İçeriğe geç

Düşünüyorum Öyleyse Vurun Kitap Alıntıları – İlhan Selçuk

İlhan Selçuk kitaplarından Düşünüyorum Öyleyse Vurun kitap alıntıları sizlerle…

Düşünüyorum Öyleyse Vurun Kitap Alıntıları

Kişi bir gün kendisini gizemli bir cenaze alayının kalabalığı ortasında bulur; tabutu pahalı ama hüzünlü çiçeklerle donanır; yaşadığı sanılsa bile içinden ölmüştür o..
Çünkü özgürce düşünmekten, dünyayı kavramaktan, bağımsız eleştiriden, bilimsel kuşkuculuktan yoksundur; kelepçe onun kafasına takılmış, bukağı beynine vurulmuştur.
Tartışmayı sevmem çünkü; tartışma bittikten sonra da kavga içimde sürer.
İyi bir adalet mekanizması kurmayan toplumun mutlu olması olanaksız.
İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde;
Körler onları görmese de, yıldızlar vardır.
En yüksek faizin orantısında erdemler sıfırlaşır.
Dikerler acının şamdanına haksızlığın mumunu; cılız aydınlığın gölgesi dört duvara vurur.
Acının kuyusu karanlıktır göz gözü görmemecesine ve inersin inebildiğince.
Normalin anormalleşmesi, anormalin normalleş­mesi toplumsal yaşamda bir süreç sorunudur.
İnsanoğlu güçlüyken yaşlanacağını, hastalanabileceğini, cezaevine ya da mahkemeye düşebileceğini aklına getirmiyor; bu gibi işler hep başkasının başına gelecekmiş sanısına kapılıyor. Bir aralık adaleti horlayan, hukuku dışlayan ve insan haklarını çiğnemek için epey çaba gösteren eski ünlüler in şimdi ”hukuk, insan hakları ve adaletten söz açtığını işittikçe aklıma hep Milli Piyango’nun sloganı geliyor:
Size de çıkabilir!
Ona hatır , buna hatır , bize kahır
İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde:
Körler onları görmese de, yıldızlar vardır.
Filmleri, kitapları, resimleri, şiirleri, bilim yapıtlarını ortadan kaldırmak, yasaklamak, yok etmekle hiçbir yere varılamaz.
Ortaçağda insan yakarlardı; çağımızda insan yakmasalar bile sanat ve fikir ürünlerini yakmak hastalığı
ne yazık ki sürüyor.
Toplum düzenleri yozlaştıkça çevre ormanlaşır, insan hayvanlaşır; kendini koruma güdüsü
ya da karşısındakini kazıklama dürtüsü artar
Ne olursa olsun, ister bir yüksek makamda otursun, ister bir yargı kurumunda bulunsun, ister bilim adamı kılığına bürünsün, ister kalem erbabından sayılsın dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler yazarlar.
Çünkü soytarının zaman zaman efendisinı uyardığı
görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak yükselmek kimseye nasip olmamıştır.
Çağımızda insan yakmasalar bile sanat ve fikir ürünlerini yakmak hastalığı ne yazık ki sürüyor.
Çoğu zaman yalnız at değil insanoğlu da kendi gölgesinden korkup azgınlaşır.
Böyle durumlarda en iyisi sanırım yüzünü güneşe karşı dönmektir. Çünkü kendi gölgesinden korkan adam, güneşe, bir başka deyişle aydınlığa, (daha başka bir deyişle gerçeğe) sırtını dönen kimsedir.
Ürküp azgınlaşması da bundandır.
Bir gazete yazarı 24 saat yeryüzünün tüm boyutlarında yaşayabilir.
İranlı askerle Hacı Ümran önündedir gazete yazarı; Ankara’da bankacıların toplantısındadır; Portekiz vurucu timiyle Lizbon’daki Türk Elçiliği’ndedir; Amerikan donanmasıyla Nikaragua’ya gövde gösterisi yapmaktadır; kamyon şoförleriyle Santiago’da protesto yürüyüşüne çıkmıştır; Sri Lanka’da ayrılıkçı çatışmaların silah seslerini duymaktadır; Batı Şeria’da yükselen gerilim içindedir; Londra Borsası’nda Amerikan Doları’nın tırmanışını izler; Helsinki’de dünya atletizm şampiyonasına hazırlanmaktadır; Çad çöllerinde gerilla savaşına katılır; Avam Kamarası’nda idam cezasına ilişkin oylamada boy gösterir; Türkiye mahpushanelerinde bir yatakta yatan üç kişiden birisidir.
uygarlığın ürünlerini yakmak isteyenler, tarihte hep yanmışlardır.
filmleri, kitapları, resimleri, şiirleri, bilim yapıtlarını ortadan kaldırmak, yasaklamak, yok etmekle hiçbir yere varılamaz.
kişinin hayatında zamanın değişip dönüşerek zamane oluşu acı bir yaşam serüveninin son sayfalarıdır.
Çağımız dünyasında sağcılık sermayeden, solculuk emekten yana olmak anlamına gelir. Batılı demokrasi bu kanatların parlamentoda buluşmasıyla oluşuyor. Türkiye’de aydın olmak emekten yana dünya görüşünün tutarlılığı içinde düşünmek anlamına geldiğinden aydınlaşmalar sola kayıyorlar. Bu akımı doğal saymak gerekir; çünkü bilimsel yasadır.
Gerçekte sağcılık düşünsel değil, çıkarsal bir tutumdur; egemen sınıfın çıkarlarını savunmakla eş anlamlıdır.
Nasıl oluyor da tarihin bize öğrettiğini unutarak Türkiye’de yeniden serbest bölgeler, ticaret limanları oluşturmaya çalışıyoruz? Acaba bu unutkanlık neden? Osmanlı devletinde enerji güçleri, yeraltı kaynakları, demiryolları, bankalar yabancı sermayenin güdümünde değil miydi? Nasıl oluyor da bugün yabancı sermaye ideolojisi ülke içinde bunca yandaş bulabiliyor?

Yanıt kolay:
Türkiye’de kimi çevrelerin tanrısı para ve kârdır, bunlar tarihin derslerini ulusal bellekten silerek her türlü gelişmeyi kâr motorunun sağlayacağına herkesi inandırmak istiyorlar; para hırsı öylesine gözlerini bürümüştür ki, yabancılarla ortaklıkta kendi ülkelerini de kullanarak amaçlarına ulaşmayı yeğlemektedirler.

Eğer seçimle gelen bir iktidarın diktaya dönüşme yolunda baskı rejimini koyulaştırması söz konusuysa 27 Mayıs eylemlerini tarih alkışlamak zorundadır. Bir askeri eylemi çağdaş ölçüleriyle özgürlük rejimine çevirebilenler ölürken de yücelirler.
Frederico Garcia Lorca İspanya’nın ve insanlığın en büyük şairidir. Siyasi hiç bir olaya katılmamasına rağmen 1936 da kurşuna dizdiler.

“ LORCA ‘nın HOŞÇAKALIN şiiri”
ölürsem açık bırakın balkonu
bir çocuk portakal yer
balkonumdan görürüm onu
orakçı ekin biçer
balkonumdan duyarım onu
ölürsem açık bırakın balkonu

Açıktır Lorca’nın balkonu.. Görüyor portakal yiyen çocuğu.. duyuyor ekin biçen orakçıyı ve 1982 de deki seçimlerde halkın uğultusunu.

Türk halkının bir bölümü sağcı partilere oy veriyor, bir bölümü solcu partilere oy veriyor. Sol fikirler sapıksa, sakıncalıysa, tehlikeliyse bu tür partilere oy veren milyonlarca yurttaşın adını devletin nüfus kütüklerinden silelim.
1982 Anayasası’nın 10’uncu maddesinin başlığı «Kanun Önünde Eşitlik» adını taşır: – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Ne var ki kâğıt üzerindeki yasaya karşı eşit olanların; doğanın depremi önünde eşit olmadıklarını her acı olayda bir kez daha anlarız.
Türkü bestelenmez; yakılır. Türkünün yakılması için insanoğlunun yanması gerek.
Köleliğini benimsemiş ve zavallılığını özümsemiş bütün kölelerin ve zavallıların aydınlanıp bilinçlenmesi için çalışmak; sömürüyü doğal sayanlara sömürünün kaldırılabileceğini göstermek; özgürlüğü bilmeyenlere özgürlüğü öğretmek için çırpınmak ilericiliğin ve çağdaşlığın da ta kendisidir.
Muhsin Ertuğrul’un dirisi de ölüsü de ülkemizin ortalık yerinde bir anıt gibidir.
Çağımızda ise sanatçının bilinci yaşadığı dünyanın gerisindeki kör karanlıkta kaldığı zaman ortalıkta sanat da kalmaz.
İnsanın insanlaşması uzun ve acılı bir süreçtir.
Ekonomik önlemler hangi holdinglere yarıyor?
Hangilerini vuruyor?
Siyaset şimdi budur.
Şeyhoğlu:
– Yazgı her şeyden üstündür, demiş.
Emekçioğlu:
– Çalışmak her şeyden üstündür, demiş.
Azra Erhat yaşlanmayan kadınlardandı.
Küçülen dünyada insan bunalmasın da ne yapsın?
Adnan Bey’i sever, İsmet Paşa’yı sayar, Celâl Bayar’dan çekinir, gerisine boşverirdi. Yusuf Ziya’nın Akbaba’sı birini gagaladı mı başkent kulislerine yansırdı. Mizah, nükte, yergi, öykü, çizgi dünyasında yaşardı Yusuf Ziya; ama politikada Menderes’i ne denli gözetse, İsmet Paşa’nın «devlet olduğunun bilincindeydi. Çok sevip sık sık yinelediği bir özdeyişi vardı:

– İsmet Paşa’nın arkasında İnönü Meydan Muharebesi var, Adnan Bey’in arkasında Terzi İzzet’in ceketi var.»

İyi bir adalet mekanizması kurmayan toplumun mutlu olması olanaksız.
İnsan ipin ucunu kaçırmamalı; ama kendi ipinin ucunu Başkalarının iplerini de elinde tutmaya heveslendin mi, ipin ucunu kaçırma tehlikesine düşersin.
Yoksulun ayıbı hemen çıkar ortaya
Örtülü kalır uzun süre ayıbı kibarın Saklanamaz az olsa da pabuçtaki yırtık Binlerce yırtığı saklı kalır sarığın.
Yaşar Kemal’in ödül almasına çok sevindim. Üstelik keyiflendim.
Bu Yaşar Kemal, Adana’da ortaokulda benimle aynı sınıfta okuduğunu söyleyip ötekine berikine övünür, durur; şimdi ben de Mondial del Duca ödülünü almış gibi şişiniyorum.
Hem Yaşar Kemal köylüdür; Türkiye’de köyü, köylüyü, «köy romanları»nı kınayıp yererek burjuva kültürünün fiyakasını yapmak isteyenler de eksik değildir. Bizim Yaşar Kemal’e Fransız burjuvasının verdiği değerin anlam ve önemi de böylece başkalaşıyor.
Bizim burjuvamız görgüsüzdür.
Duygulu insan çoğu kez kendine dönüktür.
Duyarlı karşısındakine..
Duygululuk bir erdem.
Ama duyarsız duygululuk erdem midir?
Cenaze törenleri, çiçekleri, çelenkleri, namazları, niyazları, ilanları, yazıları Hoca sorar:
Merhumu nasıl bilirsiniz?
İyi biliriz.
Sorarsın kendi kendine yitip gitmiş olanı düşünerek:
Ulan, bu ne yalan dolan? Oturup şu adamın ne mal olduğunu yazsam mı?
Aman sakın ha!..
Neden?..
Ölüler hayırla anılır dinimizde
Görgüsüzlük, bayağılık, sululuk, savurganlık, şimarıklık gazetelerin, dergilerin sosyete köşelerinden fışkırıyor. Kerterizini yitirmiş, pusulasını şaşırmış, yelkenleri dağıtmış sarhoş gemiciler gibi fotoğraflara yalpa vuran etkin bir toplum kesiminin varlığını nasıl yorumlayacağız?
İnsan yaşadığı sürece yaptıklarıyla anılır.
Öter fabrikaların düdükleri; bacalar savurur emekçinin kara soluğunu göklerin yedinci katına. En az ücretin hesabında küçülür banknotlar utancından. Özgürlüğün sirenlerini çala çala koşar cankurtaranlar. Bilinçsiz kalabalık yol verir taş arabasına. Yığınlar büyür kadınsı erkeklerle erkeksi kadınların çokluğunda. Dikerler acının şamdanına haksızlığın mumunu; cılız aydınlığın gölgesi dört duvara vurur.
Acının kuyusu karanlıktır göz gözü görmemecesine ve derindir, inersin inebildiğince.
Holdingleşen boyalı basınımızda hiç bir kaygı duy madan, hiç utanmadan, çıkar ilişkilerine göre yazabilen kalemlerin sınırı tanımazlığı, uzaya fırlatılmış uyduların ivmesini aşıyor.
Geceleri görgüsüzlüğün kulvarlarında istakoz yarıştırıp şampanya patlattıktan sonra ertesi sabah filanca patronun veya falanca holdingin çıkarını savunmak insanın midesini bulandırmaz mı, kendisine saygısını yok etmez mi?
Uygarlığın ürünlerini yakmak isteyenler, tarihte hep yanmışlardır. Filmleri, kitapları, resimleri, şiirleri, bilim yapıtlarını ortadan kaldırmak, yasaklamak, yok etmekle hiç
bir yere varılamaz.
Ortaçağda insan yakarlardı; çağımızda insan yakmasalar bile sanat ve fikir ürünlerini yakmak hastalığı ne yazık ki sürüyor.
Hitler’in Başbakanlığı ele geçirişinden dört buçuk ay sonra, 1933 yılının 10 mayıs akşamı, Berlin Üniversitesi meydanında kitapların yakılması töreni izlendi. Binlerce genç Nazi Partisi’nin ileri gelenlerinden Goebbels ve Göring’in gözetimi altında meydanda yığılmış kitapların üstüne ellerindeki meşaleleri attılar; yirmi bin kadar kitap yakıldı.

Hangi kitaplar yakılıyordu?. Thomas Mann, Erich Maria Remarque, Jack London, Sigmund Freud, Emile Zola, Marcel Proust, H.G. Welss, André Gide, Upton Sinclair, Albert Einstein, Stefan Zweig’dan başlayarak dünya kültürüne ve bilimine katkıda bulunmuş ne kadar yazar varsa, ürünleri yok ediliyordu. Genç Naziler bildiri yayınlamışlardı:

«- Geleceğimizi sinsice tehlikeye sokan, ya da Alman düşüncesinin, Alman ailesinin ve halkımızın itici giiçlerinin kaynağım bozan kitaplar yakılmalıdır.»

Çürüme kadın-erkek ilişkilerine de yansıdığında sevgi olanaksızlaşmaz mı? Sen söylediğin sözün ardına sığınıyorsun; o söylediği sözün arkasına gizleniyor. Romeo ile Julyet arasındaki iletişim, Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi gibi tarihsel düşleme dönüşmedi mi? İki insan, konuşmalarında ruhlarının hapishane duvarlarını örerek birbirlerini özgürce nasıl sevebilirler?
İnsanın söylediğiyle düşündüğünün eş olmaması, bir bakıma diplomasidir; bir bakıma pazarlık gereği dir; bir bakıma yalancılıktır; bir bakıma ustalıktır.
Toplum düzenleri yozlaştıkça çevre ormanlaşır; insan hayvanlaşır; kendini koruma güdüsü, ya da karşısındakini kazıklama dürtüsü artar. Eskiden «içi dışı bir olmak» erdemdi. Şimdi «safoşluk» sayılıyor.
Hüseyin Cahit, 1918’de Ingilizlerin Malta’ya sürdü ğü bir yazardır. İki kez İstiklâl Mahkemesine verilmiş, birincisinde kurtulmuş, ikincisinde Çorum’a sürgün din iştir. 1954de zamanın iktidarının şimşeklerini üzerine çektiğinden 80 yaşında mahpushaneye girmiş ve gık dememiştir.

Önemli bir ölçüdür bu.

Dalkavuk Doğu’ya özgüdür. Ne iğnesi vardır dalkavuğun, ne yergisi, ne de eleştirisi Dalkavuğun görevi ya «evet efendim» ya da sepet efendim»le bağlanır.
Osmanlı tarihinde bol bol dalkavukluk vardır da, soytarılığa ilişkin kurumsallık oluşamamıştır. Çünkü soytarılık Batı tarihinin hoşgörü geleneğiyle bağdaşır. Dalkavukluk Doğu tarihinin küt kafalı egemenlerine yaraşır.
Egemenlik güçlü halktan değil Tanrı’dan kaynaklanan kralların saraylarında cins ev köpekleri gibi cins soytarıların bulunduğunu tarihler yazarlar. Öyle bir av köpeğidir ki soytarı, kralın çevresindeki soyluları kokularından tanıyıp gülünç yanlarını ortaya çıkarır, alayla karışık şakayla barışık biçimde vurgular.
Çoğu zaman (yalnız at değil) insanoğlu da kendi gölgesinden korkup azgınlaşır.
Böyle durumlarda en iyisi sanırım yüzünü güneşe karşı dönmektir. Çünkü kendi gölgesinden korkan adam, güneşe, bir başka deyişle aydınlığa, (daha başka bir deyişle gerçeğe) sırtını dönen kimsedir. Ürküp azgınlaşması da bundandır.
yüzeysel Batıcılık anlayışını Atatürkçülük diye yutturmaya kalkışmayalım. Çağdaşlaşmak, akıl ve bilim yolunda yürümek demektir.
 
Herkese yetecek kadar mutluluk var. Mutluluk piyangosu paylaşım üzerindedir; her çekilişte ne büyük ikramiye çıkar ne de amorti . Çünkü mutluluk bölünemez,ancak paylaşılır paylaşma ile bölme arasındaki anlam inceliği mutluluğun ta kendisidir .
Ona hatır, buna hatır, bize kahır.
Elinde yetki varken her türlü kötülüğü, şeytanlığı,rezilliği yapan mel’un artık zavallılaşmıştır.
İnsanoğlu güçlüyken yaşlanacağını, hastalanabileceğini, cezaevine ya da mahkemeye düşebileceğini aklına getirmiyor; bu gibi işler hep başkasının başına gelecekmiş sanısına kapılıyor.Bir aralık adaleti horlayan,dışlayan ve insan haklarına çiğnemek için epey çaba gösteren eski ünlüler’in şimdi hukuk,insan hakları ve adaletten söz açtığını işittikçe aklıma hep Milli piyango’nun sloganı geliyor
_Sizede de çıkabilir
Çağımızda insan yakmasalar bile sanat ve fikir ürünlerini yakmak hastalığı ne yazık ki sürüyor.
İnsanın söylediğiyle düşündüğünün eş olmaması, bir bakıma diplomasidir; bir bakıma pazarlık gereğidir; bir bakıma yalancılıktır; bir bakıma ustalıktır.
Yelkenden yoksunsa yürek, hangi kıyıdan denize açılabilir?
Türkü bestelenmez, yakılır.
İnsanoğlu güçlüyken yaşlanacağını, hastalanabileceğini, cezaevine ya da mahkemeye düşebileceğini aklına getirmiyor; bu gibi işler hep başkasının başına gelecekmiş sanısına kapılıyor. Bir aralık adaleti horlayan, hukuku dışlayan ve insan haklarını çiğnemek için epey çaba gösteren eski ünlüler in şimdi hukuk, insan hakları ve adaletten söz açtığını işittikçe aklıma hep Milli Piyango’nun sloganı geliyor:

Size de çıkabilir.

Kabadayı ile külhanbeyi arasındaki ayrım nedir?
Külhanbeyi çığırtkan, şirret, geveze, şantajcı, ona buna çatan, bulaşık bir adamdır. Sırtını güçlüye dayayıp gözüne kestirdiği kişinin üstüne yürür; ama kavgada ilk tokadı yedi mi nereden geldiğini şaşırıp yalvarmaya başlar; üstüne vardılar mı, isteri nöbetleri geçirip yerlerde debelenir.

Polis, kabadayı ile külhanbeyi arasındaki ayrımı iyi bilir ikisine değişik biçimde davranır.

Türk halkı nasıl bir halk?

Yeryüzündeki bütün halklar gibi geçmişten geleceğe doğru değer yargıları değişen bir halk; dün padişahım çok yaşa diye bağırıyordu, bugün yaşasın cumhuriyet diye bağırıyor; dün dünyanın öküzün boynuzunda durduğuna inanıyordu, bugün Galileo Galilei gibi düşünüyor.

İnsan ayakyolu temizleyicisi gibidir; ister kral olsun, ister cumhurbaşkanı, ister başbakan, ister kraliçe, pisliğini temizlemek zordur.

Dünya pis olmasa kişi cennet düşler miydi? Ölünce bedenini yıkatıp temiz bir kefene niçin sardırıyor insanoğlu? Dünyanın pisliğinden kurtulmak için bu son çabalamadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir