Sigmund Freud kitaplarından Savaş ve Ölüm Üzerine kitap alıntıları sizlerle…
Savaş ve Ölüm Üzerine Kitap Alıntıları
Yaşama katlanmak istiyorsan, ölüme hazırlan.
Sevdiklerimiz bir yandan iç dünyamızın, kendi Ben’imizin bir parçası, öte yandan kısmen yabancı, hatta düşmandır. Birkaç istisnai durum dışında en sevecen ve en içten sevgi ilişkilerimize bile bilinçsiz ölüm arzusunu harekete geçirebilen bir parça düşmanlık bulaşmaktadır.
Şakacı bir cesaretsizlik içinde “Şeytan görsün yüzünü” ifadesi dudaklarımızdan dökülürken, esas söylemek istediğimiz şey “Gebersin” nidasıdır, bilinçsiz-olandaki daha ciddi, daha güçlü bir ölüm arzusudur bu.
Tam da, öldürmeyeceksin buyruğunun vurgusu muhtemelen bizler de dâhil öldürme hazzını kanında taşıyan, bitmek bilmeyen bir katiller kuşağından geldiğimizin kesin kanıtıdır.
Hal böyle olunca, yaşamın kayıplarını kurmacanın, edebiyatın, tiyatronun dünyasında telafi etmekten başka çaremiz kalmıyor. Orada hala ölmeyi bilen, hatta bir başkasını öldürmeyi başaran insanlar buluyoruz. Orada yaşamın bütün değişkenliğinin ardında dokunulmaz bir yaşamla, ölümle barışabilmenin koşullarıyla karşı karşıya geliyoruz. Yaşam satranca benziyor, şu farkla ki, satrançta yanlış bir hamle yaptığımızda yenilgimizi kabul etmek zorunda kalırız, oysa yaşamda rövanş gibi ikinci bir şansımız olmuyor, bu da son derece üzücü bir durum. Kurmacanın alanında ihtiyacımız olan birden fazla yaşamı buluyoruz. Bir kahramanla özdeşleşerek onunla birlikte ölüyor, ama öte yandan bir daha sefere başka bir kahramanla yine hiç zarar görmeden ölmek üzere hayatta kalıyoruz.
Vicdanımız ahlakçıların iddia ettiği gibi boyun eğmez bir yargıç değildir, onun kaynağında esas olarak “sosyal korku vardır, başka bir şey değil. Topluluk suçlayıcı tutumunu ortadan kaldırdığı anda kötücül ve güçlü arzuların baskılanması da sona erer ve insanlar kültürel düzeyleriyle bağdaşması mümkün görünmeyen gaddarca, şeytani, hain ve kaba eylemlere başvurmaktan çekinmez.
Yaşama katlanmak istiyorsan, ölüme hazırlan.
çağımızın beraberinde getirdiği kötülüğü aşırı güçlü hissediyoruz ve onu yaşantılamadığımız başka çağların kötülüğüyle karşılaştırmaya hakkımız yok.
Gayet iyi bilinir ki şaka olarak bir gerçeği bile dile getirebilir insan.
Bir sürü insanın değerini iyimserliğimiz yüzünden fena halde abartma tuzağına düşebiliyoruz..
Yanılsamaları hoş karşılarız çünkü bizi nahoş duygulardan kurtarırlar ve onun yerine tatmin duygularının tadını çıkarmamızı mümkün kılarlar. O halde onların günün birinde gerçekliğin bir parçası ile çarpışıp paramparça olabilecekleri gerçeği karşısında da hiç şikayet etmememiz gerekir.
Vatandaşlarımız gerçekte bizim korktuğumuz kadar dibe batmış değildirler çünkü hiçbir zaman bizim sandığımız kadar yükselememişlerdir ki.
Ne olsa yaşama katlanmak, yaşayan herkesin temel görevi olarak kalmaya devam etmektedir.
Gayet iyi bilinir ki şaka olarak bir gerçeği bile dile getirebilir insan.
Hiçbir insan ruhunun arzulamadığı bir şeyin yasaklanması da gerekmeyecekti ki.
Denizlere açılmak zorunludur, yaşamak değil.
Aslında hiç kimse günün birinde kendisinin de öleceğine inanmaz veya aynı şeyi bir başka şekilde ifade edecek olursak, bilinçaltlarımızda hepimiz ölümsüz olduğumuza ikna olmuş durumdayızdır.
Yaşama katlanmak istiyorsan kendini ölüme hazırla’
(..) yaşama katlanmak tüm canlıların birinci görevidir.
Yaşam satranca benziyor, şu farkla ki, satrançta yanlış bir hamle yaptığımızda yenilgimizi kabul etmek zorunda kalırız, oysa yaşamda rövanş gibi ikinci bir şansımız olmuyor(..)
öyle görünüyor ki, halklar (..) çıkarlarından çok tutkularına boyun eğiyor. En çok da tutkularını aklileştirmek amacıyla çıkarlarından yararlanıyor, tutkularının doyumunu temellendirebilmek amacıyla çıkarlarını öne sürüyorlar.
İnsanlığın büyük bireyleri arasındaki ahlaki ilişkilerin gevşemesinin bireylerin ahlak duygusu üstünde de bumerang etkisi yarattığına şaşmamak gerek zira vicdanımız ahlakçıların iddia ettiği gibi boyun eğmez bir yargıç değildir, onun kaynağında esas olarak “sosyal korku vardır, başka bir şey değil. Topluluk suçlayıcı tutumunu ortadan kaldırdığı anda kötücül ve güçlü arzuların baskılanması da sona erer ve insanlar kültürel düzeyleriyle bağdaşması mümkün görünmeyen gaddarca, şeytani, hain ve kaba eylemlere başvurmaktan çekinmez.
“Yaşama katlanmak istiyorsan, ölüme hazırlan.”
Savaşa katılmadan geride kalmış olanların içinde bulunduğu ruhsal sefaletten sorumlu olan ve bununla başa çıkabilmek için onları çok zorlayan etkenlerden ikisini öne çıkarıp ele almak istiyorum burada: bu savaşın yol açtığı düş kırıklığı ve bütün savaşlarda olduğu gibi ölüm karşısında mecburen değiştirdiğimiz tutum.
..insan hayatında biyolojik ve ruhsal acının kaçınılmaz olduğunu kavrayabilir, ama yine de savaşı araçları ve amaçlarıyla mahkûm edip savaşların sona ermesini özlemle arzulayabiliriz. Gerçi halklar bu denli farklı varoluş koşulları altında yaşadığı sürece, bireysel yaşamın değerleri birbirinden bu denli uzak olduğu sürece ve onları birbirinden ayıran kincilik bu kadar güçlü ruhsal güdü güçlerini temsil ettiği sürece savaşların sona ermeyeceğini söylemeden edemiyor insan kendine.
Yaşama katlanmak istiyorsan kendini ölüme hazırla.
Gayet iyi bilinir ki şaka olarak bir gerçeği bile dile getirebilir insan.
Günümüzde dahi, çocuklarımızın dünya tarihi olarak öğrendiği şey, temelde bir soykırımlar dizisinden başka bir şey değildir
Aslında hiç kimse günün birinde kendisinin de öleceğine inanmaz veya aynı şeyi bir başka şekilde ifade edecek olursak, bilinçaltımızda hepimiz ölümsüz olduğumuza ikna olmuş durumdayızdır.
Yaşama katlanmak istiyorsan kendini ölüme hazırla.
Gayet iyi bilinir ki şaka olarak bir gerçeği dile getirebilir insan.
Aslında bilinçaltımız en önemsiz şeyler için bile cinayet işlemekte; tıpkı eski Atinali Draco’nun kanunnamesinde olduğu gibi ölümden başka bir cezalandırma metodu bilmemektedir. Ve kesinlikle belli bir tutarlılığı da vardır bu durumun; zira kadiri mutlak ve despot egomuzun aldığı her yara aslında majestelerine karşı işlenmiş bir suç niteliğindedir.
Uyanan vicdanın verdiği ilk ve en önemli emir şudur: Öldürmeyeceksin.
Günümüzde dahi, çocuklarımızın dünya tarihi olarak öğrendiği şey, temelde bir soykırımlar dizisinden başka bir şey değildir.
Başka hayvanları, kendisiyle aynı türe mensup olanları öldürüp yemekten alıkoyduğu söylenen içgüdüden yoksundu o.
İnsanlar gerçekten de ölüyorlar ve artık teker teker de değil üstelik topluca, tek bir gün içinde on binlercesi olmak üzere..
Çıkarların herhangi bir riske atılamayacak kadar yüksek olduğu yaşam oyununa gereken ilgi gösterilmediği zaman yoksullaşan, yaşamanın kendisi olmaktadır.
Vatandaşlarımız gerçekte bizim korktuğumuz kadar dibe batmış durumda değildirler çünkü hiçbir zaman bizim sandığımız kadar yükselememişlerdir.
Medeniyete, içgüdülerin tatmininden edilen feragat ile erişilmiştir ve o da kendisine yeni dahil bireyden yine aynı feragati talep etmektedir.
Belirli içgüdülere karşı gerçekleşen tepki oluşumları içerik bakımından değişmiş gibi görünerek yanıltıcı bir biçim almaktadır, bencillik sanki değişerek özgecilik olmuştur, zalimlik ise merhamet.
Zira vicdanımız ahlâk öğretmenlerinin beyan ettiği şekilde boyun eğmez bir yargıç değildir kesinlikle, kökeninde sadece sosyal anksiyete bulunur başka bir şey değil.
Üstelik insana neredeyse inanılmaz gelen bir olguyu da ortaya çıkarmıştır savaş: Medeni ulusların birbirlerini ne kadar az tanıdıkları, öyle ki nefret ve tiksinti duyguları içinde rahatlıkla birbirlerinin aleyhlerine dönebilecekleri olgusunu.
Ancak yine de uluslar birbirlerinden bu kadar farklı koşullar altında yaşadığı müddetçe, bireysel yaşama o uluslar tarafından bu kadar farklı değerler biçildiği müddetçe ve onları birbirinden ayıran düşmanlıklar zihinde böylesine kuvvetli itici güçleri temsil ettiği müddetçe savaşların hiçbir zaman sona ermeyeceğini de kendi kendimize söylüyoruz, buna hiç şüphe yok.
Bilinçaltımız kendi ölümümüz fikrine geçit vermemektedir, yabancılara karşı cinai eğilimler beslemektedir, sevdiklerimiz karşısında ikiye bölünmüş durumdadır (yani kararsızdır), tıpkı ilkel insan gibi.
Sevilen kişinin ölü bedeninin yanı başında vücut bulan şey ruh doktrini, ölümsüzlük inancı ve insandaki suçluluk duygusunun o güçlü inancı ve insandaki suçluluk duygusunun o güçlü kaynağı değil aynı zamanda bir de en eski ahlâkî emirler de olmuştur.
Şakacı bir cesaretsizlik içinde “Şeytan görsün yüzünü” ifadesi dudaklarımızdan dökülürken, esas söylemek istediğimiz şey “Gebersin” nidasıdır, bilinçsiz-olandaki daha ciddi, daha güçlü bir ölüm arzusudur bu. Bilinçsiz-olan küçük şeyler için bile cinayet işler; tıpkı Atinalı yasa koyucu Drakon gibi tüm suçları ölümle cezalandırmak ister ve bunun belli bir tutarlılığı ve sonucu vardır, zira kadiri mutlak ve başına buyruk Ben’imizin gördüğü her zarar aslında ‘erimen laesae majestatis’, yani hükümdara hakarettir.
Uyanan vicdanın ilk ve en önemli yasağı şudur: Öldürmeyeceksin. Bu, sevilen ölünün başında yasın arkasına gizlenmiş nefret doyumuna bir tepki olarak doğmuş ve yavaş yavaş sevilmeyen yabancılara, sonunda da düşmana doğru uzanıp genişlemiştir.
İnsanları incelemeye götüren şey ne zihinsel bilmecedir ne de her bir ölüm olayıdır, tam tersine sevilen ama bir yandan da yabancı ve nefret edilen kişilerin ölümünde içine düştüğü duygu çatışmasıdır. Ruhbilim öncelikle bu duygu çatışmasından doğmuştur. İnsan artık ölümü kendinden uzak tutamıyordu, çünkü ölenin yarattığı acı içinde onun tadına bakmış oluyordu, ama öte yandan ona razı olmak da istemiyordu, çünkü kendini ölü olarak düşünemiyordu.
[ ] ancak öyle görünüyor ki, halklar şu sıralar çıkarlarından çok tutkularına boyun eğiyor. En çok da tutkularını aklileştirmek amacıyla çıkarlarından yararlanıyor, tutkularının doyumunu temellendirebilmek amacıyla çıkarlarını öne sürüyorlar.
[ ] zira vicdanımız ahlakçıların iddia ettiği gibi boyun eğmez bir yargıç değildir, onun kaynağında esas olarak “sosyal korku vardır, başka bir şey değil. Topluluk suçlayıcı tutumunu ortadan kaldırdığı anda kötücül ve güçlü arzuların baskılanması da sona erer ve insanlar kültürel düzeyleriyle bağdaşması mümkün görünmeyen gaddarca, şeytani, hain ve kaba eylemlere başvurmaktan çekinmez.
Fakat savaşı ortadan kaldırabilmek mümkün değil; birbirinden böylesine farklı, aralarındaki karşılıklı nefret böylesine güçlü olan uluslar birlikte var olduğu müddetçe savaşlar da olacaktır.
Vatandaşlarımız gerçekte bizim korktuğumuz kadar dibe batmış değildirler çünkü hiçbir zaman bizim sandığımız kadar yükselememişlerdir ki.
Kötülüğün ortadan kaldırılması diye bir şey aslında yoktur.
Si vis vitam, para mortem
Yaşama katlanmak istiyorsan kendini ölüme hazırla
Si vis pacem, para bellum
Barışı korumak istiyorsan savaş için hazırlan
Si sis vitam, para mortem.*
* Yaşama katlanmak istiyorsan kendini ölüme hazırla.
* Yaşama katlanmak istiyorsan kendini ölüme hazırla.
Öldürmekten zevk alırdı ve gerçekten öldürdü de.
Bir başkasının ölümüne karşı hiçbir itirazı yoktur ilkel insanın;onun son derece tutkulu bir yaratık ve diğer bütün hayvanlardan çok daha zalim ve çok daha kötücül olduğuna hiç kuşku yok.
“ Medeniyete içgüdülerin tatmininden edilen feragat ile erişilmiştir ve o da kendisine yeni dahil her bireyden yine aynı feragati talep etmektedir.”
“Bir insan, pek ender olarak tümüyle iyi ya da tümüyle kötüdür; genellikle bir ilişkide lt;iyi gt; iken bir başkasında lt;kötü gt;dür veya belirli bir takım dışsal koşullar altında lt;iyi gt; ve başkalarının altında ise kesin bir biçimde lt;kötü gt;dür.”
Sevilen kişinin ölü bedeninin yanı başında vücut bulan şey sadece ruh doktrini, ölümsüzlük inancı ve insandaki suçluluk duygusunun o güçlü kaynağı değil aynı zamanda bir de en eski ahlaki emirler de olmuştur. Uyanan vicdanın verdiği ilk ve en önemli emir şudur: lt; lt;Öldürmeyeceksin. gt; gt;
O halde iyi davranışlar talep eden ama bu davranışların içgüdüsel temelleri üzerine kafa yormakla kendini sıkıntıya sokmayan medeni toplum bu anlamda kendi tabiatının peşinden gitmeyen hayli fazla sayıda insanın itaatini kazanmış durumdadır. Bu başarıyla şevke gelen toplum da ahlaki standartlarının çıtasını mümkün olan en yüksek seviyeye çıkarmakta ve böylelikle de üyelerini kendi içgüdüsel eğilimlerine giderek daha fazla yabancılaşmaya zorlamakta bir beis görmemiştir.
Yani insanları gerçekte olduğundan daha ‘İYİ’ gösterme yanılgısı içindeyiz
Kötü;İç güdülerin dönüşümü ,biri içsel diğeri dışsal olmak üzere aynı yönde iş gören iki faktör tarafından meydana gelir.
Yaşama katlanmak tüm canlıların birinci görevidir.
Ne var ki savaş ortadan kaldırılabilecek bir şey değil, halkların varoluş koşulları bu denli farklı ve aralarındaki itişmeler bu denli şiddetli olduğu sürece savaşlar da olacaktır ister istemez.
Sevdiklerimiz bir yandan iç dünyamızın, kendi Ben’imizin bir parçası, öte yandan kısmen yabancı, hatta düşmandır.
Hiçbir insan ruhunun arzulamadığı bir şeyin yasaklanması da gerekmez.