bence duanın iyileştirici özelliği var. Ameliyat sonrası, hastalarıma da mutlaka dua ettiriyorum. Bunun sağlıklarına çabuk kavuşmalarında müthiş bir etkisi var.
Ünlü kardiyolog Prof. Dr. Mehmet ÖZ, Hilton Exhibition Center’da bir panelde yaptığı konuşmada, duânın ve inancın, hastalık ve tedavi sürecinde çok etkin olduğunu belirtmiştir. Mehmet Öz, her şeyden önce sağlıklı hayat tarzının, hayat kurtaracağını ifade ettiği konuşmasında, yaptıkları bir araştırmada, hastalarından dua edenlerin ve manevi doygunluk duyanların iyileşme oranlarının daha yüksek olduğunu belirlediklerini söylemiştir. Öz, hangi dinden olursa olsun, insanların inançlı olmalarının kalp sağlığı hususunda çok önemli olduğunu ve sevgi dolu olan insanların daha az kalp krizi riski taşıdıklarını vurgulamıştır.
Prof. Dr. Nevzat TARHAN’ın belirttiği gibi, Tanrı hakkında pozitif düşünen ve kendisini çaresiz hissettiğinde yüce bir varlığa inanıp kader olgusuna teslim olan kişi, hastalıklardan pozitif çıkarımlarda bulunacağından çabuk iyileşmektedir.
Frankl’ın kaydettiği şu araştırma, hayatı anlamlı görmenin önemini ve mutlulukla ilişkisini çok güzel açıklamaktadır:
Bir Amerikan üniversitesinde intihar girişiminde bulunan 60 öğrenci üzerinde anket yapılmış ve bu öğrencilerin yüzde 85’i intihar girişimlerine gerekçe olarak ‘yaşamın anlamsız gözükmesini’ göstermiştir. Ama daha da önemlisi, yaşamı anlamsız gören bu öğrencilerin yüzde 93’ünün aktif bir sosyal yaşamları vardır. Akademik performansları yüksektir ve aileleri ile ilişkileri iyidir. Burada söz konusu olan şeyin, duyulmayan bir anlam çığlığı olduğunu belirtmek gerekir. Bu, bolluk içinde yüzen toplumlarda ve zengin eyaletlerde olan bir şeydir. İnsanların sosyoekonomik durumunu iyileştirmeniz halinde her şeyin yoluna gireceği, insanların mutlu olacağı bir rüyaydı. Anlam olmadan mutlu yaşamanın imkânı yok gibi görünüyor.
Duâ bireyi varoluşsal bir boşluğa düşmekten kurtarır ve ona hayatının bir anlamı olduğu algısını kazandırır. Hayatının bir anlamı olduğuna inanan ve yaşadıklarını bir sınav olarak değerlendirip sabırla ALLÂH’tan yardım isteyen ve bu yardımın geleceği ümidini taşıyan bir kişi kuşkusuz sorunlarıyla daha kolay baş edecektir.
Duâ aynı zamanda bireye, zorluklarla mücadele etme, dayanma, sabretme gücü kazandırır. Karşılaştığı olumsuz durumlarla, felâketlerle başa çıkmada bireye ALLÂH inancı destek olur. ALLÂH’ın yardımına güvenerek O’na yönelip sığınması, ibadet ve duâ etmesi ruh sağlığı üzerinde olumlu etkiler oluşturur.
Yine duâ, bireye yalnız olmadığını hissettirir. ALLÂH’ın kendisini gördüğünü, söylediklerini duyduğunu, duâ eden kulunu sevdiğini ve ona yardım edeceğini bilmesi bireyi rahatlatır.
Duâ bireyin ümitvar olmasını sağlar, onu iyimser kılar. Çünkü duâ eden insan ALLÂH’a güvenen, ALLÂH’ın kendisine yardım edeceğine kuvvetle inanan, ümitle O’na bağlanan insandır. Hayra ve iyiliğe âit isteklerinin, beklentilerinin gerçekleşeceği ümidiyle hayata iyimser bakar, bulunduğu durumu ve geleceği karanlık görmez, karamsar düşüncelerden ve duygulardan uzaklaşır.
Bütün hacılar kefeni andıran örtünün içinde, dünyevi olan her şeyini bırakmış, kadın erkek, yaşlı genç, kültürlü kültürsüz, zengin fakir, âmir memur, işveren işçi, hoca öğrenci toplumun tüm kesimleri ve bütün toplumların bireyleri Kâbe’nin etrafında bir aradadır. Zihinlerde aynı inanç, kalplerde aynı duygu, dillerde tekbirler ve aynı hedefe doğru yürüyen insanlar Dışı da bir, içi de bir, her yönüyle bütünleşmiş, kendini ayrı hissetmeyen, kardeş olmuş insanlar Bu algı, üstünlük ve aşağılık duygularını ortadan kaldırarak tevazuyu yerleştirir, sevgi, saygı ve bağlılık duyularını güçlendirerek bireye huzur ve rahatlık verir.
Hac’da dünyanın her yerinden ırkları, renkleri, dilleri, kültürleri, gelenekleri farklı olan milyonlarca insan ALLÂH’ın çağrısına uyarak bir araya gelmektedir. Amaçları yeryüzünde ilk Mabed olarak inşa edilen Kâbe’yi ve Hz. Peygamber’in, onun arkadaşlarının ve birçok Peygamberin yaşadığı yerleri ziyaret etmek, ALLÂH’a bağlılıklarını göstermektedir. Bu amaç insanlar arasındaki bütün farklılıkları ortadan kaldırmakta, onları ALLÂH’ın huzurunda eşit ve kardeş yapmaktadır.
Zaten, veren elin alan elden üstün olduğunu Peygamberimiz belirtmiş ve herkesin veren el olma çabası içerisinde olmasını teşvik etmiştir.
Gelirinin az olmasından, ailesinin, çocuğunun ihtiyaçlarını karşılayamamasından dolayı bunalıma giren, intihar eden kişiler olmaktadır. Okula giden çocuğunun kitap ve defterini alamamasından dolayı intihar ettiğini belirten bir babanın mektubu, 1996 öğretim yılı başında basında yer almıştı. İşte zekat ve sadaka verebilecek durumda olan zengin bireylerin, yakın akraba ve yakın çevrelerinden başlamak üzere, durumu iyi olmayan insanları bularak ihtiyaçlarını karşılamaları, onları bu ve benzeri olumsuz davranışlardan alıkoyacaktır.
Kur’ân, zenginlerin mallarında, fakirlerin haklarının olduğunu belirtir ve insanın sevdiği şeylerden harcamadıkça iyi ve olgun bir kişi olamayacağının altını çizer.
İnsan yarından emin olmak, gelecekte yoksul düşerek güç durumda kalmamak, kimseye muhtaç olmamak ve toplumda maddi yönden iyi bir duruma gelerek daha bağımsız ve daha rahat hareket edebilmek, çocuklarına iyi bir servet bırakmak ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak için mala sahip olmaya çalışır. Mala ve paraya sahip olup ihtiyaçlarını giderdikçe haz duymaya başlar. Aynı zamanda malın bir güç aracı olduğunu anlar. İnsana itibar kazandırdığını görür. Böylece mala karşı sevgisi ve bağlılığı gittikçe artar. Daha çok para biriktirmek, mala sahip olmak arzusu duyar. Bu arzu zamanla ihtiras derecesine vararak bireyin ALLÂH’ı ve çevresindeki kişileri unutmasına, malın esiri durumuna düşmesine, katı kalpli, acımasız, hep kendisini düşünen, menfaat hesabı yapan, bencil bir yapı kazanmasına neden olabilir. Mal hırsı gözünü bürüyebilir ve artık kendine de çevresindeki kişilere de zarar verir duruma gelebilir.
Görüldüğü gibi Kur’ân’ın ifadesiyle zekat, bireyin temizlenmesine neden olmaktadır. Acaba bu nasıl bir temizlenmedir, kısaca bunu açıklamaya çalışalım. İslâm Dini öncelikle insanda, her şeyin gerçek sahibinin ALLÂH olduğu, dünyada elde edilen mal ve mülkün geçici olarak insanlara verildiği, bireyin bunları hem kendisinin hem de diğer insanların yararına kullanmakla sorumlu olduğu bilincini oluşturmaya çalışır. İnsanın tutku ve ihtiras derecesinde mala ve paraya sahip olma arzusu içinde olmamasını, mala bağlanmamasını, gönlünü mal sevgisiyle doldurmamasını ister. Bu da ancak maldan fedakârlık yapmakla, vermekle, yani zekat ve sadaka ile gerçekleşebilir.
Bilindiği gibi zekât, ekonomik durumu iyi olan, zengin olan Müslümanın yıllık kazancının 1/40’ını fakirlere vermesidir. Sadaka ise dar anlamıyla, muhtaç durumda olan insanlara yapılan ekonomik yardımlardır. Ancak geniş anlamıyla İslâm’a göre, diğer insanlarla ilişkili olarak yapılan bütün iyi ve güzel davranışlar sadakadır. Örneğin, Hz. Muhammed, Yolda gelip geçeni rahatsız eden bir taşı, bir dikeni kaldırmanın sadaka olduğunu , hatta güzel sözün bile sadaka olduğunu söylemiştir.
Orucun en önemli fonksiyonu bireyin kendisini kontrol altında tutmasıdır. Yani başta öfkesi olmak üzere bütün olumsuz istek ve arzularını tutması, kendine hakim olması ve böylece bütün iyi yönleri ön plana çıkarmasıdır.
Oruç öncelikle şükür duygusunu güçlendirir. İnsanın çoğu zaman, sahip olduğu imkânları yeterince değerlendirmediği, sahip olduklarını değil de, eksiklik duyduklarını daha çok ön plana çıkardığı görülmektedir. Fakat bu anlayış insanı yakınmaya, sahip olduklarının değerini küçük görmeye itmekte, onu şükretmekten alıkoymakta ve mutsuz kılmaktadır. İşte oruç insana sahip olduğu nimetleri fark ettirerek onun şükür duygusunu geliştirmektedir. Bireyde kendinden daha kötü durumda olanlara bakma anlayışı güç kazanmaktadır.
İnsan istek ve arzularını frenlemesini, kontrol altına almasını öğrenmelidir. Aksi takdirde içgüdülerinin esiri durumuna düşer ve hayvanlardan bir farkı kalmaz.
Yalan sözü ve onunla amel etmeyi terk etmeyenin aç kalmasına gerek yoktur.
Yani oruç tutan birey, ibadet halinde bulunduğunun bilinci içerisinde olacak ve bütün organlarına orucu tutturacaktır. Yalan konuşmayacak, güzel sözler söyleyecek, kötülük yapmayacak, iyi ve yararlı olmaya çalışacak, hak yemeyecek, âdil olacak, hırsızlık yapmayacak, yararlı ve güzel davranışlarda bulunacak vs. Aksi takdirde böyle tutulmayan bir oruç makbul ve ALLÂH tarafından kabul edilen bir oruç olmayacaktır.
Kur’ân’ın vurguladığı gibi, kalpler ancak ALLÂH’ı anmakla, ALLÂH’a bağlılık ve kullukla huzur bulur, rahata kavuşur. Bu da en üst düzeyde namazda hissedilir, yaşanır. Dolayısıyla namaz ruh sağlığını koruyucu bir fonksiyona sahip olduğu gibi, ruhsal dengesi bozulmuş olan kişilere de bu dengeyi kurmada destekçi olur.
Namazla bencil ve maddeci değerler yerlerini manevi ve ahlâki değerlere bırakır. Tamahkârlık ve maddi hırs törpülenir. Hayatına dini, manevi ve ahlâki değerler yön verince ruhun gücü artar. Birey çevresine sevgiyle bakar, ihtiyacı olanların yardımına koşar, olumsuzlukları kolayca aşar. Yûnus’un belirttiği iç ben manevi değerlerle doyurulunca ancak tatmin olur, sükûna erer.
Yalnızlık duygusunun giderilmesinde cemaatle kılınan namazın da önemli etkisi olur. İnsanlar birbiriyle tanışır, birbirlerine hâl hatır sorar, yardımcı olur, sıkıntılarını paylaşır. “İbâdetler ve ritüeller toplu olarak yapıldığında, dini motifli bir dayanışma ve paylaşma meydana gelmekte, bu da acıların ortaklaşa yenilmesine katkıda bulunmaktadır.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın deyişiyle,
“Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler.
Ârif ânı seyrerler.
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler. inancı bireyi rahatlatır. Ümitsizliğe kapılmadan ALLÂH’a güvenip O’na yönelmek, sıkıntıları giderir, gönlü ferahlatır.
Namaz kılan insan, ALLÂH’a yönelen, ALLÂH’a güven duyan, bağlanan, ALLÂH’a sığınan insandır. ALLÂH’ın yardımını isteyen, hayra ve iyiliğe ait dileklerinin gerçekleşeceğine, kendisi için hayırlı olanı ALLÂH’ın vereceğine inanan, bulunduğu durumu ve geleceğini karanlık görmeyen insandır. Hayatın bütünüyle bir sınav olduğunu, ALLÂH’ın değişik şartlarda ve ortamlarda iyi ile de kötü ile de kendisini deneyebileceğini, sabrettiği ve ALLÂH’a olan bağlılığını sürdürdüğü takdirde, ahirette ALLÂH tarafından ödüllendirileceğini kabul eden insandır. İşte bu inanç ve düşünce, ona önemli bir manevi destek sağlar, canlılık verir ve onu hayata bağlar, güçlüklere karşı dayanma gücü verir. İnsan bu sayede isyan etmek yerine her şerde bir hayır olduğunu düşünür, manevi destek bulur.
İnsan zihni günlük hayat akışı içerisinde çoğunlukla olguların ve olayların yoğun etkisi altında bunalır, bunlardan sıyrılarak kendi iç dünyasına, kendi özüne dikkatini çevirerek rahatlama ihtiyacı duyar. İşte namaz insanı günlük hayatındaki yoğun işlerden, zihnini rahatsız eden problemlerden uzaklaştırarak kısa bir süre de olsa dinlenmesini ve stres atmasını sağlar. Ona psikolojik boşalım yaşatır.
Namaz kılan kişi nihayet sağa ve sola selam vererek, ALLÂH’ın rahmetinin ve esenliğinin tüm Müslümanların üzerine olmasını dileyerek namazını sonlandırır.
Aslında ALLÂH’ın insandan istediği, namazdaki bu hareketlerin, söylenilen sözlerin anlamlarının zihne ve kalbe iyice yerleşmesi ve insanın sadece namazda değil günlük hayat seyri içerisinde de bu anlamlar çerçevesinde hareket etmesidir.
Namaz saygıyla ayakta durma (kıyam), ALLÂH’ın huzurunda bulunmanın bedene yansıması; öne eğilme (rükû), ALLÂH’a gösterilen saygının daha ileri bir görünümü; yere kapaklanarak alnı yere koyma (secde) ise, kulluğun ve saygının son noktasını işaret etmektedir. Bu hareketleri yaparken kişi aynı zamanda sözel olarak da, ALLÂH’ın en büyük, en yüce olduğunu (Sübhane Rabbiye’l Azîm, Sübhane Rabbiye’l A’lâ) ifade ederek zihnen, kalben ve bedenen bir bütün halinde saygısını ve bağlılığını ALLÂH’a arz eder.
Burada önemli olan, bu âyetler okunurken, onları hissederek acele etmeden ağır ağır okumak, zihni bunlar üzerinde yoğunlaştırmaktır. Ancak böylece namaza konsantre olunabilir, zihni meşgul eden dünyevi problemlerden uzaklaşılabilir. Zaten namaz da, namaz kılanın, bilinçli bir şekilde ne olduğunu bilmesi, okuduklarını hissetmesi ve yaşaması oranında değer kazanır. Çünkü namazdan beklenen yararın gerçekleşebilmesi için, kişinin bilincinin yerinde olması, namazla ilgisi olmayan şeyleri zihninden çıkarması ve kendini bütün benliğiyle namaza vermesi gerekmektedir.
Ayrıca namaz tam konsantre olabilmek için açlık, susuzluk, uykusuzluk gibi fizyolojik ihtiyaçların da namazdan önce belirli oranda karşılanmış olması gerekir. Aksi takdirde zihin bunlarla meşgul olabilir ve namaz şekilsel hareketlerin ötesine geçemez. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber, yemek ortaya konulduğu vakit, namazı kılmadan önce yemeğe başlayınız! Acele edip yemeği sonraya bırakmayınız! buyurmuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir