İçeriğe geç

Alevilerin Siyasal Tarihi Kitap Alıntıları – Necdet Saraç

Necdet Saraç kitaplarından Alevilerin Siyasal Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Alevilerin Siyasal Tarihi Kitap Alıntıları

Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri’nin her yıl 16 Ağustos’ta yapılmasının, 1925’te kapatıldıktan sonra tam 39 yıl sonra 16 Ağustos 1964’de müze olarak açılmasından başka bir özel anlamı yoktur.
Atatürk, Alevilerin kentle buluşmasında, kendilerini korumalarında sığınılacak bir liman işlevi gördüğü veya ona bu misyon yüklendiği için Alevilerle ilgili rolü fazlasıyla abartılarak öne çıkartılır. İşin doğrusu, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca Atatürk’ün en fazla öne çıkartıldığı ve sonrasında da ağırlığının sürekli arttırarak geliştirildiği dönem 1960ʻlı yıllar dönemdir..
Cemal Gürsel’in, Âşık Veysel’i ve bazı ozanları Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde kabul etmesinden sonra, Muzaffer Sarısözen’in özel izniyle Ali Ekber Çiçek, ünlü Haydar, Haydar deyişini İstanbul Radyosu’nda okuyabilmişti.
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Zaman ve Pervaz olarak da ifade edilen Semah, Alevi-Bektaşi ayin ve törenlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Tasavvuf anlamıyla Hakk’a ve hakikate ulaşmayı simgeler. On İki Hizmetlerden biri de Semah törenidir. Vahdet-i vücut (varlıkların birliği) ilkesine
dayanan Alevi-Bektaşilikte semahın, insanı insanla, insanı doğa ve tanrıyla birleştiren, bütünleştiren bir özelliği vardır. Semahlardaki hareketleri, dönüşleri (çark ve pervazları) İslam öncesi, insanla doğa ilişkilerine gezegenlerin güneşin etrafındaki dönüşüne benzetmek mümkündür. Semah esnasında, sağ elin avuç içleriyle göğe ve sol elin yere doğru uzatılması ise, Hakk’tan alıp, halka verme’yi simgeler. Semah, 3-5-7-12-40 kişilik (Üçler, Beşler, Yediler, On İki İmamlar ve Kırkları simgeleyen) gruplar halinde dönüleceği gibi, 2-4-6-8-10-12 kişilik gruplar halinde de dönülür.
1960’a kadar, bölgelerinden seçilen din adamları arasından müftüleri liyakatlerine göre atama yetkisine sahip Diyanet İşleri
Başkanlığı, 27 Mayıs sonrası yeni yasayla müftüleri tayin yetkisine sahip oldu. Böylece liyakatin yerini açıkça tarikat ve siyasi iktidarın eğilimi aldı. Bu yetkiyi 1965’de cami imam ve hatiplerinin memur kadrosuna alınması izlemiş ve bu süreç 40 yıl içinde 100 bin kişilik bir İslami ruhban sınıfı yaratmıştır
1961 Anayasası ile 1924’den sonra bir kez daha Diyanet aracılığıyla dinin gelişimini kontrol altına alıp merkezden yönlendirmeyi, dinden yararlanmayı hesap eden devletin, bu hesabında bir kez daha yanıldığı ve kendi eliyle devasa bir canavar
yarattığını çok geçmeden görülecektir.
1950-1960 arasında inşa edilen 5 bin cami, aynı dönemde inşa edilen okul sayısına neredeyse eşittir. Yaklaşık 40 yıl sonra bir kez daha askerler, bu kez Milli Birlik
Komitesi adıyla dini kontrol altına alarak, toplumu kendi belirleyecekleri dinsel anlayışla yönlendirmeyi hayal etmektedirler
Alevilerin çok büyük ölçekli göçünden önceki durumlarıyla ilgili iki somut unsur görürüz. Birincisi coğrafi olarak Alevi köylerinin Sünni köylerine göre daha dağlık bölgelerde bulunmasıdır. Dolayısıyla
daha dezavantajlı durumda olmuşlardır. İkincisi geleneksel olarak kamu yardımlarından yeterince pay alamamalarıdır. Bu nedenlerle tek çıkar yol göç olarak geçerlilik kazanmıştır. Almanya 1961’de göçmen işçilerle ilgili anlaşmayı imzalarken doğu Alevileri göçmen işçiler arasında en fazla sayıya sahiptiler.
Diğer önemli bir anlayış değişikliği de 1924 Anayasası’nda bir biçimde bütün farklı kimlikleri kucaklayan, kapsayan Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ifadesi Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir şeklinde değiştirildi ve bugüne
uzanan milliyetçi tartışmalara açık bir zemin hazırladı.
27 Mayıs darbesi, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda yaptığı değişikliklerle
daha sonra yapılacak darbelerin de yasal zemini hazırlamış, halkçılık, deyletçilik ve inkılapçılık gibi kavramlar Anayasadan çıkartılmıştır.
Yassıada yargılamalarında izlenen adaletsiz yargılama biçimi DP’nin antidemokratik uygulamalarinı önemli ölçüde unutturdu. Nitekim 1961 seçimlerinde DP’nin devamı partiler (AP, CKP, YTP) oyların %62’sini aldılar.
Darbe, yalnızca demokrasinin önünü kesmekle kalmadı, fiili olarak CHP’yi önce
darbe ortağı, sonrasında kayda değer adımları atamayan etkisiz, yetkisiz ve beceriksiz koalisyon hükümetlerinin büyük ortağı yaparak kamuoyunda sol CHP’den, dolayısıyla bu soldan bir şey olmaz anlayışının Türkiye’ye yerleşmesinin zeminini oluşturdu.

ABD desteğinde yapılan darbe, fiili olarak bunları yaparken, diğer yandan özellikle 1955 sonrası çok yıpranmış, 1957 seçimlerini fiili olarak kaybetmiş, dibe vurmak üzere olan Demokrat Parti’yi, Yassıada yargılamalarıyla mazlum ve mağdur yaptığı gibi yeniden diriltmiştir. Toplam 592 kişinin yargılandığı ve 11 ay
süren davalar sırasında adaletsizlik çok üst boyutlara vardı, yargılamanın biçimi ve içeriği önemli bir dönemin sorumlularını
mağdur ve mazlum yaptı:

27 Mayıs darbesi, 1957’de milletvekili çoğunluğuna rağmen oransal çoğunluğu kaybeden DP’ye karşı yükselen demokratik
muhalefetin de fiili olarak önünü kesti. Darbe yapılmamış olsa, bütün veriler, 1961 olağan genel seçimlerinde CHP’nin tek başına iktidarını ve İlk Hedefler Beyannamesi ne açıkça yansıyan demokratikleşmeyi sağlayacaktı. Çünkü CHP bu dönemde çok ciddi bir toplumsal değişim projesini ısrarla halka tanıtıyordu. CHP mitingleri büyük kitlelerle buluşan ve demokratik talepleri öne çıkaran mitinglere dönüşüyordu. CHP’nin bu dönemde kullandığı sloganlar da bu durumu açıkça ifade ediyordu: Hür basın, muhtar üniversite, teminatlı hakim, serbest toplantı, tarafsız radyo, hür ve nispi seçim
Milli Birlik Komitesinin ilk açıklamasında, ülkede kardeş kavgasını engellemek için yönetime el koydukları nı açıklayan darbeciler, Türkiye’nin dış politika açısından NATO’ya ve CENTO’ya bağlı olduğu nu özenle açıklamayı ihmal etmiyorlardı
Göç, Alevi köylerinde hızla bir çözülmeye neden olur. Bu çözülme inanç boyutuna da yansır. Aleviler kapalı devre yaşadıkları
köylerden çıktıklarında, kentlerde inançlarını da uygulayamaz hale gelirler. 1960’lardan itibaren birçok Alevi köyünde Cem Ayini yapılamaz hale gelir. Cemaatini göçe veren Dede de bir süre sonra çalışmak zorunda kalır. Dede talip gibi çalışmaya başlayınca dini otorite kaçınılmaz bir biçimde zayıflar
1950’lerle kentlere başlayan göç, Alevilerde ciddi değişimlere neden olur. İletişim ağlarının artması, ilköğretimin zorunlu hale
getirilmesi, sanayileşmenin artması, ekonomik olarak zorda olan, ilkel tarımın ötesine geçemeyen Alevileri kentlere göçe yöneltir. Bu nedenle, Alevi bölgelerinden kentlere göç, Sünni bölgelerine göre daha yüksektir. Aleviler yoksuldur, ne bir Alevi burjuvazisi ne de kayda değer bir Alevi zanaatkâr grubundan söz etmek mümkündür. Bu nedenle Aleviler, Köy Enstitüleri ve eğitmenler aracılığıyla başlayan okuma serüvenlerini hızla geliştirirler. Yoksul Alevi köylüsü için çocuğunu okutmak ve meslek sahibi
etmek tek kurtuluş yoludur. Böyle de yapılır
16 Mayıs’ta iktidar olan DP, 16 Haziran’da Arapça ezan yasağını kaldırır, radyoda dini yayınlar yapılmaya ve mevlit okunmaya başlar. Kuran kursları açılır, İlahiyat Fakülteleri kurulur, din dersleri müfredata girer, Osmanlı hanedanından kadın üyelere ülkeye giriş izni verilir, Alevi-Bektaşi tekkeleri dışındaki dergâhlar-tekkeler yeni bir yasal düzenleme ile açılır
Özellikle 1928-1940 arası mümkün olduğu oranda günlük yaşamın dışına çekilen din, 1946 sonrası yeniden günlük yaşamın içine girer.
1945’ler sonrasının en belirgin özelliklerinden biri dinin yeniden ciddi bir referans kaynağı haline gelmesidir.
Bu dönemde kurulan partiler içinde İslam Demokrat Partisi , 1951 yılında Cevat Rifat Atilhan tarafından kurulan ve Türkiye’nin siyasi tarihinde İslam kimliği ile ortaya çıkan ilk partidir.
1946 yılı ile birlikte, hemen hemen her siyasi görüşü kapsayan yeni partiler hızla kuruldu. 1946 ile 1952 yılları arasında,
içlerinde Demokrat Parti, Sosyalist Parti ve İslam Demokrat Partisi gibi isimler de taşıyan tam 28 parti kuruldu.
İşin ilginç yanı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası dini siyasi çıkarlara alet etmekle suçlanırken, Anayasa’da devletin dini İslam yazıyordu.
1940’lardan sonra âşıkların düzen eleştirileri artar, 1945’li yıllardan sonra âşıklar Demokrat Parti’yi öven şiirler yazarlar, türküler okurlar. Ancak bu da uzun sürmez 1950’lerin hemen ortasında âşıklar bu kez de DP’ye karşı muhalefetlerini yapmaya başlarlar..
Geleneksel âşık şiiri muhalif şiirdir. Âşık, düzende aklının almadığı, doğru görmediği her şeyi eleştirir, taşlama yapar. Geleneksel âşık, sistemin ve merkezi idarenin hep uzağındadır. Eleştirilerinin ucunda bozuk, çürümüş düzen, yoksulluk, devlet adamlarının zulmü gibi genel konular dile getirilir.
1937 Dersim’i 1921 Koçgiri’si gibi değildir. 1921’de Koçgiri’de bir ayaklanma planlanmış, bağımsız bir il, bölge, devlet hedeflenmiştir. 1937’de Dersim’de bir isyan, bir ayaklanma yoktur. Yüzlerce yıldır hiçbir merkezi otoriteyi kabul etmeyen Dersimli,
bir kez daha merkezi otoriteyi reddetmiştir. Saldırı karşısında da nefsi müdafaa yapmıştır. Kimliğini savunma ve teslim olmama hali devam etmektedir. Kabul edilmeyen budur!
İçlerinde Seyit Rıza’nın da olduğu toplam 58 kişinin 1937 Ekiminde başlayan yargılanması 15 Kasım’da biter. Seyit Rıza da dahil 7 kişi idama, 37 kişi ağır hapis cezalarına çarptırılır. Seyit Rıza’nın yaşı küçültülerek, oğlu Resik Hüseyin’in ise yaşı büyütülerek, diğer beş kişi ile birlikte, 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilirler: Kureyşan Ocağından, Seyhan Aşireti Reisi Seyit Hüseyin, Yusufhan Aşireti Reisi Fındık Ağa, Dmenan Aşireti Reisi Hasan Ağa, Kureyşan Ocağı’ndan Hasan, Mirza Ali Ağa. Cesetleri ise mezar yerleri belli olmasın diye yakılır. Mehmet Gülmez, darağacından indirilen cesetlerin, bugün Fırat Üniversitesi’nin bulunduğu dereye götürülerek yakıldığını yazmaktadır
Mustafa Suphi’nin öldürülmesini Meclis gündemine taşıyan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey Meclisin önemli muhalif isimlerinden biridir. Tan gazetesinin sahibidir ve Lozan’da geri adım atıldığı iddiasıyla Mustafa Kemal’i ve İsmet İnönü’yü çok sert eleştiren bir milletvekilidir. Ali Şükrü Bey 26 Mart 1923 günü akşamı kaçırılır ve Topal Osman tarafından öldürülür. Muhalefet konunun üzerine gider, olay ortaya çıkar. İsmail Hakkı Tekçe
komutasındaki muhafız birliği 2 Nisan günü Topal Osman’ı ve 12 arkadaşını çatışmada ölü ele geçirir! TBMM’nin kararı ile Ulus
Meydanı’nda ayağından darağacına asılır.
Nurettin Paşa’nın sicili oldukça kabarıktır:1. Ordu Komutanı iken İzmit’te gazeteci Ali Kemal’i yanındaki subaylara Şimdi
sokaktan birkaç yüz kişiyi büyük kapının önünde toplat. Kapıdan çıkarken Ali Kemal’i öldürsünler, linç etsinler diye emir verdirerek linç ettirmiştir. Nurettin Paşa, Türk ordusunun İzmir’i geri alışından iki gün sonra da İzmir’de Rumların ve Ermenilerin
oturduğu mahalleri yaktırmıştır.

Hakkındaki şikâyetler sonucu açılan soruşturmalar bir anlam ifade etmez, cezalandırılacağına, günümüze kadar birçok suçlu asker örneğinde sıkça göreceğimiz gibi ödüllendirilir: 1924’de Yüksek Askerî Şura üyeliğine atanan Nurettin Paşa, TBMM 2. Dönem içindeki bir ara seçimde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası listesinden Bursa milletvekili seçilir. Nurettin Paşa için ilginç bir gelişme daha vardır: 1932’de ölen Nurettin Paşa’nın
50 sonra, 12 Eylülcüler tarafından rütbesi Korgenerallikten Orgeneralliğe yükseltilmiş, İnönü ve Fevzi Çakmak’tan sonra Atatürk Araştırma Merkezi’nin üyesi sayılmış, bu nedenle devlet mezarlığına gömülmesi kararlaştırılmıştır. Ancak oluşan tepkiler
üzerine devlet mezarlığına gömülmesinden vazgeçilmiştir.

Nurettin Paşa, 1920 yılında Merkez Ordu Komutanlığı’ndan Rumlara karşı sert ve keyfi davranışlar sebebiyle alınmış, 1922’de Birinci Ordu kumandanlığına atanmıştır: Lakabı Yunanlıların ve Kürtlerin çekici dir! Trakya’da birçok Rumun öldürülmesinden doğrudan sorumludur. Koçgiri’de de, ekibi Topal Osman’la birlikte Alevilere yönelik çok sert ve vahşi yöntemler izler: Taş taş üstünde bırakmaz! Meclis yapılanları mezalim ve barbarlık olarak değerlendirerek soruşturma açmıştır Nurettin Paşa’nın “yok etme hırsı inanılır gibi değildir. 14 Mart 1921’de Koçgiri şehir esnafının kurduğu “Öğüt Kurulu görüşmeler yaparak ateşkes ilan edilmesini sağlarlar, barış mümkündür. Ancak Nurettin Paşa Öyle ama bu kadar asker toplandı, ben
buraya kadar geldim, bir şey yapılmazsa olmaz der ve Öğüt Kurulu nun kararını boşa çıkartır. Arkasından İmranlı, Zara ve
Divriği’de 132 köyü yakar, yıkar, zahire ve hayvanları yağmalatır
Dönemin tek sakallı komutanı olduğu için Sakallı Nurettin Paşa denen Nurettin Paşa, İkinci Meşrutiyet döneminde Dersim’de meydana gelen ayaklanmayı katliamla bastıran ordu komutanı Müşir İbrahim Paşa’nın oğludur. Tecrübeli olduğu için Koçgiri ayaklanmasını bastırmak için özel seçildiği de söylenir. 1938’de Dersim katliamında önemli bir rolü olan General
Abdullah Alpdoğan da Nurettin Paşa’nın torunudur. İlginç değil mi? Bunların hepsi tesadüf olabilir mi? Dede, oğul, torun
Koçgiri ayaklanmasını bastıran Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa hakkında 3 Ekim 1921 tarihinde, Mustafa Kemal ve
Fevzi Paşa’nın karşı çıkmalarına rağmen Rumların tehcirinde de sert yöntemler kullandığı gerekçesi ile TBMM’ce bir araştırma komisyonu kurulmasına karar verilir. Mustafa Kemal, Ben bunları incelettim, bu incelemeler sonucu Nurettin Paşa’nın oradan alınmasını, değiştirilmesini gerektiren bir sonuç çıkaramadım biçiminde bir konuşma yapar, soruşturma açılmasına direnir ancak Meclis soruşturmayı açmaya karar verir

TBMM’de yapılan tartışmalarda Kürt okullarının ve Kürt bölgesel parlamentosunun olacağı otonom bir Kürdistan için plan yapılması amacıyla bir komisyon kurulması yolunda bir planı da oylama sonucu kabul edilir. Ancak bu komisyon çalıştırılmaz. Nurettin Paşa için ise görevden alınma kararı verilir. Ancak Mustafa Kemal’in cezayı ağır bulmasından dolayı ceza kaldırılır ve Sakallı Nurettin Paşa Haziran 1922’de 1. Ordu Komutanı olur.

Kürt kimliği olsa da Alevi-Kızılbaş kimliği ile öne çıkan Koçgiri ayaklanması,17 Haziran 1921 tarihinde tamamen bastırılır. Alişan ve önde gelen 32 kişi birlikte 500 isyancı ile birlikte teslim olurlar Ayaklanmaya hepsi Alevi olan Koçgirililer dışında katılan olmaz. Dersim’den de gelen olmaz. Sünni Kürtler ise ne Koçgiri’de, ne de Dersim’de zaten yoklardır
Türk Ocaklarının yönelimi ve gelişen koşullar Türk Ocaklarının faşist örgütlenmelere dönüştüğü tartışmasını beraberinde getirir. Türk Ocakları için model İtalyan faşistleridir. Faşist Mussolini, Türk Ocakları için bir halk kahramanıdır 1929 dünya ekonomik krizinin Türkiye yansımaları Türk Ocakları içindeki tartışmaları ve farklı arayışları hızlandırır, sonrasında Türk Ocakları 1931’de kapatılır ve CHP’ye katılır. Ancak bu kez de bu rol
doğrudan devlet eliyle yapılmaya başlanır. Türk Tarih Tezi yazılır ve geçmişte es geçilen Türkler yeni dönemde bütün açıklamaların ana merkezine oturtulur. Neredeyse her şeyin kökeni Türktür! Etiler Türktür. Apollon, Alp Oğlan anlamındadır. Yazıyı Sümer Türkleri bulmuştur. Alaettin Cemil 19 Haziran 1930’da Cumhuriyet gazetesinde bütün bu tezleri özetler: Bütün dillerin ve medeniyetlerin anasının Türk olduğu anlaşılmıştır. Bunu Avrupalı bilim adamları söylüyor der.
Ulus-devlet yaklaşımına uygun olarak yeni Türk tipi üretilir. Bozkurt sembolü olan ve seçkinlerden oluşan Türk Ocakları 1923 sonrası yeniden organize edilir. Bozkurt, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi sembolü haline gelir. Türk Ocağı’nın kapatılacağı 1930’a kadar resmi pul ve paralarda Atatürk resminden önce Bozkurt resmi basılmıştır.
Kahramanlık Türküleri üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1923’lerden itibaren devletin kurumsallaşma sürecinde Aleviler başta olmak üzere, Kurtuluş Savaşı’na katılan birçok kişi ve çevreyi iktidardan tasfiye etmeye başlar. Yeni dönemde tasfiye olmak için, muhalefet etmek bir yana muhalefet eğilimi içinde olmak bile yeterli bir gerekçedir. Milli Mücadelede yan yana yürüyen çekirdek kadrodan İsmet İnönü başta olmak üzere birkaç kişi Mustafa Kemal’in yanındadır. Terakkiperver Cumhuriyet Firkası deneyi, birçok önemli kadronun tasfiyesini beraberinde getirmiştir.
Cumhuriyet 1930’ların ikinci yarısında Güneş Dil teorisi nden vazgeçer. Dolayısıyla Bektaşiliği-Aleviliği israrla Türk gösterme çabasından da. Ne zamana kadar, 1960 27 Mayıs’ına kadar. 27 Mayıs sonrası Aleviler görünür hale gelmiştir, Türklükleri ve müthiş Atatürkçü oldukları, Cumhuriyet’in bekçisi oldukları yeniden hatırlanır!
İslamın, Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in kuruluş süreçlerinde Alevilerin birbirinin kopyası gibi tasfiye edilmeleri bir tesadüf
değildir, asla tesadüf olamaz. Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi Alevi öğretisinin, felsefesinin iktidar olgusunu reddetmesi,
ikincisi de merkezi otoritenin kendi doğası gereği yalnızca biat edenleri tercih etmesidir.
Alevilerin Cumhuriyet’i desteklemelerinin yalnızca uzak dönem Osmanlı baskısı ile ilişkisi yoktur. Önemli bir bölümü Şafi Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları’nın, XIX. yüzyıl sonlarından itibaren, özellikle Erzincan, Dersim, Maraş, Bingöl, Varto gibi
yörelerde Alevilere yönelik saldırıları, baskıları ve bunun sonucu olarak yarattıkları korku ortamı, bugün bile canlı tanıkların anlatımıyla birçok Alevinin belleğindedir.
Bugün Anadolu’da hangi Alevi köyüne giderseniz gidin mutlaka bir köşede Hazreti Ali, Hacı Bektaş resimlerinin yanı sıra
Atatürk resmine ve abartılı bir Atatürk sevgisine mutlaka rastlarsınız. Bu sevgide bir yanıyla kurtuluş diğer yanıyla hep bir
sığınma içgüdüsü vardır. Atatürk, bizi bilinmeyen bir düşmandan değil yobazdan kurtarmıştır! Yobazın saldırıları karşısında Aleviler ona sığınır. Bu nedenle Alevilerin Kurtuluş Savaşı’na katılımları ve özellikle de Atatürk’ün Hacıbektaş ziyareti fazlasıyla abartılıdır.

Oysa, çok önemli ve başarılı bir siyasi lider olan Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nı güçlü kılmak için bütün dini, etnik çevrelerle görüşmüş. Başarıya giden yolda, kendisine destek verecek herkesle tereddütsüz işbirliği yapmıştır. Hacıbektaş’ı da bu nedenle çok doğru bir yaklaşımla ziyaret etmiştir. Ancak o zaten gittiği her yerde inanç önderlerini mutlaka ziyaret etmiş, hatta gitmeden onlara mektup yazmış, onlarla birlikte resim vermiştir .

Bazı Alevi araştırmacılar, çok fazla sayıda Alevi Atatürk ü bütün eleştirilerin dışında tutabilmek için ona yakıştıramadığı her şeyi ya koşullara bağlar, ya İsmet İnönü’ye, ya Celal Bayar’a ya da bir başkasına fatura eder
Yani yüzlerce yıl süren Osmanlı baskısından sonra, Aleviler, Bektaşiler ilk kez, kendilerine daha yakın bir devlet lideri buldukları için, Atatürk’ü kendilerinden biri olarak göstermek için bilimsel olmayan, duygusal bir çaba içinde olmuşlar, Atatürk’ü Bektaşi yapıvermişlerdir.
Hacı Bektaş Dergâhı dahil olmak üzere, bütün dergâh ve tekkeler kapatılırken, Mevlâna Türbesi ve Dergâhı bir istisna
olarak kapatılmadı. Bu istisna da Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisini Mevleviliğe yakın görmesinin ciddi rolü olduğu iddia
edildi.
Daha sonra dört senede bir yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mustafa Kemal Atatürk 1927’de 316 milletvekilinin
288’inin, 1931’de 317 milletvekilinin 289’unun, 1935’de 399 milletvekilinin 386’sının oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Mustafa Kemal 26 Haziran 1934’de çıkartılan soyadı yasası ile
Atatürk soyadını almıştır.
Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı seçildiği 2. Meclis’te toplam 287 milletvekili vardır. Ancak oylamaya yalnızca 158’i katılır ve Mustafa Kemal bu 158 kişinin oyuyla, yani %55’in oyuyla Cumhurbaşkanı seçilir.
Mustafa Kemal ile Cemalettin Çelebi ve Salih Niyazi Baba’nın yer aldığı görüşme son derece önemli bir görüşmedir. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, işin ilginci bu önemli görüşmenin detayları yalnızca sözlü anlatımlara dayanmaktadır. Bu görüşmeye Alevi dünyası büyük önem vermiş ve görüşme özellikle 1960 sonrası artan bir oranda, Aleviler ve Cumhuriyet ile Aleviler ve Mustafa Kemal Atatürk arasındaki ilişkilerde temel referans kaynağı olmuştur.
Alevi dünyasındaki araştırmacıların önemli bir bölümü, Kurtuluş Savaşı nda Alevilerin rolünü fazlasıyla abartır, Sünnilerin ve diğer İslam tarikatlarının Kurtuluş Savaşı’nda sanki rolü yokmuş gibi bir hava yaratırlar. Bu doğru değildir. Mustafa Kemal, mücadele sırasında bütün dini gruplarla ilişkiye geçer. Ulaşabildiği bütün dini liderlere, tarikat şeyhlerine mektup yazar, destek ister. Birçok farklı çevre Kurtuluş Savaşı sürecini destekler. Ciddi sayıda karşı çıkan olmakla birlikte Sünni din adamları savaşın her safhasında vardır.
Mustafa Kemal’in Hacıbektaş ziyareti Aleviler açısından kuşkusuz önemlidir. Osmanlı’nın II. Beyazıt sonrası ziyaret etmediği dergâhın, sonrasında resmi olarak en üst düzeyde Enver Paşa tarafından ziyaret edildiği iddia edilmiştir. Yeni bir dönem tartışmalarının yapıldığı sırada, bu yeni dönemin en önemli ismi
olan Mustafa Kemal’in dergâhı ziyareti bu anlamıyla önemlidir. Ancak bu ziyaretin resmi tarih anlatımlarında yeri yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Bu konuda özel araştırma yapmadığınız sürece resmi tarih yazımında bu önemli ziyareti bulamazsınız!
Alevilerin en azından Kurtuluş Savaşı´nın başında bu mücadeleye destek vermekte tereddüt ettiklerini söylemek abartı olmaz. Çünkü Kurtuluş Savaşı, o dönemki ifadesiyle Milli Mücadele, Şeriat ve hilafeti korumak üzere yola çıkmıştı. En azından
resmi tez böyleydi. Böyle bir durumda Alevilerin koşar adım hamle yapmaları düşünülemezdi. Şeriat ve hilafet dışında milli kavramı da o dönem daha çok Islam milleti vurgusu için kullanılıyordu. Misak-ı Milli ile bir ulus devlete değil, Osmanlı’ya atıf yapılmaktadır. Savaşa katılanların önemli bir bölümü Halifeyi kurtarmak için İslami motiflerle savaşa katılmışlardır. İslam, savaşın en sert olduğu dönemlerde bile hep bir adım öndedir.

Bu durumu atlayan birçok Alevi araştırmacı, gereksiz bir şekilde Milli Mücadelede baştan itibaren Alevilerin rolünü abartırlar. Oysa Milli Mücadelenin ilk bileşenleri tereddütsüz, itihat-Terakkici çevreler, Ermeni ve Rum malları üzerine konan
eşraf ve onlarla birlikte davranan Sünni ulemanın bir bölümüdür

Özellikle XVI. yüzyıldan sonra Osmanlı, 1923’ten sonra Cumhuriyet Sünniliği resmi mezhep olarak kabul ettiği için Alevileri yok saymıştır. Aleviler, devlete ve iktidara ortak edilmek istenmediği için Alevi kavramı bilinçli olarak kullanılmamıştır. Alevileri yok sayan devlet, ortak isimlendirmenin her toplumu, özel olarak da Alevileri güçlendireceğini, aidiyet duygusunu güçlendireceğini bildiği için Alevilik kavramını resmi olarak 2000ʻli yılların ortalarına kadar ısrarla ve bilinçli olarak kullanmaktan kaçınmıştır.
Alevi kavramının kullanılmaya başlandığı dönemler asıl olarak 1826 sonrasıdır. Son 250 senedir kullanıldığı iddia edilen Alevi sözcüğü Osmanlı’da kullanılmıyordu. Bugün Anadolu Bektaşileri ve Kızılbaşları için ortak isme dönüşen ve devletin de son yıllarda ortak isim olarak kabul etmek zorunda kaldığı Alevilik, Osmanlı döneminde Kızılbaşlık, Rafizilik, Işık, Işık Taifesi, Taife-i Bektaşiyan, Torlak, Güruhu Naci gibi sayısız isimle anılıyordu. XVI. yüzyıldan sonra bazı Osmanlı kayıtlarında Alici Türkmenlere Kızılbaş denildiği yazılmaktadır.
Bugünlerde ehlileştirmek, kendilerine benzetmek için sıkça Aleviliğin ne kadar İslam içinde olduğunu anlatan zihniyet o dönem de Aleviliğin ne kadar İslam dışı
sapkın bir mezhep olduğunu anlatmak için ellerinden gelen her çabayı göstermişler.
Yeniçeriler 15 Haziran’da (1826) isyan alameti meşhur kazanlarını son defa, ‘Et Meydanı’na (bugünkü Vatan Caddesi civarı) getirirler. Kılıcını kuşanan II. Mahmut, asilerin katli için ulemadan fetva alır ve sancak-ı şerif’i çıkarttırır. Tellallar, padişahı seven herkesi ‘At Meydanı’na (Sultanahmet) çağırır; halka silah dağıtılır. Askerler ve halk Yeniçeri kışlalarına doğru harekete geçer. Et Meydanı’nın kapıları kırılır ve beş saat süren şiddetli bir mücadelenin sonunda, 10 bine yakın Yeniçeri öldürülür. Daha sonra Yeniçerilerle ilgili bütün izler silinir. Osmanlı bu katliama utanmadan olumlu bir de isim koyar: Vaka-i Hayriye (Hayırlı olay!)
1821’de başlayan ve Yunanistan’ın bağımsızlığını beraberinde getiren Yunan İsyanı Yeniçerilerin ve Bektaşilerin tasfiye
sürecini hızlandırdı. Osmanlı Bektaşilerin gayrimüslimlere hoş görülü yaklaşımını çoktan terk etmiş ve Yunan isyanı başladığında kâfirlere karşı İslam kardeşliğinde birleşilmesi çağrıları
yapılmıştı.
Bin kişi ile başlayan Yeniçeri Ordusu’nun sayısı, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde 12 bin olarak sabitlenmiş, 1680’de 54 bin kişiye, XVIII yüzyıl başında 80 bine, XIX. yüzyıl başında 140 bin kişiye ulaşmıştı.
Balım Sultan da dahil olmak üzere, Hacı Bektaş Dergâhı’nın Osmanlı dönemi boyunca fiili olarak devşirmeler tarafından
yönetildiği görülmektedir. Soy dan gelenler ile yol dan gelenler arasında Osmanlı iktidarı tercihini hep yol dan gelenlerden,
yani Dedebabalardan, Babagan Kolu ndan yana kullanmıştır. Bu nedenle soydan gelen Çelebiler, dergâhta hiçbir zaman belirleyici olamamışlardır
Kuyucu Murat Paşa, I. Ahmet döneminde 1606’da Sadrazam olmuştur. Toplam 4 yıl 7 ay 25 gün görev yapan Kuyucu Murat Paşa tam bir katildir. Hırvat kökenli bir devşirme olan Kuyucu Murat Paşa, tam bir Alevi ve Türkmen düşmanıdır. Anadolu’da çok kan dökmüştür. Kuyucu lakabı kendisine, öldürttüğü insanları toplu halde kuyuladığından halk tarafından verilmiştir.
Cemal Şener’in aktarımı ile Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi nde şöyle yazıyor: Sadrazam Kuyucu Murat Paşa’nın
İstanbul’a dönüşü gerçekten çok görkemli oldu. Kafilenin önünde Arabistan, Suriye ve Anadolu Celalilerinden ele geçirdiği dört yüz kadar bayrak sallanıyordu. Her bayrağın üzerinde silah zoruyla yok ettiği asi önderlerin adı yazılmıştı. Seferden dönmeden önce İstanbul’a en az otuz bin asinin kellesini göndermişti. Bir o kadarı da Murat Paşa’nın yakaladığı yerlerde piramitler halinde yükseliyordu. Yüz bin Celali taraftarın Sadrazam tarafından kazdırılan kuyulara gömüldüğü söyleniyordu..

Bu konuda Cemal Bardakçı şunları yazıyor:

1607’de Kuyucu Murat Paşa kumandasındaki padişah kuvvetleri ile amansız bir boğuşma başladı. Kuyucu Murat, yedi yaşındaki çocuklara varıncaya kadar, on binlerce Türkü cesetleriyle kuyulara doldurdu. Bu ihtiyar Hırvat Vezir, neredeyse ırkımızın kökünü kazıyacaktı.

1517’de Tokat Turhal’da, (Yozgat) Bozoklu Celal binlerce Türkmenle bir ayaklanma başlatır. 20 bin kişiyle başlayan ayaklanma Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa ve Dulkadir Beyi tarafından kanla bastırılır. Bozoklu Celal’in ya da Şeyh Celal’in başlattığı bu
ayaklanma bastırılmış olsa da, gücü ve yarattığı etkiden dolayı Celali ayaklanmaları ondan sonraki 100 yılda da zaman zaman ortaya çıkan ayaklanmaların ortak adı olacaktır. Ayaklanma bölgeleri de ağırlıklı olarak Rum (Sivas) eyaleti ve onun çevresi olacaktır. Celali isyanlarında içinde Erzincan ve Dersim’in de yer aldığı Erzurum, hatta Kars eyaletlerinde yaşayan Kızılbaşların da ciddi rol oynadığı belirtilir.
Yavuz’un başka çaresi yoktu diyen resmi tarihçiler Yavuz’un asıl hedef olarak İran’ı da fethederek hem Kızılbaş inancını ortadan kaldırmayı, hem de İslam dünyasında Sünni hakimiyetini kurmak istediğini göz ardı ediyorlar. Gözardı edilen
diğer önemli konu da yukarıda da uzunca anlattığımız gibi ekonomik gücün ele geçirilmesidir. Ekonomik gücün ele geçirilmesi, Baharat Yolu’nun, İpek Yolu’nun, Yemen-Şam ve Tebriz-Şam ticaret yollarının ve Suriye’deki altının kontrolünden geçmektedir. Bir Kızılbaş devletine dönüşen Şah İsmail’in Safevi Devleti bu yolların tümünü kontrol eder hale gelmektedir. Buraların ele gecirilmesi için Safevilerin yenilmesi gerekir. Bu kolay değildir. Çünkü düşman devlet bir yanıyla İslam diğer yanıyla da Türk tür. Yapılması gereken ilk hamle öncelikle Kızılbaşların İslam dan nasıl saptıklarını anlatmak, Kızılbaşları sapık olarak ilan etmek olmalıdır. Yavuz Selim aynen böyle yapıyor. Sünni ulema müthiş bir Şii, Kızılbaş düşmanlığına başlıyor. Şiiliğin ve Kızılbaşlığın Ehl-i Sünnet mezhebi tarafından reddedildiğini
yayıyor. Fetvalar yayınlattırıyor. Resmi tarihçiler bunu görmek istemedikleri gibi, onun bu politikayı ve Kızılbaş düşmanlığını
daha Trabzon’da vali iken geliştirdiğini de görmezden geliyorlar.
Bu fetvaları yayınlayanlar içinde Kemalpaşazade, Ali B. Abdülkerim, Sunguri Hasan b. Ömer, Saru Görez adıyla meşhur
Müftü Hamza ve Molla Arab sayılabilir. Osmanlı’nın âlim ya da bilgin diye sunduğu ve resmi tarihe de böyle geçen bu âlimler Kızılbaşlar için şunları yazarlar:

Bunlar, Allahın kelamını inkar ederler. Şerre, kötülüğe hizmet ederler. Şeriatı ve Şeriat ehlini tahrik ederler. Kestikleri meytedir. Yenmez. Kim onların serpuşunu (Kızıl külahını) giyse, küfür tehlikesi galiptir. Kadınları, çoluk-çocukları Müslümanlara helaldir. Erkeklerinin öldürülmesi vaciptir. Herhangi birisi onlara iltihak etse, Kadı, onun malını varislerine dağıtır. Karısını başkasıyla evlendirir. Bu kâfirlerle bir olanların, onların fesatlıklarına karışanların da katli vaciptir. Onlarla savaşan biri galip gelirse Gazi, ölürse Şehiddir. Öldürülen Kızılbaşlar cehennemliktir. Onların tövbelerine ve sözlerine inanılmayıp,
katledilmeleri gerekir

1510’da Antalya yöresi Türkmenleri üzerinden başlayan Şahkulu ayaklanması hızla Anadolu içlerine yayılmaya başlar. Şahkulu önce Burdur’u alır, ardından Bursa’ya yönelir. Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu karşısında Sivas’a doğru geri çekilir. Çekilirken Karaman Beylerbeyi Haydar
Bey’i de yener. Gedik Hanı yakınlarında başlayan büyük çarpışmada da Osmanlı ordusunu yener ve Hadım Ali Paşa’yı öldürür; ancak bu savaşta Şahkulu da öldürülür. Ayaklanma yenilgiyle sonuçlanır.

Yenilen Şahkulu askerleri Şah İsmail’e sığınırlar. Şah İsmail o dönemde II. Beyazıt’a Baba demektedir. Böyle bir yenilgiden sonra Osmanlı ile karşı karşıya gelmemek için, kendine sığınan ayaklanmanın önde gelen isimlerini öldürtür.

Bugün özellikle, Erzincan, Pülümür, Dersim, Bingöl yöresinde dağlara sığınanlar, dağları mesken tutan Aleviler, Yavuz sonrası Doğu Anadolu’da tam yetkili katil rolündeki İdris-i Bitlisi’nin zulmünden canını kurtaranlardır
İdris-i Bitlisi’nin Selim Şahnamesi’nde yazdığına göre ’40 bin Kızılbaş’ın/Türkmen’in başı kesildi.’ Ve binlerce insan, Sünni Kürt kimliğine bürünerek katliamlardan kurtuldu.
Çaldıran Savaşı’ndan sonra Yeniçerilerin huzursuzluğu nedeniyle Amasya’ya dönen Yavuz Selim, Çaldıran Savaşı’na Sünni Kürt birlikleriyle katılan İdris-i Bitlisi’ye Doğu Anadolu’da düzenin sağlanması görevini verir. İdris-i Bitlisi Doğu Anadolu’nun düzenini sağlamak için 33 Kürt aşiretini bir araya getirerek, onlarla birlikte Kızılbaşların kökünü kazımaya karar alır.
Yavuz Selim, binlerce Aleviyi kılıçtan geçirir, Aleviler için fetvalar yayınlatır katli vaciptir diye. Şah İsmail de İran’da binlerce Sünni’yi kılıçtan geçirir, “kılıç zoru ile Şii yapar:1504’de Sünni bilginleri, 1505’de Halit Bin Velit soyundan gelen Halidileri kılıçtan geçirir

Osmanlı’da Yavuz Selim sonrası, Kanuni Süleyman döneminde Alevilere karşı artan zalimlik, Safevilerde de Şah İsmail sonrası, Şah Abbas döneminde Şiiliği kabul etmeyenlere yönelik olarak doruğa çıkar Gelenek aynıdır. Gönüllü asimilasyon yoksa, zor vardır!

Savaşta ve sokakta kaybeden, tarihsel bakışta da kaybediyor olumsuzluğun, kötülüğün, hainliğin adı oluyor.
Bilindiği gibi Cumhurbaşkanlığı forsunda tarih boyunca kurulmuş 16 Türk devletinin ismi ve bayrakları yer alır ama bunlar arasında bir Türkmen devleti olan Safevi Devleti yoktur. Safevi Devleti’nin Türk Devletleri arasında sayılmamasının en önemli nedeni Kızılbaş ve Şii olmasıdır!
Osmanlı Kızılbaş kavramını, hem Safevi Devleti’ni tanımlamak, hem de Anadolu’da Safevi Devleti’ne, ama özellikle de devletin efsanevi lideri Şah İsmail’e yakınlık duyan Alevileri tanımlamak ve aşağılamak için özellikle kullanmıştır. Kızılbaş kavramı bu dönemlerden itibaren, Osmanlı belgelerinde zındık (rafızi, sapmış) anlamında kullanılmaya başlanmış ve devam etmiştir
Safevilerin, birliği sağlamak ve 12 İmamları, ama özellikle de Hüseyin’in Kerbela’daki akan kanını simgelemek için kırmızı
renkte ve 12 dilimli olan bir başlık takmaya başlaması Kızılbaş (Farsçası: Sürh-ser) kavramını da öne çıkardı. Bu taca Şah Haydari döneminde takıldığı için aynı zamanda Haydari tacı da denir
Balım Sultan’ın II. Beyazıt tarafından dergâha atandığı ve Bektaşilikteki bazı aşırılıkları ve İslama uymayan bidatları te-
mizlemek için görevlendirildiği kesindir.
Hacı Bektaş Veli ve Balım Sultan’ın mücerret olduğu iddia edilir. Mücerret, tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr anlamına gelir. Mücerret olduktan sonra cinsel ilişki yasaktır. Mücerret, İslamda yoktur ve yasak olan ruhani bir sıfattır. Budizm’de mücerretlik olduğu gibi, Hıristiyanlıkta da vardır
1516’ya kadar dergâhın başında kalan Balım Sultan, Hacıbektaş Dergâhı’nın kurumlaşmasını sağlayan en önemli isimlerden biridir. On İki İmam anlayışı onunla öğretiye girer. On İki İmam törenleri, on iki çerağ, on iki post, evlenmemiş (mücerret) Babalık kuralı, şerbet yerine dolu (şarap), Hurufilik etkisi Balım Sultanʼla dergâha girer. Bu nedenle birçok çevrede Balım Sultan dergâhın İkinci Piri (Pir-i Sani) hatta asıl kurucusu olarak da nitelendirirler. Alevi öğretisinin yeniden kurumlaşmasında ve bugün bile yaşayan Aleviliğin kullandığı birçok kalıp Balım Sultan döneminden gelmektedir. Bu nedenle Balım Sultan, Alevi-Bektaşi süreğinde çok önemli bir şahsiyettir.
Hacı Bektaş XVI. yüzyılın sonlarından başlayarak resmen Yeniçeri Piri kabul edilmiş, bu tarihlerde bir Bektaşi Babası daimi olarak Ocakta kalmaya başlamıştır. Bektaşi tarikatıyla Yeniçeri Ocağı o denli birbirinden ayrılmaz hale gelmiştir ki, bir Dede tarikat başkanı seçildiğinde İstanbul’daki Yeniçeri kışlasına gelir, tacını kendisine Yeniçeri Ağası giydirirdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir