İçeriğe geç

Okuduğum Kitaplar Kitap Alıntıları – Aziz Nesin

Aziz Nesin kitaplarından Okuduğum Kitaplar kitap alıntıları sizlerle…

Okuduğum Kitaplar Kitap Alıntıları

Tarih, bugünün çözüm bekleyen sorunlarını çözümlemeye yarıyorsa, günümüzün karmaşık olaylarına ışık tutup bize yol gösteriyorsa bir bilimdir. Bunun dışındaki her türlü tarih anlayışı Yaşasın vatan! edebiyatı içinde kalmış boş böbürlenmelere yarayan masalımsı hikayelerdir.
Goethe’nin mektupları bana öyle ilginç geldi ki, onları okurken sanki çağdaşıymışım ve onunla birlikte yaşıyormuşum gibi oldum. Bir büyük yazarı bütün insan yönleriyle tanımak ne güzel.
Bana göre Metin Altıok şiiri üzerine en doğru eleştiriyi, hiç sevmediğim insan Fethi Naci yapmıştır şu sözleriyle: Metin Altıok birdenbire, ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaşmış gibi geldi bana. Fethi Naci bu eleştiriyi 1976’da, yani Metin Altıok’un ilk kitabı Gezgin çıktığı zaman yaptı. Bu bakımdan önemli ve doğru bir eleştiri.
Bir şiiri okuduğumuz zaman, bize, niçin şairi bunu düzyazıyla yazmamış da şiir diye söylemiş duygusunu, düşüncesini veriyorsa işte o şiirin bize göre şiiriyeti (şiirselliği) yok demektir.
Nedir şiirsellik? İnsanın sezip de tam bilemediği şeyler vardır. Şiirsellik de benim için işte böyle bir şey.
Eleştirmenler, Zebercet’i kendilerine yakın bulmuşlardır bence.Çünkü onun ruhsal yapısının bozukluğu,hatta sapıklığı kendilerine hiç de yabancı değildir, tam olarak değilse de iz olarak Zebercet, kimi davranışlarıyla bizim davranışlarımızı tıpkı yansıtır,kimi davranışlarıyla da bizim uygulamayıp düşlediğimiz, hatta düşleyemediğimiz gizil zayıflığımızı, ezikliğimizi ortaya koyar.
Her insanı dilinden düşürmediği, sık sık yinelediği sözcükler, deyimler vardır. Evren’in çok sık yinelediği sözcükler şunlardır: Asla , hain , hainane , sakın ola ki
Yazının ve konuşmanın biçemi (üslubu) o kişinin karakterini belli eder. Buyüzden eskiler üslubu beyan ayniyle insan demişlerdir.
Düşünüyorum, yetmiş yaşıma ermeden ölmüş olsaydım Madam Bovary,yle tanışmadan bu dünyadan çekip gitmiş olacaktım, ne korkunç şey, ne büyük eksiklik Madam Bovary’i okumamıştım ama okumuş gibiydim.O denli çok konuşulmuştu ki onun için ve o denli hakkında yazı okumuştum ki Buyüzden romanı okurken sanki bir yerden tanıyıp da nerden tanıdığımı kestiremediğim bir insanla karşılaşmış gibiydim.
Köylüden işçiye,az okurdan çok aydına, yoksuldan zengine hemen herkes kitaplarımı okuyorsa bunun nedeni, herkesin kendine göre yazdıklarımı anlayabilmesi, beğenisine varabilmesi için çok çalışmam, kendimi çok zorlamamdır. Bu bakımdan roman ve oyunlarımdaki kişi adlarına bile dikkat ederim ki okur ya da seyirci bu adları birbirine karıştırmasın.
Anlatıyla romanın ayrımı ne?Anlatının eğrisi düz çizgi,inişi çıkışı olmayan düz -doğru değil- çizgi. Buyüzden anlatı iki boyutlu bir olay. Eğrisinde iniş çıkış,zikzaklar,yükselme alçalma olmayınca dram olmuyor ve bu inişçıkışlar, bu zikzaklar bir yüzey üstünde iki boyutlu değil bir oylum içinde üç boyutlu olabilmelidir ki roman olabilsin.
Kimi yazarlar, ilk yapıtlarını aşamıyorlar. Örneğin Güngör Dilmen Midas’ın Kulakları’nı aşamadı. Vedat Türkali Bir Gün Tek Başına’yı aşamadı. Kendisine kalırsa çok, çok aştı ya Füruzan da Parasız Yatılı’yı aşamadı. Mahmut Makal Bizim Köy’ü aşamadı.
Gözlerim iyi görmediği için kitap,gazete ve mektupları başkalarına -genellikle vakıf çocuklarına okutuyorum.Ne var ki bunlar hem şiiri okuyamıyorlar, hem de iyi okusalar da başkası okuyunca şiiri anlamıyorum. Şiiri anlamam ve zevkine varmam için hem kendim hem de bikaç kez okumalıyım yoksa şiirin tadına varamıyorum. İşte bu yüzden şiir kitaplarını gece yatakta okumayı yeğliyorum.
Zamanımızın Kahramanı’nı ikinci okuyuşumda -ki çok az kitapta olur-hayranlığım daha da artmıştı.Çünkü ben iyi roman ve oyunun ancak belli bir yaştan sonra(yazarın yaşlanma döneminde) yazılabileceği kanısındayımdır.( ) Ama genç yaşta iyi roman, iyi oyun yazmak çok ayral bir durum. Lermantov işte bu ayrallardan biri. 26 yaşında Zamanımızın Kahramanı’nı yazmış ve 27 yaşında ölmüş. Bir yazar 26 yaşında nasıl yazabilir, bu bir tansıktır bence
Burda altını çizdiğim kendi sesine benzemeyen bir sesle ne büyük ve derin bir gözlemdir. Dört sözcük,ama ne çok şey anlatıyor. İnsanın kendi sesine benzemeyen bir sesle konuşması Wieland’ın 202 yıl önceki gözlemi bu. Kıskanılacak güzellikte bir gözlem ki, dört sözcükle, en yalın biçimde anlatılmış. Ne çok insan kendi sesine benzemeyen sesle konuşuyor. Sahtecilik insanın önce kendi sesiyle konuşmamasıyla başlıyor.
15 Nisan 1983 Cumartesi Bugün bütün gün, sabahın beşinden akşam yirmiye dek, hep şiir okudum.
Çünkü ünlenmiş bir gülmece yazarı,benim öykülerimi çalarak ünlendi ve yirmibeş yıldan beri de -belki daha uzun- aynı hırsızlıkla ününü sürdürüyor ve hiç kimse ayrımsamıyor. Üstelik beni sevmeyen bana kızan kimi eleştirmenler, salt bana karşıtlık olsun diye yıllardan beri onun kitaplarını över dururlar. Bilir misin, onun onbeş yirmi kitabı için çıkan eleştiriler, benim 72 kitabım için çıkan eleştirilerden pek çoktur.
Dünyada üç büyük romancı var; Balzac, Dostoyevski, Faulkner.. Ama bu sözü öyle bir söylerdi ki, dördüncüsünün kendisi olduğunu söylemeden anlatır ve bunu anlamamak için de eşek olmak gerekirdi.Ve Türkiye’de üç yazar olduğunu da -benim yanında olmadığı zamanlar- söylerdi: Şiirde Nâzım, romanda kendisi ve gülmecede ben
Mellors’un yalnızlığı,yalnızlığa sığınması ve kendini ancak yalnızlığıyla korumaya çalışması karakter olarak bana çok yakın geldi ve öyle sanıyorum ki bu duygular, yazarın özkendi duygularıdır, daha doğrusu kimi yazarlardaki ortaklaşa duygudur. Bu yalnızlık isteği istedikleri gibi yaşamadıkları için kendilerini öldüren insanların duygusuna benzer.
Yaşamın kimi öyle nimetleri var ki -yazın da, roman ve şiir ve genel olarak sanat da bu nimetlerin en güzellerinden- onların tastamam beğenisine ulaşmak, tadına varmak için deneyimler birikimi yani yaşlanmak gerekiyor.
Mazlum Beyhan’ın çeviri dilinin başarılı olduğunu çevirisinin akıcı olmasından,yerli yerine koyduğu ve tam oturmuş Türkçe deyimlerden anlıyorum. Ufak tefek dil yanlışları var ki, önemli değil.Ben böyle yanlışları kendi yazılarımda ondan daha çok yaptığımı, yapıtlarımı ikinci, üçüncü baskılarında okurken ayrımsıyorum.
Sonra, benim huyumdur, başladığım hiçbir kitabı bitirmeden bırakamam
İnsan, sevdiği kişinin yazarsa,iyi de yazmasını istiyor.Ne yazık her zaman olmuyor bu Örneğin Erol Toy işte (Ülkü Tamer’in sık sık yaptığı ad karıştırma şakasıyla Erol Tolstoy). Ne denli kötü yazıyor, aman
Klasik lise öğrenimi görmemiş yazarların çoğunda görülen o öğrenim eksikliğini kapama, örtüp gizleme özentisi Tekin Sönmez’de de görülüyor. Bu nitelik Peyami Safa’da çok belirgindir. Bunlar ille de bilimsel yazmak, derin yazmak tutkusundadırlar. Örneğin Ahmet Oktay bu bilgili -hatta bilgin- görünme tutkusunun doruğuna varmıştır yazılarında. Bunlar, çok aydın görünme çabası, hatta telaşı içindedirler. Bu yüzden yalın yazamazlar, özellikle yazmak istemezler.
Yaşamın katı gerçeği, bütün uydurmaların sınırını aşar. İnsanoğlu öyle katı gerçekler yaşar ki, bunları yaşamadan uydurmanın olanağı yoktur. İşte bu yüzden yaşanmış kimi olaylar, anlatınca kimsenin inanmayacağı denli gerçekten daha gerçektirler. Oysa ülkemizin insanları, 62 yaşımın aklımın erdiği yarım yüzyılı içinde sürekli olarak, anlatılsa kimsenin inanmayacağı, inanamayacağı olayları yaşamışlardır.
Zenginlerin kazanç hırsını gemleyecek tedbirler almadığımız sürece, onlara istediğiniz kadar vergi kesin, boşunadır.
“Çünkü, zenginler bütün tüketim maddelerini ellerinde tuttuklarına göre, öçlerini her zaman yoksullardan almanın yollarını bulacaklardır Bütün günlük ihtiyaçlarımızı ellerinde tutanlara her şeyin fiyatını diledikleri gibi artırma serbestliği bırakıldıkça fiyatların düşmesi olacak şey mi? En azgın, en gözü doymaz eşkıyalığın başını boş bıraktıktan sonra, yasa neye yarar? Artık bu kana susamış canavarlara vergi koymuşsunuz, umurlarında mı? Sizlere bir an için verdiklerini nereden, hem de fazlasıyla alacaklarını bilirler.
Değersiz olan her şey yıkılmadıkça ve değerli saydığımız her
şey sağlam temellere oturmadıkça, halk için yeterince devrim
yapıldığını kabul edemem.
Hakların yok olduğu yerde, ödev diye de bir şey kalmaz. Baylar, bizi yurt içinde gurbete attıktan sonra, bizden ne sıfatla yurt işlerinde size yardım etmemizi istiyorsunuz?.. Hiçbir şey vermediğiniz insanlardan yardım istemeye kalkmaktan
utanmanız gerekirdi. Düşünün, biraz insafınız varsa göreceksiniz ki, şu iddiada haklı olduğumuz su götürmez : Hak olmayan yerde ödev de yoktur
Bir ulusun kötü ve yolsuz kurum lan halk yığınlarını yıkıma
sürükledi mi, onu alçaltıp, dayanılmaz hale geldi mi, genel olarak, ezenlere karşı ezilenler ayaklanır.
Benim şiir anlayışımda mı bir bozukluk, bir aksaklık, bir eksiklik var, yoksa son yıllarda okuduğum bütün şiir kitaplarındaki şiirler gerçekten mi kötü? Bunların hepsi de bu denli kötü olamaz. Belki de bu şiir sevmezliği benden kaynaklanıyor. Anlayamıyorum.
Zebercet, kimi davranışlarıyla bizim davranışlarımızı tıpkı yansıtır, kimi davranışlarıyla da bizim uygulayamayıp
düşlediğimiz, hatta düşleyemediğimiz gizil zayıflığımızı, ezikliğimizi ortaya kor.
Bana öyle geliyor ki asıl beğenilmesi bundan Bireyci bir anlatı yapıtı. Bunu bir eksiklik olduğu için değil, nitelendirmek
için söylüyorum. Bence hiçbir bildirisi yok. İlle bildirisi olmalı mı? Yoo Ama benim her yazımın kesinlikle bir bildirisi vardır ve olmasını isterim. Ama başka romanların ille de bildirisi olsun demiyorum.
Şair 1945’te doğmuş, ilk kitabı 1966’da, onaltı yaşındayken yayımlanmış. İlginç Türkçe, Arapça, Çince biliyormuş bu DanimarkalI şair. Çok ilginç. Usla, düşüne danışa yazılmış şiirler. Sevemedim DanimarkalInın şiirlerini. Bana yabancı şiirler.
Yazar, çevirmen yada kitapçı (yayıncı) için sorun kitabın satılmasıdır. Onlar, satılan her kitabı okunan kitap sayarlar. Bence hiç de öyle değil gerçek Kimi kitap vardır, herbirini beşon kişi okur; kimi kitap da vardır, satın alınanının onda biri bile ya okunmuş ya okunmamıştır.
Flaubert’in neden, “Madame Bovary ben’im,” dediğini anlıyorum. Çünkü aynı zamanda ben de Madame Bovary’yim.
Öyle duyguları var ki, yer yer ben de aynı duygularla onunla
tıpkılaşıyorum.
Çevirmen “favori” yerine “yansakalları” sözünü kullanmış.
Ne güzel!
Bana göre Balzac romanları o ayrıntılarda (özellikle eşya
betimlemelerinden) kurtulsa daha değerlenirdi. Oysa Madame
Bovary’deki betimlemeler atılsa, ki kaynaşmış olduğu için bunu yapmak zordur, roman kişileri ve onların karakterlerini anlamamız zorlaşırdı.”
Bu romanı okumakla, çok şükür bir ayıptan, bir utançtan kurtuldum. Öyle seviniyorum ki Özellikle bir yazarın, klasik başyapıtları ve bu arada Madame Bovary’yi okumamış olması ne büyük eksikliktir. Tıpkı Tolstoy’ları, Dostoyeski’leri, Balzac’ları, Cervantes’leri ve daha yenilerden örneğin Faulkner’leri filan okumamak gibi Ben bu utancı yıllarca çektim de bitürlü bu romanı okumaya fırsat bulamadım. Flaubert ve
özellikle Madame Bovary’si üstüne konuşulurken utançla sustum. Demek Madame Bovary’yle yetmiş yaşımda tanışacakmışım. Benim yazgım bu : Güzel ve çekici kadınlarla hep yaşlılığımda arkadaş oldum.
Kitaplar için yazmam, kitapları okumamdan daha zor oluyor, daha çok zaman alıyor. Okumuş olduğum en az on kitap
var ki, onlar için yazmaya zaman bulamadım.
Kimi yazarlar vardır, benim için, yazdıkları kendilerinden
önemlidir. Burda “önem ” yerine “değer” sözcüğünü de koyabiliriz. Kimi yazarlar da vardır, kendileri yazdıklarından önemlidir. Füruzan Toprak, benim ikinci tür yazarlarımdandır.
“Böyle kitapları, Kemal Tahir’in yaptığı gibi yapmalı, atlaya atlaya, sayfaları çevire çevire, en çok yarım saatte sözde bitirmiş olmalı. Ne yazık ki ben böyle yapamıyorum. Okumaya
başladığım kitabı, kötü de olsa, beğenmesem de, belki bir değeri vardır, belki bişey bulurum diye, okuyup bitirmeden bırakamıyorum.”
Bigün Kemal Tahir’e Feneryolu’ndaki evimde, bütün roman kişilerine “Höst” dedirttiğini söylemiş ve bir romanından
– sanırım – örnekler göstermiştim. Beni doğrulamasından anlamıştım ki, ayırdında olmadan roman kişilerine “höst” dedirtiyor. Çünkü Kemal kolay kolay, kendisine yapılan eleştirileri kabul etmezdi. Sonraki romanlarında da yine bol bol “höst”
dedirtince roman kişilerine, bir daha bunu söylemek gereğini duymadım.
Kemal Tahir’in tutarak sözcüğü “Höst”tür. Hangi yüzyılda yaşarsa yaşasın, hangi ulustan olursa olsun, hangi kültür düzeyinde bulunursa bulunsun, hangi yaşta ve hangi cinsten olursa olsun, bütün roman kişilerine Kemal “Höst” dedirtir ve sıksık yineletir bu “Höst”ü Bir zamanım
olsa Kemal Tahir’in romanlarında hangi kişilerin kaç kez “Höst” dediklerini saptamak istiyorum.
Yazık ki Nobel’i kazanan yazarları bile okumaya zaman bulamıyorum. Ama ne zaman bir Nobel ödüllü yazarın yapıtını okusam, düşkırıklığına uğruyorum. Sineklerin Tanrısı’nda da düşkırıklığına uğradım.
Kimi yazarlar, ilk yapıtlarını aşamıyorlar. Örneğin Güngör
Dilmen Midas’ın Kulakları’nı aşamadı. Vedat Türkali (Abdülkadir Pirhasan) Bir Gün Tek Başına’yı aşamadı. Kendisine ka­lırsa çok, çok aştı ya Füruzan da Parasız Yatılı’yı aşamadı.
Mahmut Makal Bizim Köy’ü aşamadı.
Hemen söyliyeyim ki, Sevgili Arsız Ölüm’ü sevdim, beğendim. Ama ne olarak, roman olarak mı? Kitapta Sevgili Arsız Ölüm’ün roman olduğu yazılı. Gerçekten roman
mı?
Bir yazar ölünce -gerçek yazarsa – arkasında yüzlerce dosya dolusu yarım
kalmış yapıtlar, notlar, karalamalar bırakır. Bunların kitaplaşması, o yazarı ikinci kez, hem de sonsuzcasına öldürmek demektir. Hele, elli, altmış yaşından sonra ölen bir yazar geriye ne çok şey bırakır Bunlar, yazarın değerine göre kalıttır, müzeye konur, arşive konur, eleştirmenler, yazın tarihçileri, incelemeciler, araştırmacılar bunlardan yararlanır elbet, ama bunlar kitaplaştırılmamalıdır. Yazarın kitaplaştırmak üzere hazırlayıp da buna fırsat bulamadıkları, elbet bu yargımın dışında.
Yazarların, şairlerin ölümünden sonra, geriye bıraktıklarından derlenen kitaplar beni hep tedirgin ediyor. Bir şairin
dergilerde bile yayımlatmadığı şiirlerini, ölümünden sonra yayımlamaya hakkımız var mı? Bunu hep düşünmüşümdür. Bunu düşünürken, biraz da kendi ölümünden sonra böyle bir olay başıma gelebilir diye, bunun korkusunu daha sağlığımda çekiyorum.
Zamanımızın Kahramanı’nı ikinci okuyuşumda – ki çok az kitapta olur – hayranlığım daha da artmıştı.
kimi düşüncelerine ayrıntıda ve özelde karşı değilim; ama genelde tümüyle karşıyım ve dünya görüşünün de karşısındayım. Yine de okunulması gerekli kitaplar; çünkü müthiş gözlemleri ve saptamaları var. Meriç, soldan sağa kayanlardan. Sağcı şimdi, hem de Marksizmi bilen bir sağcı Sağın bir aydın kazanabilmesi, ancak o aydının bir zamanlar – şu ya da bu nedenle – soldan geçmiş, sol kültürü edinmesiyle olabiliyor. Yoksa sağ, hiçbir zaman bir Cemil Meriç çıkaramazdı. Yalçın Küçük’ün sağcı aydın olmaz, düşüncesine bu bakımdan
katılıyorum
Cemil Meriç, 1960’larda solcuydu, öyle tanınırdı. 1950’lerde solcu çevrelerde bulunurdu. Onu bikez görmüştüm
Sanatçı ve bilimci, ne zaman iktidarın koluna girmişse, kirlenmiştir. Sanatın yeri, iktidarın karşısı
“Harcanmayan fikirler, durgun suyun yosun tuttuğu gibi, zamanla kafada bozulurlar, derdi ”
Toplum içindeki haklı çıkarlarını korumalarına yarayacak şeyleri öğrenmesine fırsat vereceğiniz yerde, aklını çelmeye yarayan kör inançlar ve gülünç düşüncelerle oyaladınız onu.
En azgın, en gözü doymaz eşkıyalığın başını boş bıraktıktan sonra, yasa neye yarar?
Ege bölgesinde şimdi zenci daha çok görülüyor. Tarımda köle olarak kullanıldıkları belli. Onlar iğdiş edilmediklerinden saraydakiler gibi, bugüne dek kalmışlar. Bunlardan biri Kırkpınar’da başa güreşirdi, iki yıl seyretmiştim. Akderililerde zeytinyağın köpürdüğü belli olmaz, ama onun karaderisinde zeytinyağın ak ak köpükleri belli olurdu. Seyircilerin “Arap köpürüyor” dediklerini anımsıyorum.
Günler ve yıllar öylesine sürükleyici bir canlılıkla akıp gidiyor, akıl alır gibi değil, yokuş aşağı, bana öyle gelir ki, hız büsbütün artıyor.
Toplum tarafından kolaylıkla kabul edilen sanat kesinlikle kötüdür, yeni ve gerçek hiçbir katkısı yoktur. Nitekim Sartre şöyle demez mi : İlk gördüğümde sevdiğim şeylere güvenemem.
Balzac, Napolyon’un bir yontusunun altına elyazısıyla şöyle yazmış : “Bunun kılıçla yapamadığını ben kalemimle yapacağım!”
Kendine “Yazı Mareşali” diyormuş. Sıksık şöyle dermiş : “Paris’te dillerini hakkıyla bilen üç kişi var : Hugo, Gautier ve ben.”

Bu sözü, Kemal Tahir’in şu sözüne benzer “Dünyada üç romancı var; Balzac, Dostoyevski, Faulkner ” Ama bu sözü
öyle bir söylerdi ki, dördüncüsünün kendisi olduğunu söylemeden anlatır ve de bunu anlamamak için de eşek olmak gerekirdi. Ve Türkiye’de üç yazar olduğunu da – benim yanında olmadığım zamanlar – söylerdi : Şiirde Nâzım, romanda kendisi ve gülmecede de ben

Tılsımlı Deri’yi beğenmezken, elbet büyük usta Balzac’a göre beğenmiyorum, ününe, değerine, büyüklüğüne göre Yoksa, büsbütün değersiz demek istemiyorum. Ama genellikle Balzac’ta bir Hüseyin Rahm i’lik – yada Hüseyin Rahm i’de Balzac’lık – yok mu? O Hüseyin Rahm i’de hep eleştirilen, romanda araya yazar olarak girip de anlatmalar. Dolu Örnek ne çok, ilerde veririm.
Konu çok ilgimi çekti. Romanı bulup aldım, ama yıllarca okumaya zaman bulamamıştım, ancak şimdi okuyabildim.
Şu Balzac’ı bitürlü sevemediğimi açıklasam, kimbilir neler söylerler benim için; ne anlayışsızlığım, ne beğenisizliğim, ne düzeysizliğim kalır. İyi de, Marx’la Engels, herkesin ağzında sakız olan o övücü sözleri söylememiş olsaydı Balzac için, yine de Balzac’ı böylesine beğenecekler miydi? Bu bir, İkincisi de
Balzac hayranlarına sormak isterim Balzac’ın gerçekten kaç romanını okudular? Adlarını kulaktan dolma ezberlemek değil ama, gerçekten okumak Ben inatla Balzac okumayı sürdüreceğim yine de..
Yoksa tad, her şey biterken mi başlıyor? Belki de Güç azalıp istek artınca mı? Belki de Yiterken mi değerini anlıyoruz yaşamın her şey gibi? Belki de
. Sağlıksız insanların, özellikle veremin ölümcül bir hastalık olduğu dönemlerde veremlilerin cinselliğe aşırı düşkünlükleri, aşırı cinsel istekli oluşları bilinir ve bu aşırılığın yaşama, dünyada kalma, kendilerini kuşak olarak üretme tutkusundan ileri geldiğiyle açıklanır. Ben de inanıyorum buna Sağlıksızlar, hastalıklılar için cinsel ilişki, yaşama, dünyaya parmaklarıyla tırnaklarıyla tutunma çabasıdır. Salt sağlıksızlar, hastalıklılar için değil, toplumsal sağlıksız demek olan yoksullar için de böyle Yoksul ülke insanlarının durmadan çoğalmaları, en ağır işçi olanların artması da bu Germinarán Zola ne güzel ve başarıyla anlatır yoksul maden ocağı işçilerinin sürekli cinsel ilişkilerini ve bunda direnme, yaşamda kalma isteklerini bulmalarını
Başına açıklama, roman ve yazarı üstüne bilgi konulmuş romanları daha çok seviyorum; çünkü öğreniyorum.
Sçedrin hayran olduğum az sayıda yazardan biri. Eğitim
Bakanlığı Klasikleri’nden yayımlanan Büyüklere Masallar’ı –
sanırım, üç ciltti – yıllar önce okumuştum ve hayranlıktan çarpılmıştım. Bu yeni çeviride eski ciltlerdekiler de var mı, bilemiyorum. Kitaplıktan arayıp eskilerini bularak denetlemem gerekir. Bunu kesinlikle yapmalıyım, çünkü ilk okuduğumda bu
masalları hayranlıktan çarpılmış gibi olmuştum. Am a bu kez?
Hayır, hiç de öyle olağanüstü gelmedi bana. Yine güzel, yine
iyi, ama o eski coşkuyu vermediler. Nedenini bilemiyorum.
Ben mi değiştim, kimbilir
Emniyet müdürlüğü birinci şubesindeki (siyasi şube) sıksık sorgulanmalarımda ve sıkıyönetimin askeri mahkemesinde bana en çok sorulan, nerden para aldığımdı. Niçin hep bunu sorduklarına
şaşıyordum o zamanlar. Oysa ne denli haklıymışlar “Kişi, karşısındakini kendisinden bilir.” Kendileri Almanlardan para alıyorlar, yada para almayı umuyorlarsa, yada para almayı
doğru görüyorlarsa, neden solcular da Sovyetler’den para almasınlardı?
Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade’yi
yazdığı için eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık
Kendi yazdıklarıma gülemem. Am a senin yazılarını gülerek okudum. “Acı acı gülmek” deyimi vardır ya, işte öyle, acı
acı güldüm
Notlarını genellikle kitaplara yazardı. Bu notları daha sonra, zaman bulabilirse kâğıda geçirip dosyalardı. Dosyanın adı,
“Okuduğum Kitaplar”dı. Ölümünden sonra V akıftaki dolaplardan dört klasör dolusu “Okuduğum Kitaplar” notu çıktı.
Yarısı eski yazıyla yazılmıştı. Onlar daha yeni yazıya çevrilmedi.

“Okuduğum Kitaplar” notlan, Aziz Nesin’in de defalarca
belirttiği gibi, eleştiri yazısı olarak değerlendirilmemeli. Bunlar bir yazarın okur olarak tuttuğu, kendi kişisel beğenisini,
kendi öznel görüşünü yansıtan notlardır

Aziz Nesin çok değil, çok çok okuyan bir yazardı. Sadece edebiyat ve edebiyat üzerine değil, ileri akademik düzeyde kitaplar da
okurdu. Ve ciddi bir okurdu; hep masa başında ve not tutarak
okurdu. Gazeteleri bile masasında okurdu. Aileden birini, yerde, yatakta, koltukta, kanepede okurken görse, kendini tutamaz, okumanın ciddi bir iş olduğunu söyler, kitaba saygı duyulması gerektiği konusunda uyarılarda bulunurdu. Yalnızca son
birkaç yılında geceleri yatağında şiir kitabı okuduğunu gördüm.
Belki de bir akşam üzeri, dirilmiş bedenimi çekebilecek, kandıracak, ama gene de yalnızlığımı bana bırakacak bir kadına rastlarım.
Roman şudur, şiir böyledir, öykü şöyle olmalıdır gibi kesinlemelerden yana değilim. Özellikle benim Fellini’nin Amarcord filmi üzerine tartışmamdan sonra şu kanıya vardım ki, film budur, oyun budur, şiir budur, roman budur kesinlemeleri çok yanlış. Böyle kesinleme yerine şöyle demek daha doğru. Benim anladığım roman budur. Ben bu tür filmden yanayım. Ben oyundan şunu anlarım. Bence öykü budur.
Bilmediğim bir denize balıklama dalar gibi, hiç bilmediğim kitapları gelişigüzel okuyorum. Balıklama daldığım denizin sığ mı, kayalık mı, pis mi olduğunu bilmemek neyse. Hiçbir bilgim olmadan gelişigüzel okuduğum kitaplar da öyle
Okumaya başladığım kitabı, kötü de olsa, beğenmesem de, belki bir değeri vardır, belki bişey bulurum diye, okuyup bitirmeden bırakamıyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir