İçeriğe geç

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi (Çeviriyazı + Tıpkıbasım) Kitap Alıntıları – Muhyiddin İbn Arabi

Muhyiddin İbn Arabi kitaplarından Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi (Çeviriyazı + Tıpkıbasım) kitap alıntıları sizlerle…

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi (Çeviriyazı + Tıpkıbasım) Kitap Alıntıları

Ba’dehû Âdem için, o Âdem’in sûreti üzere, diğer bir şahsı ondan müştakk kıldı; ve ona “kadın” tesmiye etti. Zîrâ vücûdda zükûret ünûsetten mukaddemdir; ve ünûset, zükûretten müştaktır. Binâenaleyh kadın, Âdem dediğimiz insanın sûreti üzere zâhir oldu. Şu hâlde Âdem, bir şeyin kendi nefsine iştiyâkı kabîlinden olarak, kadına müştâk oldu. Ve kadın dahi, bir şeyin kendi vatanına ve aslına iştiyâkı kabîlinden olarak, Âdem’e müştâk oldu. Bu takdîrce kadın, insana sevdirildi. Çünkü Allah Teâlâ kendi sûreti üzere yaratmış olduğu insana muhabbet etti. Ve melâike-i nûriyyîne Âdem için secde ettirdi. Maahâzâ Âdem’e secde eden melâikenin kadr ve menziletleri azîm ve neş’et-i tabîiyyeleri dahi Âdem’in neş’etinden âlî idi. Ya’ni Hak Teâlâ kendi sûreti üzere yarattığı insanı sevdiği gibi, insan dahi kendi sûreti üzere kendinden iştikāk eden kadın sevdi demek olur.
Binâenaleyh ateşten münbais olan aydınlığa “ziyâ” denir, nûr denmez.
Nitekim Kur’ân-Kerîmde buyurulur:
(Muham-med, 47/36) ya’ni Hayât-ı dünyâ ancak lu’b ve lehvdir. Ve hayât-ı dünyânın lu’b ve lehv olması, bizim tevehhüm ettiğimiz varlığımıza nazarandır; yoksa Hakk’a nazaran lu’b ve lehv değildir. Onun zâhiri hezl, fakat bâtını ciddin ciddidir. Zira kemâlât-i esmâiyyenin zuhûru ancak mezâhir ile olur.Binaenaleyh mezâhirin kemâlâtı, Hakk’ın kemâlâtıdır.
Üzeyr faslı
”İnce düşünce, [ ] o kendini anlayana verilir. ”
“Yokluk bir ayna, âlem ise yokluğun aksi. İnsan yokluğun gözünde bir akis misâli, bakan gözün içinde gizlenmiş.”
Senden uzaklığım çok yakın olmandandır. Sen benim gözlerimsin, ondan seni göremiyorum..
Doğa alemi tek bir aynadaki suretlerdir. Hayır !
Doğa alemi farklı aynalardaki tek bir surettir .
İmdi “kazâ” a’yân-ı sâbitenin isti’dâd-ı gayr-ı mec’ûlüne taalluk ettiği gibi, “kader” dahi her bir “ayn”ın cemî’-i merâtibinde zuhûr edecek isti’dâd-ı mec’ûlüne taalluk eyler.

Binâenaleyh a’yân-ı sâbite dahi mümteniu’t-tagayyürdürler. Nitekim bâlâda îzâh olundu. Velhâsıl kader kazânın tafsîli olup ânen-fe-ânen zâhir; ve zâhir oldukça ma’lûm; ve ma’lûm oldukça mukadder olunurlar.

Misâl: Hayvan cinsinin açlığı “kazâ”dır. Bu bir hükm-i küllî-i icmâlîdir. Bu açlık hayvan cinsinin iktizâ-yı zâtîsidir. Bu cins bu isti’dâd-ı zâtîsi ile kendi üzerine açlık ile hükmetti. Vücûdun iktizâ-yı zâtîsi olarak (Hicr, 15/21) [Bizim indimizde
hazîneleri olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak mikdâr-ı ma’lûm ile indiririz.] âyet-i kerîmesi hükmünce hazîne-i gaybdan ânen-fe-ânen efrâd-ı hayvâniyyenin zuhûru ve efrâddan her birinin yaşadığı müddetçe ezmine-i muhtelifedeki açlığı “kader”dir. Kezâlik onların tokluğu da böylece “kazâ”
ve “kader”dir. İmdi “açlık” hükm-i küllîsi, “tokluk” hükm-i küllî-i icmâlîsine tekābül eylediği cihetle, kazâ kazâ ile reddolunur; ve her hayvanın ale’l-infirâd ezmine-i muhtelifedeki açlıklarına, ezmine-i muhtelifedeki toklukları tekābül ettiğinden, kader kader ile reddolunur; ve bunun gibi soğuk sıcak ile ve sıcak soğuk ile ve mekr mekr ile reddolunur. Şuûnât-ı sâire bunlara kıyâs olunsun. [m/27]

“Kazâ-yı muallak”, kayd u şarta tebaan infâzı lâzım gelen kazâdır. Bu kazâ, şart-ı indifâın tahakkuku hâlinde nâfiz olmaz. Şart dahi kazâdır. “Kazâ kazâ ile reddolunur” hadîs-i şerîfinde bu hakîkate işâret buyurulmuştur.

Mesnevî:
اولیا را هست قدرت از الٰه تیرِ جسته باز گرداند ز راه
Tercüme: “Allah Teâlâ cânibinden evliyânın öyle bir kudreti vardır ki, atılmış oku yolundan geri çevirirler”12 beyt-i şerîfi kazâ-yı mübrem hakkında değil, kazâ-yı muallak hakkındadır. Abdülkādir Geylânî hazretlerinin (k.s.): “Ben kazâ-yı mübremi de def ’ederim” buyurmaları indallah kazâ-yı muallak ve inde’l melâike kazâ-yı mübrem görünen kazâ-yı ilâhî hakkındadır. Yoksa kazâ-yı mübrem hiçbir vech ile mündefi’ olmaz.

isti’dâd ve kābiliyetin mec’ûl olmadığı bâlâda îzâh olundu. İmdi isti’dâdât-ı zâtiyye aslâ tebeddül etmediği gibi, iki nakîzi de câmi’ olmaz.
Ma’lûm olsun ki, ilm-i ilâhîde iki i’tibâr vardır: Birisi; mertebe-i vahdette ve taayyün-i evvelde zât-ı ulûhiyyetin cemî’-i sıfât ve esmâsına mücmelen ilmidir. Bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibâret olduğundan, bu mertebede “ilim”, “âlim”, “ma’lûm” arasında aslâ temeyyüz yoktur; cümlesi şey’-i vâhiddir; ve bu ilim, ma’lûma tâbi’ olan nevi’den değildir. Zîrâ zât-ı kadîm ile berâber kadîmdir. İkincisi; mertebe-i vâhidiyyete ve taayyün-i sânîye tenezzülünden sonra, kendisinde mündemic olan bilcümle sıfâtın ve esmâsının sûretleri, yekdîğerinden mütemeyyiz olarak ilm-i ilâhîde peydâ olduklarında, her birinin iktizâ-yı zâtîleri olan kābiliyet ve isti’dâdâtı ne ise inkişâf eder; ve bu kābiliyet ve isti’dâdât ba’de’l-inkişâf, Hakk’ın tafsîlen ma’lûmu olurlar. İşte Hakk’ın bunlara taalluk eden ilmi onların ma’lûmiyetlerinden sonra olduğundan “ilim ma’lûma tâbi’dir” denildikde “ilm-i sıfâtî ve esmâî” anlaşılmalıdır.
Zîrâ Hak Teâlâ ilminde sâbit olan şeyi murâd eder; ve murâd eylediği şeyi işler.
İmdi burası iyi anlaşılsın ki, isti’dâd ve kābiliyâtta cebir yoktur. Atâ-yı zâtî ve tecellî-i ilâhî ve nefes-i Rahmânî ale’s-seviyye vâki’dir. Tenfîs-i Rahmânîyi müteâkib her bir “ayn” kendi isti’dâdına ve kābiliyyet-i zâtiyyesine göre müteayyin olmuştur. Binâenaleyh her bir “ayn” kendi kendine cebretmiştir.

cebir ancak senden, sana vâki’ oldu: [m/22] Niçin bana tevcîh-i hitâb ediyorsun?”

İşte bu hakîkate işâreten Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i
Şerîf’lerinde şöyle buyururlar:
آن دل عطای مبدلیست دادِ او را قابلیت شرط نیست 􀄁 چارهٔ
بلکه شرطِ قابلیت دادِ اوست داد لب و قابلیت هست پوست

[m/21] Tercüme: “O kalb-i kāsînin çâresi bir mübdilin atâsıdır; onun atâsı için kābiliyet şart değildir. Belki kābiliyetin şartı onun atâsıdır. Zîrâ atâ iç ve kābiliyet kabuktur.

Nitekim illiyet ve ma’lûliyet mes’elesi misâl-i kevnî îrâdı ile bâlâda zikrolundu. Bu te’sîr ve teessür ve illiyet ve ma’lûliyet mes’eleleri vücûd-ı vâhid-i Hakk’ın niseb-i zâtiyyesinden ibâret olup meydanda bir “gayr” bulunmadığından, şân-ı ulûhiyyete yakışmayacak bir hüküm kabîlinden telakkî olunamaz.
A’yân-ı sâbite, suver-i ilmiyye-i esmâiyyeden ibâret olduklarından, vücûd-ı hâricîleri yoktur. Hâlbuki “ca’l” müessirin te’sîrinden ibârettir. Bunlar ise mahall-i te’sîr ve infiâl olmadıklarından mec’ûliyetleri mevzû’-i bahs olamaz; ya’ni bunlar “yapılarak” vücûda getirilmiş şeyler değildir. Zîrâ şuûnât-ı zâtiyyeden ibârettirler. Ve şuûnât zâtın iktizââtıdır ve zât ile berâber kadîmdir; ve şuûnât-ı zâtiyye bir câilin ca’li ile mec’ûlen mevcûd olmadıkları gibi, bir müessirin te’sîri tahtında da değildirler. Mâdemki zât-ı vücûd mevcûddur, elbette onlar da O’nunla berâber mevcûddur.
küll-i âlemden birer cüz’ olan biz insanlar
8. Fasıl, 1. Vasl
Esmânın kâffesinde iki i’tibâr vardır: Birisi Zât’a delâleti, ve diğeri kendinin ma’nâ-yı hâssına delâletidir. Meselâ Alîm, Semî’, Basîr isimleri Zât’a delâlet ettiği gibi, kendilerinin ma’nâ-yı husûsîlerine de delâlet ederler. Zîrâ “Alîm, Semî’, Basîr kimdir?” denildikde “ahadiyyet-i esmâiyyesi hasebiyle zât-ı ilâhîdir” denir; ve bu sûrette hepsi “zât”a delâlet etmiş olur. Fakat bunların ma’nâ-yı husûsîleri başka başkadır. Ya’ni bilicilik, işiticilik ve görücülük başka başka ma’nâlardır. Binâenaleyh esmâ “Zât”a delâletleri i’tibâriyle müttehid ve yekdîğerinin “ayn”ıdırlar; ve mefhûmât-ı mütegāyire hasebiyle yekdîğerinden mütemeyyiz ve birbirinin “gayrı”dırlar.
eğer bilcümle eşyânın mebdei olan vücûd-ı hakîkîde hayât
olmasa, o vücûdun sükûneti harekete gelmek için hiçbir sebeb mevcûd olmamış olur; ve sebeb-i hareket mevcûd olmayınca, hareketten zâhir olan suver-i avâlim tekevvün edememek lâzım gelirdi.
8. Fasıl , Avni Konuk
[A’yân-ı sâbite râyiha-i vücûdu koklamamıştır.]
Taayyün-i evvel hakîkat-i muhammediyyeden
ibâret olduğu cihetle, bu hakîkat-i muhammediyye cemî’-i hakāyıkı câmi’ olmuş olur. Bu taayyün-i sânî mertebesine “vâhidiyet” denildiği gibi, “hakîkat-i insâniyye” de derler
Istılâh-ı sûfiyyede her bir sûret-i ilmiyyeye “ayn-ı sâbite” ve hey’et-i mecmûasına “a’yân-ı sâbite” derler. Mütekellimîn “ma’lûm-i ma’dûm”, hükemâ “mâhiyet” ve Mu’tezile “şey’-i sâbit” derler.
İşte ilm-i tecellî bâlâda îzâh olunduğu üzere aklın bu hükmünü “illet olan şey, kendi ma’lûlü için ma’lûl olur” hükmüyle feshetti.
aklın hükmü, “illet olan şey, kendi ma’lûlü için ma’lûl olmaz”
Eşyâ-yı kevniyye hakāyıkından ibâret olan bu suverden her birinin gerek kendi zâtına ve gerek kendi zâtının emsâline aslâ şuûru yoktur. Zîrâ onların vücûdları ve temeyyüzleri ilmîdir. Vücûd bu suver-i ilmiyye sebebiyle müteaddid ve mütekessir olur. Ta’bîr-i dîğerle bu suver-i ilmiyye, zât-ı ulûhiyyetin emr-i
îcâda illeti olurlar.

Yedinci Fasıl: Taayyün-i Sani

Ve kendinin bilcümle esmâsını ve sıfâtını câmi’ olan bu âdem, bunların âsârını izhâr etse de, etmese de yine âdemdir. Âdemin sübût-i âdemiyyeti için âsâr ile zuhûruna ihtiyaç yoktur. O, bundan ganîdir.
Altıncı Fasıl
Bu mertebe zât-ı bahtın istiğrâk-ı cemâlîsinden, mertebe-i âgâhîye tenezzülünden ibârettir. Bu tenezzül vücûdun iktizâ-yı zâtîsidir. Onun bu mertebe-i âgâhîsine “mertebe-i ulûhiyyet” denir.
İktizâ-yı zâtîde ise sebeb ve illet mevzû’-i bahs olamaz.
“meyl” dahi meşiyyetten ibârettir.
Vücûd-ı izâfî vücûd-ı mahz ile adem-i mahz arasında vâki’dir. Zîrâ bir yüzü ademe, bir yüzü de vücûda nâzırdır. Binâenaleyh o “mevhûm-i mahz”dır. Hakîkatte vücûd-ı müstakilli yoktur. Belki vücûd-ı mahz-ı latîfin sıfat-ı ârızası olan mertebe-i kesâfetten ibârettir.
Ya’ni bilkuvve mevcûd ve bilfiil ma’dûm olan eşyâ adem-i izâfîdedir. Adem-i izâfî, vücûd-ı mahz ile adem-i mahz arasında bir berzahtan ibârettir.
Zîrâ kalb-i hakāyık muhâldir.
2. Fasıl: Adem
Esâsen adem, boşluk ve sükûndur; ve teselsül ise doluluktan ve hareketten başka bir şey değildir. Binâenaleyh teselsül ademin şânı değildir. Bu i’tibâr ile de evvelce yok olan şeyin bi’t-teselsül var olması câiz olmaz.
Vücûd-ı hakîkî öyle bir mefhûm-i küllî-i vâhidü’l-ayndır ki, hudûd ve cihet kabûl etmez. Zîrâ bir had kabûl etse, haddi bittikten sonra diğer vücûda geçilir; ve haddin nihâyeti olan her bir vücûdu ta’dâd etmek mümkin olur. Bu ise münâfî-i vahdettir. Cihet ise bir şeyin diğer bir şeye olan vech-i mukābili olup bu da hudûdu îcâb ettiğinden, vücûd hakkında bu da mutasavver değildir. Binâenaleyh vücûdun vahdâniyeti adedî olan “birlik” değildir; belki bir muhît-i nâmütenâhî olan varlıktan ibârettir.
“Munkatau’l-vicdânî” derler.4 Zîrâ bu mertebede tasavvur-i vicdân yoktur. Bu ifâde “zât için vicdân yoktur” ma’nâsına değildir. Çünkü tasavvur-i vicdân ilim mertebesinde olur. Bu mertebede ise ilim mutasavver değildir. Binâenaleyh eser-i ilimden ibâret olan vicdân dahi yoktur.

“Aynü’l-mutlak” derler. Zîrâ zât-ı sırf bu mertebede min-külli’l-vücûh mutlaktır; bir vech ile ki, kayd-ı mutlakıyyetten de mutlaktır.

“Gaybü’l-guyûb” derler. Zîrâ a’yân-ı sâbiteden i’tibâren tâ misâl-i mutlaka kadar olan gayb-ı izâfî merâtibi, bu mertebede gāib-i mutlaktır. Ne tasavvur-i hâricîleri ve ne de tasavvur-i ilmîleri vardır.
“Vücûd”un lisânımızda mukābili “varlık”, ve lisân-ı Fârisîde “hestî”dir. Ma’nâ-yı lugavîsi “matlûbu bulmak”tır. Örfte müsta’mel olan “cisim ve beden” ma’nâsı kütüb-i lugatta ancak ma’nâ-yı mecâzî olarak mezkûrdur.
Birinci Fasıl: Vücûd
Fakîr derim ki, Fusûsu’l-Hikem’in dahi Kelâmullâh gibi iki hâssiyeti vardır: (Bakara, 2/26) [O, Kur’ân sebebiyle çok kimseleri ıdlâl eder ve çok kimselere hidâyet verir; ve dalâlete düşenler ancak fâsıklardır.] Ya’ni okuyanların bir kısmı hidâyete vâsıl olur, bir kısmı da dalâlete düşer. Kur’ân-ı Kerîm bu hâssiyetleri câmi’ olmakla berâber onu mütâlaa ve kırâat eden kimseyi men’etmek câiz değildir. Zîrâ Kur’ân bir mihekdir; altın ile bakır ayrılmak için gelmiştir. Fusûsu’l-Hikem dahi öylece bir mihekdir. Akıl ve irfân sâhibleri bir kerre kendilerini ona vurmalıdır, tâ ki Hak için hüccet-i bâliğa sâbit olsun! Ve netîcede (Şûrâ, 42/7) [Bir tâife cennetde ve bir tâife cehennemdedir.] sırrı kuvveden fiile gelsin.
Mukaddeme, Avni konuk
Bir putperest Hakk’ın tecellîsini ancak mahdûdü’l-mikdârına hasrettiği ve diğer tecelliyât-ı Hakk’ı setr ve inkâr eylediği için kâfirdir. Eğer bir kimse vücûd-ı mutlak-ı Hakk’ı (Bakara, 2/115) [Ne tarafa teveccüh ederseniz edin, Allâh’ın vechi vâki’dir.] âyet-i kerîmesi mûcibince cemî’-i zerrâtta müşâhede edebilmek ilmini okuduğu için kâfir olursa, sıfat-ı mü’miniyyet, emr-i vücûdu “Hak” ve “halk” diye iki müstakil kısma tefrîk eden mutaassıbîne mi tevcih edilmek münâsib olur? Ve bu mutaassıbînde şirk-i hafî olduğuna şübhe yoktur.
Mukaddeme, Avni konuk
توحيدِ حق اى خلاصۀ مخترعات باشد به سخن يافتن از ممتنعات
رو نفى وجود كن كه درخود يابى سرّى كه نيابى ز فصوص و لمعات
Tercüme: “Ey kevn ü mekânın hulâsası olan insan! Tevhîd-i Hakk’ı söz ile bulmak mümteniâttandır. Git, vücûd-ı vehmîni nefy et ki, Fusûsu’l-Hikem’den ve Fahreddîn-i Irâkî’nin Kitâb-ı Lemaât’ından bulamadığın bir sırrı kendinde bulasın.”2*

*Abdurrahmân Câmî’nin (v. 898/1492) Eşi’atü’l-Lemaât’ının sonunda yer alan bu rubâî..

Cehlin zevâli ile artık çûn ü çirâ munkatı’, ve âlem nazarlarında
bir temâşâgâh-ı latîf olur. Velâkin yalnız cehlin zevâli kâfî değildir; belki vücûd-ı insânîde a’zam-ı kuvâ olan “vehm”in dahi zevâli lâzımdır. Bu ise ancak bir insân-ı kâmilin isti’dâda göre terbiyesi ve bu terbiye dâiresinde sülûkün itmâmı ile olur. Zîrâ “bilmek” başka ve “olmak” yine başkadır. Bilmek ile vücûd-ı vehmînin nefyi ve tevhîd-i hakîkîye vusûl kābil değildir.
Mukaddeme, Avni konuk
Bu kitâb-ı münîf, zübdetü’l-kâmilîn ve kıdvetü’l-muhakkikîn Şeyh-i Ekber Muhyiddîn İbn Arabî (r.a.) efendimizin te’lîf-i âlîlerinden olan Fusûsu’l-Hikem’dir. Maânîsi Hz. Şeyh’in kalbine (S.a.v.) Efendimiz tarafından ilkā, ve nâm-ı latîfi zât-ı risâlet-penâhîleri tarafından tevsîm buyurulduğu cihetle, vücûd-ı unsurîde merkûz dimâğ-ı fa’âlin eseri ve nazar-ı aklînin netâyic-i istidlâlâtı değildir. Serâpâ asl-ı hakîkîden kulûb-i enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)a münzel olan maârif ve hikem-i ilâhiyyeden ibâret, ve ehl-i takyîd olan erbâb-ı ukūlün bilmediği ve idrâk edemediği hakāyık ile [m/2] mâlâmâldir.(Bakara, 2/216) [Allah Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz.]
Mukaddeme, Avni Konuk
Lisân-ı imkân-ı ilâhîsi ile Zât-ı vâcibü’l-vücûda hamdolsun ki, mazîk-ı ademde bunalıp kalan sıfât ve esmâ-i nâmütenâhîsini nefes-i Rahmânîsi ile tenfîs ederek onlara vücûd-ı pür-cûdundan her bir mertebe-i tenezzülün îcâbına göre birer vücûd bahş, ve kemâlât-ı ilâhiyyesini tafsîlen müşâhede
etmek için onların hey’et-i mecmûasını âyîne ittihâz eyledi.
Mukaddeme
Bununla berâber modern ilimlerle ilgili yerlerdeki bilgi ve yorumların bizzat Ahmed Avni Bey’e âit olduğunu söyleyebiliriz. Astronomi, fizik, kimyâ, biyoloji vs. gibi modern ilimlerden neş’et eden bâzı görüşlerin Fusûs şerhinde şârih tarafından kullanılması, kanaatimizce her zaman isâbetli netîceler vermemektedir. Bu ilimlerdeki görüşlerin Fusûsu’l-Hikem’deki bâzı fikirlerle telif edilmeye çalışılması zihinlerde bâzı istifhamlar uyandırmaktadır. Zîra şerhin yazılışından bu yana geçen seksen-doksan senelik bir zaman içinde, modern ilimlerdeki bâzı hipotezler değişikliklere uğramış, yeni teori ve anlayışlar ortaya çıkmış, bilhassa “tecrübe” yoluyla yeni bilgiler elde edilmiştir. Meselâ aya gidilmesi, fezâda dolaşılması, fezânın derinliklerine âletler gönderilmesi gibi durumlar, şârihin bu konularda söylediklerinin yeniden ele alınmasını gerektirmektedir. Öyle görünmektedir ki, modern ilimlere dayanarak gerek geçmişte ve gerekse bugün bu neviden yorumlara girişmek kat’î netîcelere ulaşmak yerine, zamânın geçmesiyle bu görüşlerin de yenilenmesini îcap ettirecektir. Kur’ân-ı Kerim ve bâzı hadîs-i şeriflerin zamânın fizik vb. müsbet ilimlerine göre yapılan tefsir ve şerhlerini de, zamânın değişmesiyle aynı şekilde yeniden ele almak, yapılanları bir kenara bırakmak gerekmekte ve tekrar başka bir yoruma geçmek gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Onun için şerhteki bu türlü yorumların ve ileri sürülen fikirlerin devrin anlayış ve ilimlerine göre olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Eser hakkında, Mustafa Tahralı
Neşirde de yer yer işâret edildiği üzere şârih Ahmed Avni Bey’in kullandığı metin farklı Fusûs şerhlerinden hareketle kendisinin meydana getirdiği tercihli bir metindir.
Eser hakkında, Mustafa Tahralı
Her âlim ve mütefekkirin ittifak edeceği yüksek bir idrak seviyesi aramak yerine, insanın kendi had, istîdat ve kapasitesini idrak ettirecek bir öğretim ve eğitim anlayışı, netîce vermeyecek münâkaşalardan daha faydalı olacaktır.
Eser hakkında, Mustafa Tahralı
Nitekim Osman Yahyâ, Histoire et Classification de l’Oeuvre d’Ibn Arabi isimli araştırmasında, Fusûsu’l-Hikem üzerine yazılmış yüz yirmi şerhin adını tespit etmektedir. Üstelik bunların arasında Ahmed Avni Konuk Bey’in şerhi zikredilmemiştir.
Eser hakkında, Mustafa Tahralı
Ma’lûm olsun ki, vücûdun, bâlâda tafsîl olunan suver-i ilmiyye, ya’ni hakîkat-i insâniyye mertebesinden tenezzülü, yine o mertebede sâbit olan sıfat-ı kudretin mezâhiri, ya’ni kuvâ ile vâki’dir. Zîrâ vücûdda kudret ve kuvvet olmayınca irâde ettiği bir şeyin îcâdı mümkin olmaz. Allah Teâlâ hazretleri “Zü’l-kuvveti’l-metîn”dir; ve kudret sıfât-ı sâire gibi vücûd-ı hakîkînin şuûnâtından bir şe’n olduğu cihetle zâtının gayrı değildir. Böyle olduğu hâlde mâddiyyûn onu müstakil bir şey zannedip, menşe’-i tekvî- ni iki müstakil vücûda istinâd ettirdikten sonra, birine “mâdde”, diğerine “kuvvet” demişlerdir. Şübhe yok ki bu hüküm onların vehme müstenid bir zanlarından ibârettir.(Necm,53/30)[İşte onları erişebilecekleri bilgi budur.] ve (Yûnus, 10/36) [Muhakkak zan Hak cihetinden bir şeyi müfîd olmaz].
Binâenaleyh hilkat-i Âdem keyfiyeti mâddiyyûnun tedkîkā- tına mutâbık olsa dahi, Hakk’ı, peygamberi, dîni inkâr etmek için hiçbir sebeb yoktur. Bu inkâr onların vehm ile meşûb olan nazar-ı aklîlerinin hükmü iktizâsındandır. Yazık ki hicâb-ı enâniyyetleri sâikasıyla Peygam- ber’e tebaiyetten istikbâr edip, şikeste ve beste olan ukūl-i cüz’iyyelerine mağrûren, sûret-i insâniyyede mevcûd olmak gibi bir ni’metin kadrini bil- mezler. Ey tâlib-i ma’rifet, bu fırsat eline bir def’a geçer. Kibir ve gurûr ve isti’lâ gibi huzûzât-ı nefsâniyyeye tâbi’ olup isti’dâdını zâyi’ etme!
Ve Nebe’, 78/23) [Orada devirler boyunca kalıcılardır.] âyet-i kerîmesinde işâret buyurulduğu üzere mürûr-ı ahkābdan sonra, (ahkāb “hu- kub”un cem’idir, “hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir), tabîatlarına mülâyim gelmeyen bu azâb ile ülfet peydâ ederek, nefretleri zâil olur; ve o azâb artık tabîatlarına mülâyim gelmeğe başlar; ve azâb “uzûbet”e, ya’ni tatlılığa mün- kalib olmakla rahmet [11/25] ve râhata nâil olurlar; ve şerriyet kalmaz.

Latîfe: Bir baba-oğul, hâl ve vakitleri yerinde iken fakr u zarûrete dü- şerler. Oğlu babasına: “Baba, bu zarûretle hâlimiz ne olacak?” der. Babası da “Bir sene sabret!” diye cevâb verir. Oğlu: “Bir seneden sonra zengin mi olacağız?” suâlini sorar. Babası: “Hayır, zengin olacak değiliz, fakat züğürt- lükle ülfet peydâ olacağından, artık muazzeb olmayacağız” cevâbını verir.

Onun için yahûdîlerin havsala-i akılları, bir bâkireden pedersiz olarak veled husûlünü almadı. Hz. Meryem gibi, kavmi arasında salâh-ı hâl ile şöhret-yâb olan bir afîfeye zinâ isnâd ettiler.
İmdi âlemin hey’et-i mecmûası Kur’ân-ı fiilîdir. Hâtem-i enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz’e münzel olan Kur’ân-ıkavlî,(Bakara, 2/26) [O, Kur’ân sebebiyle çok kimseleri ıdlâl eder ve çok kimselere hidâyet verir.] âyet-i kerîmesi mûcibince, nasıl ki ba’zılarını ıdlâl eder ve ba’zılarını mühtedî kılarsa, âlemde zuhûr eden ef ’âl-i ilâhiyye dahi, öylece ba’zı kimselerin sebeb-i dalâleti ve ba’zı kimselerin de sebeb-i hidâyeti olur. İşte ef’âl-i ilâhiyyeden bir fiil olan Îsâ (a.s.)ın sûret-i tekevvünü de efrâd-ı beşer üzerinde bu iki mütekābil te’sîrâtı icrâ eyledi.
Ma’lûm olsun ki, şey’iyeti sâbit olmayan ancak adem-i mahzdır. Onun için ondan hiçbir şey çıkmaz; ve vücûd-ı mahz ki, Hakk’ın vücûd-ı mutla- kıdır ve esmâ ve sıfât ki, o vücûd-ı mahzın niseb-i ademiyyesidir, ya’ni bil- kuvve mevcûddur ve bilfiil zâhir değildir, işte bunlar için şey’iyet sâbittir; ve şey’iyeti sâbit olan şeyler için elbette zuhûr vardır.
Binâenaleyh rahmet bâlâda zikrolunan tertîb üzere, sâbit olan şey’i- yetlere vâsi’ oldu; ve hattâ rahmet, vücûd-ı Hakk’ın niseb-i ademiyyesin- den bir nisbet olduğu için, rahmetin kendi nefsine dahi vâsi’ oldu; çünkü vücûd-ı Hak’ta onun dahi şey’iyeti sâbittir. Şu hâlde o dahi zuhûr ister; binâenaleyh rahmet-i zâtiyye-i âmmenin ona dahi şümûlü [21/8] olmak tabîîdir.
İşte bu hakîkatten gāfil olan ehl-i hicâb eşyâ-yı mevcûdenin ba’zısında “hayât” vardır, ba’zısında da yoktur zannederler. Hâlbuki vücûdda “hayât” sâhibi olmayan bir şey yoktur. Fakat onların hayâtı, bu dünyâda ba’zı nâsın idrâkinden bâtın oldu ve gizli kaldı. Bu hakîkat âhirette herkese bilâ-istisnâ
âşikâr olur. Çünkü (Ankebût, 29/64) [Ve âhiret evi elbette hayât evidir, eğer bilseler idi!] âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu üzere âhiret, dâr-ı hayâttır. Fakat sen zannetme ki, dünyâ dâr-ı hayât değildir. Dünyâ da böyledir. Şu kadar var ki, hakāyık-ı âleme vukūfları nisbetinde, ibâdullah arasında husûsiyet ve efdaliyet zâhir olmak için, her şeyin hayâtı bulunduğu ba’zı ibâddan gizli kalmıştır. Onun için bu hakîkati ibâdullahdan ba’zıları bilir, ba’zıları bilmez, inkâr eder. Binâenaleyh ihâta-i idrâki daha çok olan kimsede Hak Teâlâ hükümde, idrâkinde bu umûmiyet hâsıl olmayan kimseden daha ziyâde zâhir olur. Nitekim Hz. Ali (kerremallâhu vechehû) efendimiz buyururlar ki: “Biz Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz ile seferde idik. Teveccüh ettiğimiz hiçbir taş
ve ağaç yok idi ki, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e selâm vermesin.” Şimdi, bunu işiten felâsife, böyle şey olmaz, diye inkâr ederler. Zîrâ onlar hakāyık-ı eşyâdan gāfildir. (Rûm, 30/7) ya’ni “Onlar hayât-ı dünyâdan zâhir olanı bilirler”; zâhir ve mahsûs olmayanı bilmezler.
Meselâ: [16/21] Bir hardal tânesinde, hakîkatte cemî’-i mev- cûdât vardır. Velâkin onun taayyünü zuhûra mâni’dir; ve buna “sırr-ı tecelliyât” derler ki, ârif, her şeyde bütün eşyâyı görür. Nitekim Mahmûd-i Şebüsterî hazretleri buyurur: Tercüme: “Cihânı baştan başa bir âyîne ve her bir zerrede yüz güneşi tâbân bil!” *468

*468 Lâhicî, Mefâtîhu’l-İ’câz, s. 100 (beyit: 144); Gülşen-i Râz (tercüme ve şerh: A. A.)

Halîfe, ba’zan bir mes’elede hükmeder ki, o hüküm bir hadîse muhâlif olur; ve bu hükmü gören ehl-i hicâb: “Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yoktur, hâlbuki bu zât hadîs mevcûd iken bu mes’elede ictihâd etti; binâe- naleyh bu hüküm bâtıldır” diye iddiâya kıyâm ederler; ve onlar halîfeyi nass muvâcehesinde ictihâd etti tahayyül ederler. Bu ise, onların tahayyül ettikleri gibi değildir. Belki bu hadîsin Sallallâhu aleyhi ve sellemden su- dûru bu İmâm indinde keşf cihetinden sâbit olmamıştır da, onun için böyle hükmetmiştir; ve eğer keşf cihetinden o hadîsin Nebî (a.s.)a nisbeti onun indinde sâbit ola idi, elbette bu hadîs-i şerîf mûcibince hükmeder ve nass mevcûd iken bittabi’ o mes’elede ictihâd etmezdi. Eğer i’tirâzan denecek olur ise ki: “İmâm indinde sâbit olmayan hadîs, Sallallâhu aleyhi ve selleme varıncaya kadar racül-i adlden racül-i adle intikāl etmek sûre- tiyle bize vâsıl olmuştur. Buna adem-i i’timâd nasıl câiz olur?” Hz. Şeyh (r.a.) bu i’tirâza cevâben buyururlar ki: O racül-i adl vehimden ve ma’nâya intikālden ma’sûm değildir. Ya’ni racül-i adl bir hadîsi naklederken o kelâmda tevehhüm ettiği bir ma’nâyı ifâdeye sa’yeder. Bundan kendisinin bile haberi olmaz; hadîs-i sâf naklettiğini zanneder. Bu hâl umûr-i âdiyede dâimâ bizim başımızdadır. Meselâ birisi bir söz söyler. Aradan hayli vakit geçer. Biz o sözü diğer bir kimseye naklederken tevehhüm ettiğimiz ma’nâ vech ile ifâde ederiz. Hâlbuki kāilin murâdı bizim ifâde ettiğimiz ma’nâ değildir. İşte halîfeden herkesin nass zannettiği [17/28] şeye bu sebeble muhâlif hüküm vâki’ olur. Ve bu hâl Îsa (a.s.)dan dahi vâki’ olur. Zîrâ Îsâ (a.s.) âhir zamanda nüzûl ettiği vakit, eimmenin ictihâdâtı ile takarrür eden şer’den birçoklarını kaldırır. Binâenaleyh Îsâ (a.s.), bu gibi ahkâm-ı kesîreyi kaldırmakla, Resûl (a.s.) kendi zamân-ı saâdetlerinde, nasıl bir hakk-ı meşrû’ sûreti üzerine idiyse, o hakk-ı meşrû’ sûretini tebyîn eder; ve ondan evvel zuhûr edecek olan Hz. Mehdî dahi böyledir. Mezâhib-i er- baayı ref ’edip dîn-i hâlis üzerine hükmedecektir. Onun için Hz. Mehdî’ye muhâlif olanların pek çoğu ulemâ-i zâhirdendir. Ehl-i keşf olan evliyâ ise o hazrete tâbi’ olacaklardır. Husûsiyle nâzil olan bir hükümde eimmenin ahkâmı teâruz ederse, bu ahkâm-ı müteârızanın ref ’i evlâ-bi’t-tarîktir. Zîrâ bu ihtilâfa bakılınca sûret-i kat’iyyede ma’lûm olur ki, eğer esâsında ihtilâf olunan mes’ele hakkında vahy nâzil olsa idi, vücûh-i muhtelifeden biri ile nâzil olur idi; ve o vech-i vâhid dahi hükm-i ilâhî olurdu. Ve hükm-i ilâhî- den gayrı olan vecihleri, her ne kadar eimmenin ictihâdâtı hasebiyle, Hak takrîr etmiş ise de, o şer’-i takrîr bu ümmetten haracın ref’i ve hükmün genişlemesi içindir. Zîrâ eimmenin ahkâm-ı muhtelifesi olmasa, hükkâm ba’zı mesâilde hükm için güçlük çekerler idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: (Bakara, 2/185) ya’ni “Allah Teâlâ size kolaylık murâd eder ve size güçlük murâd etmez.” İşte bu sebebden dolayı müctehid ictihâdında hatâ ederse de, yine kendisine bir sevâb yazılır.
Ma’lûm olsun ki “meşiyyet” lugatta “hâhiş, istek ve irâde” ma’nâsına- dır. Fakat “meşiyyet” ile “irâde” arasında, muhakkikîn ıstılâhınca fark var- dır. Şöyle ki “meşiyyet”-i Hak, ezelî ve ebedîdir ve onun menşei zâttır; ve o, bir ma’dûmun îcâdına veyâ bir mevcûdun in’idâmına taalluk eden hâhiştir. “İrâde” ise, yine hâhiş-i zâttır. Fakat bir ma’dûmun îcâdına taalluk eden hâhiştir. Şu hâlde “meşiyyet”, “irâde”den eamm olur. Ya’ni her irâ- de meşiyyettir, fakat her meşiyyet irâde değildir. Ve zât-ı Hakk’a mensûb olan hâhişin ma’nâsı, zât-ı Hakk’ın kendi zâtına tecellîsine, zâtın hâhişidir. Binâenaleyh bu talebin menşei zâttır; esmâ ve sıfât değildir. Zîrâ zât-ı sırf mertebesinde esmâ ve sıfât yoktur ki, menşe’-i taleb ve hâhiş olabilsinler. Onlar ancak bu tecellî-i zâtî ile ilm-i Hak’ta [17/34] peydâ olurlar; ve ondan sonra, o esmânın îcâdına irâde-i ilâhiyye taalluk eder.
Ma’lûm olsun ki “meşiyyet” mertebe-i ahadiyyette zâtın zuhûra olan hâhişinden ibârettir. İşte bu meşiyyet hasebiyle zât, kendine tecellî ettikde, zâtında bilkuvve mündemic olan nisebin sûretleri, onun ilminde peydâ olur; ve bu suver-i nisebiyyeye “a’yân-ı sâbite” tesmiye olunur. Ve a’yân-ı sâbite hîn-i sübûtlarında Hakk’ın ne sûretle ma’lûmu oldularsa, irâde-i ilâ- hiyye dahi, vücûd-ı hâricîde, onların o sûretlerle zâhir olmalarına taalluk eder. Şu hâlde, “ilim”, ma’lûm olan a’yân-ı sâbiteye ve “irâde” dahi ilme ve bunların cümlesi de “meşiyyet”e tâbi’ olurlar. Ve mâdemki îcâd ve i’dâm ancak meşiyyetin hükmüyle vâki’ olmaktadır, bu takdîrde meşiyyet bittabi’ abdden sâdır olan fiilin “ayn”ının îcâdına teveccüh eder. Yoksa kendisinden fiil sâdır olan abd üzerine teveccüh etmez. Zîrâ cebir yoktur. Belki abdin iki eli üzerinde zâhir [17/36] olan fiil kendi isti’dâd-ı ezelîsi hasebiyledir. Eğer abd fiilinde mecbûr ise, bu cebir Hak tarafından değil belki abdin kendi tarafındandır. Abdin isti’dâd-ı ezelîsine gelince, bu isti’dâd mec’ûl ve mahlûk değildir ki, “Bu isti’dâdı ona kim vermiştir?” suâli vârid olabilsin.
Ya’ni emr-i meşiyyet hakîkatte kendisinden fiil sâdır olan kimsenin üzerine değil, o kimseden sâdır olan fiilin “ayn”ının îcâdına teveccüh eder. Zîrâ bir şeyin vücûdu ve ademi “meşiyyet”in kuvvet ve saltanatı tahtındadır. Onun kudretinin hâricinde hiçbir şeyin vukūu mümkin değildir.
Velhâsıl âlemde olan şeyin hepsi insanın taht-ı teshîrindedir. Bunu ken- di vücûdunda zevkan ve hâlen bilen ve idrâk eden insân-ı kâmildir. Ve bunu zevkan ve hâlen bilmeyen ve idrâk etmeyen ve kendi kıymetini tak- dîr edemeyip, inkâr-ı hakāyık ile kendisini hayvâniyet sâhasına salıvererek huzûzât-ı nefsâniyyesine meclûb olan insân-ı hayvândır. Beyit:Tercüme:

“Sen kıymetçe iki cihânın verâsındasın. Ne yapayım ki kendi kadrini bilmiyorsun.”

Ve Risâle-i Gavsiyye’de buyurulur:

“Allah Teâlâ bana buyurdu: Yâ gavs-i a’zam! İnsan benim sırrımdır ve ben onun sırrıyım. [252/21] Eğer insan, benim indimde olan mertebesini bilse, enfâsdan her bir nefesde, bugün mülk ancak benimdir, der idi.”

Hz. Hızır hakkında rivâyât-ı muhtelife vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Mûsâ ile mülâkāt eden abdin Hızır olduğu musarrah değil ise de, hadîs-i şerîfte Hızır olduğu sarâhaten beyân buyurulmuştur. Muhakkikî- nin âsârına nazaran Hızır’ın hayât-ı berzahiyye ile hayy olup, âlem-i şehâ- dette sulehâ ile [252/64] mülâkāt ettiği anlaşılmaktadır. Hattâ bu ma’nâyı te’yîden Azîz Nesefî hazretleri Risâleler’inin birisinde buyurur ki: “Vaktâki Mûsâ (a.s.) Hızır ile sohbet ettiği esnâda taâma ihtiyâc hissettiler; önlerine bir âhû kebâbı geldi. Fakat âhûnun Mûsâ (a.s.) tarafına gelen ciheti çiğ ve Hızır tarafına isâbet eden ciheti ise pişmiş idi. Cenâb-ı Mûsâ sebebini Hızır’dan suâl etti. Hz. Hızır: “Yâ Mûsâ, ben âhiretteyim, sen dünyâda- sın. Dünyâ mahall-i amel ve âhiret mahall-i cezâdır. Binâenaleyh benim ihtiyâcım hazır ve senin ihtiyâcın amele mütevakkıftır. Kalk, çiğ olan âhû- yu pişirmek için ateş yak!”626 Şeyh-i Ekber efendimizin Hızır hakkındaki beyânât-ı aliyyeleri Nefehâtü’l-Üns’te mufassalen nakledilmiştir.627 Burada zikri tatvîli mûcib olur.
Ma’lûm olsun ki, âlemde mevcûd olan her bir şey esmâ-i ilâhiyyeden birinin mazharıdır; ve herhangi bir isim alınsa, o isimde cemî’-i esmâ mündemicdir. Meselâ Semî’ ve Basîr ve Kādir ve Mürîd olmak için Hayy olmak lâzımdır; ve kezâ Hayy olunca Semî’ ve Basîr ve Kādir ve Mürîd olmak iktizâ eder. İşte bu sebeble herhangi bir ismin mazharı olan bir şey’-i mevcûdda hayât vardır. Fakat her bir şeyin sûret-i müteayyinesi bu esmâ- nın kâffesinin zuhûr-ı ahkâmına müsâid değildir. Binâenaleyh cemâdda “hayât” bâtındır ve nebâtta mahsûstür ve hayvanda zâhirdir; insanda ise azhardır. İmdi insandaki sûret-i kemâliyye bilcümle esmâ ahkâmını izhâr ettiği için, âlemden insanın taht-ı teshîrinde olmayan bir şey yoktur. Bu teshîr keyfiyeti kısmen insân-ı kâmilde bile meşhûd olup muhtâc-ı îzâh değildir. Böyle olunca Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde “Allah Teâlâ, göklerde ve yerlerde olan şeyin kâffesini size müsahhar kıldı” (Câsi- ye, 45/13) buyurdu.
Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerine râci’dir. Zîrâ gerek (S.a.v.) Efendimiz ve gerek onun verese-i irfânı olan kümmelîn hazarâtı, mazhar-ı ism-i câmi’ olup, bilcümle esmânın ahkâmı ve âsârı fiilen kendilerinden zâhir olur. Meselâ “Muhyî” ismi ile ölüyü diriltir; ve “Mümît” ismi ile diriyi öldü- rürler; ve “Hâlık” ismiyle mahlûk halkederler. Ve kezâ Hak Teâlâ âlem-i şehâdette, ya’ni âlem-i kebîr-i munfasılda, mahlûk olup insân-ı kâmilin
vücûdundan ayrı ve hâric olan bilcümle eşyânın hakāyıkını îcâd eyledi. Zîrâ insân-ı kâmilin vücûdunda, âlemde ne kadar eşyâ var ise, sûret i’ti- bâriyle onların nazîrini bulmak mümkin değil ise de, onların ma’nâlarını ve hakîkatlerini bulmak kābildir. Nitekim ahsen-i takvîm üzere mahlûk olan insân-ı nâkısta bile ba’zı esmânın ahkâmı fiilen zâhir ve bu hakā- yık mündemicdir; ve cemâd ve nebât ve hayvânâtın envâına âit hakāyık-ı süfliyyenin ve melâikenin envâına müteallik hakāyık-ı ulviyyenin vücûdu insanda mahsûstür. İşte bu sebeble insanda [252/19] gâh sıfât-ı hayvâniyye ve gâh sıfât-ı melekiyye ve gâh sıfât-ı şeytâniyye gālib olup, kendisinden ona göre ef ’âl sâdır olur. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) âlem-i kebîr-i munfa- sılda olan şeylerin âlem-i sagîr olan insanda ne sûretle mevcûd olduğunu et-Tedbîrâtü’l-ilâhiyye fî ıslâhı memleketi’l-insâniyye nâmındaki eser-i âlîle- rinde tafsîlen îzâh buyururlar. Ve kezâ muhtasar-ı şerîf olan insân-ı kâmili Allah Teâlâ âlemin rûhu yaptı da, sûretinin kemâlinden dolayı âlî ve sâfil olan eşyâyı ona teshîr etti. Zîrâ Fass-ı Âdemî’de îzâh olunduğu üzere âlem bî-rûh bir cesed-i müsevvâ mesâbesinde olup Âdem o âlemin rûhudur. Onun sûreti, hakāyık-ı ilâhiyyeyi ve hakāyık-ı âlemi câmi’dir. Binâenaleyh onun bu sûret-i câmia ve kâmilesi sebebiyle, ulüvvü ve süflü Hak Teâlâ ona müsahhar kıldı. “Ulüvv”den murâd, ervâh-ı ulviyye ve âlem-i ervâh ve esmâ-i vücûbiyye-i ulviyye; ve “süfl”den murâd dahi eşhâs-ı süfliyye ve âlem-i şehâdet ve mezâhir-i kevniyyedir.
Âlemden Allah Teâlâ’yı hamd ile tesbîh etmeyen bir şey ve bir mevcûd olmadığı gibi, yine o âlemden insana müsahhar olmayan bir şey ve bir mevcûd yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu iktizâ eder.
İmdi benim için iki vecih vardır: “Hüve” ve “ene”. Hâlbuki Hakk’ın zuhûr-ı enâniyyeti için “ene” lafzı yoktur.
Ya’ni benim vücûdum vaktâki vücûd-ı mutlakın “ayn”ı oldu, bu vü- cûdum o vücûd-ı mutlakın ayn-ı sâbiteme inzımâmiyle müteayyin oldu. Ya’ni Hak, sûret-i ilmiyyesi olan ayn-ı sâbiteme, vücûd-ı mutlak-ı latîfi- nin bi’t-tenezzül kesâfeti cihetiyle, bu hazret-i şehâdette, bir vücûd verdi. Binâenaleyh benim için iki vecih vardır ki, birisi “vech-i hüviyyet” ve diğeri “vech-i enâniyyet”tir. Birinci veche göre Hak ile aramızda imtiyâz yoktur. İkinci veche göre temeyyüz hâsıl ve ubûdiyetle rubûbiyet zâhir olur. Ve Hakk’ın enâniyeti zâhir olmak için [5/43] “ene” lafzı yoktur. Ya’ni Hak için enâniyet yoktur. Belki O’nun kendi zâtıyla bir enâniyeti vardır. Zîrâ “ene” lafzı, kişinin kendi muhîtinde bulunan benliklerden, kendi benli- ğini tefrîk ve temyîz için vaz’edilmiş olan bir lafızdır. Hâlbuki Hak mev- cûddur; ve onunla berâber ezelen ve ebeden hiçbir şey mevcûd değildir. Allah Teâlâ ezelde mevcûd idi ve[ O’nunla berâber bir şey yok idi; ve el’ân dahi mevcûd olup yine O’nunla berâber bir şey yoktur.] Binâenaleyh O’nun benliği kendi zâtıyladır; ve kendi zâtında müstehlektir. Şu hâlde Hak için “ene” lafzı yoktur; ve Hak zâtı hasebiyle kendinin gayrı görünen âlemlerden ganîdir; ve benim enâni- yetim O’na muhtaçtır. Çünkü “ben, ben” dediğim, benim bu taayyünüm, O’nun vücûd-ı mutlakının bu kisve ile mukayyeden zuhûrudur. Eğer O enâniyyet-i zâtiyyesini izhâr etse, eşyâ fânî ve ağyâr ma’dûm olur. Velhâsıl ba’zı ehl-i aklın tevehhümleri gibi O’nun bizden ayrı enâniyeti ve taayyünü yoktur. Bu tevehhümün menşei, O’nun bizim enâniyetimizde ihtifâ etmiş olmasındandır.
Hâlbuki bâlâda Fîhi Mâ Fîh’den muktebes fıkarâtta dahi beyân olunduğu üzere melâikede ihtiyâr yoktur ki, onlardan Hakk’a muhâlefet sâdır olsun da, bilâhare Gafûr ve Gaffâr isminin mahall-i tecellîsi olabilsinler. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyurulur: ya’ni “Eğer siz günâh etmeseniz Allah Teâlâ hazretleri sizi giderip َgünâh eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret taleb ederler. Hak da onları mağfiret eyler.”

Beyit:
Âyine-i mağfiret sûret-i isyânadır
Halk günâh etmese halkeder âhar İlâh

( Beyit XIX. yüzyıl Mevlevîlerinden Hasan Nazif Dede’ye (v. 1278/1861) âittir. Bk. Mevlevî Nazif Dede Dîvânçe ve Risâlesi, s. 72-73.)

Böyle olunca biz esmâ-i ilâhiyyeden hangileriyle [1/69] mütehakkık olmuş ve ilim- den ve kemâlâttan ve ezvâktan ne gibi şeyleri hâvî bulunmuş isek onlarla iktifâ etmeyelim; ve “İşte esmâ bizim mütehakkık olduğumuz kadardır; ve kemâlât dahi bizden sâdır olan mikdârdır” diyerek esmâ ve kemâlâtı takyîd ile da’vâ etmeyelim. Hakîkat-i hâl bu merkezde iken biz kâffe-i es- mâ-i ilâhiyye ile tahakkuk eylediğimizi alelıtlâk nasıl da’vâ edebiliriz? Ve mütehakkık olmadığımız cihetle hâlimiz olmayan ve o kemâlâttan bizim ilm-i zevkî ve hâlî üzere olmadığımız bir şeyi da’vâ ile ta’mîm eyleyelim de, bu da’vâ-yı umûmîmiz sebebiyle, indallah ve inde’n-nâs rezîl mi olalım?
Zîrâ onların bilfarz, kâğıt, kalem, hokka gibi vücûd-ı aynîleri olmadığı için, hayâttır, bu ilimdir ve o kudrettir” diye kendileri işâret-i hissiyye ile gös- terilemez; ve hiss-i basar onları müşâhede edemez. Binâenaleyh onlar akıl gözüyle meşhûd olarak zihinde ma’lûm olurlar. Şu hâlde bu umûr-i külliy- ye bâtın olmakla berâber vücûd-ı aynîden zâil olmazlar; ya’ni bu maânî-i latîfe-i bâtıne suver-i kesîfe-i ecsâma dâimâ taalluk eder. Zîrâ sûret ma’nâ ve ma’nâ da sûret ile müttehiddir; ve onların yekdîğerine alâkāt-ı şedîde- si vardır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin murâd-ı âlîleri, Hakk-ı latîf ile âlem-i kesîf arasındaki irtibâtı beyândan ibârettir.

İşte vücûd-ı kesîf-i aynî sâhibi olan her bir şeyde, bu umûr-i külliyyenin hükmü ve eseri vardır. Zîrâ umûr-i ma’kūleden olan vasıf, taalluk edecek bir mevsûf ister. Mevsûf olmayınca vasfın irâesi mümkin değildir. Meselâ tûl, arz ve umk birer vasıftır. Cisim olmayınca bu vasıflar görünmez. Hâl- buki cismi ta’rîf ederken kendisinde tûl ve arz ve umk olan şeydir deriz. Bu vasıflar ise, cisimden mücerred olmayıp, belki cismin “ayn”ıdır. Binâena- leyh o emr-i küllî mevcûdât-ı ayniyye a’yânının [1/72] gayrı değil, belki “ayn”ıdır. Velâkin bu ayniyet, külliyye-i mutlaka cihetinden değildir. Me- selâ uzunluk bir vasf-ı küllî-i mutlaktır. Elimize uzun bir değnek aldığımız- da bunda uzunluk vasfını görürüz; ve bu uzunluk o değneğin aynıdır. Fa- kat uzunluğun hepsi bu değnekte müctemi’ değildir. Yekdîğerinden daha uzun birçok değnekler daha vardır. Şu hâlde bu değnekteki uzunluk vasf-ı cüz’î-i mukayyeddir; ve o değnek bu vasf-ı cüz’î-i mukayyed olan uzunlu- ğun “ayn”ıdır. Ve umûr-i külliyye, kendi nefsinde, dâimâ mertebe-i akılda sâbittir. Binâenaleyh o umûr-i külliyye, mertebe-i akılda sübûtu cihetin- den bâtın oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdât-ı kesîfe cihetinden dahi zâhirdir. Meselâ tûl, arz ve umk umûr-i külliyyedendir. Bunlar kendi nefislerinde ve zâtlarında, herhangi bir cisme taalluk etmedikleri vakit, akıl mertebesinde dururlar; ve akıl mertebesinde sâbit oldukları hînde bâtındırlar. Fakat kesif olan bir cisme taalluk ettikleri vakit, mertebe-i histe zâhir olurlar. İmdi mâ- demki mertebe-i akılda sâbit olan umûr-i külliyyenin bu mertebeden ref ’i mümkin değildir; ve mâdemki onları akıl mertebesinden izâle edebilecek bir vücûd ile, mertebe-i histe bu umûr-i külliyyenin vücûd-ı aynî sâhibi olmaları mümkin değildir, şu hâlde gerek âlem-i rûhânîde ve gerek âlem-i histe her bir mevcûd-i aynînin bu umûr-i külliyyeye istinâdı sâbittir. Meselâ uzunluk vasf-ı küllîsini akıl mertebesinden kaldırmak mümkin değildir. Zîrâ bu, bir mefhûm-i küllîdir. Birçok uzunluklar ecsâm-ı kesîrede zâhir olmakla, bu mefhûm-i küllî yine akıl mertebesinde durur. Bunu ora- dan ayırmak imkânı yoktur; ve bu mefhûmun akıl mertebesinden kâmilen kalkıp da âlem-i histe bir vücûd-ı aynî sâhibi olması da mümkin değildir. Şu hâlde değnekler, ağaçlar, kuleler, minâreler ilh gibi âlem-i histe bulu- nan her bir mevcûd-i aynînin bu uzunluk mefhûm-i küllîsine istinâdı sâbit olur. Diğer mefhûmât-ı külliyye de buna kıyâs olunsun.

Ya’ni Allah Teâlâ لَيــس َكم ْثلــه َشــيء kavliyle kendisini hem tenzîh ve hem de teşbîh ve tesniye eyledi. Zîrâ “ke-mislihî” deki “kâf” zâid i’tibâr olun- dukda “O’nun misli bir şey yoktur” demek olur ki, bu da avâmın anlayı- şına göre, sırf tenzîhdir. Çünkü kâffe-i eşyâdan onun misliyeti nefyedilmiş oluyor; ve Hak onlardan münezzehtir deniliyor. لَيــس nin ma’nâsı لَيــس َكم ْثلــه Fakat “kâf ”, gayr-ı zâid i’tibâr olundukda ya’ni “O’nun misli bir misil yoktur” demek olur. Bu da havâssın م ْثــ ُل م ْثلــه
anlayışına göre teşbîh ve tesniyedir. Zîrâ Hak hakkında evvelen misil isbât olunuyor; ba’dehû o misilden eşyânın misliyeti nefyediliyor. Bu ise vücûd- da ikilik ve müşâbehet isnâdından başka bir şey değildir. [3/23] Ve kezâ Hak Teâlâ’nın وهـو �لسـميع �لبصيـر kavli de hem teşbîh ve tesniyeyi ve hem de tenzîh ve tefrîdi mutazammındır. Zîrâ bu kavl işitilince vehle-i ûlâda avâmın zihnine mütebâdir olan ma’nâ, “işiticilik” ve “görücülük”te Hakk’ın halka müşârik olmasıdır. Çünkü halk dahi işitir, görür. Hâlbuki bu ma’nâda ikilik ve müşâbehet vardır. Tesniye, ya’ni iki kılmak budur ki, işitmek ve görmek hassasını hâiz olarak bir Hakk’ın ve bir de halkın vücûdu vardır; ve müşâbehet dahi görmekte ve işitmekte Hakk’ın, halka benzemesidir.

Fakat bu âyet-i kerîmeden ehl-i havâssın anladığı tenzîh ve tefrîd ma’nâsına gelince هو zamîrinin evvelen zikri ve haber olan “Semî’ ve Basîr” kelimelerinin harf-i ta’rîf ile gelmesi hasr ifâde ettiği cihetle ma’nâ: “Semî’ ve Basîr olan ancak Hak’tır; başka semî’ ve basîr yoktur” demek olur. Bu ise ancak tenzîh ve ifrâddır.

Vaktâki Hak Teâlâ münkirlere, “Cehenneme gidiniz!” buyurur. “Ni- çin?” derler. “Akāid-i nâ-şâyesteniz sebebiyle ” buyurulur. Derler ki: “Küf- rümüz irâde-i ilâhiyyen ile vâki’ olmamış mı idi?” Buyurur ki: “Evet, fakat irâdem ilmime ve ilmim dahi, sizin hakāyıkınızdan ibâret olan ma’lûma tâbi’dir.” Ve bu cevâb üzerine münkirler bilirler ve anlarlar ki, kendileri- ne gelen azâb yine kendilerindendir. Kendi düşen ağlamaz, deyip mebhût olurlar. Fakat bu ifâdât zevk-i isneyniyyet içinde bulunan kāriîn için kâfî değildir. Zîrâ onların nazarlarında Hakk’ın ve kendilerinin ve eşyânın ayrı ayrı vücûdları vardır. Bu sebeble suâllerini teselsül ettirirler.
Suâl: Biraz yukarıda, bekā-billâh makāmında olan insân-ı kâmilin mazhar olduğu esmâ-i ilâhiyye mecmûunun kuvvetiyle [13/12] tasarrufu ve îcâd ve i’dâma himmeti vardır denilmiş idi. Burada ise, ârifin ma’rifeti yükseldikçe himmetle tasarrufu eksilir, deniliyor. Hâlbuki insân-ı kâmil zamânının ferîdidir; ve ma’rifette evliyâullâhın kâffesinden âlîdir. Bu âlî ma’rifetle onun tasarrufu nasıl olur?

Cevâb: Bekā-billâh makāmında bulunan insân-ı kâmil, bir âyînedir ki, Zâtullah onda bütün esmâsıyla zâhir olur. Ve âyîne kendisinde görünen sûretlerde, nasıl ki zerre kadar tasarruf sâhibi değil ise, insân-ı kâmilin hâli dahi böyledir. Kendisinden sâdır olan ef ’âlin kâffesi Hakk’ındır. Zîrâ onda vücûd-ı müteayyininin sıfâtından mütevellid olan huzûzât nâmına hiçbir
şey kalmamıştır ki, irâde-i mahsûsası olsun da himmetini bir şeye taslît eylesin! Şu kadar ki, bu zât-ı saâdet-simât dahi her cisim sâhibi olan kimseler gibi, arz üzerinde yürür, ekl ve şürb ve nikâh eyler. Kendisinden rızâ ve gazab zâhir olur. Bu hâli görenler, onun dahi sıfât-ı nefsâniyyesi bizimki gibi uyanıktır, derler; hâlbuki uyumuştur. O himmet-i müstakille sâhibi değildir. Belki Hakk’ın irâdesi ne ise, himmetini ona taslît eder. Rızâsı ve gazabı, Hakk’ın rızâsı ve gazabıdır. Kendi aslâ tasarruf sâhibi değildir.Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyurulur (Kehf, 18/18) ya’ni “Sen onları uyanık zannedersin hâlbuki onlar uykudadır; ve biz onları sağa, sola döndürürüz.” Binâenaleyh bu zât-ı şerîfi zâhir hâline bakıp anlamak gāyet müşkildir. Nitekim Hz. Mısrî buyurur:
Özü yoktur ki özünden biline
Dahi tozmaz ki tozundan biline
Sen onu sanma sözünden biline
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı

Ma’lûmolsunki:HakTeâlâ hazretleri Ben gizli bir hazîne idim; bilinmeğe muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım.] hadîs-i kudsîsinde beyân buyurduğu üzere, kâinâtı ma’rifet-i ilâhiyyesi için halk buyurmuştur. Ve ma’rifet ise ancak zûhur ile olur. Zîrâ zâhir olmayan bir şey bilinmez.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu hadîs-i kudsî hakkında “Sened cihetin- den zayıftır, fakat keşf cihetinden sahîhtir” buyururlar. Ve âyet-i kerîmedeَ(Zâriyât,51/56) [Ben ins ve cinni ancak
ibâdet için yarattım.] buyurulmuş ve sultânü’l-müfessirîn İbn Abbas (r.a.) “li-ya’budûn”u [ibâdet etmeleri için] “li-ya’rifûn” [bilmeleri için] ile tefsîr buyurmuştur. Zîrâ ibâdet ma’rifetsiz olmaz; ve bilinmeyen bir şeye ibâdet olunmak mutasavver değildir. Binâenaleyh maksad-ı aksâ ma’rifettir; ve cemî’-i eşyânın fıtrat-ı asliyyelerinde ma’rifet vardır.
Fakat ins ve cinden, tâife-i kesîre, esfel-i sâfilîn-i tabîata reddolunduk- larında hicâbât-ı tabîiyye ile fıtrat-ı asliyyelerinden mehcûr kalmışlar ve
ِْ َولَ َقـ ْد َذ َر�أ َنـا ل َج َه َّنـ َم gaflet-i bî-nihâyeye dalmışlardır. Bu sebeble onlar hakkında (A’râf, 7/179) ya’ni “Biz ins ve cinden cehennem için tâife-i kesîre halkettik” buyurulmuştur. İmdi bu tâifenin perde-i gafletleri bu âlemde yırtılmak mümkin olmadığından, hâl-i gaflette kabzolunurlar; ve âhirette dâr-ı cehenneme idhâl olunurlar. Orada meks-i medîdden son- ra kendilerine kābiliyyet-i ma’rifet gelir; ve isti’dâdları mikdârınca hicâbları kalkıp, ma’rifet-i Hak husûl bulur. Velâkin mü’minîn, bu âlem-i tabîatta ara sıra gaflete düşer iseler de, fıtrat-ı asliyyelerini kaybetmediklerinden alâ-derecâti-isti’dâdihim Hakk’ı âriftirler. Binâenaleyh dâr-ı âhirette bun- ların me’vâsı ma’rifet-i kâmile mahalli olan cennet olur.
Buna binâen Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz, “fıtrat-ı asliyyen olan ma’rifet-i Hakk’ı, âlâyiş-i tabîata aldanıp zâyi’ etme, izhâr eyle; ve hakîkat-i nefsini bilip kendinin kim olduğunu anla!” buyururlar.

Vücûd-ı mutlak sıfât ve esmâ mertebesine tenezzül ettikde ilim, sem’, basar, kudret gibi niseb ve izâfât ile muttasıf olur; ve onun bu sıfât ile it- tisâfından taaddüd-i i’tibârî husûle gelir. Ve “isim”; bir sıfat ile mevsûf olan Zât’dan ibâret olduğuna göre, sıfât esmânın menşeidir. Ve esmâ nâmütenâhî olmakla berâber, kâffesinin medlûlü zât-ı vâhidden ibâret bulunduğundan, bu tekessür ayn-ı vahdettir. Ve âlemin zâtı, zât-ı Kādir’den mütemeyyiz olmuştur ki, bu da isimdir; ve isim, zâtın gayrı değildir. Bilcümle esmâ her ne kadar mertebe-i ahadiyyette müttehid iseler de, mertebe-i sıfâtta her birisinin hâssiyeti başka başka olduğundan yekdîğerinden ayrılırlar. Binâe- naleyh Alîm ismi ma’lûmun; ve Kādir ismi makdûrun; ve Hâdî ismi müh- tedînin; ve Mudill ismi dahi dâllin vücûd-ı hâricîde zâhir olmasını isterler. Hâlbuki onların vücûd-ı ilmîleri mevcûd olmaksızın, vücûd-ı hâricîlerinin zuhûru mutasavver değildir. Böyle olunca Hak Tealâ’nın “Kün!” [11/24] emri ile, a’yân-ı mümkinât, evvelen hâl-i ademde Hakk’ın ilminde sâbit oldular. Ve bu sübût ve takarrür, Hakk’ın zâtının iktizâsından olup, onun lâzımıdır. Ve bu a’yân-ı sâbite irâde ile mec’ûl değildir; şuûnât-ı zâtiyyedir. Ve bu şuûnât taayyünât-ı ademiyyeden ibârettir; ve rubûbiyetin sırrıdır. Zîrâ bunlar evvelen gaybdadır ve mahfîdir. Ba’dehû âlem-i şehâdete gelip zâhir; ve senin ve şunun bunun taayyünü ile müteayyin olurlar. Fakat “hakîkat”leri aslâ zâhir olmaz. Ve hiçbir mevcûdun ayn-ı sâbitesi zâil olma- dığından, bittabi’ rubûbiyet dahi aslâ bâtıl olmaz. Gâh mevtın-ı dünyâda, gâh mevtın-ı berzahta ve gâh mevtın-ı âhirette, o mevâtının îcâbına göre bir kisve-i vücûd ile müteayyin ve mevcûd olur. Ve cemî’-i mevâtında zâhir olan mevcûdâtın kâffesi, Hakk’ın vücûd-ı izâfîsidir.
Ya’ni Süleymân (a.s.) koyun ve tarla mes’elesinde, hükmünde isâbet eden müctehid gibidir. Ve Allah bir mes’elede müctehid-i musîbin hük- mettiği hükümle hükmeder. Eğer Allah Teâlâ hazretleri o mes’eleye Rûh-ı a’zam (s.a.v.) sûretiyle bi-nefsihî veyâhud resûlüne vahyolunan şeyle mütevellî olursa, bi-hasebi’l-mazhariyye kendisinden hüküm sâdır olan müctehid, bu hükmünde musîb olduğu için [16/39] iki ecir kazanır. Bu iki ecirden birisi, hükümde doğruluğuna ve diğeri, çalışmasına karşıdır; ve bu hükm-i muayyende hatâ eden müctehid için dahi bir ecir vardır ki, bu da onun sa’yine mukābildir. Maahâzâ hatâ eden müctehidin bu hükmü, Hak Teâ’la’nın (Enbiyâ, 21/79) ya’ni “Cümleye hükmü ve ilmi Biz verdik” âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan hüküm ve ilim de dâhildir. Binâenaleyh müctehid-i muhtînin hatâsı zuhûr edinceye kadar, şer’an o hüküm ile amel etmek vâcibdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir