İçeriğe geç

Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık Kitap Alıntıları – Erdal Atabek

Erdal Atabek kitaplarından Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık kitap alıntıları sizlerle…

Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık Kitap Alıntıları

Ekonomik olarak bağımlı kadın ruhsal zincirlerini kıramıyor. Aslında ev çalışmasının önemli bir ekonomik değeri var ama bu de­ğeri ne çevresi algılar ne de kadın. Onun için de kadının çalışması, emeğinin karşılığında ücret alması, bu yolla emeğinin değerini açık­laması gerekiyor.

Bir de, kadın emeğinin değerini yükseltecek yol katılımdır.

Kadının hayatın her yönüne katılımı gerekiyor. Eve ve bir çem­bere tıkılıp kalmamak, hayata katılmak gerekiyor.

Bunun için de kadınların dayanışması ve örgütlenmesi gerekli.

Çağdaşlık; insan olmanın değerini, kendisinde, toplumunda, dünyada fark etme, bu değerlere saygı duyma, bu değerlere sahip çıkma bilincidir.

Çağdaşlık; ön yargılardan kurtulmak, tabuların dışına çıkabil­mek, insan olma değerinin en büyük değer olduğunu fark etmek demektir.

Çağdaş bir toplumda kadınların kadın olmaktan kaynaklanan
sorunları olmayacak, insanların insan olmaktan kaynaklanan ortak sorunları çözümlenmeye çalışılacaktır.

Geleneksel toplumda çağdaş olmak, başlıbaşına bir çile, uyum­suzluk, dışlanmak, anlaşılmamak, paylaşamamak.
Çağdaş toplumda gelenekseli yaşamak gibi bir şey. O da, yalnız­lık, mutsuzluk, anlaşılmazlık demek.

Kan bağının yerini duygu ve düşünce bağlarının almaya başla­ması.
Din kurallarına tartışmasız bağlılık yerine, akılla değerlendirme­nin, aklın irdelemesiyle elde edilen, tartışılan, değiştirilebilen de­ğerler sisteminin konması.
Her türlü baskıyı direnmesiz kabul etmek yerine, hiçbir baskıyı kabul etmemenin, her şeyi kendince irdelemenin, kabul edip etme­me özgürlüğünün yaşanması.
Yaşama çevresini kendisi ve ailesi ölçeğinden çıkarıp, içinde ya­şadığı toplum, içinde yaşadığı dünya, bütün insanlar ve insanlık öl­çeğinde genişletmesi.
Yalnız kendisinden ve ailesinden sorumlu olmak yerine, bütün dünyadan, bütün insanlardan sorumluluk duymanın bilincine var­ması.

Çağdaşlaşma, bireyin değer kazanması demektir.
Çağdaş toplumda insan , başkası için taşıdığı değer kadar değil, kendisi olarak değer taşır. Bu, insanın metalaşması na karşı insanın insanlaşması dır.
Sosyolojik olarak birbirinin aynı değildir ama, kısaca «gelenek­sel toplum» dediğimiz zaman anladığımız yapıyı düşünelim.

Dar bir ekonomik ortam. Kapalı aile sistemi. Büyük ve kapalı ai­le. Birkaç kuşağın bir arada yaşadığı evler. Sıkı bir aile içi dayanış­ma. Toprağa ve mülke bağlılık. Şiddetli duygusal değerler. Toplum­sal değer yargılarına yüksek derecede bağlılık. Kuralları katı bir ya­şama biçimi. Dışa kapalılık ve şüphecilik.

«Geleneksel toplum»un hayatında sevgi ve saygı kavramları da değişiktir. «Sevgi» zayıflıktır, suçludur, utanç vericidir, gizlenmelidir. «Saygı» kesin zorunluluktur, töresel biçimleri vardır ve kesin­likle uyulması gerekir, çok gösterilmesi doğrudur.

«Sevgi» büyükten küçüğedir, «saygı» küçükten büyüğe.

«Özveri» ne büyük erdemdir. En çok özveri gösteren insan en değerli insandır.

Dostluk, yakınlık, kardeşlik en değerli bağdır, maddi çıkar en değersiz bağdır.

İnsanın kendisi için değil, başkaları için yaşaması asildir. Bu baş­kaları, kardeşler, eş, çocuklar, vatan, din ya da bunların hepsi ola­bilir.

Dinin ve din kurallarının çok önemli bir yeri vardır. Bu kuralla­ra uymamak kusurdur ama görmezden gelmek suçtur. Kusur bağış­lanır, suç bağışlanmaz.

Bu yaşama biçiminde özgürlük, kurallara hiç tartışmasız bağlılık demektir.

«Geleneksel toplum» kendi içinde bütünlüğü olan bir sistemdir. Sistemin en önemli yanı verdiği «güvence»dir. Bu güvence «top­lumsal», «ekonomik», «psikolojik» güvencedir. Kurallara uygun ya­şayan insan, içinde bulunduğu toplumun kesin güvencesi altında­dır. Bu güvencelerin dışına çıkmayı göze almak, ölmeyi göze almak­la eşdeğerdir.

Delinen ozon tabakasi bizden daha cok baskaldiri bekliyor. Kirlenen cevre , insanin ezilmesi, artan hayat pahaliligi, yüklü faturalar, pahalilasan carsi bizden daha cok baskaldiri istiyor. ( ilk basim yili: 2008)
Hepimiz dedikoducuyuz. Sadece ölcegimiz farkli. Kimimiz sadece kendi dedikodusunu yapiyor, kimkmiz mahallesinden cikamiyor. Ben sizin dunya dedikoducusu olmanizi istiyorum.
Madam Bovary ne yapmisti?
Katerina Blum un Cignenen onuru neymis?
Insanin kendisinde kalmasi tikanmadir. Insanin dar cevresinde kalmasi sıkıntıdır. O, dunya degildir, dunyaciktir.
Bakiniz doga da kapi yoktur. Kapilari biz insanlar icat etmisizdir. Sonra da kapiyi acmak, yuzune kapiyi kapanak deyimlerini icat etmisizdir. Hayatimiza kapilar koyan biziz. Dogada kapi yoktur.
Bugün daha çok başkaldırmamız gerekli. Delinen ozon tabakası bizden daha çok başkaldırı bekliyor. Kirlenen çevre bizden daha çok başkaldırı bekliyor. İnsanın ezilmesi bizden daha çok başkaldırı bekliyor. Artan hayat pahalılığı bizden daha çok başkaldırı bekliyor. Yüklü faturalar, pahalılaşan çarşı bizden daha çok başkaldırı istiyor. Başımızı kaldırmamız gerekiyor. Bize öğretilen yanlışlara karşı başkaldırmamız gerekiyor. Bize söylenen yalanlara karşı başkaldırmamız gerekiyor. Sevginin ayaklar altına alındığı bir çıkar dünyasında bizim daha çok başkaldırmamız gerekiyor. Duygularımızı korumak için, duygularımızı geliştirmek için, duygularımızı açıklamak için daha çok başkaldırı gerekiyor. Hayatın gözüne içtenlikle bakmalıyız. Hayatı sevdiğimizi söylemekten korkmamalıyız. Kendimizi savunmak hayatı savunmaktır.
Nedenmiş o? Benim için iyi olanı neden hep siz biliyorsunuz? Benim için iyi olana neden hep siz karar veriyorsunuz? Neden siz beni benden iyi tanıyorsunuz? Neden benim kendim gibi olmama izin vermiyorsunuz? Neden benim de düşüncelerim olduğunu, duygularım olduğunu bilmek istemiyorsunuz? Neden? Neden?
Keşke, diye düşünüyorum, «dedikodu»nun temelindeki merak dürtüsünü iyi kullanabilsek. Bu dürtüyü, «O ne yapmış?», «Bu neredeymiş?» basitliğinden kurtarsak da sanata çevirebilsek. İnsanın o eşsiz akıl gücünü, insanın o doymaz ilgisini, insanın o sonsuz merakını sanatın, bilimin bitmez tükenmez kaynaklarına çevirebilsek.
Ama, hiç unutmayalım, KADIN ERKEKLE KADIN OLUR. ERKEK KADINLA ERKEK OLUR.
-bir insanı nasıl öldürürsünüz?
-Umutsuzlukla öldürürüm.
-Umutsuzluğun öldürücü olduğunu nerden biliyorsunuz?
-Yıllar önce ben böyle öldürüldüm.
Yargılamadan önce biraz anlamaya çalışmak daha akıllı olmaktır.
Kendimize güvenmiyoruz. Topluma güvenmiyoruz. Karşınızdakine güvenmiyoruz. Sonra da yakınıyoruz, «kardeşim, kimse kimseye güvenmiyor.»
Hayatı sevmek, hayatın içindeki her şeyi sevmektir. Biz her şeyi severiz. Kadınları, erkekleri, çocukları, doğayı, müziği, resmi, şiiri, her şeyi. Hayatı severiz. Hayat, tek ve dar bir patika değildir. Onu böylesine daraltan, fakirleştiren, kurutan biziz. Hayatı kendimize tıkayan biziz. Sevgiyi bilenlere hayat öyle geniştir ki. Öyle geniş, öyle renkli, öyle zengindir ki
İnsan, hayatına anlam kazandırmak ister. insanı Hayvandan ayıran asıl fark budur.
Kadın olmak özünde insan olmaktan başka nedir ki?
Kadının çalışması, bir iş, bir meslek sahibi olması, kadınları «kadınlıklarından uzaklaştırmaz», tersine onların «kadınlık bilincine» daha sağlam olarak erişmesini sağlar.
Yumuşaklık, şefkat, ilgi kadının değil, herkesin sahip olması gereken davranış biçimleridir.
«Anlaşılmak» bu denli lüks mü oldu?
İnsanlar birbirine bu kadar yabancılaştı mı?
Bilirsiniz, biraz çok gülsek, içimize bir korku gelir:
«Çok güldük, ağlayacağız galiba.» Neden biraz gülmenin arkasından ağlama gelsin?
Nerelerden süzülüp gelmiş bu acıya dönük yaşam?
İnsanlar birbiriyle karşılaştığında neden bu kadar yakınma, ne­den bunca sıkıntı aktarılır diye düşünüyorum.
Belki de, doğru dürüst yaşamayı beceremiyoruz da, onun yansı­malarıdır bunlar.
Doğada güneşin doğması ve batması için bir gün gereklidir. Ama, düşünsenize, insanın içindeki güneşin doğması ve batma­sı bir günde kaç kez olabilir.
Cinsel özgürlük, özgür düşünebilen, duygularını zenginleşti­rebilen, tabuları aşabilmiş, kalıpların dışına çıkabilmiş «kişilik»lerin başarabileceği bir şeydir.
Sevişmek, duyguların eylemidir, cinsel organların değil.
Sevişmek, insan beyninin eylemidir, cinsel organlar bir araçtır.
Onun için de, «cinsel özgürlük», «özgür beyin»lerin işidir.
Bir kız çocuğunun nasıl yetiştiğini düşünelim. Bir kadın olarak kendinizi düşünün: Nasıl yetiştiniz? «Kadının Adı Yok»u okudu­nuz değil mi? Duygu Asena’nın bu kitabında hepimiz, kendi toplu­mumuzun kadınını biraz daha tanıdık.
Bakınız, toplum içinde cinsel konuları hiç konuşmayız.
Bakınız, cinsel konuları aslında çok merak ederiz.
Bakınız, cinsel konuları konuşurken ya sıkılırız, ya güleriz.
Neden? Hâlâ «gizli»dir de ondan, hâlâ «yasak»tır da ondan.
Oysa, cinsellik; doğal bir güdü. Yaşamın bir parçası.
Herkesi biraz kendi haline bırakalım. Kendimizi de. Asıl kendimizi. Kendimizi biraz kendi haline bırakalım.
Şöyle insanı az, sesi az, kiri az bir yer bulalım. Dinlenmek istiyorum, dinlenmek.
Yeniden insan olmak, yeniden canlı olmak, yeniden yaşamak. Asıl işimiz bu değil mi?
Bir akşam üzeri kendinize beş dakika zaman ayırın. Aklınızdan her türlü düşünceyi çıkarın. Beş dakika çevrenize bakın. Bir ağaca bakın, bir çocuğu bakın, denize bakın. Başka hiçbir şey düşünme­den bakın. Ne çok şey gördüğünüze şaşacaksınız. «Her gün ordan geçerim de hiç fark etmemişim» dersiniz. Gündelik hay huy içinde beş duyumuzu hiç de gereği gibi kullanmadığımızın ayrımına pek varmayız.
Bir an için, geleceğimizi tümüyle bildiğimizi varsayalım. Kaç yıl yaşayacağımızı biliyoruz. Hangi hastalıkları geçireceği­mizi biliyoruz. Ne zaman evleneceğimizi, evliliğimizin nasıl geçece­ğini, çocuklarımız olup olmayacağmı, kaç çocuğumuz olacağını, hangi işi yapacağımızı, nerelerde yaşayacağımızı, ne zaman öleceği­mizi biliyoruz.
Varsayalım ki, bütün bunları biliyoruz.
Kendimize soralım, bunu gerçekten ister miydik?
Ben istemezdim, kimsenin de istediğini sanmam.
Eğer geleceğimizi tümüyle bilseydik, hayat çok tatsız olurdu, sı­radan bir zaman geçirme olurdu.
Öyleyse, geleceğimizi neden bu denli merak ediyoruz, neden öğ­renmek için her yola başvuruyoruz?
Bu merakın temel nedeni, bizi nelerin beklediğini bilmek, kendi­mizi onlara karşı hazırlamaktır.
Belki de geleceğimizi bilseydik, onu değiştirmek için bir şeyler yapabilirdik değil mi?
Peki, neden bunu şimdiden yapmıyoruz?
Neden geleceğimizi etkilemeyi düşünmüyoruz, neden bunun için kendimizi hazırlamıyoruz? Nasıl mı?
Geleceğiniz daha iyi olabilir, eğer SİZ İSTERSENİZ..
Kendimize korkmadan bakabilmeliyiz. Korkularımızı görebil­meliyiz. Kaygılarımızla tanışabilmeliyiz.
Kendimize bir insan olarak bakabilmeliyiz. O zaman doğruları­mızı, yanlışlarımızı görebiliriz. O zaman doğrularımızı çoğaltabili­riz, yanlışlarımızı azaltabiliriz.
Uzunca bir süredir kendimi mutlu duy­muyorum. Ama, mutsuz da duymuyorum. Şimdi, nasıl söylenebilir bilemiyorum, sanki duygularım aşınmış gibi, ya da duygularım ka­buk bağlamış gibi. Üstümde sanki bir kayıtsızlık var. Hani, yorgun olursunuz da kolunuz kanadınız kalkmaz ya, öyle bir şey.
Düşünsem de bir sonuca varamayacağımı sanıyorum. Duygular yorulur mu bilmiyorum, ama duygularım yorgun diyeyim, artık siz anlayın.
Hayatımın bir anlamı olsun istiyorum. Hayatımın anlam kazanmasını istiyorum. Böyle tekdü­zelik içinde kaybolup gitmek istemiyorum.
Neden biz, geçmişimize tıkanıp kalalım? Neden biz, geçmişte yaptıklarımızı yargılayıp da «Ah, ne yanlışlar yapmışım?» diye ha­yatı kurutalım? Neden biz, yaşamayı tek boyuta indirip de, sonra «Neden hayatımı yaşamıyorum?» diye yakınalım?
Hayır, böyle yapmayalım.
Kendimize, kendi hayatımıza emek verelim. Evimizin, eşimizin, çocuklarımızın, mesleğimizin, işimizin, isteklerimizin, zevklerimi­zin, hepsinin, hepsinin hayatımızda yeri var. Hepsinin ayrı, özel, anlamlı yeri var. Ama, hiçbiri de bizim hayatımızın tümü değil.
Hayatın her boyutuyla ilişkimiz olsun, hepsine hayatımızın için­de hak ettikleri yeri verelim.
Ama, ne onları sırtımızda taşıyalım, ne de onlara kendimizi taşı­talım.
Onları geliştirirken, kendimizi de geliştirelim.
Onları yetiştirirken, kendimizi de yetiştirelim.
Onlara verirken, kendimize de verelim.
Onları severken, kendimizi de sevelim.
Onlara saygı duyarken, kendimize de saygı duyalım.
Onlara çaba harcarken, kendimize de çaba harcayalım.
Hayatın canlı sesini dinleyelim. Kendi soluğumuzu, yaşamanın soluğuna katalım. Kendimizi hayatın içinde tutalım.
Yoksa, hayat bütün canlılığıyla sürerken, biz, kendimizi hayatın dışına atılmış buluveririz.
Hayatın dışında kalmak, gerçek acıdır. Acı, umut kırıcı, umarsız.
Onun için, gelin, «bir şeyin kadını» olmak yerine, «yaşamanın insanı» olalım. Bunu öğrenelim, bunu başaralım.
Hem, en değerli yanımız, kadın ya da erkek olmaktan çok, insan olmak değil mi?..
Neden bu isteksizlik, neden bu tekdüzelik, neden bu kurumuşluk, neden bu tükenmişlik? Neden? Neden?
Hep başkaları için yaşadım. Ben, hayatımı yaşamadım.
Yavaş yavaş artan bir bıkkınlık, bir boşluk varmış da dolmuyormuş duygusu giderek sarar insanı. Tekdüzeleşen hayat, beklenip beklenip de bir türlü yaşanamayan heyecanlar, artık yerinden pek kımıldamayan duygular, yaptıklarından, yaşadıklarından tat alma­malar.
Eşyalarımız kafalarımızın içinden daha hızla çağdaş­laşıyor.
Erkek için doğru olanın kadın için yanlış olması çok «normal.» Çünkü o «erkek»tir ve öteki «kadın.» Ama hep «erkek için doğal olan, kadın için yanlış» oluyor.
«Kadın için doğru olanın erkek için yanlış olduğu» bir örnek yok. Sorun sayılmayan sorun bu.
ailenin namusunu kadın taşıyor ve namus onun bacak arasında ve onun korunması gerekiyor, çünkü o zayıf ve her an kötülük yapabilir, çünkü mayası öyle ve o bunu biliyor.
Değerli gelir, gene erkeğin geliridir. Kadının geliriyse göze bile görünmez.
Ama, evlendikten sonra kadının artık çalışmaması gerekiyordu. Öyle ya, evlendikten sonra da çalışacaksa kadın neden evlensindi? Evli kadın çalışırsa erkeğin erkekliği nerede kalırdı?
Yükümlülüklerden, sorumluluklardan insana sıra gelmiyor. «Unutulan insan » Belki de hayatımızın en büyük sorunu.
Yükümlülükleri yük yapan, sorumlulukları sorun yapan belki de budur.
Dünya böylece paylaşılmıştır: Evin dışı erkeğindir, evin için ka­dının.
Bir kadının kendini «nasıl bir kadın gördüğü» ya da «nasıl bir in­san olmak istediği» çok önemli değildir. Önemli olan «onun nasıl bir kadın olması gerektiği» ya da «na­sıl bir insan olması gerektiğedir.
Böylece, bir kadının kişiliğinde «olan»la «olması gereken» ayrıl­maktadır.
Kadının kendini geliştirmesi, meslek sahibi olması, bu mesleklerin en üst basamaklarına çıkması, toplumda yetki sahibi olması gibi önemli aşamalar bile bir kadının «eş ve anne» olması kadar toplumsal prestij sağlamamaktadır.
kadınların sadece kadın olmalarından kaynaklanan eklenmiş bir sorunları daha var.
«Kadının yeri evi, işi de eşiyle çocuklarıdır» öğretisi, günümüzde de sanıldığından daha güçlüdür. Yüzyıllar boyunca buna inandırılan kadınların bu çemberin dışına çıkmaları, bilimde, politikada, sanatta başarıyla yer almaları hep biraz «tuhaflıkla», biraz «küçümsemeyle», biraz «tepkiyle» karşılanmıştır.
Erkek çocuklar sünnetle erkek oluyorlardı, ya kız çocuklar?
Kız çocuklar kadınlığa ilk adımlarını nasıl atıyorlardı?
«İlk Adet Düğünü» var mıydı? Elbette yoktu.
Çocukluktan genç kızlığa geçiş gizliydi, ıslaktı, kirliydi.
Keşke bir «İlk Âdet Şenliği»miz olsaydı. Bir ilkyaz günü, o yıl genç kızlığa adım atanların şenliği kutlansaydı. Genç kızlara çiçekler verilseydi, kızlı erkekli oyunlar oynansaydı, birlikte hazırlanmış kır yemekleri yenseydi.
O zaman belki kadınlarımız âdet görmelerine «kirlendim» demezlerdi.
Aşırı erkeklikle yüklenen her erkek çocuk bu korkuyla da yüklenmiştir.
Artık bu «erkekliğini kaybetme» korkusuyla ürkütülebilir.
Ürkütülür de. Erkekler böyle öldürülebilir. Öldürülür de.
Çocukken, «pipini keserim» diye öldürülür.
Hapiste, «artık erkekliğin işe yaramaz» diye öldürülür.
Yatakta, «senin erkekliğin kalmamış» diye öldürülür.
Erkekler bu yolla ne kolay öldürülür, ne çok öldürülür.
Hayatları boyunca ölüp ölüp dirilirler.
İnsan olmanın yolunu buluncaya kadar.
İnsan olmanın «erkek olmak» değilse de insan olmak olduğunu anlayıncaya kadar.
Fallus, erkek cinsel organı demek. Krasia da güç anlamına geliyor. Belki de «fallo-krasi», aristokrasiden de, demokrasiden de daha yaygın, daha etkin bir toplumsal yaşama biçimi.
Ya bizim aslan oğlumuz. Onun bacaklarını böyle açıp da «muhteşem pipisi»ni ele güne göstermenin anlamı nedir? Bu gösteri neyin saldırganlığıdır, neye tecavüzdür? Böylesine gizlenmiş bir saldırı özlemini yeni doğmuş bir bebeğe aktararak neyin doyumu sağlanmaktadır?
Ne düşündüm biliyor musunuz? Bizim oğullarımız, kızlarımız sadece bizden doğan çocuklar değil. Şimdi böyle olduğunu duyuyorum. Size garip gelir mi bilmiyorum. Bütün çocuklar, kızlar, oğullar hepimizinmiş gibi geliyor bana. Bütün dünyadaki çocuklar ama. Hepsine babalık edebilsem diye düşünüyorum. Hepimiz, dünyadaki bütün çocukların anaları, babaları olabilsek diye düşünüyorum. Hepimiz, çocukların hepsinden sorumluyuz diye düşünüyorum. Hele de meraklı, akıllı, ilgili çocuklar. Onlara karşı daha da büyük bir sevgi duyuyorum.
Neden erkekler ikide bir erkeklik lerini söylemek zorunda kalıyordu?
Neden kadınlar ikide bir kadın olduklarını düşünmek zorunda kalıyordu?
Aman canım, dünyanın düzenini kendi mi değiştirecekti? Böyle olmuştu, böyle gidiyordu işte.
Dünü ve bugünü bir arada yasıyoruz. Bir arada, iç içe, alt alta, üst üste. Kabuğumuzda çağdası yasiyoruz, icimize gelenekler sinmis. Yarini konusurken dünü yasiyoruz.
Toplumsal öğreti, sadece iki durumda kadının aşağılanmadan kurtulabileceğini gösterir. Bir erkeğin eşi olmak ve anne olmak.
Kadınları hayata katılmamış, kadınları toplum dinamiğine katılmada engellenmiş, kadınları bastırılmış hiçbir toplum demokrasiye ulaşamamıştır, özgürleşememiştir.
Bu kendi hayatını yaşamamış olmak duygusu, yaşadığı hayata kendini katamamış olmak duygusu, bir özlemden çok, bir yazıklanmayı açıklar.
Paylasmak, birlikte yasamaktir. Bölüşmek ise, ayrı ayrı egemenlik adacıkları edinmek.
Kiziniz mi , oglunuz mu olsun? Sorusuna verilen yanitin temelinde tarimsal toplumunun geleneksel ekonomik gercekleri yok mu,?
Ogul eve kiz getirir, çapalayan, toplayan kol artar. Kiz gider baskasina kol olur, döl olur.
1989 1.Kadın Kurultayı üzerine: bir olusum birdenbire başlamaz , birdenbire bitmez. Bu olusumunda gerisinde buyuk bir emek vardir., cekilen acilar vardir, önünde yürünmesi gereken bir yol vardir.
Ama, yürümek isteyen herkes önce ilk adımı atar, yol birbirine eklenen küçük adımlarla yürünür.
Gerçek sevgi karşılık beklemez. Seversiniz, bu yeter. Sevgi başlıbaşına yaşayan bir varlıktır.
Oysa, iki insanın birbirini anlaması ne güzeldir.
Emek verdiğin şey, emeğini inkâr etmemeli.
Ama hep erkek için doğal olan, kadın için yanlış oluyor. Kadın için doğru olanın erkek için yanlış olduğu bir örnek yok.
Yükümlülüklerden, sorumluluklardan insana sıra gelmiyor. “Unutulan insan..” Belki de hayatımızın en büyük sorunu.
Hayatın öğrettiğini hiçbir şey öğretemezdi.
İnsan olmak neden bunca zor.
Düşünmek gerekiyor.
Ama bir kedinin kuyruğuna teneke bağlayan erkek çocuklara gülerek bakarlar da oturup bir kediyi seven erkek çocuklara fazla yakınlık duymazlar.Kedileri okşayıp sevenler kız çocuklarıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir