İçeriğe geç

Kuşçubaşı Eşref Kitap Alıntıları – Benjamin C. Fortna

Benjamin C. Fortna kitaplarından Kuşçubaşı Eşref kitap alıntıları sizlerle…

Kuşçubaşı Eşref Kitap Alıntıları

Keşke,” diye sonlandırmıştır kızına yazdığı mektubu, Mustafa Kemal hakkında son bir şey söyleyerek: “Ölmeden helallik için bir dakika görüşebilseydik. Millet namına seni taziye ederim yavrum.”
İlginçtir ki Eşref bu dönemde, Osmanlı Çerkeslerinin imza attığı büyük siyasi gelişmede bir rol oynamamış gibi görünmektedir. Kuzey Kafkasya’yla tarihî bağları olan toplulukların önde gelen liderleri 24 Kasım 1921’de, o vakit Yunan işgali altında olan İzmir’de bir araya geldi. Kendilerini, “Şark-ı Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti” (Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını Sağlama Derneği) olarak adlandıran grup, Büyük Devletler’i kendi haklarını ve Yunan yönetimi altındaki otonomi isteklerini tanımaya çağıran bir bildiri yayınladı. Eşref’in Adapazarı’ndaki destekçisi olan Maan Şirin de Ethem ve Reşid gibi bu bildiride yer aldı.Fakat bildiride Eşref’in adı bulunmamaktadır. Eşref’in bu bildiride neden yer almadığını bilmek belki de imkânsızdır: Efe, kendisinin bildiriye katılmamasının Çerkes toplumsal sınıf sistemiyle alakalı olup olmadığını irdelese de Eşref genel olarak politik söylemlere angaje olan biri değildi. Kendisi doğrudan eylemi ve fait accompli’yi [oldu bitti’leri] siyasi görüşmelere ve platformlara tercih ediyordu. Belki de, daha sonradan yazdığı
gibi, kendini etnik bir ayrılıkçı değil, bir Osmanlı olarak his-setmiştir. Fedaî zabitan dostlarının diğerleri gibi, Eşref de hayatını devleti bir arada tutmaya adamıştı. Kendisinin daha sonra belirttiği şekliyle: “Ben ne Dağıstan rüyaları gören bir Çerkes, ne Arap ne de Rumdum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlıydım!”
Yalnız size şunu söylemek isterim ki,” diye ekledi ürpertici bir şekilde, “eğer hükûmetimiz Ermenileri katliam etmek emrini vermiş olsaydı, İstanbul’dan itibaren bütün Anadolu’da bir tek Ermeni bile kalmazdı.”
Bunun ardından, ilerleyen yıllardaki polemiklerde tekrar tekrar masaya konacak bir başka argüman sundu:
“Niçin Zeytun’da bir hadise oluyor, Urfa’da bazı Ermeni vuruluyor, Van’da Ermeni kanı dökülüyor da Konya, İzmir, Bursa ve
sairede neden bir hadise zuhura gelmiyor? Nerede Ermeninin silahı patladıysa orada Türklüğün mukabelesi görüldü.”
Mehmed Âkif, Müslüman Britanya
esirlerini silah altına almak adına 1914’te Almanya’daki esir kamplarını gezmişti.
Beyrut’taki Fransız konsolosluğunun
basılmasıyla (bu hadisede Eşref de yer almıştır) elde edilen bilgiler nihayetinde 1916 Mayıs’ında bazı Arap milliyetçilerinin
asılmasına yol açacaktı. Yılmayan Enver, Eşref ve Teşkilat-ı Mahsusa subaylarına,
daha fazla cezai delil bulacakları Şam’daki Fransız konsolosluğuna girmelerini emretti .
Akabinde Eşref ve Mümtaz, Fransa’yla birlikte kumpas çevirdiklerinden şüphelenilen Arap kökenli bazı subaylar hakkında suç dosyaları oluşturulmasına nezaret etti.Bu dosyalardaki belgeler, –bunlardan bazıları Cemal Paşa’nın hatıratının İngilizce çevirisinde yayınlandı– Fransızlarla haince münasebetlere girmiş Arap kökenli Osmanlı subaylarını ve sivil Arap eşrafını içeriyordu.
General: Seni Eşref Bey’in bulunduğu Süveyş karşısındaki sahile göndereceğiz. Kanal karşısında onun adamlarını bulup,
“Beni Eşrefe Bey’e götürün,” deyip Eşref’i bulursun. Ve şunları kendisine söyleyeceksin:
Zavallı Kamil’in ileteceği mesaj, İngilizlerin Türkleri sevdiği ve Türklerle bir ihtilafları olmadığıydı. Ayrıca Eşref’e bir
teklifte bulunmak istiyorlardı. Eğer dostları Enver ve Cemal Paşaları harbe girmemeleri gerektiğine ikna edebilirse, İngilizler onlara 2.000.000 altın sterlinlik bir ödeme yapacak ve Osmanlı İmparatorluğu’na da 10.000.000 altınlık bir borç vereceklerdi. Eğer Eşref, Enver ve maiyetini bunu ikna edemezse, Sina’daki
faaliyetlerini geciktirmesi karşılığında bizzat ona 50.000 altın sterlinlik bir ödeme yapacaklardı. Eşref bunu kabul edecek olursa ona 50.000 altın sterlinlik bir ödeme gönderecek, Kamil’e de 3.000 altın sterlin vereceklerdi. Yolculuk için Kamil’e 100 altın veren İngiliz subaylar, kendisinden derhal bir yanıt vermesini beklemediklerini, iyice düşünüp tekrar buluşmak üzere iki gün içerisinde St. James’e gelmesini söylediler.Bize aktarılan, 48 saat sonra geri döndüğünde Kamil’in muhataplarına şunları söylediğidir:
“Generallarim, çok düşündüm. Eşref’in karakterini ortaya koydum. Bu teklifi inceledim. Ve gördüm ki ben Eşref’e bu
teklifi yapar yapmaz ya alnıma kurşunu yiyeceğim yahud da ‘Bu işin altında daha(?) neler vardır,’ diye hemen beni divan-ı harbe verecek. ‘Düşman tarafından bizi iğfale gelmiş,’ diye beni kurşuna dizdirecek. Bence ve benim bildiğim Eşrefce yapacağı budur.”
Buna mukabil subaylardan biri bu görevi yapmaya kimin uygun olabileceğini sordu. “Alimallah, bilmiyorum,” diye yanıt
verdi Kamil. “Bildiğim tek şey, böyle bir teklifle Eşref’e her kim giderse gitsin, alacağı cevap kurşun yemek olacaktır.
Eşref’in görevi, Hicaz şerifleri haricinde başarıya ulaştı. Görünen o ki Eşref, bu dönemde “Arap İsyanı”nın müstakbel lideri
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e suikast düzenlemeye teşebbüs etmiş ama başarısız olmuştur.
Eşref’in belirttiğine göre demiryolu hatları bütünüyle Rumlar tarafından kontrol ediliyordu. Öyle ki Müslümanlar demiryolunda işe bile alınmıyorlardı. Dahası, diye iddia ediyordu Eşref, evlilik ve göç yoluyla Yunan anakarasından bölgedeki Yunan nüfusu artırmaya yönelik bir politika güdüldüğüne dair kanıt vardı. Daha ürkütücü olansa, Rumların Mauser tüfekler, makineli tüfekler ve el bombaları da dâhil olmak üzere azımsanamayacak bir cephanelik stoklamış oldukları düşüncesiydi.Bundan da kötüsü, diyordu Eşref, Meclis-i Mebusan’ın bazı Rum Ortodoks üyelerinin bu faaliyetlerin içerisinde olmasıydı. Eşref’in söylediği gibi, “Gâvur İzmir’ sözü göreceli bir ifade
değildi. Efendi olmak bir yana, orada muhafız bile değildik.
Osmanlı Harbiye Nezareti daha sonra Kurtuluş Savaşı’nın liderlerinden biri haline gelecek ve Kazım Karabekir olarak bilinip savaşın ardından Mustafa Kemal’e rakip olacak Kazım Bey’i Süleyman Askeri’nin yerini almak üzere Bağdat’a gönderdi. İngilizlerin “Enver’in aceleci ve fevri korgenerali” olarak andıkları Askeri, bunu işitmek bile istemiyordu. Askeri görevini bırakmayı reddetti. Bu, İstanbul’a kadar bütün yolu geri dönmek durumunda kalan Kazım Bey’i oldukça sinirlendirdi.
…Dolayısıyla Eşref’i Ermeni katliamlarıyla bağdaştıran doğrudan bir kanıt olmadığı gibi, kendisi karşı tez olarak, eğer Osmanlı hükümeti Ermenilerin katledilmesi için emir vermiş olsaydı savaşın sonunda hiçbirinin hayatta kalamayacak olduğunu beyan etmiştir.
15 Ocak 1915
İngiliz kuvvetleri savaşın sonraki safhasında aynı Sina topraklarından ters istikamete ilerlerken, konuk sevmez araziye dikkat çekeceklerdi. Ona “çürümüş yaban” deyip, düşmanlarının karşılaştığı aşırı sıcak hava, susuzluk, böcekler, çorak arazi ve kum fırtınalarına lanet ettiler; içlerinden bir kısmının akıl sağlığı zarar gördü.
”Bir çivi yokluğundan bir nal düştü. Bir nal düştüğü için bir at düştü. Bir at düştüğü için bir atlı düştü. Bir atlı düştüğü için bir haber iletilemedi. Bir haber iletilemediği için bir imparatorluk yok oldu. Ve tüm bunlar, sadece bir çivi yokluğundan yaşandı. ”
“Eşref’in görevi, Hicaz şerifleri haricinde başarıya ulaştı. Görünen o ki Eşref, bu dönemde “Arap İsyanı”nın müstakbel lideri Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e suikast düzenlemeye teşebbüs etmiş ama başarısız olmuştur. Bunun hem Eşref hem de bütün imparatorluk için yıkıcı sonuçları olan bir başarısızlık olduğu sonradan anlaşılacaktı.”
“Osmanlıların kurnazlık ve inisiyatiflerini küçümsemek İngilizlerin muhtemelen Ortadoğu’daki savaş boyunca yaptıkları bedeli en yüksek hata olmuştur.”
…Fakat onlar evden ayrılmadan Pervin isyan bayrağını açtı.”Eşref Bey” dedi Pervin, “Madem hep gidip de beni yalnız bırakacaktın, neden beni aldın?” Bu feryada Eşref şöyle yanıt verdi, “Seni bir başkasının almasına mani olmak için işleri aceleye getirmem icap ediyordu. Hata mı ettim?” Pervin’in anlattığına göre bu yanıt üzerine ikisi de hem kahkahaya hem de göz yaşlarına boğuldular.
“Enver’in, Eşref’in ve Mustafa Kemal’in aktif oldukları Derne mıntıkasındaki Osmanlı kuvvetleri şaşırtıcı ölçüde iyi faaliyet gösterdiler.”
“Bazı kaynaklar Eşref’in Harbiye’den mezun olduğunu iddia etse de babası ve kardeşi Sami’yle birlikte Arabistan’a sürgüne gönderilmiş olmasından dolayı bunun gerçekleşmediği açıktır. Yine de Eşref’in Harbiye’deki arkadaşlarıyla bağları, ortak muharebe tecrübeleri, etnisite ve siyasi yakınlık ağları kendisinin toplumsal muhitinin ve mesleki kariyerinin inşasında önemli bir etken olmuştur.”
Eğer Osmanlı hükûmeti Ermenilerin katledilmesi için emir vermiş olsaydı savaşın sonunda hiçbiri hayatta kalmazdı.
Eşref ’in adamlarının, sağ salim geri döndüklerinde ödüllendirileceğine dair söz veren Enver, Allah’ın yolunu açık etmesini dileyerek görüşmeyi sonlandırdı. “Ayrılırken,” diye hatırlıyor Eşref, “o temiz yüzüyle gülümseyerek, haksızlığa karşı bükülmek bilmeyen o nazik elleriyle elimi kabul buyurdu ve muvaffakiyet duasını ederken mübarek gözleri yaşarmıştı.”
Osmanlıların Kanal Harekâtı, savaşın erken dönemlerindeki Osmanlı planlarına karakterini veren cüretkâr, kimilerine göre ise tedbirsiz hücumlarla benzerlikler göstermiştir. Sina Çölü’nü geçmeye yönelik harekât, belki de kışın ortasında Sarıkamış’ın karlı dağlarını geçerek ilerlemeye yönelik harekâttan bile daha olasılıksızdı (Sarıkamış Harekâtı, tesadüfen de olsa, genellikle bilindiğinden daha çok başarıya yaklaşmıştı).
Enver’in Osmanlı İmparatorluğu’nun dirilişinin sembolü hâline geldiği Berlin’de –Enver Bey marka sigaralar ve Potsdam’da adının verildiği bir köprüyle Enver popüler düzeyde temsili olan biriydi–
Enver’le mutabakata varmayı başarabildim ancak bu sadece gizli ve anlık bir biçimde oldu. Enver’in gözleri yaşlarla doluydu, Osmanlı hükûmetinin baskısı altındaydı. Sanki Ruslar sımsıkı sıkıyor gibi görünüyordu.
Sirenayka’da kalan Türk askerleri, imparatorluğun dört bir yanından gelmişlerdi: Arnavutlar, Kürtler, Suriyeliler, Iraklılar, Çerkesler, Anadolulular, Makedonlar ve Trakyalılar. Bunlar he- men hemen silahlarıyla yaşayan paralı askerlerdi. Savruk olsalar da iyi savaşçılardı ve tutumlulardı; pirinç, patates, ekmek ve ara sıra yenilen bir parça etin yardımıyla savaşmaktan memnunlardı. Enver’e bakınca ilham verici bir lider görüyorlardı.
Her ne kadar coşkulu da olsalar, Türk Osmanlı kamplarına doluşan Bedeviler hiçbir şekilde asker değildiler. Coşkuyla dolu, düşüncesizlik derecesinde cesaretliydiler. Tek hedefleri en modern teçhizatla donatılmış ve ekseriyetle siperde bulunan düşmana taarruz etmekti. At sırtında hücum ediyor, tehlikeye, araziye ve ihtimallere hiç aldırış etmeksizin, düşmanla nerede karşılaşırlarsa karşılaşsınlar çılgınca ateş ediyorlardı. Türk subaylar savaşın ilk günlerinde, bu coşkun süvarileri dizginlemekte büyük güçlük çektiler. Fakat Türk yaklaşımı, disiplinli Türk askerlerinin teşkil ettiği emsal ve kendi coşkunluklarının yıkıcı sonuçları, Senusîlere, profesyonel bir askerin sabrıyla olmasa da daha ihtiyatlı davranmayı öğretti.
Eşref’in Arabistan’daki faaliyetleri Osmanlı topraklarının ötesinde de dikkate alınmış, bilhassa İngilizlerin dikkatini çekmiştir. Örneğin Arabistan macerası T.E. Lawrance, Seven Pillars of Wisdom isimli otobiyografisinde Eşref’in bu dönemdeki serüvenlerinden bahseder. Lawrance’ın Eşref’in gözüpekliğinden etkilenmiş olduğu açıktır.
Bugün Türkiye “hain”, “kahraman”, “yandaş” gibi sıfatlar bozuk para gibi tedavüldedir.
Her hâlükârda bayrak yeşil,beyaz ve siyah olup, ay yıldız taşıyordu.Ay yıldız Türklüğü, yeşil İslam’ı, siyah yası(maruz kalınan acı ve zulmü) ve beyaz hürriyeti temsil ediyordu.
Enver, Libya’da olduğu gibi yine eylemci subaylar piramidinin tepesindeydi.
“Yalnız size şunu söylemek isterim ki,” diye ekledi ürpertici bir şekilde, “eğer hükumetimiz Ermenileri katliam etmek emrini vermiş olsaydı, İstanbul’dan itibaren bütün Anadolu’da bir tek Ermeni bile kalmazdı.”
“Arap İsyanı” na bağlı güçler için Eşrefʼin ele geçirilmesi bir kutlama sebebiydi. 19 Ocak 1917’de, T. E. Lawrence aralarında Emir Faysalʼın da bulunduğu Araplardan oluşan büyük bir grupla birlikte yolculuk ediyordu. Akşam yemeğinin ardından yaşanan bir kargaşa dikkatini çekti.

Soluğu kesilmiş bir köle çadırın içinden kafasını uzatarak, “Haber var! Haber var! Şerif Bey yakalandı,” diye haykırdı . Faysal ayağa fırlayıp gürültü arasında bana, “Abdullah, Eşref Bey’i ele geçirmiş!” diye bağırırken gözleri neşeyle büyümüş, ışık saçıyordu. Hadisenin ne kadar büyük ve iyi olduğunu o zaman anladım.

Buna benzer bütün çabalar içinde en çarpıcı olanı, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve özellikle de Enver Paşa’yı devasa paralar karşılığında savaştan ayrılmaya ikna etmek üzere 1917 Kasım’ı ile 1918 Ağustos’u arasında gerçekleşen gizli görüşmelerdi. Tekrar tekrar gerçekleşen müzakereler sırasında 25 Milyon dolara varan rakamlar tartışıldı. Enver’den istenen Boğazlar’ı İngiliz savaş gemilerine açacak şekilde düzenlemeler yapması, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u muhafaza etmesi ve Filistin’i elde tutması karşılığında askerlerini Hayfa-Dera demiryolu hattının kuzeyine çekmesiydi. Bu teşebbüs, Londra’da bulunan silah imalatçılarından Vickers’ın mali ve idari işler sorumlusu Vincent Caillard aracılığıyla, Başbakan Lloyd George’la irtibatta olan, Osmanlı doğumlu Yunan silah tüccarı Basil Hazaroff vasıtasıyla yapıldı Zaharoff Osmanlı’nın İsveç temsilcisi, aynı zamanda Enver’in amcası olan Abdülkerim Bey aracılığıyla İngiliz Hükumeti adına Enver Paşa’ya yanaştı(kod adı “para çantası). Başlangıçta bir anlaşma sağlanacakmış gibi görünse de nihayetinde zamanlama doğru değildi. Rusların savaştan çekilmesi, Osmanlıların zaferin mümkün olduğuna inandırdı ve bütün mesele kaçırılmış bir fırsat olarak kaldı.
Pek bilinmese de İngiliz hükümetinin rüşvet aracılığıyla Osmanlı İmparatorluğu’nu savaştan vazgeçirmeye yönelik bazı teşebbüsleri olmuştu. Bunlardan ilki henüz 1915’te, Osmanlıların Sarıkamışʼta uğradıkları vahim bozgunun ardından uygulanmıştı. Deniz İstihbarat Daire Başkanı olan Albay Reginald Hall, savaş döneminin kabine sekreteri olan Sir Maurice Hankey’nin onayıyla, İstanbul’a 4.000.000 teklif edilmesini önermişti.
Geçmişe bakıldığında, İsmailiye’yi ve doğrusu bütün Süveyş Kanalı’nı ele geçirme planı, olağanüstü hırslı bir plan gibi görünmektedir. Fakat muhtemelen, bütün olanaksızlıklara rağmen alınan bir diğer Osmanlı kararında, yani Enver’in Osmanlı Üçüncü Ordusu’ nu 1914 senesinin Aralık ayında Doğu Anadolu’daki karlı Sarıkamış dağlarına göndermesi vakasında olduğu gibi, bu da eğer başarıya ulaşsaydı, bir taktik dehası olarak dikkat çekecek bir plandı.
Bir araştırmacının da belirttiği gibi, “Osmanlıların kurnazlık ve inisiyatiflerini küçümsemek İngilizlerin muhtemelen Ortadoğu’daki savaş boyunca yaptıkları bedeli en yüksek hata olmuştur.”
Gizli görüşmelerde bulunanlara göre, “Yunanların” bağlılık duyguları Abdülhamid döneminde kök salan ve Eşref’in aktardığına göre Rumları ayaklanarak Osmanlı ordusunu arkasından vuracak bir konuma kadar getiren Megali İdea, yani Ege’nin iki kıyısına uzanan bir Yunan devleti kurma fikriyle çelinmişti
Süleyman Askeri, Eylül ayının ilk günlerinde şehitlik, kahramanlık, hürriyet ve yiğitlik gibi vatanseverlik imgelerine temas eden bir milli marş kaleme aldı. Marşın bir kıtası şu şekildedir: Biz, milli istiklal için Meriç’i, Karasu’yu aştık
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.
Örneğin, Kırcaaliyi aldıkları sırada, Eşref’in söylediğine göre, Osmanlı askerlerini gazlamakla tehdit eden bir Bulgar süvari komutanıyla karşılaştılar. “Halka zulmetmiş ve savaş kurallarına saygı göstermemiş olan bu komutanı cezalandırdık; lakin gazla değil, sürükleyerek.”
Bulgar subayların, toplanan paranın hayatını kaybeden Bulgar komitacıların ailelerine verileceğini söyleyip, Müslümanları tehdit ederek, onlardan para topladıklarını dahi işittim. Köylerde tek bir mülk ve tek bir bakire kalmamış. Müslümanlar sürekli yok olma tehdidi altında yaşıyorlar. Dolayısıyla, efendim, Koşukavak’ı işgal etmekteki amaç, bütün bu amiyane Bulgar başıbozukları bölgeden kovmaktı
Uzun yıllar boyunca hatalı bir şekilde Teşkilat-ı Mahsusa’nın başı olarak görülmüştür ve yeni çalışmalar bile onu bu şekilde tanımlamaktadır. Türk Milli İstihbarat Teşkilatı(MİT), söz konusu sayfayı İnternet sitesinden kaldırmadan önce yıllar boyunca web adresinde onu kurucularından biri olarak listelenmişti.
Rus çerkez savaşı 1930’larda başlamıştır. Rusların kuzey kafkasları zaptı 1864 tamamlanmıştır. Korkunç rus saldırısından kurtulmayı başaranlar ise genellikle bulaşıcı hastalıklara yenik düştüler ise de kurtulanlar Osmanlıya sığındılar.

1.2 milyon Kafkas’tan 800.000’i hayatta kaldı.

Kuşçubaşı Eşref bunlardan birisidir.
Yakın tarihimizde ismi oldukça zikredilen Eşref’in hikayesi.

Ben ne Dağıstan rüyaları gören bir Çerkez, ne Arap ne de Rumdum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlıydım!

Kuşçubaşı Eşref

İtalya Libya’yı almaya kararlıydı.
On dokuzuncu yüzyıl boyunca İstanbul, eli kolu bağlı bir vaziyette sömürgeci güçlerin Kuzey Afrika topraklarına yerleşmesini izlemişti.
Fakat Eşref, Osmanlı otoritesiyle uzlaşmak için ya isteksizdi yada bunu yapamadı. Aksine eşkıyalık yolunu seçti. Görünen o ki birkaç yıl boyunca Necid Çölü’ndeki arap kabilelerin arasında yaşadı.
Eşref, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında sürgün edilmesinden dolayı kendisini adaletsizliğin kurbanı olarak da görmüştür.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla sonuçlanan Lozan’daki yorucu müzakerelerde ortaya çıkan dikkat çekici listede Eşref’in ismi görülmektedir. Bu listedeki kişilere “150’likler” denmiş, personae non grate (istenmeyen kişi) ilan edilerek yeni Türk devletinin sınırlarına girmeleri yasaklanmıştı.
Teşkilat-I Mahsusa istihbarat toplamaya, savaşa, propagandaya ve bugün adlandırdığımız şekliyle “özel operasyonlara” odaklı paramiliter bir güçtü.
Bugün Türkiye’de “hain”, “kahraman”, “yandaş” gibi sıfatlar bozuk para gibi tedavüldedir.
Ben ne Dağıstan rüyaları gören bir Çerkez, ne Arap ne de Rumdum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlıydım.
‘O’ na hizmeti ve Feday-ı Canı kendime vazife bilirim !
Batı Trakya’da zorla dinleri değiştirilen Pomakları görünce: ‘Hacı Ahmetler, Hacı Kostaslara dönüşmüş’ diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.
‘Kaybedecek Bir Şeyimiz Yoktu, Duamızın Haklı Olduğuna İnanmıştık.’
”Batı Trakya’da Ahaliye yardım eden Eşref orada bir çocuk görür, ölmüş babasının başında babasını uyandırmaya uğraşan çocuk bir yanda da babasından akan kanlarla oluşmuş birikinti de kan ile oynuyor yüzünü boyuyor eğleniyordu ”
Enver Paşa
Kendisine hediye edilen ve onu her yerde takip edip hatta
yatağının yanı başında uyuyan evcil ceylanı 1912 Haziran’ında
Libya’da hastalanınca bundan duyduğu kederi not düşmüştür.
Eğer hükûmetimiz Ermenileri katliam etmek emrini vermiş olsaydı, İstanbul’dan itibaren bütün Anadolu’da bir tek Ermeni bile kalmazdı.
Hikâyeyi belki de başladığı yerde, Eşref ’in sandığında bitirmek
münasip olacaktır. Sandık birçok hususta –aslına bakılırsa
benim kendi başıma izini sürebileceğimden çok daha
fazlasına– rehberlik etmiş, isimler, olgular, belgeler, görseller ve
anılar sundu. Eşref ’in Sina cephesinden çektiği telgraf tomarları,
Malta’dan getirdiği hatıralıklar, Pervin’in hatıratı ve çeşitli
fotoğraflar arasında arşivin maddi yönüne ve bazı kaynakların
önemine işaret eden eşyalar da mevcuttu. Bunlar, metin
mahiyetinde taşıdıkları bütün öneme rağmen evrakların bize
hikâyenin sadece bir kısmını anlatabileceğini anımsatan şeylerdir.
Eşref ’in akrabalarından birini ilk ziyaret edişimde kendisi
bana yeşil bir kese göstermiş ve kesenin içindekileri boşaltmıştı.
Kesenin içinden Eşref ’in bir yerden, muhtemelen Edirne veya
Batı Trakya’dan topladığı hepsi Bulgarca olan lastik mühürler
döküldü. Kuvvetle muhtemel, bunları Edirne’nin yeniden ele
geçirilmesinin ardından o ve adamları düşman hatlarının gerisinde
çalışırken sahte evrak hazırlamak için kullanmışlardı.
Sandıkta ayrıca Eşref’in Mısır’da aldığı silah taşıma ruhsatını
da buldum. Ruhsata göre 1946 ve 1950 yılları arasında her
sene, sekiz mermi kapasiteli ve seri numarası 34749 olan 0.37
kalibrelik otomatik revolverinin kaydını yaptırmıştı. Sürgünün
son safhasında, Stoddard’ın “sert adamlar” dediği grubun bu en
şöhretli (veya kötü şöhretli) üyesi, İngilizlerin “bednam eşkıya”
olarak adlandırdığı ve kendisini kaybedecek hiçbir şeyi olmayan
biri olarak tanımlayan bu adam, kanunlara uyan bir vatandaş
olarak yıldan yıla tabancasının kaydını yaptırmıştı.
Pek çok ironi barındıran bu hikâyede, son bir ironi daha
mevcuttur. Eşref ’in sandığından çıkan son bir listede, imzasının
zaman içinde nasıl değiştiği görülüyor. Bu, Eşref ’in kendisini
tarihin ışığında nasıl gördüğünü bir nebze aydınlatmaktadır.
Talihsiz hatıratının adı olan Tarihe Benden Haberler ve “Aşere-i
Mübeşşere” gibi işaretler aracılığıyla gördüğümüz üzere, Eşref
kendisini tarihte net bir şekilde konumlandırmıştır. Şimdi, yıllar
içerisinde değişen imzalarını takip etmek için derlediği şu
tabloyu dikkate alalım. Bu belge Eşref ’in güçlü tarih bilincini
ortaya koymaktadır. Bu tablo, kendisinin hayatını araştırmak
için gelebileceğini veya muhakkak geleceğini düşündüğü, (belli
ki doğru düşünmüş), istikbaldeki bir tarihçiye yardım etmek
amacıyla hazırlanmış gibi görünmektedir. İmzalarına eşlik eden
bilgi notunda bu belgeyi, hayatının “tarihî günlerinde” kaleme
aldığı vesikalara attığı imzalara ilişkin herhangi bir varsayım ya
da şüpheye mahal vermemek için kaleme aldığını belirtir. Fakat
bu ayrıca tuhaf bir ironiye sebebiyet vermektedir: Kendisinin
tarihteki yeriyle, bu imza rehberini oluşturacak kadar bilinçli
bir şekilde ilgilenen bir kişinin yazdığı çok ciltli bir hatırat nasıl
olur da ortaya çıkmaya muvaffak olamaz?
Bu, Eşref Bey ve sandığı vakasının önümüze çıkardığı çözülmemiş
pek çok bulmacadan sadece biri, hem tarihin aynı anda
sürekli ve geçici tabiatını hem de kendisinin cıva gibi kaygan ve
ele geçmez karakterini anlatan bir göstergedir.
Bir siyasi faaliyetle iştigal etmek isteyecek olsaydı dahi, birçok
yakın dostu artık hayatta değildi. Çerkes Ethem ve Reşid’le münasebetlerini
noktalamıştı ve bu iki kardeş 1950’lerin başlarında
ölmüştü. “Cennetle müjdelenen on” kişinin hepsi yitmişti. Biraz
önce gördüğümüz üzere, (2 numaralı) Selim Sami 1927’de
hayatını kaybetmişti. Süleyman Askerî (3) Irak Cephesi’nde
1915 senesinde intihar etmişti. Yakup Cemil (4), başarısız darbe
girişiminin ertesi sene idam edilmiş; 1911’de Mustafa Kemal
ve Yakup Cemil’le birlikte Mısır’a yolculuk eden ve Malta’dan
döndüğünde Eşref ’i Karakol Cemiyeti’ne sokan Sapancalı Hakkı
(5) ise yasadışı ekonomik faaliyet gösterdiği suçlamasıyla İtilaf
Devletleri işgali altındaki İstanbul’da mahkemeye çıkarılmış, fakat
1919’da aklanmıştı. Kendisinden Ankara’nın da şüphe ettiği
Hakkı, İzmir’deki suikast girişiminin ardından 1927 senesinde
mahkemeye çıkarılmışsa da yeniden serbest bırakılmıştı. Müteakiben
siyasetten uzak durdu ve 1937’de öldü. Çanakkaleli
Atıf (Kamçıl) (6) Cumhuriyet döneminde milletvekilliği yaptı ve
1947 senesinde öldü. Eski Ankara valisi Abdülkadir Antepli (7)
1926’da Yunanistan’a kaçmaya çalışırken yakalandı ve idam edildi.
Eşref ’in Kuleli’den arkadaşı olan Topçu İhsan (Eryavuz) (8)
Bahriye Vekili olarak görev yaptı ve 1928 tarihli “Havuz-Yavuz”
yolsuzluk skandalının merkezinde yer aldı; 1947 senesinde öldü.
Filibeli Hilmi (9), Türkiye Cumhuriyeti’nde kısa bir süreliğine
milletvekilliği yaptıysa da, İzmir Suikastı’nı soruşturan İstiklal
Mahkemesi tarafından suçlu bulundu ve ölüme mahkûm edildi.
Enver’in yaveri İzmitli Mümtaz ise diğerlerinin aksine savaştan
sonra sakin bir hayat yaşamayı başardı ve 1936 yılında öldü.
Dolayısıyla Eşref, Anadolu’ya döndüğü vakit, bu listenin hayatta
kalmış tek üyesiydi. Aktivist subaylardan oluşan çekirdek grubun
üyesi olmak, onlara uzun bir yaşam getirmemişti.
Eşref ’in hayatı için kritik önem taşıyan, Enver’in komutası
altında hizmet görmüş aktivist subayların kişisel matrisleri Birinci
Dünya Savaşı’nda, “Kuva-yı Milliye” döneminde ve erken
Türkiye Cumhuriyeti döneminde vuku bulan olaylar nedeniyle
parçalanmıştı. Kişisel ağlar pek tabii kişilerin yörüngesinde
dönmektedir. Normalde, bunlar tarihsel kayıtlardan epeyce saklı
kalır. Fakat Eşref ’in çeşitli kaynak materyalleri biriktirmek
hususundaki eğilimi, karısı Pervin’in ferasetli ve detaylı gözlemleri
ile eldeki mevcut diğer hatıratlar sayesinde, bu çok önemli fakat
kaygan boyuta zaman zaman anlık bakışlar atabilmeyi başardık.
Bu görüntüler bize Eşref ’in karakterinin belirgin şekilde enerjik,
yerinde durmaz, inatçı, gururlu ve savaşçı olduğunu göstermiştir.
Eşref yaşlı bir adamken dahi fiziksel karşılaşmalardan imtina
etmemiştir. Doktora tezi için 1960’ların başlarında Eşref ’le
röportaj yapmaya giden Philip Stoddard, çarpıcı bir hadise
aktarmıştır. Eşref ’le Söke’deki çiftlikte bir buluşma ayarlayan
Stoddard, çiftliğe vardığında onu bulamamış, kendisine Eşref ’in
İzmir’de mahkemede olduğu söylenmişti. Stoddard, Eşref ’in
peşine düştü ve eski savaşçıyı darp suçundan sanık sandalyesinde
yargılanırken bulacağı adliyeye gitti. Müşteki, Eşref ’in
kendisini ağır yaraladığını iddia eden bir fayton sürücüsüydü.
“Küplere binen” Eşref heyecanlı bir savunma yapıyordu. Tıfıl
ve harem dalkavuğu olarak tanımladığı şikâyetçinin, kendisinin
olay esnasında giymekte olduğu tığ işi şapkayla dalga geçtiğini
söylüyordu. Sataşma karşısında adamı aracından dışarı fırlatmıştı.
Eşref yargıca şöyle sordu: “Düştüğünde bayılmışsa elimden ne
gelir?” Yargıç Eşref hakkındaki davayı düşürecekti. Bir başka
seferde ise İzmir’deki yeni bulvarlardan birinin yapımında çalışan,
kendisinden çok daha genç bir inşaat işçisinden gördüğü
muameleye kızmıştı. Bir süre ağız dalaşından sonra adamı aniden
yolun boyunca uzanan hendeğe devirmişti. Yıldırım hızıyla
adamın üstüne çıkmış, ona yumruklar yağdırmış ve talihsiz adamı
sonunda yoldan geçenlerin araya girip ikna etmesiyle bırakmıştı.
Damadına söylediği gibi, önleyici eylem hep tercihiydi.
Eşref, muhtemelen birçoğumuz gibi, çelişkili biriydi. Milletine
ihanet eden bir hain olarak itibarsızlaştırılmıştı, ama aynı
zamanda -özellikle de Enver’e karşı olmak üzere- çok da sadıktı.
Mustafa Kemal tarafından Ankara’da inşa edilmekte olan yeni güç
merkezine kaderini ortak olmayı –böyle yapmak kendi çıkarına
olacakken– inatla reddetmişti. Çerkes Ethem’in de içlerinde olduğu
birkaç kişi gibi, Enver sonrası yeni idareyi reddedip elinin
tersiyle itmişti. Belki de gençliğinde, II. Abdülhamid döneminde
olduğu gibi kendisine hep yeni bir şans verileceğini düşünüyordu.
Maalesef bu şans ancak yaşlı bir adam olduğunda geldi. Ta
1950’lerde, yani Mustafa Kemal’in kurduğu parti Türkiye’nin
ilk seçimlerinde iktidardan düştüğünde ülkesine dönebildi. O
vakit eski silah arkadaşlarının çoğu ölmüş ve Salihli’deki değerli
mülküne el konulmuştu. Hatıralarını yazmaya, mektuplaşmaya
ve bazı bakımlardan kendi aile üyeleri kadar kanından canından
kabul ettiği eski silah arkadaşlarını ziyaret etmeye hatırı sayılır
bir çaba sarf etti.
Eşref 1935 Temmuz’unda bir fotoğrafçının karşısına geçti.
Çektirdiği fotoğrafı imzalayarak büyük kızı Cuyap’a gönderdi.
Kandiye’de çekilen bu fotoğrafta Eşref yaşlanmış gözükmektedir.
Saçları neredeyse tamamıyla dökülmüştür. Bakışları doğrudandır.
Kasvetli ve neredeyse haşin bakmaktadır. Sürgün yıpratıcı
etkilerini göstermiş gibidir; fakat beyaz boyunbağındaki kravat
iğnesi, geniş yakalı frak gömleği ve açık renkli geniş yaka ceketiyle
modaya uygun giyinmiştir. Artık Latin alfabesini kullanarak
attığı imzası büyüktür ve fiyakalı bir süslemeyle sona ermektedir.
Koşulları kötüleşmiş ve ailesine geri dönemeyecek hâlde olsa da
benlik duygusundan hiçbir şey kaybetmemiş gibi görünmektedir.
Bu dönemde bir ara, muhtemelen Ethem’in “Kel” Kadri isimli
adamının kendisini vurup elinden yaralamasının ardından,
Eşref ’le Ethem’in arası açılmıştı. Eşref ’in eski yaşamı azar azar
parçalara ayrılmıştı.
Söke’deki mülkten elde edilen gelir
sadece Pervin ve üç çocuğunu değil, aynı zamanda, sürgünde
herhangi bir gelir elde ettiğine ilişkin pek az emare olan Eşref ’i
desteklemek için de kritik önem taşımış gibi görünmektedir.
Daha sonra Diktam İngiltere’ye gittiğinde, Büyükelçi Orbay
onun koruyucusu olmuştur. Orbay bugün hâlâ ailenin saygı
duyduğu bir isimdir.
Eşref için yaşam sürgünde de devam etti. Dört yıl sonra,
yani 1931 Mart’ında Ankara, onun Türkiye’deki Çerkesleri
Cumhuriyet’e karşı kışkırtmak maksadıyla Rauf Orbay liderliğinde
Fransa’da kurulmakta olan Çerkes sürgün derneği Vahdet’e
mensup olduğunu dile getirdi. Bu derneğin akıbeti bilinmemektedir.
Fakat Rauf, Avrupa’daki on yıllık sürgününün ardından
Ankara’yla barışmış ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye
Cumhuriyeti’nin Londra Büyükelçiliğini yapmıştır. Bundan
neredeyse bir yıl sonra, yani ilk kızlarının doğumundan on yıl
sonra, Eşref ve Pervin’in bir çocukları daha oldu. Bu kız çocuğuna,
neredeyse benzersiz bir isim olan Diktam adını verdiler.
Onlara ilham veren, Yanan Çalı veya Girit Otu olarak anılan,
bilimsel adı ise dictamnus albus fraxinella olan, yani sadece Girit’te
yetişen ve iyileştirici özellikleriyle bilinen bir çiçekti. Böylelikle
Eşref ’in Girit sürgününün canlı bir delili olmuştu. Sadece uzun
ayrılık dönemleri ve Pervin’in üç çocuğu tek başına yetiştirmek
zorunda kalmasından dolayı değil, ayrıca Kemalist Türkiye’de
Eşref ’in adı üzerine vurulan damga dolayısıyla şüphesiz zor
zamanlar geçirdiler. Bu yılların onları ödemeye mecbur ettiği
bedeli idrak etmek güçtür.
Osmanlı sonrası dönemde, milliyetçi kalıba uymayan birçok
yaşam, tarihçiler için hem bir meydan okuma hem de bir fırsat
teşkil etmektedir. Osmanlı ülkesinin merkezinde yaşayan çok
sayıda kişi muhtelif nedenlerden ötürü, kâh istemli kâh istemsiz
biçimde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadı. Bazıları siyasi,
dinî ve kültürel gelişmeler ışığında tepkilerini ülkeyi terk ederek
gösterdiler. Özellikle gayrimüslimler olmak üzere diğerleri ise
ya savaş döneminde izlenen siyaset sebebiyle azalmış ya da daha
ziyade dinî-millî çerçevede gerçekleşen nüfus mübadeleleriyle
topraklarını terk etmeye zorlanmışlardı. Müslüman Osmanlılar
arasında da daha spesifik siyasi nedenlerden dolayı ayrılanlar
vardı. Eşref de bu son kategorideki kişiler arasında bulunuyordu.
Fakat kendisinin imparatorluk sonrası hayatının bazı
yönleri, ulusların “karışmaması” temeli üzerine kurulmuş yeni
ulus devletlerin beklentilerinden sapanların o yaygın kaderlerine
benzemektedir. Daha kapsayıcı mahiyetteki Osmanlı aidiyet
hissiyatından, daha sıkı mahiyetteki bir Türk kimliğine geçmek
birçok Müslüman için rahatsız edici olmuştu. Bu yaşamlardan
birçoğu anlaşılır biçimde tarihsel kayıtlara geçmedi. Eşref ise başta
Ankara hükûmetini devirmek için yaptığı, nihayetinde başarısız
olan bir teşebbüs; ardından da kendi konumunu tesis etmek
girişimi suretiyle tarihsel rolünü muhafaza etmeye çalışmıştır.
Eşref ’in hikâyesi, Ankara’yla yollarının ayrılmasının ardından
takip edilmesi daha zor bir hâl alır. Hayatının bu dönemi, kısa
zaman öncesine kadar saflarında çarpıştığı Ankara hareketine
karşı bir direniş çabasıyla başlar. Ardından, önce Yunanistan’da,
sonra ise yaşlı bir adam olarak Türkiye’ye “dönene” kadar Mısır’da
kalacağı uzun bir sürgün safhasına girer. Bu dönem, hem eldeki
kaynaklarda bulunan boşluklar, hem de bunları tarihsel
“dönüş”le doldurmak yönündeki çabalar dolayısıyla karanlıkta
kalmıştır. Sonuç itibarıyla, kaçınılmaz olarak daha spekülatif
olan bu bölüm, kendisinin sürgününü ve tarihteki yerini değerlendirmeden
önce, Eşref ’in Ankara’yla olan bağını koparmasından
ve Yunan işgal bölgesine girmesinden hemen sonra
gerçekleşen bazı faaliyetlerine ışık tutmayı dener. Bu dönem
açısından kritik önem taşıyan Yunan arşivlerinin yetersizliği
göz önüne alındığında sonuç kaçınılmaz olarak boşlukludur.
Yine de, en azından ilk zamanlar için, Eşref ’in faaliyetlerinin
genel çerçevesi bellidir. Sürgün hayatına başladığından itibaren,
öncelikle Yunan anakarasında, ardından Girit’te ve son
olarak Mısır’da olmak üzere, hareketleri takip edilmesi daha
güç bir hâl alır. Eşref ’in uzun sürgün dönemine dair teferruatlı
bir anlatım, yaşantısının hem tarihsel olarak önem arz eden,
hem de belgelerle destekli kısımlarına odaklanan bir biyografi
olarak tasarlanmış bu kitabın kapsamının ötesindedir. Fikrimce,
hayatının 1920’den 1964’teki ölümüne kadar olan dönemi
önemsiz değildir. Eşref siyasi, kültürel, toplumsal ve ekonomik
nedenlerden ötürü evlerini terk etmek durumunda kalmış, farklı
geçmişlere sahip –büyük ölçüde etüt edilmemiş ve geniş kapsamlı
–- post-Osmanlı diasporasının bir parçasıydı. Ayrıca Eşref ’in bu
dönemdeki hikâyesi dokunaklılık ve heyecandan da uzak değildir.
Büyük kızı Cuyap 1922’de, tam da Eşref ’in son derece uzun bir
zaman boyunca ailesinden ayrı kalacağı dönemin başlangıcında
doğmuştu. Ahfadına göre Eşref, karısıyla görüşmek ve uyurlarken
çocuklarını görebilmek için bazen geceleri gizlice Türkiye
Cumhuriyeti topraklarına giriyordu. Babalarının geldiğini aile
dışındakilere karşı ağızlarından kaçırmasınlar diye çocuklarını
uyanıklarken görmekten kaçınıyordu. Hikâyesinin bu dönemindeki
gedikler, daha aktif geçen yıllarındakilerden bile daha
geniştir. Ayrıca, bazıları sağır edici mahiyette pek çok sükût söz
konusudur. Eşref sürgündeki dönemlerini, özellikle de Ankara
hareketine karşı silaha davrandığı erken dönemleri tartışmaya
hevesli değil gibidir. Bölüm, hem yaşamış bir fenomen olarak,
hem de geçmişe bakıldığında algılandığı hâliyle Eşref ’in tarihle
olan ilişkisine dair bir müzakereyle sona ermektedir.
Önceki bölümde gördüğümüz üzere, Eşref ve Ankara arasında
gittikçe sıkıntılı bir hâl alan ilişki nihayet 1920 senesinin sonlarında
kopmuştu. Ethem’in 1921 Ocak’ının başlarında Yunan
kuvvetleriyle bir protokol imzalamasının ardından, Eşref de
onun izinden gidip cephenin karşı tarafına geçerek, o vakit Yunan
işgal bölgesi olan topraklara girdi. Yunanların Anadolu’daki
ilerleyişleri, bu noktada hem Pervin’in aile mülkünün bulunduğu
Söke’yi, hem de Eşref ’in arsasının bulunduğu Salihli’yi içine
alacak şekilde genişlemişti. Dolayısıyla, Eşref ’in çok geçmeden
bu iki yerde de görülmüş olması muhtemelen doğaldır. Daha
geniş kapsamda değerlendirilecek olursa, bu iki coğrafi üssün
statülerinin değişmesi, kendisinin Ankara’yla olan sorunlarıyla ve
Ethem’in taraf değiştirmesiyle birleşince, Eşref ’in batıya doğru
istikamet değiştirmesinde etkili olmuştur. Lakin taraf değiştirmek
oldukça riskli bir hamleydi. Eşref ve Pervin belki bunu eve
dönüş olarak görmüş olabilirler, fakat Ankara’nın konuya bakışı
oldukça farklı olacaktı.
Ankara’nın Yunan tarafındaki muhbirleri, Şubat ayında
Eşref ’in İzmir’e vardığını rapor ettiler. Eşref, Manyas’tan bazı
akrabalarıyla birlikte gece vakti Yunan işgali altındaki toprakları
geçmiş ve İzmir’e gelmişti. Görünüşe bakılırsa, Ethem’in isyan ettiği
günlerden bu yana Eşref mülklerini dikenli teller ve makineli
tüfeklerle gizlice tahkim etmekteydi. Ayrıca kendisine Ethem’in
adamları arasından muharip bir kuvvet topluyordu. Dikkat
çekici bir şekilde, aynı rapor Eşref ’in ayrıca İzmir’deki Hıristiyan
yetkililerle görüşmeler yapmakta olduğunu belirtmektedir. Bir
hafta sonra gönderilen bir başka rapor ise Eşref ’in faaliyetlerinin
genel çerçevesini teyit etmiş, fakat birkaç başka ilginç detay ilave
etmiştir. Oldukça yanlı bir dil kullanan Refet Bele, “asi” Ethem
ve kardeşi Reşid’in Yunanlara “teslim olduklarını” anlatmış
ve ellerine geçen belgelerin Eşref ’in de 1920 Eylül’ünden beri
Ethem’le beraber “ihanet” içerisinde olduğunu gösterdiğini iddia
etmişti. Ayrıca üç adamın Yunan işgal bölgesine “kaçtıklarını”
ve Eşref ’in İzmir Metropoliti Hrisostomos’la ve yazılarının kimi
bölümlerinde ilginç bir şekilde ortaya çıkan birisiyle (iddialara
göre kimliği belirsiz bir İngiliz’le) yaptığı müzakereleri müteakip,
gizlice aynı yönde hareket etmeye davet edildiğini iddia etmiştir.
(İşgal altındaki İzmir’in Yüksek Komiseri Stergiadis’in baş
muhalifi olan Hrisostomos, özellikle de destekçisi Venizelos’un
1920 seçimlerindeki yenilgisinin ardından Stergiadis karşısındaki
konumunu güçlendirmek için anti-Kemalist kuvvetler arasında
bir uzlaşma sağlamayı deniyor olabilirdi. Fakat bu konu hakkında
Yunan kaynaklarına müracaat etmeksizin başka bir şey söylemek
güçtür. Hrisostomos, İzmir’in Ankara kuvvetleri tarafından ele
geçirilmesinin ardından ürkütücü bir şekilde öldürülmüştür.)
Son olarak, rapor Eşref ’in kısa zaman önce Söke’ye vardığını
iddia ediyordu.

Sonrasında Eşref, Söke ve Salihli arasında mekik dokumuş
gibi görünmektedir. Haziran ayında Salihli’deki arazisinde görüldü
ve akabinde İzmir’e on sekiz adam getirdiği söylendi.
Eşref ’in küçük kardeşleri Ahmed ve Mekki Temmuz ayında
Ethem’in kuvvetleri arasında bulunan bazı diğer Çerkeslerle
birlikte tutuklanarak Ethem “isyanı” için propaganda yapmakla
suçlandılar. Bir süre Konya’da tutulmalarının ardından, Mustafa
Kemal de dâhil olmak üzere, Ankara kabinesinin imzaladığı bir
kararnameyle kefaletsiz olarak serbest bırakıldılar.
Eşref, Ethem ve Reşid, en azından Yunan askeriyesinin örtülü
onayıyla, Ankara’ya karşı mücadeleyi sürdürmek için çok
geçmeden yeniden birlikte çalışmaya başladı. Bu yeni faaliyet
döneminin ilk günlerinde Enver’in Anadolu’ya geri dönmesi hâlâ
ihtimal dâhilindeydi. 1921 baharında “millî” hareket içerisinde
kayda değer bir rahatsızlık vuku bulmuştu. Bu, kısmen Londra’daki
barış görüşmelerinde verilebilecek tavizlerin korkusundan
ileri geliyordu. Ayrıca Ankara’nın kendisine bağlılığından
şüphe duyduğu doğudaki bazı önde gelen subayları görevden
alması da bu rahatsızlığın sebeplerinden biri oldu. Enver’e bağlı
olduklarından şüphelenilen subaylar Doğu Karadeniz kıyısındaki
şehirlerde toplanmışlardı. Enver’in amcası Halil Paşa Şubat ayında
Trabzon’a gelmiş, fakat kendisine ülkede kalamayacağı söylenmişti.
Bu sırada Yunan taarruzu hız kazanmış, Yunan ordusu
Temmuz ayında Eskişehir ve Kütahya’yı alarak Ankara’da kaygı
uyandırmıştı. Haziran ayında içlerinde Halil Paşa ve “Küçük”
Talat Paşa’nın (Muşkara) da bulunduğu Enver destekçilerinin
Mustafa Kemal liderliğine karşı bir darbeye teşebbüs ettiklerine
ilişkin söylentiler çıktı. Temmuz’da, Yunan ordusu ilerlemeyi
sürdürürken, pek çok kişi Enver’in geri dönmesini istiyordu.
Mustafa Kemal bu duruma Meclis üzerindeki kontrolünü sıkılaştırarak
yanıt verdi. Bu gelişmeler, Meclis’te, Mustafa Kemal’in
diktatoryal güçler almakta olduğundan endişelenen İkinci Grup
isimli bir muhalefet grubunun oluşmasına sebebiyet verecekti.
Muhalefet grubundakilerin bir kısmı Karadeniz bölgesindendi.
Enver, bir İslam devleti kurma planları için destek almak adına
Berlin’den Moskova’ya gitmişti. Gündemindeki anti-emperyalist
unsurun Moskova’nın desteğini sağlamak için yeterli olacağını
umuyordu. Fakat ayrıca bir gözü de Anadolu’daydı. Temmuz
ayının sonlarında, Anadolu’ya dönmek niyetiyle, Türk sınırındaki
Batum’a gitmek üzere Moskova’dan ayrıldı. 1918 Nisan’ında ele
geçirdiği şehre geri dönen Enver, amcası Halil Paşa, “Küçük
Talat” ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin éminence grise’i [akıl
hocası]olan Dr. Nâzım’la bir araya geldi. Eşref ’in kardeşi Selim
Sami’nin de çok geçmeden onlara katılacak olması hikâyemiz
açısından önem arz eder. Sami, Hindistan ve Uzakdoğu’daki maceralarının
akabinde savaşın ardından Berlin’e gelmiş ve Enver’le
birlikte Moskova’ya geçmişti. Batum’da bulundukları zaman
zarfında Enver ve takipçileri Trabzon’daki müttefikleriyle sürekli
irtibat hâlindelerdi. Ayrıca Anadolu’nun çeşitli kısımlarındaki
saltanatçılardan ziyaretçiler kabul etmişlerdi. Eylül ayının başlarında
ülkeye girmek ve Yunanlarla çarpışmak üzere cepheye
gitmek yönünde planlar istişare ettiler. Bu, Ankara nazarında,
mevcut askerî noksanlıklarına ilişkin acı bir uyarı teşkil ediyordu.
Ayrıca eski İttihat ve Terakki Cemiyeti adına bir konferans
düzenlediler. Enverci bir uyanış teşebbüsü açıkça hesaptaydı.
Üzerindeki baskı zirvede ve Kemalist kuvvetler teyakkuzdayken,
kaygılanmak için Ankara’ya bir neden daha çıktı. Ankara’nın
ajanları, Eylül ayının başlarında Selim Sami ve “Küçük Talat”ı
Trabzon’un batısındaki Giresun limanında görmüşlerdi. İtalyan
pasaportlarıyla deniz yolunu kullanarak İstanbul’dan gelmişlerdi
ve iş adamları olduklarını iddia ediyorlardı. Güzergâhlarının
Enver’in kalmakta olduğu Batum olduğu söylense de nihayetinde
Orta Asya’ya doğru yola koyuldular. Haberler, “Mühim ve son
derece acil” kodlu bir telgrafla hızla Ankara’ya iletildi. Üç gün
sonra Trabzon’dan Ankara’ya bir istihbarat raporu ulaştı. Gemi
önce Trabzon’a uğramış, ardından yolcular Batum’a varmıştı.
Söylendiğine göre gemideyken önemli planlar yapıyorlardı ve
Halil Paşa’yla irtibata geçmeye kararlıydılar. Gemi Trabzon limanına
girdiğinde, milis lideri Yahya Kâhya’yla iki saatlik bir
görüşme yaptılar. Trabzonlu Yahya son derece inatçı ve etkili bir
kişilik olarak nitelendiriliyordu. Yahya Kâhya öncesinde Enver’in
amcası Halil’le bir araya gelmiş, bu görüşme Halil’in Şubat
ayının sonlarından itibaren üç ay boyunca Trabzon’da kaldığı
süre zarfında gerçekleşmişti. Rapora göre grubun Trabzon’u
faaliyetlerinin merkezi hâline getirmeyi planladığı açıktı.
Fakat yanlış zamanlama ile Ankara’nın hazırlıkları bir araya
gelmesi, Envercilerin pozisyonlarından yararlanmalarına engel
oldu. Pek çok önde gelen askerî kişiliğin hâlen Enver’e sadakat
duymaya devam ettiğinin son derece farkında olan Ankara, onun
hamlesini cevaplamak üzere karşı hamle yaptı. Enver ve adamlarının
sınırdan girmelerine müsaade edilmedi. Mustafa Kemal ayrıca askerî cephede şanslarının yaver gitmesinden de istifade
etti. Zorlu Sakarya Meydan Muharebesi 23 Ağustos’ta başlayıp
13 Eylül’de sona ermiş, çarpışmalar nihayet Ankara’nın lehine
döndüğünde Mustafa Kemal rahat bir nefes almıştı.
İlginçtir ki Eşref bu dönemde, Osmanlı Çerkeslerinin imza
attığı büyük siyasi gelişmede bir rol oynamamış gibi görünmektedir.
Kuzey Kafkasya’yla tarihî bağları olan toplulukların önde
gelen liderleri 24 Kasım 1921’de, o vakit Yunan işgali altında
olan İzmir’de bir araya geldi. Kendilerini, “Şark-ı Karib Çerkesleri
Temin-i Hukuk Cemiyeti” (Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını
Sağlama Derneği) olarak adlandıran grup, Büyük Devletler’i
kendi haklarını ve Yunan yönetimi altındaki otonomi isteklerini
tanımaya çağıran bir bildiri yayınladı. Eşref ’in Adapazarı’ndaki
destekçisi olan Maan Şirin de Ethem ve Reşid gibi bu bildiride yer
aldı. Fakat bildiride Eşref ’in adı bulunmamaktadır. Eşref ’in
bu bildiride neden yer almadığını bilmek belki de imkânsızdır:
Efe, kendisinin bildiriye katılmamasının Çerkes toplumsal sınıf
sistemiyle alakalı olup olmadığını irdelese de Eşref genel olarak
politik söylemlere angaje olan biri değildi. Kendisi doğrudan
eylemi ve fait accompli’yi [oldu bitti’leri] siyasi görüşmelere ve
platformlara tercih ediyordu. Belki de, daha sonradan yazdığı
gibi, kendini etnik bir ayrılıkçı değil, bir Osmanlı olarak hissetmiştir.
Fedaî zabitan dostlarının diğerleri gibi, Eşref de hayatını
devleti bir arada tutmaya adamıştı. Kendisinin daha sonra
belirttiği şekliyle: “Ben ne Dağıstan rüyaları gören bir Çerkes,
ne Arap ne de Rumdum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir
Osmanlıydım!”
Eşref Çerkes konferansına bulaşmazken, Enver ve Selim Sami
de Kızıl Ordu’yla savaşan Basmacı hareketinin son safhalarında
yer alacakları Orta Asya’ya doğru ilerliyorlardı. Enver 1922 yazında,
günümüzde Tacikistan sınırları içerisinde kalan topraklarda
gerçekleşen bir süvari hücumunda hayatını kaybetti. Bunun
üzerine Sami, hareket topyekûn dağılmadan evvel bir süreliğine
liderliği devraldı ve akabinde Afganistan’a kaçtı. Bu nedenle Tacik
tarihinde kendisinden “Selim Paşa” olarak bahsedilir. Sami,
Mustafa Kemal ve Ankara hükûmetine karşı nihayetinde kendisi
için ölümcül olacak bir rol oynamak için yakında Anadolu’ya
geri dönecekti.
1922 Şubat’ında, Eşref ve Pervin’in Cuyap isimli ilk kız çocukları
doğdu. Eşref bu dönemde Ankara’ya karşı mücadelede Ethem ve Reşid’le birlikte çalışmaya devam etmiş gibi görünmektedir.
Nisan 1922’de, bazı Osmanlı Müslümanlarının Ankara’ya karşı bir araya geldikleri Trakya’da Eşref ’in bu grup adına örgütçülük
yaptığı rapor edildi. Ethem de memleketi Bandırma ile İzmir’de
aynı faaliyetlerde bulunuyordu. Ankara’nın istihbarat kaynakları,
bu sırada Yunan hükûmetinin, Ankara’yla bağlarını kesmeleri
durumunda muhalefeti birleştirmek planlarıyla meşgul olduğunu
düşünüyordu. Eşref, Temmuz ayının sonlarına doğru, Reşid’le
birlikte bir Yunan gemisiyle İstanbul’a vardı. Polisin gözlerini
sürekli üzerlerinde tuttuğu Kadıköy’de kalıyorlardı.
Batı Anadolu’daki genel durum çarpıcı bir şekilde değişmenin
eşiğindeydi. Türkiye’de Türk Kurtuluş Savaşı veya İstiklal
Harbi olarak bilinen Türk-Yunan Savaşı son safhasına girmek
üzereydi. Ankara kuvvetleri, baharın çoğunu müdafaa durumunda
geçirdikten sonra artık bir araya toplanmıştı. Ankara’nın
Ağustos ayı sonlarında başlattığı “Büyük Taarruz” ile Yunan
ordusu çok geçmeden geri çekilmeye başlayacaktı. Yunan güçleri
Dumlupınar’da kesin bir bozguna uğradı. Bu muharebe Yunan
kuvvetlerinin yaklaşık yarısının esir alınması veya öldürülmesiyle
sonuçlandı; generalleri de esir düştü. Bu, savaşın son büyük
muharebesi olacak, Ankara ordusu kısa sürede Akdeniz’e doğru
ilerleyecekti. İzmir ele geçirildi ve akabinde alevler içinde kaldı.
Yunan ordusu Eylül ayının ortalarında Anadolu’dan kovulmuştu.
İzmir’in Ankara kuvvetlerince ele geçirilmesi Batı Anadolu’daki
çarpışmaları sonlandırmadı. Anadolu’daki savaşın seyrini
gören Eşref, Ethem ve Reşid, İzmir’in kuzeyinde, Anadolu
kıyılarına yakın ve 1912’e kadar Osmanlıların elinde bulunan
büyük Yunan adası Midilli’yi faaliyetlerinin merkezi hâline getirdiler.
Ada, başta Çerkesler olmak üzere Yunanların çöküşü
sırasında anakaradan kaçanlar için bir mülteci kampı vazifesi
gördü. Ethem, Reşid ve Eşref, muhtemelen bir işgal veya darbe
maksadıyla, çoğunlukla Çerkeslerden oluşan bir gerilla kuvveti
eğitmekle meşgul oldular. Anadolu İhtilal Komitesi denilen
bu grup, Kemalist liderliği tasfiye etmek amacıyla Midilli ve
Batı Trakya’da kuvvet eğitiyordu. Ankara tarafından ihtiyatla
izlenen –ve kimi zaman havadan bombalanan– bu grup Anadolu
anakarasına baskınlar düzenlediyse de Mustafa Kemal’in
artan otoritesine karşı geldiğini düşündükleri kişileri dikkatle
gözleyen Kemalist yönetime hiçbir zaman ciddi bir tehdit teşkil
etmedi. Ankara zaman içerisinde sıkı yönetim yasaları, tasfiyeler
ve yasaklama kararlarından oluşan bir kombinasyon kullanacak
ve Türk tarihinde örtmeceli bir şekilde “tek parti dönemi” olarak
bilinen merkezî kontrol dönemini kurmak üzere şüphelendiklerini
amansızca sürgüne gönderecekti. Beş yıllık planlarda, önemli
endüstri kollarındaki devlet kontrolünde ve hatta kamu sanatı
ve sloganlarda görüldüğü üzere Sovyet etkisi güçlüydü. Görüş
ayrılığında olanlarla genellikle sertçe ilgileniliyordu.
Eşref ve Ethem 1923 Haziran’ında Almanya’ya gitti. Bu seyahat
görünürde Ethem’in ameliyat olması içindi, fakat başka gayeler
taşıdıklarından da şüphe ediliyordu. Alman güvenlik yetkilileri
ikilinin seyahati “ağlarını örmek için” kullandığını düşünmüş ve
yolculuklarının Antant devletleri tarafından finanse edildiğinden
şüphelenmişti. Alman yetkililer Eşref ve Ethem’in Almanya’dan
ayrılmalarını arzu ediyorlardı. Eşref ’in Ağustos ayında İtalya
üzerinden Yunanistan’a geçtiği bilinmektedir. Ethem ise Leipzig’e
gitmişti. Efe, seyahatin Lozan müzakerelerinde yer alan İsmet
İnönü ve diğer Ankara temsilcilerine suikast düzenlemek için
yapıldığından şüphe eder. Fakat bu hususta kayda değer kanıt
mevcut değildir. Gerçekte neler olduğu karanlıkta kalmaktadır.

Eşref, Ethem ve Reşid tarafından kurulan Anadolu İhtilal
Komitesi, doğal olarak Ankara’nın gözlediği gruplar listesinin üst
sıralarındaydı. Cumhuriyet döneminin muhtemelen ilk yasa dışı
siyasi örgütü olan bu grup, Mustafa Kemal’i devirmeyi arzuluyor
gibi görünmekteydi. Grup, Anadolu’daki büyük insan kitlelerinin
milliyetçi lidere karşı olduğu varsayımından yola çıkıyordu.
Detaylar yetersizdir, fakat grubun Türkiye Cumhuriyeti’nin 29
Ekim 1923’teki kuruluşundan önce faaliyette olduğu açıktır ve
muhtemelen Yunan askeriyesinden destek almıştır. İngilizler,
başarılı olmasını mümkün görmeseler ve ateşkesi ihlal ettiğini
bilseler de yine de harekete rıza göstermişlerdir. Hareketin
komutanı Eşref ’ti. Hareket, Anadolu’daki subay ve askerlere
daha ziyade muğlak ifadelerle çağrıda bulundu. Milletin meşru
haklarının yeniden tesis edilmesi adına Allah’ın muzaffer davası
için çarpıştıklarını ilan ederek, hitap ettikleri kişilere, “alçakların”
elinden gördükleri (büyük olasılıkla Ankara’daki) adaletsizliklerden,
yoksunluklardan ve aşağılayıcı tutumdan bahsettiler.
Şehitlerin dul kalan hanımlarına ve yetim kalan çocuklarına atıfta
bulunarak, hitap ettikleri kitleyi mücadeleyi devam ettirmeye
çağırıyorlardı. Çağrıda bulundukları, dış düşmana, yani büyük
olasılıkla İngilizlere, Fransızlara ve İtalyanlara karşı savaşmaya
devam ederken, Anadolu İhtilal Komitesi de (tanımlanmamış
olan) “iç düşmana” karşı çarpışacaktı. Buna karşılık Ankara da
Yunan ordusunun “oyuncağı” olarak adlandırdığı Komite’yi
hedef alan propaganda broşürleri dağıttı. Broşürlerde Ethem,
Eşref ve “Hacı” Sami söz konusu yapının önde gelen ajanları
olarak tanımlanıyor ve “vatanseverlere” onları öldürme çağrısı
yapılıyordu.

Pratik konuşmak gerekirse örgüt, Türk anakarasına sızdırmak
maksadını güttüğü adamlarını Midilli’de eğitiyordu. İngiliz kaynaklarına
göre örgütün saflarında Çerkeslerin yanı sıra Ermeniler
ve Rumlar gibi diğer topluluklar da dâhil olmak üzere 1.400
kadar kişi bulunuyordu. Anadolu’ya akınları 1923 Nisan’ında
başlamış gibi görünen örgütün 1.700 kadar adamı olduğu
söylenmiştir. İçlerinde hem Çerkeslerin hem de Yunanların
bulunduğu 32 kişilik bir kuvvetin Söke ve Kuşadası arasında
kıyıya çıkmasıyla, 23 Ağustos 1923’te daha küçük bir akının
gerçekleştiği rapor edilmiştir. Bu grupları imha etmeye kararlı
olan Ankara hükûmeti, söz konusu akınların ardında Atina’nın
parmağını görmüştü. Bu, örgütün Yunan hükûmetinin koruması
altında faaliyet gösterdiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, artık
Ankara’nın Dışişleri Bakanı olan İsmet Paşa, vaziyeti “zor kullanarak”
Yunan hükûmetinin dikkatine sunabilmeleri için meseleyi
İstanbul’daki İtilaf Güçleri’ne yazdı. Fakat Ankara, bu hareketin
ardındaki kuvvetin Ethem ve Eşref olduğunu fark etmişti
ve teyakkuzda kalmaları için kadrolarını uyardı. Gingeras’ın
da dikkat çektiği üzere, Eşref ’in hatıralarının yayınlanmış olan
tek cildinde okuyucuya sunulan biyografide bu dönemden söz
edilmemektedir. Aynı şekilde, söz konusu dönem, Eşref ’in kaleme
aldığı diğer dağınık hatıratlarda da mevcut değildir. Eşref
belki de Gingeras’ın bahsettiği şekliyle “bu kısa, fakat umutsuz
harekâtı” geçiştirmeyi ummuştu.
Müteakip yıllarda Anadolu İhtilal Komitesi’nin adı pek az
duyulacaktı. Fakat Eşref ’in kardeşleri Sami ve Ahmed 1927
senesinde, aynı bölgede gerçekleşen bir başka baskında görev
aldılar. Daha büyük bir grubun bir parçası olarak, Kuşadası
yakınlarında kıyıya çıkıp Türkiye Cumhuriyeti kuvvetleriyle
çarpışmaya girdiler. Karşılaşmada iki taraf da kayıplar verdi.
Hikâyenin Ankara tarafından anlatılan versiyonlarına göre,
kardeşler çarpışma sırasında öldürülmüşlerdi. Aileye göre ise,
yakalanacaklarını anladıkları vakit, Sami canlı ele geçirilmemeye
karar vermişti. Önce küçük kardeşini vurmuş ve ardından
silahını kendine doğrultmuştu. Ailenin söylediğine göre, bir
görgü tanığı daha sonra kendileriyle temasa geçmiş ve gerçeği
bilmelerini istemişti. Eşref ’in hikâyesinin kahir ekseriyetinde
olduğu gibi, bu hadisede de bir tartışma ve gizem unsuru, belki
de kaçınılmaz olarak baki kalmıştır.

Ankara’daki yasama meclisinin
kurulmasının ardından Mustafa Kemal bazı subaylara
davetiye gönderdi. Bu işe yarar bir sadakat testi olduğu gibi, aynı
zamanda bir kontrol aracıydı. Pervin’in hatıratı, Eşref ’e Salihli’yi
de sınırları içerisine alan, bölgenin önde gelen şehri Manisa
milletvekilliğinin teklif edildiğini açıklığa kavuşturmaktadır.
Pervin ve akrabalarının Eşref ’in kardeşi Ahmed’in yardımıyla
Anadolu’ya geçmelerinin, akabinde esir alınmalarının ve geçici
olarak yerleşecekleri Eskişehir’e kaçmalarının ardından Eşref,
Mustafa Kemal’in temsilcilerinden biri tarafından ziyaret edildi.
Pervin’in sadece “H” olarak bildiği bu adam, Ankara’ya giderek
Manisa’yı temsil etmesi yönündeki teklifi Eşref ’e aktardı. Pervin
tekliften memnun olduysa da Eşref tereddüt gösterdi. “H”ye,
“Bu iş benim işim değildir,” dedi. Birliğin esas olduğu bu gibi zamanlarda
kendisinin dalkavukluk yapacak türden biri olmadığını
açıkladı. Politikada hünerli olmadığını ve onlara katılmazsa daha
iyi olacağını söyledi. “H” ondan duruşunu netleştirmesini istedi.
Eşref, az önce itiraf ettiği politik maharetsizliğini sergilercesine
açıklamaya koyuldu. “Kararlar Meclis’in dışında alınacak,” dedi.
Uzun tartışmalar değil, yukarıdan gelen emirler doğrultusunda
eylemler söz konusu olacaktı. Bu gibi bir durumda, diye sordu,
Eşref veya onun gibi insanların Meclis’te ne işleri olurdu? “H”
ona durumu mümkün olan en açık şekilde bir kez daha özetledi:
“Paşa hazretleri (Mustafa Kemal) sizin Manisa mebusluğunuzu
uygun gördü. Bunu kabul etmemeniz doğru bir şey olur mu?”
Eşref bu soruya Mustafa Kemal’e olan saygısını sunmak suretiyle
yanıt verdiyse de, kendisi için en iyi işin siyaset değil, hâlihazırda
yapmakta olduğu askerlik işleri olduğunu belirtti. Bir başka
kaynakta ise Pervin, Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasından
ötürü Eşref ’in Paşa’yı tebrik ettiğini, fakat –onun yerini almaya
hazır birçok yeni kişinin varlığını göz önüne alarak– vazifeden
affını ve huzur içerisinde emekliliğe çekilmek isteğini belirterek,
bu teklifi saygı çerçevesinde reddettiğini belirtir.

Pervin kocasının bu kararından dolayı çok üzülmüş, Eşref ’in bu açık
konuşma huyuyla bir sürü “boş söylenti”ye ve Ankara’daki eyyam
adamlarına, vekilliği reddetmesini manipüle etme fırsatını
vermesine hayıflanmıştır. Söylediğine göre bu, Mustafa Kemal’i
çevreleyen tufeylilere, kocası ve Mustafa Kemal arasındaki iyi ilişkileri
mahvetmeleri için koz vermişti. “Ne olursa olsun,” demişti
Pervin, “bu iyi olmadı. Eşref ’in karnesine kırık bir not oldu.”
Pervin’in hayli dokunaklı bir üslupla yazdığı Eşref ’in vatanı
için çok şey feda etmiş olması hususunun ötesinde, meselenin iki
noktası onun özellikle ağırına gitmiştir. İlki, isimleri verilmeyen,
içlerinde bir meclis üyesinin de yer aldığı ve Mustafa Kemal’e
karşı ortalığı karıştırmak isteyen bazı kişilerin Eşref ’e yaklaşmış
olması, fakat Eşref ’in onları geri çevirmesidir. Burada ima edilen,
eğer gerçekten Mustafa Kemal’e karşı harekete geçmek istemiş
olsaydı, Eşref ’in bunun için açık bir fırsata sahip olduğudur.
Fakat o, bu teklifi kesinkes reddetmiştir. Pervin’in ağırına giden
ikinci husus ise Mustafa Kemal’i kocasının aleyhine döndürdüğünden
şüphelendiği kişilerin kendi evlerinde misafir olmuş
kişiler olmasıdır. Profesyonel ile kişisel olan arasındaki ince çizgi
Pervin’e göre şimdi onların aleyhine dönmüştü.
Pervin’in ümidi, olayların beklenmedik gidişatıyla öylesine
kırılmıştı ki, Eşref ’i sahneden bütünüyle çekilmeye ve Söke’ye
gitmeye ikna etti. Burası Pervin’in doğup büyüdüğü yerdi.
Söke’nin onlara Ankara’nın dedikodularından kaçma imkânı
vereceğini düşünmüştü. Fakat onun, Eşref ’in sorunlarını çözeceğini
zannettiği şey, aslında sorunları ciddi bir şekilde artırdı.
Söke’ye gitmek sadece taşınmak anlamına gelmiyordu. Oraya
gitmek, Anadolu’nun istikbali için verilen ve hâlâ sonuçlanmamış
savaşta taraf değiştirmek anlamına gelmekteydi. Eşref,
mücadelenin diğer tarafına geçen Ethem’i takip etmekle kendini
ihanet iddialarına karşı açıkta bıraktı. Ankara ona hain ve asi
gibi etiketleri yapıştırmakta vakit kaybetmeyecekti. Bu, karşı
koymasına rağmen sürgün yılları boyunca kendisini takip edecek
ve ailesi üzerinde ağır bir yük oluşturacak bir suçlamaydı. Her
ne kadar siyasi meselelere aldırış etmediğini yazsa da (“Ben işin
siyaset kısmına fikir ve mütalaa bürünecek değilim,”) Pervin’in,
karşı cepheye geçişin nasıl sonuçlar doğuracağı konusundaki bilinçsizliği
dikkat çekicidir. Bu, neredeyse, Eşref ’in Arabistan’daki
faaliyetlerini anlattığı kitabında bulunan derin boşluk kadar katı
bir ihmaldir. Fakat bu hikâye bir başka bölüme ait.

Eşref ve Ankara arasındaki gerilim 1920 sonlarında doruğa
ulaştı. Pervin’in anlattığına göre, Mustafa Kemal’in çevresindekilerin
iki eski silah arkadaşı arasındaki münasebetleri zehir
etmelerine imkân veren bir dizi talihsiz olay yaşandı. Bunlardan
birincisi afyon mahsulüyle ilgili bir hadiseydi. Pervin’in söylediğine
göre, Eskişehir’den Bursa’ya geçtikleri dönemde Eşref,
Mustafa Kemal’den kaba bir telgraf almıştı. Telgrafta Eşref ’e
elindeki afyonu derhal Ankara’ya göndermesi emrediliyordu.
Eşref ’in birliği “isyancı” (İstanbul hükûmetine bağlı) bir tüccarın
1.500 kiloluk afyonuna birkaç ay önce el koymuştu. Eşref
el koyduğu afyonu Eskişehir kaymakamı ve yerel milliyetçi
komitenin başkanı Ulvi Bey’e (Aykurt) göndermişti.
İzzet Ulvi Aykurt -, Türk siyasetçi. Mülkiye Mektebi mezunudur. Eskişehir Şer’iye Mahkemesi Kayıt Memurluğu ve Başkatipliği, Kütahya Tahrirat Katipliği, İzmit, Kayseri, Gümüşhane Sancakları İdare Meclisi Başkatipliği, Mekke Emaneti Divan Efendiliği, Ulukışla ve Akşehir Kaymakamlıkları, Ankara Erkek Lisesi Tarih öğretmenliği yapmıştır.
Şimdi ise Ankara birdenbire Eşref ’in afyonu elinde tuttuğunda ısrarcı olmuş
ve Ankara’ya gönderilmesini talep etmişti. Bu telgraf Eşref ’i
cidden incitti. Özellikle de malları sakladığı iması onu rahatsız
etmişti. Mustafa Kemal’e yazarak elinde afyon olmadığını, ele
geçirdiği afyonu üç ay önce yerel yetkililere teslim ettirdiğini
belirtti. 100.000 liralık afyon karşısında sadece savaşçıları için
300 çift çizme almış olduğunu söylüyordu. Paşa’ya bu güncel
olmayan bilgiyi verenlerin ikiyüzlüler veya münafıklar olduğunu
ima etti. Görevlerini ifa etmesi ve Ankara’nın lideriyle olan
bağlarını ve ona karşı saygısını muhafaza etmesi adına Mustafa
Kemal’den kendisine güvenmesini istedi. Telgrafı arkadaşı ve
Mustafa Kemal’in komutanlarından olan Atıf Bey’e (Kamçıl)
gösterip ondan araya girmesini istedi. Atıf, Eşref ’e kefil olmak
suretiyle Mustafa Kemal’le aralarında bir kırılma yaşamasını
engellemeyi denediyse de Pervin’e göre mürailerin iki adamın
arasını açmaya çalıştıkları açıktı. Görünüşe göre, ikinci ve belki de ölümcül hadise, Mustafa
Kemal’in “Büyük Millet Meclisi”nde, yeni kurulmuş alternatif
parlamentoda kendisinin mebus olması yönündeki teklifini
Eşref ’in reddetmesiyle meydana geldi.
Önceden Batı Anadolu’nun Rum nüfusundan arındırılmasında aldığı role
rağmen, Eşref, kendisini muhtemelen Ankara hareketine karşı
kullanışlı bir Müslüman müttefik olarak gören Rumlar arasındaki
temaslarını muhafaza etmeyi görünüşe göre başarmıştı.
Eşref’e göre Ankara kendisine beklediği hareket serbestisini
–ve muhtemelen saygıyı– sunmuyordu. Bunun altında yatan
öncelikli faktörlerden biri, Eşref ’in Enver’e tartışmasız bağlılığıydı.
Enver o vakit Orta Asya’da Bolşeviklere karşı çarpışıyor
olsa da Mustafa Kemal’e karşı kuvvetli bir potansiyel alternatif
teşkil etmeye devam etmekteydi. Eşref ’in kardeşi Selim Sami’nin
Enver’le birlikte olması – 1920 senesinin Kasım ayının ortalarında
Taşkent’teydi – gerçeği de muhtemelen Ankara’da Eşref
hakkında daha fazla kuşku duyulmasına neden olmuştu.
Eşref ’in izi bir müddet kayboldu. Haziran ortasında
Salihli’deki bir süvari kıtasının komutanı olarak ortaya
çıktı. Bu kendi bölgesi olsa da, Binbaşı Cevdet’in komutası
altında faaliyet gösteriyordu. Haziran ayının ilk günlerinde
kullanılmış bir tütün kâğıdına yazdığı acil kodlu bir mesajı Ali
Fuad Paşa’ya yollayarak, Mehmed Arnavud Pehlivan ve Rıza
Bey’in on iki kişilik süvari müfrezesini mümkün olan en kısa
zamanda bulunduğu yere, yani Burdur yakınlarındaki İlyas’a
göndermesini istedi. Eşref 1920 baharının bir vaktinde Uşak’ın
dışında, Salihli’nin 100 kilometre kadar doğusunda konuşlanmışa
benzemektedir. Dönemden oldukça sonra, Şükrü Nail (Soysal)
isimli bir Kuva-yı Milliye gazisi tarafından yazılan hatırata
göre, Eşref ve aşağı yukarı 150 savaşçıdan oluşan kıtası Uşak’ın
doğusundaki Kalfa Köyü’nde karargâh kurmuşlardı. Seçmece
binekleri, silahları ve adamları vardı. Şükrü Nail’e göre Eşref ’in
yoksun olduğu şey, yerel nüfusun itimadıydı. Yine Şükrü Nail’e
göre bu güven, Eşref ’in, iddiaya göre kasaba halkının gözleri
önünde bayılana kadar adam dövme, civardaki varlıklı kişilerin
mallarına el koyma ve yargısız infazlar gibi göz korkutucu tavırlarıyla
kırılmıştı. Hatıratta bu nedenden ötürü yakınlara ikinci
bir karargâh kurulması gerektiği belirtiliyordu ki bu Eşref ’in
Adapazarı faciasının yeniden tekerrür etmesi gibi bir durumdu.
Şükrü Nail’in anlatımına göre, Eşref ’in Uşak’taki tavrı daha da
kötüleşti. Şükrü Nail, Eşref ’in Güllülü Ali Efe isimli bir adamının
komutasındaki on adamlık bir müfrezeyi, Uşak’ın doğusundaki
Ortaköy’ü yağmalamaya gönderdiğini anlatmaktadır. Bu kuvvet
güpegüngüz ve dizginsiz bir şekilde kasabayı yağmalamaya
davranmıştı. Ali Efe’nin çetesiyle kasaba sakinleri arasında bir
münakaşa çıkmış ve bu, Ali Efe’nin ölümüyle sonuçlanmıştı.
Akabinde haberler Eşref ’e ulaşmış ve Ortaköy’de kıyamet kopmuştu.
Eşref elindeki bütün gücü seferber etmiş ve günbatımında
kasabanın etrafını çevirmişti. Köylüler arasında kimse direnmeye
teşebbüs etmemiş, Eşref ’in adamları Ortaköy’e girip, kaçamayacak
durumda olan bazı yaşlı ve gençleri bir araya toplamışlardı.
Bu sırada adamlar köyün dikkat çeken evlerini yağmalamaya ve
yakmaya koyulmuşlardı. Şükrü Nail’in iddiasına göre, adamlar
tam da bu amaç için yan yana dizdikleri kasabalıları vuracakları
vakit bir ses duyulmuştu. “Bir Arap asla Arabistan’ı yakmazdı;
doğru olanları yanlış olanlardan ayıralım.” Bu sözcükler, çıkan
yangınları söndürmeye çalışmakta olan, Talip isimli yerel polis
karakolu komutanının ağzından çıkmıştı. Otoritesini sorgulayan
bir ses işiterek şaşkına dönen Eşref, adamlarını toplamış ve onları
karakol komutanının geldiği köye doğru göndermişti. Eşref
kendisi geç kalsa da sekiz on adamını Talip’i yakalamaları için
göndermiş ve onu vurdurmuştu. Şükrü Naili bu dehşet verici
hikâyeyi, Talip’in, kişisel fedakârlığı sayesinde, birçok kişiyi,
halkın kendisine karşı olduğunu fark edip geri çekilen Eşref ’in
ellerinde ölmekten kurtaran bir Kemalist olduğu açıklayarak
sona erdirir. Bu son derece taraflı bir şekilde anlatılan hikâyede
Eşref bir tür basmakalıp kötü adam olarak baş gösterir. Yine de
Eşref ’in Adapazarı’ndaki tutumlarından bildiğimiz kadarıyla, bu
hikâyenin içinde en azından bir parça gerçeklik esintisi varmış
gibi görünmektedir. Eşref ’in Uşak’a tam olarak ne zaman gittiği belirsiz olsa da
görünüşe göre Haziran ayının sonlarına doğru oradaydı. Uşak ve
Denizli arasındaki Güney köyde, 23. Tümen Komutanı İzzeddin
Bey’den (Çalışlar) mesajlar alıyordu. Yunanlar doğuya doğru
iki paralel koldan ilerlemektelerdi. Kuzeydeki kolları, Salihli’nin
güneydoğusunda bulunan Alaşehir’in batıdaki dış mahallelerine
kadar ulaşmıştı. Güneydeki kolları ise Aydın yönünden Nazilli’ye
doğru yaklaşıyordu. Fakat İzzeddin’in bildiği kadarıyla Yunanlar
henüz ne Alaşehir’i ne de Nazilli’yi işgal etmişlerdi. Aslına
bakılırsa, Yunanların kesin konumları Kuva-yı Milliye tarafından
o aşamada bilinmiyordu. Alaşehir’in doğusunda bulunan Eşref,
Yunan mevzilerine ilişkin istihbarat toplayabileceği kritik bir
konumdaydı. Dolayısıyla, Yunan karargâhlarının konumlarını
tespit edebilmesi ve Salihli ile Alaşehir arasındaki trenlerin işleyip
işlemediklerini saptayabilmesi için İzzeddin Bey biri kuzeye,
İnegöl’e doğru, diğeri ise batıya, Alaşehir’e doğru iki keşif takımı
göndermesini istedi.
Fakat ortada bir sorun vardı: Kuva-yı Milliye birlikleri mühimmat
yetersizliğinden mustaripti. Eşref muhtemelen mühimmat
talebinde bulunmaktaydı, zira 28 Haziran’da İzzeddin
Bey kurşunlar ile makineli tüfeklerin yolda olduğunu yazdı.
Eşref ’ten, başka bir muharebede kurtarılan topu, müdafaasını
planladığı Uşak şehrine göndermesini istedi. Bunun yanı sıra,
ondan birliğindeki adamları ilerleyip düşmanı geri çekilmeye
zorlayacakları ve bu suretle civardaki diğer birimlere bir emsal
teşkil edecekleri şekilde olumlu sözlerle teşvik etmesini ve yüreklendirmesini
istedi. Nihayetinde, Yunan kuvvetleri Alaşehir’i
kısa bir süreliğine işgal ettilerse de, Ankara güçleri Haziran ayının
ilk günlerinde ilçeyi geri alarak Yunanları geri çekilmeye zorladı.
Yunanlar Ağustos’un sonunda doğuya, Uşak’a doğru ilerlediklerinde
Eşref hâlâ bölgedeydi veya belki de yeniden bölgeye
dönmüştü. Eşref ’in gönüllü kuvvetleri ile Uşak taburu, muhtemelen
kenti savunanları ferahlatmak adına, 21 ve 22 Ağustos
tarihlerinde yer değiştirdi. Yunan kuvvetleri 29 Ağustos
1920’de şehri ele geçirdi. Ertesi gün, Eşref ve süvarileri Ankara’ya
vardı. Aksiyona her ne kadar yoğun bir şekilde müdahildiyse
de Eşref ’in nispeten küçük bir rolde faaliyet gösteriyor olduğu
açıktır. Artık bir Kuva-yı Milliye komutanı değil, sadece silahlı
bir taburun lideriydi. Yunanlar, Sevr Antlaşması’nın imzalanması için Ankara’ya
baskı yapmak adına Ekim ayının sonlarında Anadolu içlerine
doğru yeniden harekete geçtiler. Eşref Uşak yakınındaki bölgede
yine faaliyet hâlindeydi. Batı cephesi komutanı olan Ali Fuad
Paşa, 26 Ekim’de Eşref ’in birliğinin eylem hâlinde olduğunu,
önce Uşak’taki Yunan mevziine güneybatı istikametinden bir
akın gerçekleştirdiğini ve ardından şehrin doğusunda, köylülerin
kendisine meyilli davrandığı haberinin alındığı Çarık ve Karlık
civarlarında bir cephe açtığını bildirdi. Eşref bölge halkına
yaklaşırken kullandığı taktikleri belki de değiştirmişti. Eğer hâl
böyleyse de, bu değişim muhtemelen çok geç vuku bulmuştu.
Zira Eşref ’in Uşak civarındaki angajmanları kendisinin Kuva-yı
Milliye için gerçekleştirdiği kayıtlı son faaliyetleridir.
Mustafa Kemal, direniş hareketini teşkil eden ve mazide
daha bağımsız olan aktörler üzerindeki kontrolünü 1920 senesi
boyunca genişletmeyi başarmıştı. Bazı siyasi manevralar haricinde,
Mustafa Kemal’in ana hamlesi Çerkes Ethem’in etrafında
birleşmiş olan Batı karşıtı, İslamcı ve korporatist unsurları ezmek
teşebbüsü oldu. Korporatizm, hepsi de tüketici olan bütün üreticiler tarafından, bütün tüketiciler için düzenli üretimdir. Bir taraftan işleticilerle işletilenler, diğer taraftan da üretim ile tüketim arasındaki ilişkileri değiştirme ve geliştirmeye yönelik bir ekonomik ve politik bir sistemdir.
Ankara, Batı ve Orta Anadolu’daki isyanların
bastırılması için yoğun bir şekilde, belki de bütünüyle Çerkes
Ethem’e bel bağlamıştı. Fakat Ethem’in, Padişah’ın Hilafet kalkanı
altında asker ve kuvvet toplamasını dengelemek niyetiyle
kurulan siyasi bir teşkilat olan Yeşil Ordu’ya kuruluşundan
kısa bir süre sonra, yani 1920 Mayıs’ında –Mustafa Kemal’in
onayıyla– katılmasıyla, Yeşil Ordu “hesaba katılması gereken
ve ciddi bir tehdit teşkil eden” bir kuvvet hâline gelmişti.
Yeşil Ordu zamanla, Aralık ayı sonunda Ethem’i hain ilan eden
Mustafa Kemal’in nazarında fazla büyük bir kuvvete dönüştü.
Yunan ilerleyişini durduran ve Ankara’nın Ethem’e olan ihtiyacını
azaltan 11 Ocak 1921 tarihli Birinci İnönü Zaferi’nin
ardından Mustafa Kemal dikkatini Yeşil Ordu’ya çevirdi. 1921
Ocak’ında, önce, Ethem’e askerlerini dağıtmasını emretti. Ethem
bunu reddetti. Bunun üzerine Ankara, birliklerini Ethem’in
kuvvetleri üzerine göndererek içlerinden birçoğunu esir aldı.
Ethem’in Ankara için teşkil ettiği tehdit hızla sona erdi. Kuvayı
Seyyare’nin varlığı Ocak ayının ortalarına gelindiğinde artık
sona ermişti. Ethem kaçarak Yunan bölgesine geçti. Eşref de
çok geçmeden onu izleyerek yeni bir sürgün dönemine girecekti.
Kırılma Eşref ’in tam olarak ne zaman ve neden taraf değiştirdiği bütünüyle
açık olmaktan uzaktır. Görüldüğü üzere, Mustafa Kemal’in
“milli” hareket üzerindeki kontrolünü pekiştirdiği dönemde, sadakati
şüpheli farz edilenlerin yerlerine başkaları getirilmekteydi.
Ankara’nın ona gittikçe artan bir kuşkuyla bakmasıyla birlikte,
Eşref ’in Kuva-yı Milliye’deki rolü de sınırlanmıştı. Yetkisi bölge
komutanlığından sadece bir birlik komutanlığına düşürülmüştü.
Ankara, 1920 Eylül’ünden beri, Eşref ’in Ethem ve kardeşleriyle
birlikte “ihanete” iştirak ettiğine ilişkin istihbarat almaktaydı.
Aynı kaynak oldukça ilginç bir şeye daha işaret etmişti. Eşref,
İzmir Rum Ortodoks Kilisesi Metropoliti Hrisostomos Kalafatis tarafından
Yunan işgal bölgesine davet edilmişti.
Mustafa Kemal’in Eşref ’i Ankara’ya çağırma kararında, fikrini
umumiyetle dobra ifadelerle beyan eden İsmet’in etkisi olmuştu.
İsmet, Eşref ’in Adapazarı’ndaki şiddetli eylemlerinin 200 silahlı
Çerkes ve Laz’dan oluşan bir ayaklanmaya neden olduğunu
söyledi.
Mart ayının başlarında ve ortalarında Ankara’nın Eşref’e
karşı artan güvensizliğinin başka işaretleri ortaya çıktı. Eşref
kuvvetlerini Adapazarı’ndan çektiğinden beri doğuya yönelmişti.
Üçü atlı ve onu yayan olmak üzere on üç muharipten oluşan bir
kuvvetle Bolu’ya doğru ilerlerken 12 Mart’ta Düzce’ye vardı.
Düzce’den Ankara’ya batıdaki İngiliz hatlarına doğru ilerlemeyi
düşündüğünü bildirdi. Fakat Ankara’nın başka fikirleri vardı.
Operasyonel meselelerle ilgili bazı anlaşmazlıklar Eşref ve
Ankara arasında başkaca sorunların da çıkmasına neden oldu.
Bu meselelerden hiçbiri başlı başına büyük bir önem arz etmiyordu;
örneğin, İstanbul’dan nakledilen materyallerin dağıtılması
görevinin Eşref ’e verilip verilmeyeceği ve bazı jandarma
subaylarına güvenilip güvenilemeyeceği gibi meselelerdi. Fakat
bu meselelerin hepsi, Eşref ’e karşı Ankara’nın iradesinin tecelli
edeceği şekilde; yani hassas bir bölgenin komutanına yönelik
giderek artan ihtiyatı yansıtır biçimde nihayetlendirildi. Albay
İsmet İnönü bir anlaşmazlıkta Eşref ’e karşı kesin surette
ağırlığını koydu. İsmet’in müdahalesi, Eşref ’in bazı bilgileri
güvenle saklayacağından şüphe duyduğunu gösteriyordu. İsmet,
Eşref ’e hâlihazırda birçok görev vermiş olduklarını ve şimdiki
gibi öteki subaylarla işbirliğine ve sağduyuya dayanan bir görevin
Birinci Tümen’in komutanına verilmesinin daha iyi olacağını
düşünüyordu. Mustafa Kemal bu hususta İsmet’in tavsiyesine
kulak verdi – kendisinin Eşref ’e bakışı da gittikçe kuşkulu bir
hâl almaktaydı.
Zaman geçtikçe, Mustafa Kemal, Eşref ’e karşı daha sert bir
üslup benimsemeye başladı. Eşref, jandarma komutanı Kemal
Paşa’nın itimat edilebilirliğini, yani “içyüzünü” bir kez daha
sormak için 12 Mart’ta Düzce’den Ankara’ya yazmıştı. Ertesi
gün Mustafa Kemal buna kısa ve ters bir yanıt verdi. Telgrafı
yanıtlarken, “Komutan” unvanından önce gelen “Kuva-yı Milliye”
kelimelerini bir kez daha kullanmayan Mustafa Kemal
iki husus belirtti. Birincisi, Eşref ’in güvenilmesini önerdiği,
Ankara’nın ise güvenilmemesinde ısrar ettiği jandarma komutanı
meselesinin son derece önemli olduğunu söyledi. İkincisi,
ona doğrudan, Ankara’ya bizzat gelmesi yönündeki çağrıyı alıp
almadığını sordu. Telgrafı sonlandırırken, mümkün olan ilk
fırsatta Ankara’ya gelmesini beklediğini bildirdi. Ankara, belalı
subayı yüz yüze görüşmeler yapmaya çağırıyordu. Eşref 14
Mart’ta Bolu’dan ayrıldığını rapor ederek Ankara’ya gitmek üzere
vakitlice yola çıktı. Kuva-yı Milliye komutan vekili olarak görev
yaptığı Adapazarı’ndan yazan Trabzonlu Rauf, Eşref ’in yolda
olduğunu teyit etti.
Eşref ’in Ankara’ya gidip gitmediği açık değildir. Pervin’e göre
Eşref Ankara’ya gitmesi gereken günde Maltepe’deki depoya bir
baskın düzenlemişti. Bu, telgraf bürosunun basılması suretiyle,
İstanbul’un İtilaf Devletleri’nce işgalinin fiilen başladığı gündü.
İngiliz subaylar ertesi gün Ankara hareketini desteklediğinden
şüphelendikleri kişileri tutuklamaya başladılar. Bunlardan birçoğu
Malta’ya gönderilecekti. Fakat Eşref ikinci kez Majesteleri’nin
misafiri olmaya hevesli değildi. Maltepe baskını silah ve teçhizatın
Kuva-yı Milliye’ye “geri kazandırılması”nı sağladı. Pervin’e
göre vurgun büyüktü: Anadolu direnişine götürülecek silah ve
mühimmatı taşımak için 93 öküz arabası ve 150 yük hayvanı
kullanılmıştı. Baskın tam zamanında gerçekleştirilmişti, zira sonraki
günlerde İngiliz işgal kuvvetleri mevzilerini takviye edecek
ve başkentin kilit noktalarına yerleşecekti.

İSTANBUL’A VEDA
İtilaf Devletleri’nin işgali pekiştirmesi ve kendisinin de baskına
dâhil olması, Eşref ’e göre, Pervin ve aile üyelerinin İstanbul’dan
ayrılma vaktinin geldiğine işaret ediyordu. Eşref küçük kardeşi
Ahmed ile Kaptan Hasan Adli isimli birine İstanbul’a gidip
Pervin ve diğer aile üyelerini almaları için haber gönderdi. Ahmed,
Eşref henüz Malta’dayken dâhil olduğu Kuva-yı Milliye’yle
ilişiğini sürdürüyordu. Ahmed’in ise Salihli’ye önceden yerleştirilmiş
olan silah ve parayı 1919 baharında Ethem’in kuvvetlerine
tedarik ettiği hatırlanacaktır. Şimdi, aşağı yukarı bir yıl sonra,
kendisi hâlâ olaylara müdahildi.
Pervin, Eşref ’in ilk evliliğinden olan, üvey oğlu Feridun ile
onunla aynı yaşta olan Yektal isimli bir Çerkes kızı da yanına
almıştı. Yolculara Kaptan Adli’nin karısı ve ailesi de katıldı. Hep
birlikte gizlice İstanbul’un doğusundaki Samandıra’ya gittiler.
Ahmed ve Adli, yolculuklarının gerçek mahiyetini saklamak
için tüccar kılığına bürünmüşlerdi. Tedbil-i kıyafet seyahat ediyorlardı.
Fakat ifşa oldular ve yerleri öğrenildi. Samandıra’daki
karakola, Eşref ’in ailesi ve çocuklarının “Anadolu’ya kaçmakta
olan hainler” arasında bulunduğuna dair haber gitti.

Karakoldaki askerler hızla yolcuların etrafını sardı. Kadın ve çocuklar
on gün boyunca alıkonacakları muhtarın evine götürüldüler.
Ahmed ve Adli ise tutuklanarak karakolda tutuldu. Daha sonra,
İstanbul’daki askerî yetkililere teslim edilecekler ve ünlü Bekir
Ağa Bölüğü’ne atılacaklardı. Osmanlı hükûmetinin kaynakları
Ahmed’den “meşhur çete komutanı Eşref ’in” kardeşi olarak
bahsetmektedir. Yetkililer bu gizli yolculuğun arkasındaki gerçek
amacın Kuva-yı Milliye’ye para ve bilgi aktarmak olduğunu
düşünüyorlardı. Pervin’in grubu ise silahlı muhafızlar eşliğinde Üsküdar’a
götürüldü. Nihayetinde kaçmayı ve Anadolu’ya ulaşmak üzere
bir başka teşebbüste bulunmayı başardılar. Mahmud Şevket Paşa
suikastıyla ilişiği nedeniyle aranmakta olan Eşref ’in akrabası
Abdurrahman Bey’in yardımıyla bu kez başarılı oldular. Sıkı
kontrolleri atlatmak için sahte isimler söyleyerek kendilerini
Bursa’ya götüren bir vapura bindiler. Bursa’da güvendeydiler.
O zamanki Bursa Valisi Hacim Muhittin Çarıklı ve Bursa’daki
56. Tümen Komutanı Bekir Sami hem Çerkes hem de Eşref ’in
müttefikiydiler. Yolcuları şehrin hemen dışındaki kaplıca bölgesi
olan Çekirge’deki Selvinaz Otel’e yerleştirdiler. Yolcuların oraya
vardığı hususunda bilgilendirilen Eşref de onları karşılamaya
gideceği İnegöl’e ulaşmaları için gerekli ayarlamaları yaptı.
Pervin’in söylediği gibi, “Artık Anadolu’da Millî Mücadele’de yer
alanlar arasında güvendeydi[ler]. Mutlu bir çevredeydi[ler].”
Lakin Ahmed ve Ali bu kadar şanslı değildi; hapishanede sekiz ay
geçirdiler. Sonunda, Osmanlı Askerî Mahkemesi Başkanı “Kürt”
Nemrut Mustafa Paşa’nın komşusu olan, Eşref ’in akrabası Hacı
Nazmi Paşa’nın araya girmesiyle serbest bırakıldılar.
Bu esnada Ankara, Eşref ’le yan yana görev yapması için
bölgeye bir başka subay gönderdi. Bu kararın nedeni, Eşref ’in
Adapazarı’nda yaşadığı sorunların üstesinden gelebilmekti. İlginçtir
ki Mahmud Bey isimli bu adam da Çerkesti. Bu atama,
operasyonlarını idare ederken serbest davranmaya alışkın bulunan
Eşref ’in içine dert oldu. Mahmud durumu iyileştirmek
maksadıyla Nisan ayının başlarında gönderilmişti. Hoşnutsuz
Çerkes eşrafıyla 4 Nisan’da görüşmeler yaptı. Eşref, Mahmud’un
varlığından şikâyet etmek üzere derhal Ankara’ya bir yazı yazdı.
Mahmud’un kendisinin rütbece üstü ve kurmay heyetine
mensup iyi bir asker olduğunu kabul etmekle birlikte, onun
varlığı sebebiyle operasyonlarına yansıyacak müdahaleye itiraz etti. Bireysel sorumluluk taşıyacağını bildiği müddetçe alacağı emirlere bütünüyle riayet etmeye söz verdi ve kimsenin kendisinin
sorumluluk ve komuta bölgesine müdahale etmeyeceğine
ilişkin derhal teyit istedi. Fakat böyle bir teyit gelmeyecekti.
Aksine, Mahmud’un raporları, Ankara’nın Eşref ’e olan
güvensizliğini pekiştirecekti. Mahmud’un ilk stratejisi, Eşref ’i
bölgeden çıkarmayı denemekmiş gibi görünüyordu. 2 Nisan
gününde Bursa’daki komutana Eşref ’in kıtalarını Kandıra ve
İzmit’e göndereceğini, teftişlerde bulunacağını ve İzmit ile Sapanca
arasındaki köprüleri imha edeceğini yazdı. 7 Nisan gecesinde
ise Ankara’ya acil kodlu bir telgraf göndererek, fikrince
Eşref ’in Adapazarı’ndaki varlığından kaynaklanan sorunların
büyüklüğünü anlattı. İşlerin daha da kötüye gitmesini güçlükle
engelleyebildiğini iddia eden Mahmud, Eşref ’in bölgede oluşunun
meydana getirdiği galeyandan bahsetti. Eşref, şahsına karşı
sergilenen olumsuz tutum karşısında yerel hapishanedeki bütün
tutukluları serbest bırakmıştı. İşler, Mahmud’un, Adapazarı
sakinleri tarafından bir saldırı tertiplenmesini bekleyeceği bir
noktaya varmıştı. Tek çözüm Eşref ’in bölgeden uzaklaştırılmasıydı.
Mahmud, Eşref ’le konuşmuş olduğunu belirterek, kanunu
çiğneyip tutukluları serbest bırakmasından ötürü soruşturulması
için Eşref ’i Ankara’ya göndermek üzere emir talep etti.
İngiliz istihbarat raporları Eşref ve otuz adamının 9 Nisan’da
Adapazarı’ndan çıkarıldıklarını, kaçamayanların Adapazarlılar
tarafından dövüldüğünü ve hapsedildiğini ve Çerkeslerin bu
saldırılarda öne çıkan bir rol oynadıklarını belirtir.

Başının dertte olduğunu hisseden Eşref, eylemlerini izah
etmek üzere Ankara’ya yazdı. İngiliz parasının tesiri altında
kalan ve bölgeyi ateş ve cinayetle kavurmaya niyetli olan “alçaklar”
tarafından kışkırtılan silahlı bir kalabalıkla karşı karşıya
kalarak mahkûmları serbest bırakmaya zorlandığını söyledi.
Mahkûmlardan yirmisi hüküm giymiş, otuzu ise şüpheli olmakla
birlikte henüz hüküm giymemişti. Eşref onları serbest bırakmaya
mecbur edildiğini ve bunu Müslüman ve Hıristiyan din adamları
eşliğinde yaptığını belirtti. Söylediğine göre düşmanları bir
katliam planlamaktaydı. Eğer mahkûmları serbest bırakmamış
olsaydı, bunu hiç şüphesiz başaracaklardı. Bu, aniden vermesi
gereken bir karar olmuştu. Dahası, mahkûmlar tamamıyla serbest
bırakılmamış, kışlada Kuva-yı Milliye’nin gözetimi altında
tutulmuşlardı.
Mustafa Kemal’in yanıtı hızlı oldu. Ertesi gün, Eşref ’e elden
teslim edilmek üzere acil kodlu bir mesaj kaleme aldı. İlginçtir
ki orijinal metinde Eşref ’in bütün faaliyetlerinin artık Mahmud
Bey’le koordineli olması gerektiği belirtilmiş, fakat ardından bu
satırlar silinmişti. Elde kalan metin, sadece, Mustafa Kemal’in,
durumu tartışmak üzere ondan varlığıyla Ankara’yı şereflendirmesini
istediğini belirtiyordu. Sonuçta Mustafa Kemal,
Mahmud Bey’i Düzce’deki saltanatçı ayaklanmayı bastırmaya
gönderdi. Fakat Mahmud Bey, 22 Nisan’da, birliğinin ilçeye
yaklaşmasıyla çıkan çarpışmada öldürüldü. Adapazarı hadisesi,
Ankara’ya ve İstanbul’a bağlı kuvvetler arasında sıkışan, Marmara
Denizi’nin doğu ve güneyinde kalan bölgedeki birçok parlama
noktasından sadece biriydi.

Nisan ayının ortasında bölge halkının rahatsızlığı artık iyice artmıştı.
Eşref ’in bölgeden gitmesini sağlamaya çalışmak adına bir komite
tesis edildi. Bu sırada kendi milis kuvvetlerini oluşturmaya
başlamışlardı. İngiliz istihbarat kaynakları, Adapazarı’nda ve
bölgenin diğer yerlerinde Eşref ’in şahsına ve Kuva-yı Milliye’ye
karşı vuku bulan muhalefeti, Ahmed Aznavur’la özdeşleşen daha
kapsamlı anti-milliyetçi hareketle ilişkilendirmiştir. İngilizler
Ankara güçlerini isyancı olarak görüyor ve anti-milliyetçilere
olumlu yaklaşıyorlardı. Bu muhalefette bir “halk” hareketinin
bulgularını gördüler ve milliyetçi yapıya karşı diğer yerel direniş
örneklerine dikkat çektiler.
Muhalefetle karşılaşan Eşref müzakere edebileceğini umdu
ve bölgeden ayrılmayı reddetti. Fakat Sait için bu söz konusu
bile değildi. Eşref ’i önemsiz bir komitacı olarak görüyor ve onu
toplumsal olarak dengi kabul etmiyordu. İşte bu noktada Eşref,
olası bir çarpışmaya hazırlanmak adına adamlarının sayısını
artırmak için hapishanenin kapılarını açtı. Fakat artık çok geçti;
Çerkes süvarisi Adapazarı’nın etrafını sarmıştı. Vaziyetin gittikçe
daha çok tehlike arz ettiği hakkında uyarılan Eşref ’in ilçeden
ayrılması ancak kaymakamın müdahalesiyle mümkün olacaktı.
Adapazarı’ndaki durumun kötüleşme sürati Ankara’yı büyük
bir sorunla karşı karşıya bırakmıştı. Eşref ’in eylemleri, İstanbul’u
Ankara’ya bağlamak suretiyle direniş hareketi için hayati önem
taşıyan bu bölgeyi emniyete almak yerine, durumu iyice kızıştırmış
gibi görünüyordu. Çok geçmeden Ankara’ya yerel Çerkes
liderliğinin sadece Kuva-yı Milliye’nin varlığını reddetmekle
kalmayıp, Anzavur kuvvetlerini de yardıma çağırdığına ilişkin haberler
ulaştı. Böylece Ankara’yı hedef alan önemli bir ayaklanma,
tam da sönüyor gibiyken, muhtemelen yeniden alevlenecekti.
Aynı zamanda, diğer Kuva-yı Milliye subayları da Eşref ’in atandığı
göreve uygunluğuna ilişkin kaygılarını dile getiriyorlardı.
İzmit’te konuşlu bir subay Ankara’ya yazarak, Eşref ’in İzmit’ten
henüz geçmemiş olduğunu ve onun Adapazarı’nda kendi başına
bir şey yapabileceğinden şüphe ettiğini belirtti. Bölgeye, vaziyeti
kavrayabilecek zeki bir yetkilinin gönderilmesi gerekiyordu.
Bu adama göre, açıkça görülüyordu ki Eşref böyle birisi değildi.
Nihayetinde, şehrin önde gelenleri Kuva-yı Milliye’nin varlığını
bir işgal gibi görmeye başladılar. Eşref Adapazarı’na ilk
vardığında onu Maan Şirin’in tanıtması yerel kaygıları dindirmeye
yardımcı olmuştu. Fakat kısa zaman sonra itirazlar yükseldi.
Adapazarı’nın Çerkes eşrafından Karzeg Sait kendini bir
alternatif olarak öne çıkardı. İlçede Kuva-yı Milliye’ye ihtiyaç
olmadığını, zira şehir sakinlerinin kendi teşkilatlanmalarını yapmaya
tamamıyla muktedir olduklarını savunuyordu. Eşref ’in
bu haraç kesen tavrını sürdürmesi durumunda bölgeyi yağmalayacağından
endişeleniyordu. Dolayısıyla Karzeg Sait, Eşref ’ten
Ankara’ya gitmesinin istenmesi gerektiğini beyan etti.
Adapazarı’ndaki durumu yeniden özetlemek gerekirse, işler
başından beri iyi gitmemişti. Eşref, Çerkes kökenine rağmen,
bir Kuva-yı Milliye komutanı olarak en iyi ihtimalle soğuk bir
şekilde karşılanacağının muhtemelen farkında olarak ilçeye gitmekte
tereddüt etmişti. Sonunda ilçeye girmiş, fakat varlıklarının
sebep olabileceği tepkiden korkarak adamlarını dışarıda
bırakmıştı. Zaten hassas olan durumu yatıştırmak yerine, para
için yerel eşrafa baskı yapması vaziyeti daha da beter hâle getirdi.
Eşref ’in Adapazarı’nda gördüğü olumsuz tepkiye bir başka
ilave faktör ise silah altına aldığı adamların, yerel bir Osmanlı
yetkilisinin tabiriyle, nüfusun “kaba unsurları”ndan oluşması ve
kendisinin de yerel gerginlikleri kışkırtmasıydı. Ateşe benzin
döken bir başka şey ise (ya da belki bu sadece anlaşmazlıkları
meşru kılmak için sunulan bir bahaneydi) yukarıda bahsedildiği
üzere, Eşref ’in köle kökenlerinin Adapazarı Çerkeslerinin ona
karşı ayaklanmasına neden olduğu iddiasıydı.
Bu iddia, daha sonra önemli bir Kuva-yı Milliye idarecisi hâline gelen
yüksek rütbeli İTC yetkilisi Hacim Muhittin Çarıklı tarafından ortaya
atıldı. Çarıklı, hatıratında Adapazarı civarında bulunduğundan ve kendisine
Eşref ’e devredilmek üzere emaneten iki tüfek verildiğinden bahseder.
Fakat Adapazarı Çerkeslerinin köle kökeni yüzünden Eşref ’e karşı
ayaklandıklarını, bu atmosferde kendisinin de ele geçirilip Adapazarı’na
götürüldüğünü ve yolda aşağılandığını söyler. Çarıklı, 110. Böyle bir iddia,
köklerinin 12. yüzyıldaki Selçuklu Sultanı Sencer’e uzandığını iddia
eden Eşref tarafından şiddetle reddedilecektir. Tabii, iki iddia aynı ağırlığa
sahip değildir. Kuzeybatı Anadolu’daki Çerkes elitin Eşref ’i içlerinden
biri olarak kabul etmediği açık görünmektedir. Çerkes toplumundaki
seçkin ve köle ayrımları cidden katı görünmekle birlikte, yabancılar için
bunları ayırt etmek fena hâlde zordur.
Can sıkıcı finansman sorunuyla ilgili, eğer tümen komutanı
Eşref ’in bütün masraflarını karşılayamazsa, Eşref ’in bölgedeki
“vatansever” (eshab-i hamiyet) insanlardan kaynak edinmesini ve
bunu “bizzat” yapmasını belirtmişti. Eşref bu tavsiyeyi yerine
getirmekte bir nebze fazla gayretkeş davranmış olabilir. Yerel
kaynaklara göre, Eşref ’in bölgenin önde gelen ailelerinden yüksek
“vergiler” alma uygulaması (görünüşe göre ailelerden biri 100.000
lira ödemeye ikna edilmişti) onları Kuva-yı Milliye aleyhine
döndürmekteydi. Eşref ’in bölgedeki koşullar ve özellikle de
para için sıkıştırılmaları nedeniyle Kuva-yı Milliye’den duydukları
rahatsızlığı bilinir hâle getiren Çerkes nüfus hakkındaki bir rapor
almamış veya bunu göz ardı etmiş olması olası görünmektedir.
Maan Şirin’in başlangıçta ona verdiği desteğin Çerkes seçkinler
arasında kendisine her ne faydası olmuşsa, bu, şimdi etkisini yitirmekteydi.
Mustafa Kemal kısa bir zaman sonra Eşref ’e yazarak,
nazik fakat kararlı bir şekilde, ilk fırsatta Ankara’ya gelmesini ve
kendisiyle bizzat görüşmesini istedi. Mustafa Kemal telgrafta
önce ona “Düzce Kuva-yı Milliye Komutanı Eşref Bey” diye
hitap etmiş, fakat ardından “Kuva-yı Milliye”yi silmişti. Bu,
Eşref için pek de uğurlu bir durum değildi.
Eşref, Adapazarı’na vardıktan sonra Ankara’yla bir planlama
ve yazışma telaşına düştü. İyimser bir raporunda nüfustan adam
toplamakta olduğunu, adamlarının cesur ve direnişe katılmaya
hevesli olduklarını belirtiyordu. Gelişkin düzeyde asker ve piyadelerden
müteşekkil kuvvetler toplamaya yönelik hazırlıklarını
çok yakında tamamlayacağından umutlu olduğunu söyledi.42
İlginçtir ki, görünüşe göre Eşref şahsına münhasır bir etnik
politika izlemekteydi. Belki de iyimser bir şekilde, Çerkes liderliğiyle
temaslarının işleri kolaylaştırdığından söz etti. Ayrıca Laz
subaylar görevlendirmesinin bölgedeki Laz kuvvetleri teşkilatlandırmaya
yardımcı olduğunu ve Sapanca’daki Gürcü nüfusla
irtibat kurması için Gürcü kökenli bir subayı görevlendirdiğini
bildirdi. Düzce ve civarı için ise muhtemelen kendi adamı olan
Rüştü Bey’in kardeşini çağırmıştı. Bir diğer kaynağa göre ise,
Eşref ayrıca Dr. Fahri Can’ı, Balkan Savaşları sırasında gerilla
faaliyetleri icra eden eski Teşkilat-ı Mahsusa subayları tarafından
idare edilen ve Kara Aslan Çetesi hâline gelecek yerel direnişi
örgütlediği Gebze’ye göndermişti. “Burada herhangi bir zorluk
görmüyorum,” şeklindeki iyimser değerlendirmesine rağmen,
Eşref ’in yeni görevine içkin sorunları daha net anlamakta olduğu
muhtemeldi.
Ankara’ya sunduğu talep listesi Eşref ’in silahlı “çete” yapılanmasına
gideceğine işaret ediyordu. Mustafa Kemal’e Anzavur
ayaklanmasının temelde bitirilmiş olduğuna dair iyi haberler
verdiyse de (“Dün Anzavurcu olanların bugün boynu bükülmüştür.
Diğerlerine de numune olmuştur,” demişti) istediği şeyler
şüphesiz daha fazla çarpışmanın ufukta olduğunu gösteriyordu.
Listesinde para (iki veya üç bin liranın zaman kaybetmeksizin
gönderilmesini istiyordu – Pervin’in verdiği para muhtemelen
tükenmekteydi), yiyecek, materyal ve bir bölük büyüklüğündeki
bir kuvvet ile otuz baş binek atına (teftiş ve yazışmaları icra
edecek subaylar için) yetecek kadar teçhizat talebi vardı. Ayrıca
çeşitli türde silah ve mühimmatın hızlı bir şekilde nereden
temin edilebileceğini bilmek istemiş ve telgraf şifreleri ile özel
talimatların kendisine ivedilikle gönderilmesini talep etmişti.
İstedikleri temin edildiğinde bölgeyi silah altına çağırabilecekti.
Eğer bölgeye dışarıdan bir silahlı kuvvet getirilmesi icap ederse
bunun maliyeti daha yüksek olacaktı. Eşref ’in meşgalelerinden
biri de operasyonun finansmanıydı. Silahlar ve mühimmat
dışında gereken erzakın 12.000 lira tutacağını hesaplamıştı. Bu
miktarın ötesine geçen masrafları şahsen karşılayacaktı.
Mustafa Kemal’in yanıtı, Ankara’nın daha kapsamlı kaygılar
taşıdığını yansıtır mahiyetteydi. Mustafa Kemal “yabancı” güçlerin,
yani İngiliz kuvvetlerinin İzmit yarımadasından güneye
inen demiryolunu tamir etmelerine engel olmak üzere Kuva-yı
Milliye kuvvetlerinin teksif edilmesi gibi stratejik meseleler ve
bölgedeki “gerici hareketler” olarak adlandırdığı, İstanbul’a
bağlı hareketlerin derhal yok edilmesiyle daha ilgiliydi. Eşref ’in
spesifik taleplerine cevaben, Mustafa Kemal, gereken istihkak
ve teçhizatın Birinci Tümen tarafından temin edileceğini, silah
ile mühimmatın ise 10. Kolordu’dan sağlanabileceğini söyledi.
Eşref ’in özel finansman talebine gelince, geleceğin Atatürk’ü,
çeşitli bölgelerin harcamaları için Ankara’nın bütçesi bulunmadığını
ve kendi bölgesindeki komiteyle görüşmesi gerektiğini
bildirdi. İçinde büyük gayrimüslim nüfus barındıran bölgeler
hususunda ise Müslüman nüfusa saldırıların önlenmesi için
gereken önlemlerin alınmasını Eşref ’e emretti.
Eşref, Adapazarı’na vardıktan sonra Ankara’yla bir planlama
ve yazışma telaşına düştü. İyimser bir raporunda nüfustan adam
toplamakta olduğunu, adamlarının cesur ve direnişe katılmaya
hevesli olduklarını belirtiyordu. Gelişkin düzeyde asker ve piyadelerden
müteşekkil kuvvetler toplamaya yönelik hazırlıklarını
çok yakında tamamlayacağından umutlu olduğunu söyledi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir