İçeriğe geç

Leibowitz İçin Bir İlahi Kitap Alıntıları – Walter M. Miller Jr.

Walter M. Miller Jr. kitaplarından Leibowitz İçin Bir İlahi kitap alıntıları sizlerle…

Leibowitz İçin Bir İlahi Kitap Alıntıları

Cehalet kraldır. Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez. Birçokları bu karanlık monarşi sayesinde parasına para katar. Onlar cehaletin maiyetidir ve onun adına insanları dolandırıp yönetir ve bu arada kendileri daha da zengin olup güçlenirler. Okuryazarlıktan bile korkarlar, çünkü yazılı söz düşmanlarını bir araya getirecek yollardan biridir. Çıkarlarının tehtit edilmekte olduğunu hissettiklerinde dünyaya savaşı dayatacaklar ve bunu izleyen şiddet bildiğimiz şekliyle toplumsal yapı tamamen harap oluncaya dek sürecek ve yerini yeni bir toplum alacak. Üzgünüm. Ama ben böyle görüyorum.
Doğa dayanma gücü vermeyeceği hiçbir şeye sizi maruz bırakmaz
Hangisine inanacağız? Ya da aslında fark eder mi? Eğer katliama katliamla, tecavüze tecavüzle, nefrete nefretle karşılık verilecekse, kimin baltasının daha kanlı olduğunu sormanın bir anlamı kalır mı?
Dünya elli yıldır krizde olmayı alışkanlık haline getirdi. Elli mi? Ben neden bahsediyorum? Kurulduğundan beri kriz içinde Sadece son yarım yüzyıldır bu dayanılmaz bir hal aldı.
Eğer bilgeliği bütün dünya bilge oluncaya dek saklarsanız, sevgili Peder, dünya ona hiçbir zaman erişilemeyecektir.
Eğer ortalık aydınlanacaksa, o zaman geçmişteki karanlığın da bir suçlusu bulunacak demektir.
Ah, bakıyorum da kehanetlerde bulunmaya başladın!
Hiç de değil. ‘Birazdan güneş batacak’ Şimdi bu bir kehanet mi? Hayır, sadece olayların devamlılığına olan inancın dışa vurulmasından ibaret.
Eğer düşünce yönetileceksu bu ancak mantığın kabul edebileceği bir yönde olabilirdi; aksini zorlamaya kalkarsanız size itaat etmezdi.
Siz zaten ruhsunuz
Sadece geçici olarak bir bedene sahipsiniz .
Hangisine inanacağız ?
Ya boyun eğ ya da açlıktan öl
Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez
Bunu tek başına omuzlayacağını sanmak ise budalalık .
cehaletim tamdır .
Geri dur! Höst!
Eğer katliama katliamla, tecavüze tecavüzle, nefrete nefretle karşılık verilecekse, kimin baltasının daha kanlı olduğunu sormanın bir anlamı kalır mı?
“Sorumluluk duyabilmek bilgeliktir, Benjamin. Bunu tek başına omuzlayabileceğini sanmak ise budalalık.”
“Eğer ortalık aydınlanacaksa, o zaman geçmişteki karanlığın da bir suçlusu bulunacak demektir.“
Her kim ki bir ırkı ya da bir devlet biçimini ya da güç odağını yüceltirse Her kim ki bu kavramları gerçek değerlerinin üzerine yükseltir ve onları putlaştırırsa, Tanrı’nın tasarladığı ve yarattığı bir düzeni çarpıtmış ve saptırmış olur
Cehalet kraldır. Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez. Birçokları bu karanlık monarşi sayesinde parasına para katar. Onlar cehaletin maiyetidir ve onun adına insanları dolandırıp yönetir ve bu arada kendileri daha da zengin olup güçlenirler. Okuryazarlıktan bile korkarlar, çünkü yazılı söz düşmanlarını bir araya getirebilecek yollardan birisidir. Silahları keskince bilenmiştir ve onları ustalıkla kullanırlar. Çıkarlarının tehdit edilmekte olduğunu hissettiklerinde dünyaya savaşı dayatacaklar ve bunu izleyen şiddet bildiğimiz şekliyle toplumsal yapı tamamen oluncaya dek sürecek ve yerini yeni bir toplum alacak.
Korkarım ki her değişiklikte olduğu gibi. Böyle olacağı için de çok üzgünüm. Şiddetle ve kargaşayla, ateşle ve öfkeyle gerçekleşecek, çünkü dünyada hiçbir değişiklik sessizce olmamıştır.
Çünkü kuşku inkar etmek değildir. Kuşku güçlü bir araçtır ve tarihe uygulanması gerekir.
“Karanlık çağ artık geçiyor gibiydi. Manastırlarda bin iki yüz yıl boyunca küçük bir bilgi ateşi hep canlı tutulmuştu; şimdi sıra aynı ateşin zihinlerde yakılmasına gelmişti. Uzun bir süre önce, son akıl çağı sırasında, kimi gururlu düşünürler sağlıklı bilginin yok edilemez olduğunu ileri sürmüşlerdi; fikirler sonsuz ve gerçek ölümsüzdü.”
“Cehalet kraldır. Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez. Birçokları bu karanlık monarşi sayesinde parasına para katar.”
İnsanlar ne zaman bir cennet yaratmayı başarıyor gibi olsalar onu beklemeye ya da kendilerine olan tahammülleri de azalıyordu. Kendilerine bir zevk bahçesi kuruyor ve bahçe zenginleşip güzelleştikçe içinde daha da bedbaht oluyorlardı; çünkü o zaman, belki de, bahçede bir şeylerin eksik olduğunun, bir ağacın ya da bir çalının bir türlü büyüyemediğinin farkına daha kolay varıyorlardı. Dünya karanlığa ve sefalete gömüldüğünde mükemmele inanmak ve onun özlemini duymak mümkündü. Ama dünya zenginlikle aydınlandığında iğnenin gözünün aslında ne kadar dar olduğunu hissetmeye başlıyor ve artık inanacağı ve özlem duyacağı bir şey kalmıyordu.
Tapınmak için yakılmış bir ateş, kabının içinde şükranla, yücelterek hafif hafif yanıyor. Ateş, dünyanın dört öğesinden biri, ama cehennemin de öğesi. Tapınağın yüreğinde şükranla yanarken aynı gece bütün bir kentin canına kıydı ve zehrini ülkenin üzerine saçtı. Tanrı’nın yanan bir çalıdan seslenmesi ne tuhaf ve insanoğlunun da cennetin simgesini cehenneme simge yapması.
Dinle, biz çaresiz miyiz? Bunu tekrar ve tekrar ve tekrar yapmaya mahkum muyuz? Bitmek bilmeyen yükselişler ve çöküşlerle Anka kuşunu oynamaktan başka çaremiz yok mu? Asur, Babil, Mısır, Yunanistan, Kartaca, Roma, Şarlman’ın ve Türklerin imparatorlukları. Toprak olmuş ve tuzla sürülmüşler. İspanya, Fransa, Britanya ve Amerika Yüzyılların unutulmuşluğunda yitmişler. Tekrar ve tekrar ve tekrar.
Kendi çılgın saatimizin sarkacına zincirlenmiş halde, akıbetimiz bu mudur, Tanrım?
Hâlâ çalışma odasında oyalanmaya devam ediyor ve eve dönmekten ürküyordu. Ev otoyolun hemen karşı tarafında duvarlarında bin sekiz yüz yıl önce ölmüş bir uygarlıktan kalan betonun döküntülerini taşıyan kadim bir binaların hayaletlerle dolu salonlarındaydı. Eski manastıra gitmek için otoyolu geçmek sanki başka bir çağa atlamak gibiydi. Burada, yeni alüminyum ve cam binalarda, o sadece bir teknisyendi ve çalışma masasının üzerinde olup bitenler de neden değil nasıl oldukları gözlenecek olgulardı. Yolun bu tarafında Şeytan’ın lanetlenmesi radyasyon sayaçlarının mırıltısından ya da bir sismograf ibresinin kıpırtısından ruhsuz aritmetikle elde edilecek bir çıkarımdan ibaretti. Ama eski manastıra vardığında teknisyenliği sona erecekti; orada İsa’nin bir rahibi, bir kitap kaçıran ve Leibowitz cemaatinin bir ezbercisiydi. Orada soru, Neden, Tanrım, neden? şeklinde sorulmalıydı.
Hükümet biliyordur. Hükümet bilmek zorunda. Yine de hiçbir şey duymuyoruz. İsteriye kapılmaktan korunuyoruz. Böyle demiyorlar mı? Manyaklar! Dünya elli yıldır krizde olmayı alışkanlık haline getirdi. Elli mi? Ben neden bahsediyorum? Kurulduğundan beri kriz içinde Sadece son yarım yüzyıldır bu dayanılmaz bir hal aldı. Üstelik neden, Tanrı sevgisinden mi? Asıl kışkırtıcı olan şey, gerilimin özü nedir? Siyasi görüşler mi? Ekonomi mi? Nüfus baskısı mı? Kültür ve inanç farklılıkları mı? On uzmana sor, on değişik yanıt al. İşte yine Şeytan. Kardeşim, bu canlı türü doğuştan mı zırdeli? Eğer doğuştan deliysek, Cennet’i nasıl ümit edebiliriz? Sadece inanmakla mı? Yoksa hiç mi umut yok?
yılan hâlâ fısıldıyordu: Çünkü Tanrı orada yediğiniz gün gözlerinizin de açılacağını biliyor; tanrılar gibi olacaksınız. Yalanların ihtiyar babası yarı gerçeklerle konuşmayı iyi beceriyordu: İkisinden de biraz tatmadan iyiyle kötüyü nasıl ayırt edeceksin? Tat ve Tanrılarla bir ol.
“Korkarım ki her değişiklikte olduğu gibi. Böyle olacağı için de çok üzgünüm .Şiddetle ve kargaşayla ,ateşle ve öfkeyle gerçekleşecek,çünki dünyada hiçbir değişiklik sessiZce olmamıştır.”
“Cehalet kraldır.Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez. Birçokları bu karanlık monarşi sayesinde parasına para katıyor.”
“ .dünyayı bin iki yüz yıldır olduğundan bir milim daha iyiye doğru götürebiliriz ”
“Dünya Hiçbir zaman daha iyi olmadı,hiçbir zaman da olmayacak. Daha zengin,daha fakir ya da daha hüzünlü olabilir ama daha bilge asla,ta ki son gün gelip çatıncaya dek”
“İnsanın gerçekten ayırt edebilmeden önce yalnışla haşir neşir olması gerekir sanıyorum;eğer daha tatlı olduğu için yanlışa sımsıkı sarılmazlarsa.”
Diyorlar ki yeni bir şafağın eşiğindeymişiz. Eğer ortalık aydınlanacaksa, o zaman geçmişteki karanlığın da bir suçlusu bulunacak demektir.
“Armbruster Kardeş, lütfen ayaklı merdiveni alınız ve şu haçı indiriniz.”
Kütüphanecinin yüzünün kanı çekilmişti. Dili tutulmuş halde Dom Paulo’ya bakakaldı.
“Burası bir kilise değil,” dedi başrahip. “Sembollerin yerleştirilmesi tercihe bağlıdır. Şu an için, haçı bir zahmet indireceksiniz. Görüldüğü kadarıyla lambaya uygun yegane yer bu. Daha sonra yine değiştiririz. Şimdi bütün bunların kütüphanenizin düzenini bozduğunu görebiliyorum, beki sindirim sisteminizi de ama bunun ilerlemeye hizmet edeceğini umuyoruz. Eğer değilse, o zaman ”
“İlerleme uğruna Tanrımıza çekil kenara diyorsunuz!”
Karanlık çağ artık geçiyor gibiydi. Manastırlarda bin iki yüz yıl boyunca küçük bir bilgi ateşi hep canlı tutulmuştu; şimdi sıra aynı ateşin zihinlerde yakılmasına gelmişti. Uzun bir süre önce, son akıl çağı sırasında, kimi gururlu düşünürler sağlıklı bilginin yok edilemez olduğunu ileri sürmüşlerdi; fikirler sonsuz ve gerçek ölümsüzdü. Ama bu sadece en derin anlamda geçerli, diye düşündü başrahip, görünüşte ise hiç de doğru değil. Evet, dünyanın nesnel bir özü vardı: Tanrı’nın ahlak üstü kelamı ve düzeni; ama bu İnsan’a değil Tanrı’ya ait bir özdü, ta ki belirli bir insan toplumunun zihninde, dilinde ve kültüründe öze insanca değerler katabilecek hiç de mükemmel olmayan bir enkarnasyon, karanlık bir yansıma bulununcaya dek. Çünkü İnsan bir ruha olduğu kadar bir kültüre de sahipti ama onun kültürü ölümsüz değildi ve bir ırkla ya da bir çağla birlikte ölebiliyordu ve o zaman özün insandaki yansımaları ve gerçeğin insan tarafından tasviri de geriliyor, gerçek ve öz sadece Doğa’nın nesnel düzeniyle Tanrı’nın tarifi olanaksız kelamında baki kalıyordu. Gerçek çarmıha gerilebilirdi ama çok geçmeden bir yeniden dirilmenin olması da mümkündü.
Apollo masanın arkasından kalktı ve sarayı, kışlayı ve akademi binasını çevreleyerek bu valilik sığınağını karınca gibi kaynaşan ayak takımından ayıran duvarın ötesindeki çamurlu ve delik deşik sokağa baktı. Akademisyen akşam alacasında eşeğini eve götürmekte olan bir köylüyü gösteriyordu. Adamın ayakları çuval beziyle sarılmıştı ve çamurla öylesine sıvanmışlardı ki adam adım atmakta güçlük çekiyordu. Ama yine de ağır bir adımı bir diğeriyle takip ediyor ve ikisinin arasında yarım saniye durup soluklanıyordu. Çamuru kazıyamayacak kadar bitkin görünüyordu.
“Eşeğe binmiyor,” diye belirtti Dekan Taddeo, “çünkü bu sabah eşek mısır yüklüydü. Heybelerin şimdi boş olduklarını düşünemiyor. Sabah nasılsa akşam da aynı şekilde olmak ona uyuyor.”
“Onu tanıyor musunuz?”
“Benim penceremin altından da geçer. Her sabah ve her akşam. Onu hiç fark etmediniz mi?”
“Onun gibi bin tane var.”
“Bakınız. Bu kaba saba yaratığın uçan makineler icat etmiş, aya gitmiş, doğa güçlerini dizginlemiş, konuşan ve bir şekilde düşünebilen makineler yapmış insanlığın soyundan geldiğine inanabiliyor musunuz? Bir vakitler böyle insanların yaşadığına inanabiliyor musunuz?”
Apollo suskundu.
“Şuna bir bakınız!” diye ısrar etti akademisyen. “Ama artık hava çok karardı. Sifilizin ensesine nasıl yayıldığını göremezsiniz, tıpkı eriyip gitmiş burnu gibi. Parezi. Ama kuşkusuz ki işin başında da bir morondu. Cahil, batıl inançlı, katil. Çocuklarına hastalık bulaştırır. Üç beş kuruşa onları öldürebilir de. İşe yarayacak kadar büyüdüklerinde onları zaten satacaktır. Şuna bir bakınız ve söyleyiniz lütfen, bu bir zamanların güçlü uygarlığının soyundan mıdır? Ne görüyorsunuz?”
“İsa’nın suretini,” dedi monsenyör, kendi ani öfkesine şaşarak. “Ne görmemi bekliyordunuz?”
Akademisyen sabırsızca bir soluk verdi. “Çelişkiyi. Herhangi bir pencereden baktığınızda göreceğiniz ve tarihçilerin bizi hep aynı kaldıklarına inandırmaya çalıştığı insanlar. Büyük ve bilge bir uygarlık kendini böylesine nasıl mahvetmiş olabilir?”
“Belki,” dedi Apollo, “sadece maddi büyüklük ve maddi bilgelikten dolayı.” Bir yağ kandilini yakmaya gitti, çünkü akşam alacası hızla geceye dönüşüyordu. Kıvılcım tutuşana kadar çakmak taşını çeliğe sürttü, sonra kavı hafifçe üfledi.
“Belki,” dedi Taddeo, “ama sanmam.”
“Bu durumda tarihin tamamını bir efsane olarak reddediyorsunuz.” Kavdan bir alev yükseldi.
Ret demeyelim. Ama sorgulanması gerekir. Sizin tarihinizi kim yazdı?”
“Tarikat manastırları, tabii ki. En karanlık çağlar boyunca bunu yazabilecek başka kimse yoktu.” Ateşi lambanın fitiline taşıdı.
“İşte! Peki anti-papalar döneminde kaç ayrılıkçı mezhep tarihi kendilerine göre uyarlayıp eskilerin işiymiş gibi sundular? Bilemezsiniz, gerçekten bilemezsiniz. Bu kıtada bizim halen sahip olduğumuzdan kat kat ileri bir uygarlık vardı; bu kadarı yadsınamaz. Yıkıntılara ve paslı metallere baktığınızda bunu anlarsınız. Kabarık bir kum şeridinin altını kazarsanız onların yollarını bulursunuz. Ama sizin tarihçilerinizin bir zamanlar var olduğunu iddia ettikleri makineler nerede? Kendi kendine hareket eden arabalar, uçan makineler nerede?”
“Sökülüp saban ve çapa yapıldılar.”
“Var idiyseler tabii.”
“Eğer bundan kuşkunuz varsa, Leibowitz belgelerini araştırmaya niçin zahmet ediyorsunuz?”
“Çünkü kuşku inkâr demek değildir. Kuşku güçlü bir araçtır ve tarihe uygulanması gerekir.”
Derler ki Tanrı, tıpkı Nuh’un zamanında olduğu gibi fazlaca kibirlenen insanlığı imtihan etmek için, devrin bilge kişilerine -ki Kutsanmış Leibowitz de aralarındaydı- daha önce yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş ve içlerinde doğrudan doğruya cehennemden çıkma bir ateşi saklayan savaş silahları yapmalarını ve bu silahları prenslere dağıtarak her prense şunları söylemelerini buyurmuştu: “Biz bu silahı sırf düşmanında da aynısından olduğu için yaptık ve sana verdik ki onlar da bunu bilsinler ve saldırmaktan çekinsinler. Efendimiz, siz de bunu hatırlamaya özen gösteriniz, böylece hiç kimse yarattığımız bu korkunç şeyi yeryüzüne salmasın.” Ama bilge kişilerin uyarılarını kulak arkası eden prensler şöyle düşündüler: Eğer hızla ve gizlice vurursam onları uykularında yok ederim ve bana karşılık verecek kimse kalmaz; dünya benim olur.
İşte prenslerin ahmaklığı bu derecedeydi ve bunu Ateş Tufanı izledi.
Her şey cehennem ateşinin ilk kez salınmasını izleyen birkaç hafta -bazılarına göre birkaç gün- içinde olup bitmişti. Kentler kırık taşlarla dolu geniş arazilerin çevrelediği cam birikintilerine dönüşmüştü. Milletler yeryüzünden silinip giderken insanlar ve sığırlar, her türlü hayvan, havadaki kuşlar ve uçan diğer yaratıklar, ırmaklarda yüzen ve çayırlarda sürünen ve topraktaki deliklere kaçan her canlı hastalanmış, ölmüştü ve leşleri dört bir yana saçılmıştı; yine de, Serpinti iblislerinin hüküm sürdüğü topraklardaki cesetler uzun bir süre bozulmadan kalabiliyordu. Ormanlara ve tarlalara büyük gazap bulutları çöktü, ağaçlar kurudu, ekinler çürüdü. Bir zamanlar capcanlı olan topraklarda şimdi uçsuz çöller vardı ve insanlık hâlâ yaşamakta olduğu her yerde zehirli havayı soludu ve böylece ölmeseler bile hiç kimse etkilenmekten kurtulamadı; silahların vurmadığı yerlerdeki insanların da çoğu zehirli havadan dolayı öldü.
Dünyanın her yanında insanlar bir yerden diğerine kaçtılar ve diller karmakarışık oldu. Prenslere, prenslerin hizmetindekilere ve silahları tasarlayan müneccimlere karşı duyulan gazap çok büyüktü. Yıllar geçti ve toprak yine de temizlenmedi. İşte böyle belirtilmişti kayıtlarda.
Karışan diller, iç içe geçen milletler ve korku nefreti dogurdu Ve nefret şöyle dedi: Bunu yapanları taşa tutalım ve karınlarını deşelim ve yakalım onları. Bu suçu işleyenlerin, uşakları ve bilgeleriyle birlikte, soylarını kurutalım; tüm eserlerini, isimlerini, hatta anılarını yakarak yok edelim. Onları mahvedelim ve çocuklarımıza bunun yepyeni bir dünya olduğunu ve daha önce olup bitenleri bilmemeleri gerektiğini öğretelim. Büyük bir saflaştırma yapalım ve dünya yeniden başlasın.
Böylece Tufan’dan, Serpinti’den, salgınlardan, çılgınlıktan, diller karmaşasından ve gazaptan sonra Saflaştırma’nın kan denizi geldi; insanlığın kalıntıları birbirlerini parça parça ettiler; yöneticileri, biliminsanlarını, önderleri, teknisyenleri, öğretmenleri ve gözünü kan bürümüş çetelerin şefleri dünyanın bu halinden dolayı kimi suçlu gördülerse onları öldürdüler. Bu çetelerin gözünde ilim ve irfan sahibi olmaktan daha berbat bir şey olamazdı, çünkü onlar önce prenslere hizmet etmiş, sonra ise kalabalıklara “gözü dönmüş saflar” diyerek kan dökmeyi reddetmiş ve çetelere karşı çıkmışlardı.
Kalabalıklar bu isme neşeyle sahip çıktılar ve şöyle haykırdılar: Saflar! Evet, evet! Ben bir safım. Sen de saf mısın? Bir kasaba inşa edeceğiz ve adını Safköy koyacağız, çünkü o vakte kadar bütün bunlara yol açan çokbilmiş piçlerin topu gebermiş olacak! Saflar! Hadi! Gösterelim onlara! İçimizde saf olmayan biri mi var? Gebertin piçi!
Saf sürülerinin öfkesinden kurtulabilmek için, hâlâ sağ kalabilmiş olan ilim sahibi kişiler bulabildikleri korunaklara kaçtılar. Kilise onları kabul ettiğinde, onlara rahip cüppeleri giydirdi ve onları ayakta kalan, tekrar yerleşilmeye hazır manastırlarda saklamaya çalıştı, çünkü çeteler dindarları, eğer kesinkes direnip şehit olmayı göze almamışlarsa, daha az hakir görüyordu. Bu tür korunaklar bazen elverişli oluyordu ama genellikle bunun tersi geçerliydi. Manastırlar işgal edilmiş, kayıtlar ve kutsal kitaplar yakılmış, sığınmacılar yakalanıp tez elden asılmış ya da yakılmışlardı. Saflaştırma hareketinde, başlamasının hemen akabinde, ne bir plan kalmıştı ne de bir amaç; ancak toplumsal düzenin son izleri de ortadan kalktığında görülebilecek bir kitlesel cinayetler ve imha çılgınlığına dönüşmüştü. Çılgınlık unutmanın değil, nefret etmenin öğretildiği çocuklara da bulaşmıştı ve Tufan’dan sonraki dördüncü nesilde bile kitlesel öfke parlamaları tek tük de olsa görülebiliyordu. O günlerde öfkenin hedefi haline gelmek için artık sadece ilim sahibi olmak değil -çünkü onlar çoktan tükenmişlerdi- okuma yazmayı bilmek bile yetiyordu.
Isaac Edward Leibowitz karısını bir süre boş yere aradıktan sonra Sistersiyanlara sığınmış ve Tufan sonrasının ilk yıllarında orada saklanmıştı. Altı yıl geçtiğinde Emily’yi ya da mezarını bulabilmek umuduyla güneybatıya inmişti. Orada karısının ölmüş olduğuna artık tam anlamıyla kani olmuştu, çünkü o yerlerde ölüm kayıtsız şartsız muzafferdi. Çölde kendi kendine sessizce ant içti. Sonra Sistersiyanların yanına döndü, kisvelerine büründü ve yıllar sonra bir rahip oldu. Çevresine birkaç arkadaş topladı ve gösterişsizce bazı önerilerde bulundu. Birkaç yıl geçtiğinde bu öneriler, iki bin yıl kıpırdamadan durduktan sonra yirmi yıl içinde tekrar ve tekrar yer değiştiren Roma’nın -ki artık bir şehir değildikulağına dek sızmışlardı. Önerilerin yapılmasından on iki yıl sonra, Peder Isaac Edward Leibowitz yeni bir cemaat kurma iznini Papa’dan almıştı. Bu yeni cemaate biliminsanlarının hamisi Aziz Thomas’ın hocası Albertus Magnus’un adı verilmişti. Henüz resmen ilan edilmemiş ve açıklık kazanmamış olan amaçları insanlığın tarihini, onu yok etmek isteyen safların torunlarının torunlarının torunları için saklayabilmekti. Cemaatin üyeleri atandıkları görevlerine göre ya “kitap kaçıran” ya da “ezberci” oluyorlardı. Kitap kaçıranlar güneybatı çölüne gizlice soktukları kitapları varillere doldurup gömüyorlardı. Ezberciler ise kendilerini, şanssız bir kaçakçının yakalanarak varillerin yerini işkence altında itiraf etmesi olasılığına karşı, ciltler dolusu tarih kitabını, kutsal belgeleri, yazın ve bilim yapıtlarını ezberlemeye adıyorlardı. Bu arada yeni tarikatın diğer üyeleri gizli kitap depolarına üç günlük mesafede bir su kuyusu keşfetmiş ve bir manastır inşa etmeye başlamışlardı. Böylece insanlık kültürünün küçük de olsa bir kısmını insanlığın kalıntılarından kurtarma projesi uygulamaya konulmuş oluyordu.
Leibowitz, kitap kaçırmada kendi sırasını savmaya çalışırken, bir saf çetesinin eline düşmüştü. Derhal affettiği dönek bir teknisyen onun sadece bir biliminsanı değil, aynı zamanda da bir silah uzmanı olduğunu ihbar etmişti. Kafasına bir çuval geçirilmiş ve bir yandan canlı canlı yakılırken, bir yandan da boynunu kırmayacak biçimde ayarlanmış bir kementle boğularak şehit edilmişti. İdamın nasıl yapılması gerektiğine yönelik çıkan fikir ayrılığında ortak yol da bu şekilde bulunmuştu.
Ezbercilerin sayısı azdı, bellekleri sınırlıydı.
Kitap varillerinin bir kısmı bulunmuş ve kitap kaçakçılarıyla beraber yakılmıştı. Çılgınlık devri boyunca manastır üç kez saldırıya uğramıştı.
Çılgınlık dininceye dek Tarikat’ın elinde insanlığın muazzam bilgi birikiminden geriye üç beş varil dolusu kitapla akıldan yazılmış, acınacak kadar az sayıda el yazması kalmıştı.
Şimdi, altı yüz yıl süren karanlığın ardından, keşişler bu belgeleri hâlâ koruyor, üzerlerinde çalışıyor, tekrar tekrar kopyalıyor ve sabırla bekliyorlardı. Önceleri, Leibowitz’in zamanında, gelecek dördüncü ya da beşinci neslin bu mirasa sahip çıkması umuluyor, hatta bekleniyordu. Ama ilk günlerdeki keşişlerin hesaba katmadıkları bir gerçek daha vardı ki o da şuydu: Eskisi tamamen ortadan kalktığında insanlık hemen iki nesil içinde yeni bir kültür mirası üretebilme yeteneğine sahipti. Bunu yasa yapıcılar ve peygamberlerle, dâhiler ya da delilerle gerçekleştiriyordu; bir Musa ya da bir Hitler, yahut cahil ama otoriter bir büyükbaba aracılığıyla kültürel bir miras akşamdan sabaha kadar oluşturulabiliyordu ve oluşturulmuştu da. Ama yeni “kültür” karanlıktan mirastı ve “vatandaş” ne kadar “köle” demekse, “saf” da o kadar “vatandaş” demekti. Keşişler bekledi. Kurtardıkları bilginin işe yaramaz olması, büyük bir kısmının artık bilgiden bile sayılmaması, bazen keşişlere bile tepelerden gelen cahil bir çocuğa olduğu kadar anlaşılmaz görünmesi onlar için fark etmiyordu: bu içi boşalmış, konusu çoktan yitip gitmiş bilgiydi. Yine de, bu tür bilginin kendine özgü sembolik bir yapısı vardı ve en azından simgeler arasındaki etkileşim gözlemlenebiliyordu. Bir bilgiler sisteminin nasıl örülmüş olduğunu gözlemlemek o bilgi hakkında asgari bir fikir sahibi olmak demekti, ta ki gelecekteki bir günde ya da yüzyılda bir bütünleştirici gelip her şeyi yerli yerine koyana kadar. Demek ki zamanın önemi yoktu. Belgeler oradaydı ve onlar bu belgeleri korumakla görevlendirilmişlerdi ve dünyayı saran karanlık bin yıl da sürse, on bin yıl da sürse koruyacaklardı; çünkü onlar, çağların en karanlığında doğmuş olsalar da, Mübarek Leibowitz’in kitap kaçıranları ve ezbercileriydi ve ister Saygıdeğer Başrahip isterse bir ahır uşağı olsun, manastırından çıktığında üzerinde bir kitap, bugünlerde ise genellikle bir dua ilmühaberi taşırdı.
Bilgisiz olması kişiyi aklasa da eylemini aklamaz.
Eğer ortalık aydınlanacaksa, o zaman geçmişteki karanlığın da bir suçlusu bulunacak demektir..
Uzaktan baktığınızda düşmanlarınızın birer iblise benzetirdiniz ama yaklaştığınızda en az sizinki kadar güçlü bir içtenliğe sahip olduklarını fark ederdiniz. Belki de şeytan en içten olandı.
Kader hep onlarca yıl uzaktaymış gibi görünür ama aniden artık onlarca yıl uzakta değildir; hemen şimdidir.
Hiç duymadığım kelimeleri sarf etmek geliyor içimden. Kurbağa boku. Cadı irini. Ruh kangreni. Ebedi beyin çürümesi. Beni anlıyor musun, kardeşim?
Eğer katliama katliamla, tecavüze tecavüzle, nefrete nefretle karşılık verilecekse, kimin baltasının daha kanlı olduğunu sormanın bir anlamı kalır kı?
Cehalet kraldır. Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez. Birçokları bu karanlık monarşi sayesinde parasına para katar. Onlar cehaletin maiyetidir ve onun adına insanları dolandırıp güçlenirler. Okuryazarlıktan bile korkarlar, çünkü yazılı söz düşmanlarını bir araya getirebilecek yollardan birisidir. Silahları keskince bilenmiştir ve onları ustalıkla kullanırlar. Çıkarlarının tehdit edilmekte olduğunu hissettiklerinde dünyaya savaşı dayatacaklar ve bunu izleyen şiddet bildiğimiz şekliyle toplumsal yapı tamamen harap oluncaya dek sürecek ve yerini yeni bir toplum alacak.
Kardeşim, bu canlı türü doğuştan mı zırdeli? Eğer doğuştan deliysek, Cennet’i nasıl ümit edebiliriz?
Dünya hiçbir zaman daha iyi olmadı, hiçbir zaman da olmayacak. Daha zengin, daha fakir ya da daha hüzünlü olabilir ama daha bilge asla, ta ki son gün gelip çatıncaya dek.
İşimin bitmesi için zamanın uygun olup olmadığına ben karar veririm.
Dünyanın ağırlığı ne kadardı? O tartar ama tartılmazdı. Terazisi hileli olurdu bazen. Bir kefeye yaşamı ve emeği koyardı, diğerine ise altını ve gümüşü. Bunlar hiçbir zaman denkleştirilemezdi. Ama o durmaksızın ve acımasızca devam ederdi tartmaya. Bir kefeye yığınla yaşam koyardı, diğerine ise arada bir azıcık altın.
Tanrım, gençlik günlerimde çok az sevdim seni; yaşlılığımda duyduğum büyük keder bundandır. Beyhude kaçtım Sen’den o günlerde. Sırtımı dönerek sana imandan daha akli, umuttan daha kati, aşktan daha tatlı bir şey aramaya kalkmıştım. Var mı benden daha aptalı?
“Doğa seni önceden hazırlamadığı hiçbir şeye zorlamaz.”
“Eğer bir kişi bir şeyin yanlış olduğunu bilmiyorsa ve bu cehaletiyle davranırsa o kişi suçluluk duymaz. Ama bilgisiz olması kişiyi aklasa da eylemini aklamaz, çünkü o eylemin kötülüğü, içindedir.”

“Eğer ben eyleme sırf o kişi bunun bilincinde olmadığı için izin verirsem ben de suçluyumdur, çünkü ben onun yanlış olduğunun bilincindeyim.”

“Kader hep onlarca yıl uzaktaymış gibi görünür ama aniden artık onlarca yıl uzakta değildir hemen şimdidir.
– Ben etten yapılıyım ve korkuyorum.
– Çelik dövülürken bağırır ve su verilirken içini çeker. Ağır bir yükün altına girdiğinde inler. Sanırım çelik bile korkuyor, evlat.
“İçlerinden biri gülümsüyordu. Sadece hafif bir gülümsemeydi ama asık suratların oluşturduğu bir denizde kremaya konmuş bir karasinek gibi belli oluyordu.”
“Dünya hiçbir zaman daha iyi olmadı, hiçbir zaman da olmayacak. Daha zengin, daha fakir ya da daha hüzünlü olabilir ama daha bilge, asla.“
“Cehalet kraldır. Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez.”
“Fethedilmemiş” bir zirveye tırmandığını sanarak, rakibinin taşa kazıdığı imzasıyla karşılaşan bir dağcının durumuna düşmüştü.
“Sorumluluk duyabilmek bilgeliktir, Benjamin. Bunu tek başına omuzlayabileceğini sanmak ise budalalık.”
Dünya, bir kefeye yaşamı ve emeği koyardı, diğerine ise altını ve gümüşü. Bunlar hiçbir zaman denkleştirilemezdi.
Eğer ailesi onu tamamen gözden çıkarmış olsaydı belki de dışlanmayı bu kadar dert etmeden olgunlaşacaktı. Ama babası ve onu karnında taşıyan hizmetçi kız taştan değil de insan etinden doğduğunu unutmamasını sağlayacak sıklıkla da olsa onu ziyarete geliyorlar ve böylece hak ettiği sevgiden mahrum bırakılmış olduğunu belli belirsiz fark etmesine neden oluyorlardı.
Her şeyin yakında biteceğini bilmek ona dayanma gücü veriyordu.
Kendinin affedilemeyecek kadar önemli olduğunu sanmak daha da büyük bir kibri gösterir.
Peder Cheroki her zaman makamı kişinin önünde tutmuş ve tepkisini makamın yetkilerine göre ayarlayarak, çağlardır süren saray adetlerine uygun biçimde, saygıyla konuşmuştu.
Gökyüzünde bir grup kümülüs bulutu, kavrulmuş çölü acımasızca kandırıp ıslak lütuflarını bırakmak için dağlara doğru koşarken güneşi maskelemeye ve aşağıdaki yanık toprakların üzerine koyu gölgeler düşürüp, aralıklı da olsa, yakıcı gün ışığından molalar sunmaya başlamışlardı.
Eğer bilgeliği bütün dünya bilge oluncaya dek saklarsanız, sevgili Peder, dünya ona hiçbir zaman erişemeyecektir.
Cehalet kraldır. Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez. Birçokları bu karanlık monarşi sayesinde parasına para katar. Onlar cehaletin maiyetidir ve onun adına insanları dolandırıp yönetir ve bu arada kendileri daha da zengin olup güçlenirler. Okuryazarlıktan bile korkarlar, çünkü yazılı söz düşmanlarını bir araya getirebilecek yollardan birisidir.
Omuzlarımdaki yük Onu bana başkaları yükledi.
Dünyanın ağırlığı ne kadardı? O tartar ama tartılamazdı. Terazisi hileli olurdu bazen. Bir kefeye yaşamı ve emeği koyardı, diğerine ise altını ve gümüşü. Bunlar hiçbir zaman denkleştirilemezdi. Ama o durmaksızın ve acımasızca devam ederdi tartmaya.
Onun basit dünyasında adaletsizlik nasıl affediliyorsa adalet de öyle affedilebilirdi, Tanrı insanı nasıl affediyorsa insan da Tanrı’yı öyle affedebilirdi.
Dünya elli yıldır krizde olmayı alışkanlık haline getirdi. Elli mi? Ben neden bahsediyorum? Kurulduğundan beri kriz içinde Sadece son yarım yüzyıldır bu dayanılmaz bir hal aldı. Üstelik neden, Tanrı sevgisinden mi? Asıl kışkırtıcı olan şey, gerilimin özü nedir? Siyasi görüşler mi? Ekonomi mi? Nüfus baskısı mı? Kültür ve inanç farklılıkları mı? On uzmana sor, on değişik yanıt al. İşte yine Şeytan. Kardeşim, bu canlı türü doğuştan mı zırdeli? Eğer doğuştan deliysek, Cennet’i nasıl ümit edebiliriz? Sadece inanmakla mı? Yoksa hiç mi umut yok?
Çelik dövülürken bağırır ve su verilirken içini çeker. Ağır bir yükün altına girdiğinde inilder. Sanırım çelik bile korkuyor, evlat.
Tanrı’nın yanan bir çalıdan seslenmesi ne tuhaf ve insanlığın da cennetin simgesini cehenneme simge yapması.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir