İçeriğe geç

Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi Kitap Alıntıları – Şevket Pamuk

Şevket Pamuk kitaplarından Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi Kitap Alıntıları

Gelir artışları ya da iktisadi büyüme,iktisadi gelişme ile aynı şey değildir. Ekonomilerin başarısını değerlendirirken üretim ve gelirin yanı sıra insanların refahını yaşam kalitesini gelir bölüşümü nü sağlığı eğitimi ve değişen çevre koşullarını da dikkate almak gerekir.
Kadın erkek eşitsizlikleri sadece bugün eşitsizlik yaratmakla kalmıyor, nüfusun büyük bir bölümünün yeteneklerini daha fazla geliştirmesini engelleyerek iktisadi gelişmeyi de engelliyor. Diğer eşitsizliklerde de olduğu gibi kadın erkek eşitsizliklerinde de güçlü bir süreklilik var. Dünün eşitsizlikleri bugünün eşitsizliklerini, bugünün eşitsizlikleri de yarının eşitsizliklerini destekliyor. Eşitsizliklerin yeniden üretilmesin de kurumların çok büyük rolü var. Bugünün eşitsizlikleri, eşitsizlikleri yaratan ve yeniden üreten kurumları güçlendiriyor, yarın ki eşitsizliklerin de zeminini hazırlıyor. Bu sürekliliği kırmak eşitsizliği azaltmak sadece eğitim sistemi ve iş gücü piyasalarının değil, diğer kurumların da değişmesiyle mümkün olabilir.
1912’den itibaren neredeyse aralıksız olarak süren savaşlar döneminde bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan alanın nüfusu yaklaşık yüzde 20 azalmış, 1914 yılında 16,5 milyondan 1924 yılında 13 milyona kadar gerilemişti.
Buna göre Türkiye tüm Osmanlı borçlarının 85 milyon altın liraya ulaşan yüzde 67’sini devralıyordu.
1760’ların sonralarında itibaren, savaşların sıklaşması ve büyüyen orduların masraflarının artması nedeniyle, mali bunalım süreklilik kazanmıştı. Devlet, bütçe açıklarını kapatabilmek için bir yandan Galata bankerleri olarak adlandırılan büyük masraflardan faizle borç para alıyor, öte yandan tedavüldeki sikkelerin sık sık tağşişi yoluyla ek gelir sağlamaya çalışıyordu. İşte bu nedenle 1780 ile 1860 yılları arasında Osmanlı ekonomisi tarihinin en hızlı enflasyonunu yaşadı, bu dönemde genel fiyat düzeyi 12-15 kat arttı. Gümüş sikkelerin değerli maden içeriğinin sık sık düşürülmesi sonucunda, 1814’te 23 Osmanlı kuruşu bir İngiliz Sterliniyle eşit değerdeyken, 1839’a gelindiğinde bir sterlin 104 kuruş ediyordu.
Baltalimanı antlaşmasının getirdiği düzenlemelerin bir diğer bölümü ise gümrük vergilerinin düzeyine ilişkindi. 1838 öncesinde Osmanlı Devleti hem ithalat hem de ihracat üzerinden yüzde 3 oranında gümrük vergisi almaktaydı. Ayrıca, yerli ve yabancı tüccarlar, mallarını imparatorluk içinde bir bölgeden diğerine taşırlarken yüzde 8 oranında bir iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar. Baltalimanı antlaşması ihracata uygulanan vergileri yüzde 12’ye çıkarıyor, ithalattan alınan vergileri ise yüzde 5 olarak saptıyordu. Ayrıca yerli tüccarlar iç gümrükleri ödemeye devam ederlerken, yabancı tüccarlar bu uygulamanın dışında bırakılacaklardı. Böylece yabancı tüccarlar önemli bir ayrıcalık elde etmiş oluyorlardı.
Devleti elinde tutan koalisyon kendi içinde bölünmüşse devletin iktisadi gelişme sürecini destekleyebilmesi güçleşir yeterince güçlü olmayan hükümetlerin , farklı kesimlerin çelişen çıkar ve talepleri karşısında uzun vadeli sanayileşme hedeflerine öncelik veren kararlı politakalar izlemeleri çok zordu.

İslam’da orta çağdan itibaren faiz uygulamasının , faiz yasagina karşın , şu veya bu şekilde sürdürüldüğü adını koymadan faize benzer uygulamalar biliniyor
15. Yüzyıldan itibaren Osmanlılar bu uygulamaları daha ileriye taşıyarak Para Vakıfları adını verdikleri yeni bir kurum oluşturdular camilerin bakım benzeri işleri vakıfların faiz gelirinden karşılanmaya başlamışlardı. İslam hukuku zaman içinde değişen toplumsal koşullara ihtiyaçlara ve taleplere göre farklı biçimde yorumlanabilecegi , İslam hukukunun kurumlarının değişmesini engelleyerek iktisadi gelişme önünde en önemli engeli oluşturduğunu savunmak guçleşiyor.
(Hile-i serriye)

Osmanlı’nın altın standartlarının dışında kalması Osmanlı ekonomisinin Avrupa ve dünya ekonomisiyle ilişkilerinin zayıflamasına yol açacaktır. Avrupa para birimleri arasındaki kuru sabit tutarak , ticaret ve sermaye hareketleri için istikrarlı bir ortam oluşturmayı amaçlıyordu. (1881 çift metalli düzeni bıraktı )

İhtisab : pazar vergisi fiyat düzenlenmesi
Gedik: ustalık olmadan iş yeri açılamaz
Narh : devlet tarafından fiyat sabitleme
Hububat : buğdaydan elde edilen ürünler
Müsadere : el koyma

Önümüzdeki dönemde orta gelir tuzağını aşabilmek için, ülke içi tasarruf oranını yükseltmek, enerji bağımlılığını azaltmak ve daha yüksek beceriler ve teknolojilerle çalışan, daha fazla katma değer üreten bir ekonomiye geçebilmek gerekiyor. Bunun için insan kaynaklarının şimdiye kadar yapabildiğinden çok daha fazla geliştirmesi ve eğitimin yanı sıra bilim ve teknolojiye de daha fazla kaynak ayrılması ve daha etkili politikalar izlenmesi şart.
#8212; 18. ve 19. yy.de Osmanlı vergi toplayamıyordu.

#8212; Sanayileşme, makineler ve çalışanlar ithal edilerek sağlanmaya çalışıldı ancak başarısız oldu.

#8212; Anadolu bu dönemlerde sefalet ve hastalık içindeydi. Her doğan 4 bebekten 1i ölüyordu.

#8212; Balkan savaşları sonrası sanayi ve tarım gelirleri ortalama yarı yarıya düştü.

#8212; Aynı dönemlerde büyük yük olan kapitülasyonların bazıları ancak savaş sebebiyle kaldırılabildi.

#8212; İttihad ve Terakki, Türkçü akımlar etkisinde Türkçü ekonomik politikaları destekledi.

#8212; 20.yy başlarında Osmanlı’nın dış borçları yıllık gelirin 40%’ına ulaşmıştı.

#8212; Bu duruma çözüm olarak devlet vergi artışına gidiyor ancak devlet mekanizması kırsalda halk üzerinde otorite sağlayamıyor ve vergi gelirleri arttırılamıyordu.

#8212; 1914-1918 arasında enflasyon 18 kat arttı.

-Halihazırda dolaşımda olan 8 milyon kağıt para 3 yıl içerisinde 160 milyon liraya yükseldi.

-Cumhuriyet ile birlikte ulus devlet politikası izlendi. Ve savaşların da etkisiyle 1912’de 20% olan gayrimüslim nüfus 1925’te 2%’ye kadar geriledi.

#8212; Osmanlının dış borçlarının Lozan Barış Antlaşmasında toprak kayıpları nedeniyle paylaştırılması sağlandı. Ve olumlu politikalar sonucu 85 milyonluk borcun 67%’sinin ödenmesi kararlaştırıldı.

#8212; Cumhuriyet vergi yükünü tarım yerine kentlerden toplamaya başladı. Vergi sistemi değişti.

#8212; Cumhuriyet demiryollarına büyük kaynak ayırdı ve Osmanlı’da olan 4bin km demiryoluna kısa sürede 3bin km eklendi. Ankara’nın konumu güçlendirildi.

#8212; Yeni devlet yeni bir savaş ihtimaline karşı kendi kendine yetebilen bir ekonomi üzerinde yoğunlaştı.

#8212; Özel sektör devlet eliyle desteklendi. İş bankası kuruldu.
1930lardan itibaren ekonomide devletçilik benimsendi ve demir, çelik, tekstil, şeker, cam, çimento vs. üretilmeye başlandı ancak 2. Dünya savaşı nedeniyle ikinci aşamaya geçilemedi.

#8212; 2. Dünya Savaşı askeri ihtiyaçları arttırdı. Türkiye savaşa girmek istemiyor ancak askeri gücünü yüksek tutmak istiyordu.

#8212; Savaş dönemindeki ekonomik yük halkın büyük çoğunluğunu oluşturan köylüye yüklendi ve bu durum çok partili düzene geçince Chp’nin desteklenmemesine sebep olacaktı.

#8212; 1913’ten 1950’ye okur yazarlık oranları kadınlarda 5%ten 19%a erkeklerde 15%ten 46%ya yükseldi.
2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da yeni liberal dünya düzeni için toplantı yapıldı. Toplantıda dolar sabit kur olarak belirlendi. Ve Batı ülkelerinin kalkınması amaçlandı. Marshall planı ve batı paktının açık ekonomiye geçişiyle birlikte Rusya’nın boğazlarda ve bazı topraklarda hak iddia etmesi Türkiye’yi batıya daha çok yaklaştırdı.

#8212; Türkiye Abd’nin devlet kurumlarını satmasını istemesini olumlu karşılamadı ve gelecek desteği alamamış oldu.

#8212; Sınırlı ithalat nedeniyle devletin elindeki döviz rezervi iyi miktardaydı. Kore savaşı dönemi farklı fiyatlandırmalar sonucu ihracat ile birlikte ithalatta arttı.

#8212; 18. ve 19. yyda Osmanlı vergi toplayamıyordu.

#8212; Sanayileşme, makine ve çalışanlar ithal edilerek sağlanmaya çalışıldı ancak başarısız oldu.

#8212; Anadolu sefalet ve hastalık içindeydi. Her 4 çocuktan 1i ölüyordu.

#8212; Balkan savaşları sonrası sanayi ve tarım gelirleri ortalama yarı yarıya düştü.

#8212; Savaş sebebiyle bazı kapitülasyonlar kaldırılabildi.

#8212; İttihad ve Terakki Türkçü akımlar etkisinde Türkçü ekonomik politikalar başladı.

#8212; 20.yy başında Osmanlı dış borçları yıllık gelirin 40%’ına ulaşmıştı.

#8212; Vergi artırılıyor fakat toplanan vergi artmıyordu.

#8212; 1914 ~ 18 arası enflasyon 18 kat arttı.

#8212; Dolaşımdaki 8 milyon kağıt para 3 yıl içinde 160 milyon oldu.

#8212; Gayrimüslim nüfus 1912’de %20’den 1925’te 2%’ye düştü.

#8212; Osmanlı borçlarının bir kısmı toprak kayıpları nedeniyle paylaştırıldı. Ve 85 milyonluk borcun %67’sinin ödenmesi kararşaltırıldı.

#8212; Cumhuriyet vergi yükünü tarım yerine kentlerde toplamaya başladı. Vergi sistemi değişti.

#8212; Osmanlı döneminde 4 bin km, Türkiye döneminde 3 bin km demiryolu inşa edildi.

#8212; Yeni devletin ekonomik sistemi, savaş çıkma ihtimaline karşın kendi kendine yetebilecek şekilde düşünüldü.

#8212; Özel sektör desteklendi. Ve ilk örneklerinden biri İş bankasıdır.

#8212; 1929’da Wallstreet çöktü. Ekonomik bunalımı girildi ve hiçbir ülke irade koyamadı.

#8212; 1930’lardan itibaren ekonomide devletçilik benimsendi ve demir, çelik,tekstil, şeker, cam, çimento vs üretilmeye başlandı. Ancak savaş nedeniyle ikinci aşama uygulanamadı.

#8212; 1924 ~30 arası çoğu ülke genişleme politikası izlerken Türkiye Osmanlı’dan aldığı derslerle muhafaza politikası izledi.

#8212; Savaş döneminde ekonomik yük köylüye yüklendiği için çok partili dönemde muhalif parti desteklendi.

#8212; 1913 kadın okur-yazarlık 5%’in altındayken, 1950’de 19%a kadar yükseldi. Erkekte ise artış 15%den 46%ya kadar oldu. Bölgesel olarak artış ağırlığı kentlerde yaşandı.

#8212; 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da yeni liberal dünya düzeni için toplantı yapıldı. Toplantıda dolar sabit kur olarak belirlendi ve batı ülkelerinin kalkınması amaçlandı.

#8212; Marshall planı ve batı paktının açık ekonomiye geçişiyle birlikte Rusya’nın boğazlarda bazı topraklarda hak iddia etmesi Türkiye’yi batıya daha çok yaklaştırdı.

#8212; Abd, devlet kurumlarının satılmasını sonra ardından Türkiye’nin destekleneceğini söyledi.

#8212; Sınırlı ithalat nedeniyle Türkiye’nin elindeki döviz miktarı iyi miktardaydı. Kore savaş dönemi boyunca ihracat ile birlikte ithalatta arttı.

#8212; Demokrat Parti Amerika’dan aldığı kredi ile traktör vs aldı. Amerikadan çok fazla yatırım almaya başladı. Demokrat Parti’nin en önemli katkısı, devlet mülkiyetindeki toprakların topraksız köylülere dağıtılmasıyle oldu. Tarım arazileri 10 yılda 60% arttı. GSYT ortalama yılda 8.7% büyüdü. Sonraki seçim de kazanıldı.

#8212; Karayolları yapımı ve elektrik dağıtma özelleştirildi. Köyden kente göç ile tarımda üretim artırılamadı. Çok partili siyasi düzen ile kentlerde gecekondulara göz yumuldu.

#8212; Kore savaşı sonrası ihraç mallarının fiyat düşüşü ve günü kurtarmaya çalışan kredilerle Türkiye döviz bunalımına ve enflasyona saplandı. Kıtlık takip etti.

#8212; 1950leri ikinci yarısında sanayi girdisi için kredi çekmek istendi ancak IMF kredi önkoşulu olarak büyük bi devalüasyon istedi. Ardından Türk Lirası 2.8’den 9’a düşürüldü.

#8212; Demokrat Parti dönemi, CHP’nin denk para-sağlam bütçe politikası ardından, köylerdeki büyük seçmen kitlesine popülist bi eylem ve söylem ile bol kredi dağıtımıyla krizi getirmiştir.

#8212; 27 Mayıs darbesi sonrası CHP Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurdu ve OECD tarafından desteklendi. Hollandalı iktisatçı sanayileşme programı için danışman oldu.

#8212; Askeri yönetimin bitişi sonrası DPT etkisi azaldı. Yabancı ülke sermaye girişi sınırlı kaldı. 61 Anayasasıyla da birlikte işçi hakları ve maaşları arttı.

#8212; Avrupa’da artan işçi talebi ve Türkiye’nin de birçok sorununu çözdüğü gerekçesiyle Türkiye’den sağlandı. Ve bu işbirlikleri Avrupa ile Türkiye arasında iyi ilişkiler kurulmasını sağladı.

#8212; 60’lı yıllarda imalat sanayi 10% yılda büyüdü. 62-77 arası ekonominin küçüldüğü olmadı. Kamu dengesi bozulmadığı için uzun süre para basılmadı enflasyon makul düzeyde kaldı.

#8212; Bu dönemde yatırımlar içkaynaklarla ve işçi dövizleriyle sağlandı. Yabancı sermayesi oldukça sınırlıydı. Bu durum 2001’de Avrupa Birliği adaylığı ile bozuldu, Yabancı sermaye stoğunun GSYH’ya oranı 1913 düzeylerine yaklaşacaktı.

-70’te ihracatın artmayışı ve ödeme dengelerinin bozulmaya başlaması sebebiyle devalüasyon yapılmış, TL 9’dan 15’e düşmüş ve denge sağlanmıştır.Ancak karışık siyaset ihracata faydalı olmasını engellemiştir.

#8212; 70’te ABD altın ve doların bağlantısını kopardı, Bretton Woods düzeninin sonu geldi. Maliyetler yükseldi ve ülkeler kemer sıkma politikalarına yöneldiler.

-Sanayi ihracatı yapılamadı ve yanlış bazı politikaların da benimsenmesi sonrası ithal ikamesi politikaları zayıflamaya başladı.

#8212; Ekonomi bozulmuştu. Hızlanan enflasyonu aşmak için IMF ile anlaşma gerekiyordu ancak ekonomiyi dışa açacaklardı ve Ecevit hükümeti kabul etmedi ve krizin etkileri kaçınılmaz oldu.

#8212; 70’lerin sonuna kadar tarım üretimi ihtiyaçtan fazla arttı, ülke kendi kendine yeterli kaldı.

#8212; Güneydoğu Anadolu, aşirete dayalı toplum anlayışı ve büyük toprak mülkiyetleri sebebiyle devletin attığı adımlara eşlik edememişti.

#8212; Çok partili döneö geniş yığınların taleplerine kulak vermeye başlanacağı zamandı. Zaten Demokrat Parti ve Adalet Partisi halk ile daha iyi ilişkiler kurmuşlardı. Bu durum siyasetçilerin uzun vadeli planlar yapmalarını engellemiyordu. Ancak başta Demirel olmak üzere siyasetçiler ülkeyi popülizmin kurbanı ettiler.

#8212; 80 yılında Türkiye’nin sağlık ve eğitimde uluslararası sıralamadaki yeri, kişibaşına düşen gelire göre çok daha gerideydi.

#8212; İran’daki devrim Türkiye’nin Nato yerini sağlamlaştırdı. IMF ve Dünya Bankası ucuz kredi verid. Turgut Özal yakın ilişkiler kurdu.

#8212; 90’lı yıllarda Türkiye gelişmiş ülkeler arasında yüksek enflasyonla en uzun süre yüzleşen ülke oldu. Bu durum örgütsüz siyasi güçlerin başa geçmesine ve güneydoğudan batıya göçün önünü açtı.

#8212; Kamu kurumlarının özelleştirilmelri sırasında büyük yolsuzluklar yaşandı. İçleri boşaltılan ve zararları olan bankaların borçları halkın sırtına yüklendi.

#8212; 1987~2001 arası yaşanan 4 kriz sonrası 2002 parlementosunda sadece CHP ve AKP’yi seçerek diğer partileri cezalandırmış oldu.

#8212; Dünya bankasında çalışan Kemal Derviş IMF ile hazırlanan programı uygulamak üzere Türkiye’ye iletti.

#8212; AKP’nin AB’ye yönelmesi 82 Anayasasında daha özgürlükçülüğe ve ekonomik olarak prestij kazanmasına yol açtı.

#8212; Fransa ve Almanya’nı Türkiye’nin üyeliğine karşı tutumu Türkiye’nin hedeflerinin belirsizleşmesine yol açtı. İlerleyen yıllarda da tasarruf politikalarının önemsizleşmesi sonucu ortaya tüketim toplumu çıktı. Ve yatırım aracı dış bankalar oldu.

#8212; Dünya’daki likidite bolluğu sayesinde düşük faizle rekor krediler iş çözüyordu ancak likiditenin azalmasıyla ekonomideki problemlerin görüleceği aşikardı.

#8212; 2001 krizi sonrası bağımsız olması kararlaştırılan ekonomi kurumları belli süreler sonucunda AKP’nin denetimi altına girdi ve otoriterleşme süreci her alanda giderek arttı. AKP çevresi zenginleşti.

#8212; Artan sermayelerle güncel para politikaları güvensiz uygulamalara ve güç dengelerinin değişmesine yol açtı.

-Türkiye’nin neoliberal politikaları benimsenmesinin ardından yaşadığı bunalımların asıl sebebi dünya ekonomisi değil siyasal belirsizliktir.

#8212; 1987~2001 Dönemleri arası açık ekonomi siyasi zeminin hazır olmaması ve kırılganlığı sebebiyle oldukça dalgalı süreçleri ve bunalımları doğurdu.

#8212; Akp döneminde ise AB’den uzaklaşma, yüksek işsizlik, düşük tasarruf oranı, ödemeler dengesindeki cari açık gibi konularda yapısal sorunlara çözüm üretilememesi sonucu, sanayileşme ve büyüme perspektifi oluşturulamadı.

#8212; İhracat 1990’da 13m$, 2010’da 140m$. 1980’ler Türkiye’de burjuvazi sınıfının oluşmasına sebep oldu. AB’ye ihracatımız 50%’nin altına düşmedi.

#8212; 90’larda basit teknoloji ve düşük ücretler düşük verimliliği doğurdu.

#8212; İşletmeler için esas konu uzun vadede iyi eğitimli işgücünden faydalanma eğilimidir. Eğer buna yönelim olmazsa işletmeler düşük ücret rekabetine girerek yarışırlar. Mesela Çin.

#8212; AB yaklaşımı olumlu sonuçlar doğurdu ancak yeni anayasa yapılamadı. 1980’ler dönemi yasaklar parti içi hiyerarşinin azalmasına ve parti içi demokrasiye olumlu yansımadı. Ancak sivil toplum örgütlerinin güçlenmesi birçok kurumun yararına oldu.

#8212; Ekonominin denetimsizliştirilmesi sonucu artan dış kaynak, uluslararası hukukun ülkedeki konumunu güçlendirmesine olanak sağladı.

#8212; Müdahaleci devlet anlayışı terk edilmesi sonrası özel sektörü güçlendirme adımları büyük yolsuzlukları doğurdu ve ekonomik sonuçları oldu.

#8212; Akp’nin ilerleyen dönemlerinde neoliberal politikaların olmasına rağmen devlet müdahaleciliği arttı ve devlet kimin kazanacağına karar verir pozisyona geldi.

#8212; 20.yy sonlarında kırsalda eşitsizlik normal kalırken kentlere olan göçlerin sonucu yetersizliklerle kentlerde arttı.

#8212; Askeri rejim dönemi ve işçi direnişleri eşitsizliğin artmasını bir süre engellemiştir.

#8212; Gelir dağılım eşitsizliği 2. Dünya Savaşı sonrası artmıştır. Sanayileşme, dünya iktisat ve ekonomi politikaları buna zemin hazırlamıştır.

#8212; Anadolu’da 200 yılda gelir artışı 14 kat olmuş ancak, dağılım eşitsizliği de doğru orantıda artmıştır.

#8212; Savaş dönemlerinde Ermeni’leri ölümü ve göçü sebebiyle iş gücü azalması bölgeler arasındaki eşitsizliği arttırdı.

-Cumhuriyet ile birlikte eğitim ve sağlık alanında iyileşmeler arttı.

#8212; Cumhuriyet ile birlikte eğitim harcamalarına yapılan artış alt tabakadaki ve kentlerdeki toplumsal hareketliliği arttırdı.

#8212; Akp döneminde iki farklı 20%’lik kesimin arasındaki eğitim harcamaları miktarı 14 katına çıktı.

#8212; Demokrat Parti 50’lerde tarımla büyümeyi, 60’larda ithal ikamesiyle sanayileşmeyi baz aldı.

#8212; Dünya tarihinde kalıcı büyüme sadece son 200 yılda sanayileşme ile birlikte oldu.

#8212; 70’lerde GSYH’nın 20%’sine ulaşan yatırımlar iç tasarruflarla karşılanıyordu. Bi zaman sonra cari açık arttı ve dışa bağımlı duruma geldik.

#8212; 80 sonrası ileri sanayileşme sırasında gelir artışlarındaki durgunluk, eğitimin kalitesizliği, iş becerisinin az olması nedeniyle yüksek teknoloji ürünlerini üretime geçişi engelledi. Dolayısıyla düşük ücretlerin önemli maliyet avantajı sağladığı emek yoğun dallara yönelindi.

#8212; 1800’lerde Avrupa Osmanlı’nın merkeziyetçi politikalarını destekleyerek birçok kapitülasyon aldılar. Cumhuriyet’te reformların yukarıdan aşağı uygulanabilmesi Osmanlı’dan kalan merkezi politikalar sayesinde oldu.

#8212; 82 Anayasası hukuk ve yargıdaki sorunları, siyasi kurumların zayıflığı, toplumdaki eşitsiz güç ilkelerini yansıtmaya devam etti.

#8212; Adam kayırmanın olduğuu bir ülkede firmalar kaynaklarını insana harcamak yerine iktidar için harcayacak ve kısa vadede sağlanan fayda uzun vadede hiçbir anlam taşımayacaktır.

#8212; Araştırmalar mamul mal üreten çok az ülkenin orta gelir tuzağından yüksek gelire çıkabildiğini gösteriyor. Çözüm ise iş becerisini ve eğitim Kalitesini arttırmak, bilim ve teknolojide yüksek bir düzeye ulaşmak.

Özal, en radikal kararlarında bile, ekonomik dönüşümlerin yasal ve kurumsal altyapısını pek fazla düşünmeden ve yeterince oluşturmadan harekete geçti. Bu nedenle de ekonomi uzun yıllar istikrarsızlıklarla karşı karşıya kaldı. Örneğin serbestleşen ve dışarıya açılan ekonomide rekabet koşullarının düzenlenmesi, tüketicinin korunması, gerekli kurumların oluşturulması gerekiyordu. Belki daha da önemlisi, ekonomiyi yabancı sermaye akımlarına açmadan önce mali dengelerde istikrar sağlanmalıydı. Yeni iktisadi politikalar uzun dönemli kurallara bağlanmadığı gibi, uygulamada kalıcı ve uzun vadeli kurallar yerine kişisel kararlar ve keyfi davranışlar öne çıktı. Yeni düzenlemeler fazlasıyla kişisel bir üslupla yürütüldü, sık sık yön değiştirdi. Alınan kararlarda kısa vadeli siyasetin gerekleri ön plana çıktı. Bu dönemde başlatılan ve kabul görmeye başlayan keyfi ve kişisel uygulamalar, dağıtılan ayrıcalıklar ve yolsuzluklar, 1990’larda siyasal istikrarsızlığın çok daha arttığı dönemde görülecek daha ağır uygulamaların da yolunu açmış oldu.

1987 yılından itibaren eski siyasetçilerin dönmesiyle birlikte Özal reformcu, yenilikçi özelliklerini bir yana iterek, ekonomide günü kurtarmaya yönelik yöntemlerin, örneğin borçlanma yoluyla sorunları ertelemenin en çarpıcı örneklerini sergilemeye başladı. Ancak bu sorunlar ve yetersizliklerden sadece Özal’ı sorumlu tutmak doğru olmaz. Siyasal istikrarsızlıklar, ekonomide devletin gücünün sınırlı kalması, kurumların zayıflığı, Türkiye’de toplumsal ve siyasal yapının sürüp giden özellikleriydi. Görünürde siyasal istikrar sağlamak amacıyla başlatılan diğer askeri müdahaleler gibi 1980 askeri darbesi de, siyasal istikrarsızlıkların daha uzun yıllar sürmesine neden oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, gelişen ülkelerde Keynes’ci politikaların paralelinde ithal ikamesi yoluyla sanayileşme stratejisi benimsenmişti. Ancak gelişmiş ülkelerde ve dünya ekonomisinde piyasa yanlısı politikalar ağırlık kazanmaya başlayınca, gelişen ülkelerdeki politikaların da değişmesi gündeme geldi. Gelişen ekonomilerde ithal ikameci politikaların terk edilmesi ve daha sonra Washington Mutabakatı olarak anılacak piyasa yanlısı politikaların benimsenmesi sürecinde IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar önemli roller üstlendiler. Bu kurumlar gelişen ülkelere, ithal ikamesinin korumacılığını ve devlet müdahaleciliğini terk ederek piyasa mekanizmasını benimsemeleri ve ekonomilerini dışa açmalarını öner meye başladılar. Gelişen ülkeler bu konuda isteksiz davransalar bile,
dış desteğe özellikle ihtiyaç duydukları kriz dönemlerinde IMF’nin piyasa yanlısı politikalar yönündeki baskılarına direnmeleri giderek zorlaşıyordu.

Ancak tüm gelişen ülkeler neoliberal politikaları benimsemedilet. Doğu Asya’da az sayıda gelişen ülke 1960’lardan itibaren mamul mallar ihracatına yönelik politikalar sürdürmeye başlamıştı. Bu ülkeler, Japonya örneğini izleyerek, sanayileşme sürecinde devlet müdahaleciliğini güçlü biçimde kullanıyordu. 1970’ler ve 1980’lerdcn itibaren Çin ve Hindistan da ihracata yönelik sanayileşme stratejisini devlet müdahaleciliği ile birleştiren ülkeler arasına katıldılar. Çok yüksek tasarruf ve yatırım oranları sayesinde önce Çin ve daha sonra Hindistan yüksek büyüme hızları yakaladılar. Böylece dünya ekonomisinin ağırlığı giderek Atlantik Okyanusu’nun iki kıyısından Doğu Asya’ya doğru kaymaya başladı.

1970’li yıllar dünya ekonomisi için bir hayli zorlu geçmişti. Vietnam Savaşı’nın yarattığı sorunlarla Bretton Woods’un altm ve dolar merkezli sabit kur düzeni dağılmış, petrol fiyatlarının artışı sonrasında oluşan enflasyon ve durgunluğa karşı ise Keynes’ci politikalar yeterli yanıt  oluşturamamıştı. Önce İngiltere’de Thatcher, daha sonra da ABD’de Reagan yönetimleri bu bunalımdan çıkış için hem ülke içi hem de uluslararası iktisat politikalarında Keynes’ci müdahale yöntemlerinin terk edilmesini ve piyasa mekanizmalarına daha fazla ağırlık veren politikaların kullanılmasını savunmaya başladılar. Kamu harcamalarının kısılması, refah devleti politikalarının terk edilmesi, kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi, çeşitli sektörler üzerindeki kamu denetiminin hafifletilmesi bu gündemin belli başlı maddelerini oluşturuyordu. Böylece hem makroekonomik politikalarda devlet müdahaleciliği hem de tekil piyasalardaki devlet denetimi azaltılmaya başlandı. Neoliberal iktisat politikalarının uluslararası alandaki yansımaları, ticaret üzerindeki engellerin hafifletilmesi ve daha da önemlisi, uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki denetimlerin azaltılması yönünde oldu. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasında Bretton Woods düzeni oluşturulurken, dünya ekonomisine istikrar kazandırmak için uluslararası sermaye hareketlerine çeşitli sınırlamalar getirilmesine karar verilmişti. Böylece, 1971 yılında dolar merkezli sabit kur rejiminin terk edilmesinden sonra, Bretton Woods düzeninin bir diğer temel taşından da vazgeçilmiş oluyordu. İlerleyen yıllarda Bretton Woods düzeninin sabit kur rejimi yerini dalgalı kur rejimine terk ederken, hacimleri giderek artan uluslararası sermaye hareketleri dünya ekonomisi için bir istikrarsızlık kaynağı olmaya başladı. İşlerin iyi gittiği durumlarda, artan sermaye hareketleri ve sermaye girişleri büyümeye katkı yaparken, Özellikle kısa vadeli sermaye hareketlerinde ortaya çıkan dalgalanmalar hem ulusal ekonomiler hem de dünya ekonomisi için önemli bir istikrarsızlık kaynağı oluyordu. Spekülatif sermaye hareketleri sonucunda şişen balonlar sermayenin kaçışıyla patlıyor ve 1996-97 Asya krizinde olduğu gibi, tüm dünya ekonomisini etkileyen bir krize dönüşebiliyordu.
Dünya ekonomisinde 1960’lardaki olumlu eğilimler ve artan refah, 1970’lerde yerini istikrarsızlıklara ve dünya petrol bunalımının da etkisiyle ciddi bir bunalıma terk etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ekonomisinin hızlı büyüme sürecini destekleyen dolar merkezli sabit kur düzeni, Vietnam Savaşı’nın dolar üzerinde yarattığı baskıların da etkisiyle sürdürülemez duruma gelmişti. 1971 yılında ABD hükümeti doların altınla olan bağlantısını kopardı. Dalgalanmaya bırakılan dolar, Önde gelen para birimleri karşısında değer yitirdi. Bu gelişmeler Bretton Woods düzeninin sonu anlamına geliyordu. Uluslararası ticaret ve Ödemeler düzeni, petrol fiyatlarının OPEC tarafından 1973 ve 1979’da iki kez artırılması ile daha da ciddi yaralar aldı. Petrol fiyatlarındaki artışlar karşısında gelişmiş ülkeler dış ve iç dengelerini yeniden kurmak için ekonomilerini yavaşlatmak yolunu seçtiler, parasal ve mali politikalarla talebi kıstılar. Bu gelişmeler dünya ekonomisinin yaklaşık olarak çeyrek yüzyıldır süregelen hızlı büyüme ve refah sürecinin kesintiye uğraması anlamına geliyordu. Buna karşılık, gelişen ülkelerin çoğunluğu ve bu arada Türkiye, kemer sıkmak, zor kararlar almak yerine tüketimi sürdürmek ve artan petrol faturalarını dış borçla karşılamak yoluna gittiler. Bu nedenle de ilerleyen yıllarda iç dengesizliklerin yanı sıra giderek büyüyen dış borç yüküyle boğuşmak zorunda kaldılar.
1930’lardaki devletçilik döneminde ipler büyük ölçüde kamu kuruluşlarının elinde kalmıştı. Karma ekonomi modelinin geçerli olduğu 1960’larda ise, kamu kesimi ile özel kesim arasında yeni bir işbölümü, ortaya çıkmaya başladı. Büyük ölçekler, büyük yatırımlar gerektiren demir-çelik, petro-kimya ve diğer ara mallarında ağırlık KİT’lerdeydi. Nitekim Ereğli Demir-Çelik ve PETKİM gibi kamu kuruluşları 1960’larda devreye girdi. Buna karşılık, tekstil ve gıda sanayiinin yanı sıra, radyo, buzdolabı, çamaşır makinesi ve otomotiv gibi dayanıklı tüketim mallarında nihai üretim özel sektör tarafından yapılmaya başlandı. Önceleri montaj sanayii olarak küçümsenen bu tesislerde büyük ölçüde ithal edilen parçalar biraraya getiriliyordu, ancak yerli üretimin payı zaman içinde artmaya, Koç, Sabancı gibi iç pazara yönelen büyük holdinglere bağlı sanayi kuruluşlarının yıldızları da 1960’larda parlamaya başladı.
1960’lar Türkiye’de ithal ikamesi yoluyla sanayileşme sürecinin, kalkınma iktisatçısı Albert Hirschman’ın deyimiyle, “kolay yılları” olarak nitelendirilebilir. Sanayi kesimi ithal etmek zorunda olduğu ara malları ile makine-teçhizat için gerekli dövizi büyük ölçüde tarım kesiminden, geleneksel ihraç mallarından sağlamaktaydı. Dövizin kıt olduğu dönemlerde öncelik sanayi kesimine verilmekteydi. Sanayi kesiminin yapmak zorunda olduğu ithalat henüz sınırlı olduğu için, gerekli döviz tarımsal malların ihracatıyla büyük ölçüde sağlanabiliyordu. Sanayicinin ihracata yönelmesi için henüz bir zorunluluk yoktu. Yeni bir mal üretmek isteyen firmalar biraz çaba ile Ankara’dan gerekli onayları alabiliyor, o malın ithalatını yasaklatarak iç piyasada ayrıcalıklı bir konuma yükseliyorlardı.
1975 yılında, tam da döviz rezervleri erimeye başlarken, Demirel hükümeti yapısal önlemler almak yerine, yüksek faizle ve son derece olumsuz koşullarla kısa vadeli borçlanma anlamına gelen Dövize Çevrilebilir Mevduat uygulamasını başlattı. Enflasyonun hızlanmaya başladığı ve Türk lirasının yabancı paralar karşısında zaten aşın değerli olduğu bir dönemde, özel sektör firmalarına yurtdışında bulduklan dış borçlar için devletin kur garantisi sağlandı. Uluslararası bankalar Türkiye’ye yüksek faizle borç verme yarışına girdiler. Ülkeye kısa vadede hatırı sayılır miktarlarda döviz girişi sağlanırken, bunun uzun vadeli faturasını kamu kesimi üstlenmiş oldu.
1958 yılında başlatılan istikrar programı ile birlikte Türk lirasınm resmi kur değeri dolar karşısında 2,80 liradan 9 liraya düşürüldü. İstikrar paketi, devalüasyonun yanı sıra ithalatın bir miktar serbestleştirilmesi, ihracat rejiminde yapılan değişiklikler, fiyat denetimlerinin kaldırılması, kamu iktisadi kuruluşlarının ürünlerine zam ve dış borçların yeniden yapılandırılması gibi, daha sonraki yıllarda standart IMF paketi olarak nitelendirilecek diğer unsurları da içeriyordu. Paketin uygulanmaya başlanmasından sonra ödemeler dengesi düzelir ve enflasyon düşerken, ekonomi de ciddi bir durgunluğa sürüklendi. 1960 yılındaki askeri darbe nedeniyle durgunluk 1961 yılına kadar sürdü. Böylece 1950’lerin ikinci yarısındaki iktisadi büyüme ve kişi başına gelir artışı, 1950’lerin başlarına oranla çok daha düşük oranlarda kaldı.
Demokrat Parti’nin ilk iktidar dönemindeki bolluk yıllan çok sürmedi. Kore Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, uluslararası piyasalardaki elverişli konjonktür kayboldu, ihraç mallarının fiyatları düşmeye başladı. Böylece tarım kesiminin ve tarıma dayalı bir büyüme stratejisinin zaafları da ortaya çıkmaya başladı. Gübre kullanımı ve sulamanın çok sınırlı kaldığı koşullarda üretim düzeyini büyük ölçüde hava koşulları belirliyordu. Hava koşullarının olumsuza dönmesi, üretimde duraklamaya, hatta gerilemeye yol açıyordu. İşte tam da bu noktada Demokrat Parti hükümeti tarımsal gelirlerin düşmesini kabullenmek yerine, buğday ve daha sonra tütünde yüksek fiyatlarla destekleme alımlarını devreye sokmaya karar verdi. Ancak kentlerde tüketilen ekmeğin fiyatına zam yapılmadığı için, destekleme alımları Merkez Bankası’ndan Toprak Mahsulleri Ofisi’ne açılan kısa vadeli ve geriye ödenmeyecek kredilerle finanse ediliyordu. Bu uygulamaya özel sektöre açılan krediler de eklenince, tedavüldeki para miktarı kısa sürede hızla yükseldi. Parasal genişlemeyi bir enflasyon dalgası izledi. Neredeyse tümüyle tarımsal mallardan oluşan ihracat gerilerken, liberal ithalat rejimi sayesinde döviz rezervleri de tükenmişti. İthalatta sınırlamalara gidilirken, ekonomi de bolluk döneminden yokluklar dönemine savruldu. 1952 ve 1953 yıllarında 550 milyon dolara kadar yükselen ithalat hacmi, 1956, 1957 ve 1958 yıllarında 400 milyon doların altına indi. Türkiye 195 O’lerin ortasındaki yılları derin bir döviz bunalımı, pek çok temel tüketim malında ve yatırım mallarında darlıklar ve kıtlıklarla geçirdi. Piyasalarda kahveden şekere ve beyaz peynire kadar pek çok malın darlığı çekiliyordu. Kuyruklar günlük yaşamın bir parçası oldu. Tüketici fiyatlarındaki yıllık artış yüzde 15’i, toplam artış yüzde 50’yi aştı. Ancak sabit gelirlilerin ve memurların gelirlerindeki artışlar enflasyonun gerisinde kaldı. Silahlı Kuvvetler mensupları da diğer memurlarla birlikte enflasyondan zarar gören kesimler arasında yer alıyordu. Buna karşılık tarımsal üreticiler olumsuz koşullardan daha az etkilendi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki onyıllar, gelişen ekonomilerin pek çoğu gibi, Türkiye için dc hızlı bir büyüme dönemi oldu. l950’lerin ortalarında ve özellikle de 1970’lerin ikinci yarısındaki krizlere karşın, Türkiye ekonomisi tarihinin en yüksek büyüme hızlarına 1950-1980 döneminde ulaştı. Elverişli dünya koşullarının da desteğiyle bu dönemde kişi başına gelirlerdeki artış hızı yılda yüzde 3’ü aştı. Oysa 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında ortalama büyüme hızı yılda yüzde I’in altında kalmıştı. 1950’li yıllarda gelirlerdeki artışın ana kaynağı tarım kesimi olurken, daha sonra kent ekonomisi ve imalat sanayii büyümenin motor gücü oldu. 1960’lı ve 1970’li yıllarda imalat sanayiinin yıllık büyüme hızı yüzde 10’a kadar çıktı. İmalat sanayiinde işçi ücretlerinin satın alım gücündeki ortalama yıllık artış hızı da yüzde 4’e ulaştı. Tarımsal üreticiler de artan üretimden ve yüksek destek fiyatlarından yararlandılar. Böylece kentlerden kırlara, memurdan işçi ve köylüye kadar geniş kesimler hızla büyüyen pastadan pay alabildi.
Osmanlı Devleti 1881 yılında çift metalli düzeni bıraktı. Gümüş ile altın arasındaki bağ koparıldı ve Osmanlı para birimi sadece altın üzerinden tanımlanmaya başlandı. Devlet aynı zamanda tedavüldeki gümüş sikkelerin, Özellikle de 20 kuruşluk mecidiyelerin miktarını sınırlamaya karar verdi. Ancak devletin gümüş sikkeleri piyasadan kaldırarak tam anlamıyla altın standardına geçebilecek rezervleri ya da mali gücü yoktu. Bu nedenle, günlük işlemlerde gümüş yoğun olarak kullanılmaya devam etti. 1916 yılına kadar, devlete yapılan Ödemelerde, sınırsız miktarda gümüş sikke ve bu arada 1844 Öncesinden kalan beşlik ve altılıklar, 105 kuruş : 1 altın lira hesabıyla kabul edildi. Böylece esas desteğini altından alan, ancak uygulamada gümüşe dc dayanmaya devam eden bir topal standart ya da dönemin deyimiyle topal mikyas benimsenmiş oldu. Altın, özellikle dünya ekonomisiyle ilişkilerde, bu düzenin merkezinde yer almaktaydı. Günlük işlemlerde kullanılan gümüş ise iç ticaretin arz ve talep koşullarına göre dalgalanmaktaydı. Bu fiili durumu, Avrupalı kesimlerin çıkarları ve tercihleriyle düşük gelirli bir tarımsal ülkenin gerçekleri arasında bir uzlaşma olarak yorumlamak uygun olur.
Çift metalli para düzeni, arz ve talep koşullarının dünya ölçeğinde daha istikrarlı olduğu 1815-1850 döneminde oldukça iyi bir performans göstermişti. Ancak 1850’den sonra Kaliforniya’da büyük miktarlarda altın bulunmasıyla birlikte, gümüş fiyatları yükselmeye ve çift metalli düzen üzerindeki baskılar artmaya başladı. 1870’lerden itibaren gelişmiş ülkeler altın standardına geçmeye başladılar. Altının Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde gümüşü yenilgiye uğratması, iktisadi ve ideolojik olduğu kadar siyasal bir zafer anlamma geliyordu. Altının giderek artan cazibesi, aslında siyasal iktidar yapılarında ortaya çıkan değişiklikleri de yansıtmaktaydı. Yükselen bir kentli, kapitalist sınıf, siyasal hiyerarşide tarımsal kesimlerin yerini alıyordu. Kentli-sanayici kesimler altını ve tek metalli para düzenini tercih ederken, tarımsal kesimler gümüşten yanaydılar. Bir başka deyişle, altının gümüş ve çift metalli düzen karşısındaki parasal zaferi, burjuvazinin siyasal zaferini de temsil etmekteydi.
CHP içindeki muhalif grup 1946 yılında Demokrat Parti’yi kurdu. Yeni parti, savaş yıllarının güçlüklerini üstlenen Cumhuriyet Halk Partisi karşısında kırdan kente pek çok kesimin değişiklik özlemlerini temsil ediyordu. 1950 seçimleri öncesinde, Demokrat Parti’nin ekonomiye ilişkin platformunda iki temel unsur dikkat çekiyordu; devletin ekonomideki yerini küçültmeyi hedefleyen, özel sektörü öne çıkaran, yabancı sermayeye davet çıkaran liberal bir anlayış ve tarıma ağırlık veren bir kalkınma stratejisi. Demokrat Parti devlet fabrikalarını satacağını, kalkınmaya kırlardan başlayacağını vaat ediyordu. Daha sonraki yıllarda partinin önderleri iktisadi kalkınma felsefelerini “her mahallede bir milyoner yaratmak” olarak Özetleyeceklerdi. 1950 yılındaki genel seçimleri Demokrat Parti’nin kazanmasının ekonomi için bir dönüm noktası olduğu bir hayli vurgulanmıştır. Oysa ekonomide yön değişikliği, 1947 yılında CHP iktidarının Üçüncü Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlıklarından vazgeçerek, özel sektöre ve tarım kesimine daha fazla ağırlık vermesiyle başladı. Yine CHP devletçiliğin yeni bir tanımını yaparak, altyapı yatırımları, madencilik, ağır sanayi ve enerji dışında kalan alanlardaki işletmeleri özel sektöre devretmeyi önerdi. 1948 yılından itibaren ABD kaynaklı Marshall Planı’nın uygulanmasıyla birlikte, tarıma verilen ağırlık ve sağlanan destek arttı.Kısacası, Tek Parti yönetimi iktisadi konularda ilk kez muhalefetin ve dış çevrelerin dile getirdiği görüşlerin önemli bir bölümünü 1950 seçimlerinden önce benimsemiş görünüyordu. Ancak Demokrat Parti iktidara geldikten sonra aynı doğrultuda daha büyük bir hevesle ilerleyecekti.
Yine 1930’larda yaşanan bunalımdan çıkarılan dersler nedeniyle, hem ABD hem de Batı Avrupa ülkelerinde devlet müdahaleciliği benimsendi. İktisadi istikrar ve istihdam yaratmak için para ve özellikle de maliye politikalarının aktif olarak devreye sokulmasını öngören Keynes’ci politikalar kabul görmeye başladı. 1930’larda fiili olarak başlayan devlet müdahaleciliğinin resmi politika haline dönüşmesiyle, sosyal alanlarda da devlet harcamaları Öne çıkmaya, gelişmiş ülkelerde refah devleti uygulamaları yaygınlaşmaya başladı. Yakın geçmişteki acı deneyimlerden ders çıkarmaya çalışan Batı Avrupa ülkeleri de 1952 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurdular. 1958 yılında imzalanan Roma Antlaşması ile altı Batı Avrupa ülkesi arasındaki iktisadi ve siyasi işbirliği Ortak Pazar adı altında bir gümrük birliğine dönüşecek ve ilerleyen yıllarda Avrupa ekonomilerinin bütünleşmesi yönünde pek çok kurumsal düzenleme gerçekleşecekti. Gelişen ülkelerde ise yine devlet müdahaleciliğine dayanan ve Keynes’ci politikalarla çelişmeyen ithal ikamesi yoluyla sanayileşme stratejileri benimseniyordu. Doğu Avrupa’nın sosyalist ekonomilerinde merkezi planlama sanayi kesiminde yüksek yatırım ve birikim hlzlan sağlıyordu. Bu kurumsal değişiklikler, Soğuk Savaş koşullarına karşın, dünya ekonomisinin tarihindeki en güçlü büyüme dalgasını yakalayabilmesinde çok önemli rol oynadı.
Yeni liberal düzenin mimarisi 1944 yılında ABD’nin Bretton Woods kasabasında toplanan bir konferansta tartışılmaya başlandı. Serbest ticareti özendiren, uluslararası ticareti destekleyen, ancak istikrarsızlık yaratmamaları için uluslararası sermaye hareketlerini denetim altında tutacak bir düzen hedefleniyordu. Amerikan dolarının merkezinde olduğu bir sabit kur düzeni kurulacaktı. Yeni düzende Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın özel işlevleri olacaktı. Savaş sonrasında yenilen ülkeler de dahil olmak üzere tüm dünya ekonomisinin, özellikle de Batı ittifakına dahil ülke ekonomilerinin bir an önce toparlanması için aktif politikalar izlenecekti. Savaş sona erdikten sonra, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki gerginlik tırmanır ve dünya Soğuk Savaş’a doğru yol alırken, Japonya’nın, Almanya’nın ve daha genel olarak Avrupa ekonomilerinin bir an önce toparlanması hedeflendi. Türkiye’ye de destek sağlayan Marshall Planı’nı bu çerçevede değerlendirmek doğru olur. Erken aşamalarında Keynes’in de katkısıyla geliştirilen bu yeni yaklaşımı, yeni bir müdahalecilik ya da uluslararası Keynes’cilik olarak nitelendirmek mümkün.
Savaş boyunca askeri harcamaların artırılması, büyük bir ordunun beslenmesi ve ithalatın daralması ekonomiyi olumsuz etkiledi. Birinci olarak, yetişkin erkeklerin Önemli bir bölümünün üretim alanından çekilmesinden sonra, bu eksiklik kadın ve çocuk emeğiyle ancak bir ölçüde karşılanabildiği için, üretimde önemli düşüşler ortaya çıktı. Örneğin resmi istatistikler, buğday üretiminde yüzde 50’ye yaklaşan bir gerileme olduğuna işaret ediyor. Ancak resmi verilerin üretimdeki düşüşü abartıyor olması mümkündür. İkincisi, nüfusun yüzde 10’una yakın bir bölümünün silah altına alınması, kent ekonomisinin tüketim gereksinimlerini büyük ölçüde artırdı, kırlardan kentlere daha fazla gıda maddesi akışı gereğini, bir başka deyişle, “iaşe sorunu”nu ortaya çıkardı. Üçüncü olarak, daha önce kent ekonomisinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ithal edilen pek çok girdinin ve yatırım malının ithalatı savaş yıllarında kesintiye uğradı. İhracatçı ülkeler bu malları satmayı durdurdular. Bu girdilerin ve yatırım mallarının bir bölümü ülke içinde sağlanabilse de, üretimin olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdı. Dördüncü olarak, artan savunma harcamaları devlet bütçesinde büyük açıklara yol açtı. Bu açıkların çok küçük bir bölümü ek vergi gelirleri ve benzeri yollarla finanse edilebildiği için, para basımı yoluna başvuruldu. Böylece 1930’lardaki fiyat istikrarı döneminden sonra hızlı bir enflasyon ortamına girildi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında da hızlı fiyat artışları yaşandı. Mal darlıkları ve parasal genişleme sonucunda, tüketici fiyatlarındaki artışlar yılda yüzde 50’yi aştı.
Hükümetlerin hedefi, dönemin deyimiyle, “bir karış daha şimendifer”di. Oysa zamanın teknolojik olanakları ile demiryolu inşaatı son derece zor ve masraflıydı. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilen demiryollarına ayrılan kaynakların bütçe ve GSYH içerisindeki payları, daha sonraki dönemlerde en büyük inşaat projesi olarak öne çıkan GAP’tan çok daha yüksektir. Nitekim İnönü hükümetlerinin demiryolları siyaseti, yüksek maliyeti nedeniyle Meclis’te ve dışında bir hayli eleştirildi. Ancak demiryolları sadece ekonominin değil, yeni ülkenin oluşturulmasında da çok önemli rol oynadılar. Ama demiryollarını yerel yerleşim merkezlerine ve köylere bağlayan ikincil yolların yapımına yeterince ağırlık verilmedi. Yine de oluşturulan demiryolları ağı sayesinde 1930’lardan itibaren ve özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında büyük kentler İç ve Doğu Anadolu’da üretilen buğday ile beslenebilmiştir. Cumhuriyet’in erken yıllarında bir yandan da demiryollarının millileştirilmesine başlandı. Türkiye’deki demiryollarının işletilmesi kârlı bir iş olmadığı, hatta çoğunluğu zarar ettiği için, Avrupalı şirketler de ellerindeki hatları devretmeye hazırlardı. Bu nedenle millileştirmelerde fazla sorun yaşanmadı.
Türkiye 1920’li yıllarda üç kıtaya yayılmış bir imparatorluktan bir ulus-devlete geçiş sürecini yaşıyordu. Yeni devletin ekonomi alanmdaki temel çabası, yeni sınırlar içinde yeni bir ekonomi inşa etmekti. 1920’li yılardan itibaren eldeki sınırlı kaynakların en büyük bölümünün ayrıldığı demiryollarını da bu doğrultudaki en önemli girişim olarak görmek gerekir. 19. yüzyılda çoğunluğu Avrupa sermayesi tarafından inşa edilen ve işletilen demiryolları verimli tarımsal bölgeleri limanlara bağlıyordu. Cumhuriyet hükümetleri dış ticaret ağırlıklı bu model yerine, demiryolları ile ülke içi bağlantıları, özellikle de Ankara merkez olmak üzere, ülkenin orta bölgeleri ile doğusu arasındaki bağlantıları güçlendirmeyi hedeflediler. Osmanlı Devleti döneminde 50 yılda inşa edilen 4 bin kilometre demiryolunun yamna, 14 yıllık kısa bir sürede 3 bin kilometrelik yeni demiryolu eklenerek, 7 bin kilometrelik bir ağa ulaşıldı. Bir başka deyişle, yılda ortalama 2.00 kilometre demiryolu yapıldı.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Anadolu ‘da tarımın en fazla ticatileştiği, tarımda ücretli emeğin, kapitalist üretim ilişkilerinin en fazla yayıldığı yöre Çukurova oldu. Tarımda makine kullanımı da en fazla Çukurova bölgesinde yaygınlaştı.
19. yüzyılda devletle yerel unsurlar arasındaki dengeleri değiştirebilecek, toprak mülkiyeti biçimleri üzerinde Önemli etkileri olabilecek önemli bir kurumsal dönüşüm de 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi’dir. Arazi Kanunnamesi ile devlet toprakta özel mülkiyeti tanıyor, toprağın alım satımını serbest bırakıyordu. Merkezi devlet açısından Kanunname’nin en önemli amaçları, bir yandan âyanın ve diğer yerel unsurların gücünü sınırlamak, Öte yandan da tarımsal üretimi geliştirerek vergi gelirlerini artırmaktı. Ancak, toprak üzerindeki fiili mülkiyet yapılarının siyasal, toplumsal ve iktisadi pek çok etken tarafından belirlendiğini dikkate alarak, 1858 Kanunnamesi’nin kendi başına etkilerinin sınırlı kaldığını söylemek gerçekçi olur.
Birinci Dünya Savaşı ’na kadarki 60 yıllık sürede Osmanlı dış borçlanmasını iki ayrı dönemde incelemek gerekiyor. Dış borçlanmanın başladığı 1854 yılından Osmanlı Devleti ’nin borçlarını ödeyemez duruma geldiğini açıkladığı 1876 yılına kadarki süre ilk dönemi oluşturuyor. Bu dönemde Osmanlı Devleti çok elverişsiz koşullarla, diğer ülkelerin ödediği faizlerden çok daha yüksek faizlerle ve büyük miktarlarda borç para aldı. Bu fonların büyük bir bölümü cari harcamalarda, büyük bir donanmanın kurulmasında ve bürokrasinin maaşlarının karşılanmasında kullanıldı. Ekonomiyi canlandıracak, mali gelirleri artıracak yatırımlara çok az kaynak ayrıldı.

Böylece kısa bir süre içinde Osmanlı Devleti varolan borçların anapara ve faiz ödemelerini karşılayabilmek için yeniden borç almak durumunda kaldı. Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödeyebilmesi her geçen yıl daha güçleşiyor, ancak Avrupa para piyasalarındaki hemen her kesim bu süreçten kazanç sağlıyor gibi gözüküyordu. Osmanlı Devleti’nin borç almayı sürdürmesi Avrupalı bankalar ve spekülasyoncular için kolay ve çabuk kârlar, tahvilleri satın alan tasarruf sahipleri için de yüksek faiz gelirleri anlamına geliyordu. Büyük bankalar ve spekülasyoncular, her yıl geri ödenmesi gereken miktarlardan daha fazlasını para piyasalarından bularak borçlanma furyasının sürmesini sağladılar.

Yeni borç bulmanın zorlaşması durumunda, Osmanlı Devleti’nin borçlarını Ödeyemez duruma gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim 1873 yılında yeni bir dünya bunalımının habercisi olan borsa krizleri Avrupa ve Amerika para piyasalarını etkisi altına alınca, Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarında yeni fonlar bulması olanaksızlaştı. 1875 sonbaharında Osmanlı Devleti borç ödemelerini yarı yarıya indirdiğini açıkladı; ertesi yıl tüm borç ödemelerini durdurdu.

Yirmi yıllık hızlı dış borçlanma sürecinin vardığı noktayı birkaç sayı ile özetleyelim. 1875 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin dış borçları 200 milyon sterline yaklaşıyordu. Anapara ve faiz ödemeleri ise yılda 11 milyon sterlin tutuyordu. Buna karşılık aynı yıllarda Osmanlı maliyesinin tüm gelirleri 18 milyon sterlin dolaylarındaydı. Bir başka deyişle, dış borç Ödemelerini sürdürebilmek için devlet gelirlerinin yüzde 60’ını dış borç ödemelerine ayırmak gerekecekti. 1873 yılında başlayan küresel finans krizleri sonrasında borçlarını Ödeyemez durumda kalan tek devlet Osmanlı Devleti değildi. 1870’lerin bunalım ortamında Avrupa para piyasalarında yeni fonlar bulamayınca, Latin Amerika’da ve Ortadoğu’da, Mısır ve Tunus dahil yirmiyi aşkın ülke borç ödemelerini durdurmak zorunda kaldı.

İlk dış borçlar 1840’11 yıllarda Galata bankerleri aracılığıyla ve kısa vadeli olarak Fransız bankalarından sağlandı. Ancak, yoğun. laşan iç ve dış baskılara karşın, merkezi bürokrasi uzun vadeli dış borçlanma sürecini başlatmak konusunda tereddüt gösteriyordu. Nihayet, Kırım Savaşı’nın gerektirdiği yeni harcamalar ve gelir-gider dengesinde yarattığı büyük açık, Avrupa para piyasalarında borçlanma sürecini başlattı. Osmanlı Devleti’nin uzun vadeli borç tahvilleri Londra, Paris, Viyana ve Frankfurt gibi borsalarda satışa çıkarıldı.

Osmanlı Devleti’nin süregelen mali güçlükleri ve yüksek faiz oranları taşıyan Osmanlı tahvillerinin Avrupa mali piyasalarında tutulması, Osmanlı Devleti’ne borç vermeyi kısa zamanda çok kârlı bir iş haline getirdi. Galata bankerleri de bu piyasadan pay kapmak amacıyla İngiliz, Fransız ve Avusturyalı sermaye gruplarıyla ortaklıklar kurmaya ve başkentte yeni bankalar açmaya başladılar. Bu kurumlar devlete kısa vadeli borç vermeye ek olarak, devlet ile Osmanlı tahvillerini satm alan kesimler arasmda arac111k rolünü oynayarak da komisyon ve faiz geliri sağlamaktaydılar. Koşullar oldukça cazipti, elde edilen komisyonlar borç olarak sağlanan miktarların yüzde 10, hatta 12’sine ulaşabiliyordu.

Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Sarraflara gereksinimi olan devlet, onların faaliyetini özendirmekteydi. 1760’lardan itibaren devletin mali durumu bozulurken, devlete doğrudan borç veren sarrafların önemi artmaya başladı. Avrupa finans çevreleriyle olan ilişkileri sayesinde sarraflar, Osmanlı devleti için Avrupa piyasalarından kısa vadeli borçlar bulmaya başladılar. Ayrıca pek çok sarraf, padişahın ve önde gelen Osmanlı bürokratlarının kişisel servetlerini ve finans işlerini yönetmeye koyuldular. Aynı sarraflar, Fransız Devrimi’nden sonra İstanbul’daki Fransız tüccarlarının yerlerini alarak, poliçe ticaretinin Önemli bir bölümünü de ellerine geçirdiler. Böylece geleneksel para ve kredi işlerinde uzmanlaşan sarraflardan, ülkelerarası bağlantılarını kurmuş, İstanbul’da bir finans burjuvazisinin çekirdeğini oluşturacak, büyük ölçekli mali sermayedarlara dönüştüler. Bu kesim ilk bankalarını ancak 1840’larda kurabildi, ancak bu tarihten önce de Galata bankerleri olarak anılmaya başladılar.

Galata bankerlerinin mali gücü, 19. yüzyılın ortalarında doruğuna ulaştı. Ancak bu arada devletin bütçe açıkları ve borç alma gereksinimlerini daha da hızlı büyümüştü. Bu nedenle devlet, uzun vadeli gereksinimlerini karşılamak üzere doğrudan Avrupa mali piyasalarına da borç aramaya karar verince, Galata bankerleri başkentte ve taşrada şubeler açan ve hatta yeni bankalar kuran Avrupa bankalarının ve bankerlerinin rekabetiyle karşı karşıya kaldılar.

Merkezi devletin gelirleri ile harcamaları arasındaki açığı kapatmakta büyük zorluklar çekmesi nedeniyle sürüp giden mali sıkıntınlar ve dış borçlanma, Osmanlı devletinin uluslararası ilişkilerinde giderek derinleşen bir zaafiyet kaynağı oldu. Devletin mali sıkıntıları ekonomiyi ve ekonominin dışa açılışı sürecini de yakından etkiledi. 19. yüzyıl boyunca devletin mali ve parasal istikrarı sağlamak amac1yla başlattığı ya da kabul etmek zorunda kaldığı pek çok kurumsal dönüşümün, örneğin 1840’larda tağşişlerden vazgeçilerek çift metalli bir para düzeninin kabul edilmesinin, daha sonra 18 80’lerde Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kurulması ve bir tür altın standardına geçilmesinin ve nihayet mali sıkıntılar nedeniyle para düzeninde istikrarın tam olarak sağlanamayışının hem ekonomi hem de ekonominin dışa açılma süreci üzerinde önemli sonuçları oldu.
17. ve 18. yüzyıllarda merkezi devletin vergi toplayabilme gücü sınırlı kalmıştı. Vergi gelirlerinin büyük bir kısmına taşradaki âyan ve yerel olarak güçlü diğer kesimler el koymaktaydı. İmparatorluk ölçeğindeki yıllık üretim ve gelirin sadece yüzde 3’ü, hatta daha da düşük bir bölümü merkezi devletin hazinesine ulaşıyordu. Kısacası, mali bunalımlar ekonominin güçsüzlüğünden çok, merkezi devletin güçsüzlüğünden kaynaklanıyordu.

19. yüzyılda askeri ve diğer teknolojik gelişmelerin de katkılarıyla güç dengeleri tekrar merkez lehine dönmeye başladı. 19. yüzyılda merkezi devletin âyanı geriletmesi ve kendi gücünü artırabilmesi sayesinde, merkeze ulaşan vergi gelirleri yavaş fakat sürekli olarak arttı. Birinci Dünya Savaşı Öncesinde merkezi devletin vergi gelirlerinin tcplam üretime oranı yüzde 12’yi aşıyordu. Ancak vergi gelirlerinin artması, devletin mali sorunlarını hafifletmedi. Merkezi devletin harcamaları da sürekli olarak arttı. Devlet bütçelerindeki açıkları kapatmak için harcanan çabalar ya da mali sorunlar 19. yüzyıl boyunca Sürmüştü. Yüzyılın başlarında merkezi devlet paranın gümüş içeriğini düşürerek ek gelir sağlamaya çalışırken, yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa finans piyasalarından borç alınmaya başlandı, yaklaşık yirmi yıl süren hızlı dış borçlanma süreci, Osmalı Devleti’nin borçlarını ödeyemez duruma gelmesine ve gelir kaynaklarının bit bölümünün Avrupalı alacaklara teslim edilmesine yol açtı.

Avrupa ve Asya’da pek çok devletin varlığını koruyamadığı bir dönemde, Osmanlıların üç kıtaya yayılan bir imparatorluğu birarada tutarak 19. yüzyıla taşıyabildiklerini vurgulamak gerekir. Bu başarının ardındaki Önemli bir neden küçük köylülüğe dayalı toprak düzeni ise, bir diğer neden de merkezi yönetimin hem içeride hem de dışarıda ortaya çıkan tehdit ve tehlikelere karşı esneklik, pragmatizm ve müzakere geleneği ile çözüm aramasıydı. Burada, esneklik ve pragmatizm derken, uygulanan politikalarda ve kurumsal değişikliklerde, her zaman sıkı kurallara, âdet ve geleneklere, dine, geçmişteki davranış kalıplarına ve düşmanlıklara bağlı kalmadan hareket edebilme özelliklerini kastediyoruz. Osmanlılar en erken dönemlerinden başlayarak bu özellikleri sergilediler. Örneğin ateşli silahları komşularına kıyasla çok daha erken ve etkin biçimde benimsediler. Ayrıca fetih ve yayılma sürecinde, başkalarından öğrenme ve başkalarının kurumlarını ödünç alma konusunda rahat davranabildiler, kendi egemenliklerini tam olarak kuramadıkları yerlerde, yerel seçkinlerle pazarlık ederek onların desteğini alabildiler. Oluşturulan kurumlar da bir ölçüde bu esneklik ve pragmatizmi yansıttı. Osmanlılar matbaanın Müslüman nüfus tarafından kullanımını yüzyıllarca yasaklayarak Sanayi Devrimi öncesi dönemin en Önemli teknolojilerinden birine kapılarını kapattılar. Ancak aynı Osmanlılar sadece 15. ve 16. yüzyıllarda değil, 17. ve 18. yüzyıllarda da yeni askeri teknolojileri yakından izlemeye ve kullanmaya devam ettiler.
Türkiye’de doğurganlık oranı kentlerle kırsal alanlar arasında her zaman büyük farklılık göstermiştir. 19. yüzyılda kırsal alanlarda doğurganlık oranı çok yüksek seyrederken, İstanbul’da hem doğurganlık oranının hem de hane büyüklüğünün düşük olduğu biliniyor. Örneğin 1950 yılında, toplam doğurganlık oranı kırsal alanlarda 6,8 ve diğer kentlerde 4,3 iken, İstanbul ile İzmir’de ise sadece 2,7 idi. Aynı oranlar 1990 yılında 4,0, 2,8 ve 2,2’ye geriledi.20. yüzyılda da nüfus sayımlarındaki verileri kullanarak yapılan hesaplamalar, doğurganlık oranı açısından ülkenin batısı ile doğusu arasında da büyük farklar olduğuna işaret ediyor. Bu farkların önemli bir bölümü ülkenin batısının daha fazla kentleşmiş olmasından kaynaklanıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında doğurganlık oranında kentlerle kırlar arasında görülen farkların azalmamasına karşın, kentlerin toplam nüfus içindeki payının artmasıyla birlikte ülke ölçeğindeki toplam doğurganlık oranı düşmeye başladı. 1980’lerden itibaren de doğurganlık oranında kırlarla kentler ve bölgeler arasında görülen farklar da azalmaya başladı. Ancak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki kaba doğum ve doğurganlık oranları ülke ortalamasının çok üzerinde seyretmeye devam ediyor.
Vergi toplayamayan Osmanlılar 18.yüzyılın ikinci yarısında Rusya ve Avusturya ‘ya karşı giriştikleri savaşlarda sık sık yenilerek toprak kaybettiler. Avrupa’ da en az vergi toplayan diğer devlet Polonya ‘nın 18.yüzyılın sonunda Rusya ile Avusturya arasında paylaşılması, Osmanlıların da ne gibi tehlikelerle karşı karşıya olduklarını çok iyi gösteriyor.
İlerleyen yüzyıllarda bu uygulamalar Osmanlı tüccarlarını Avrupalı tüccarlar karşısında zor duruma düşürdü, yerli tüccarlar Avrupalı tüccarların rekabetinden olumsuz etkilendiler. Daha da önemlisi, denizaşırı ticaret, keşifler ve ticaret sayesinde güçlenen Avrupalı tüccarlar kendi ülkelerindeki kurumları kendi çıkarları doğrultusunda değiştiriyorlardı. Avrupalı tüccarlar kendi devletlerinin politikalarında çok daha fazla söz sahibi oldular. Kendi devletleri tarafından daha güçlü biçimde desteklendiler. 16. yüzyıla kadar Osmanlı dış ticaretinde Müslüman tüccarlar önemli pay sahibiydi. Ancak Avrupa ticaretinin artan önemi ve Avrupalı tüccarların artan gücü, onlarla işbirliği olanakları daha fazla olan, Avrupa içindeki toplumsal ağlardan, ilişkilerinden de yararlanabilen gayrimüslim tüccarları öne çıkarmaya başladı. Müslüman tüccarlar ise Avrupa ticareti yerine İran ve Hindistan üzerinden Asya ticaretine yönelmeye başladılar. 18. yüzyıla gelindiğinde, Müslüman tüccarlar daha hızlı büyümeye başlayan Avrupa ticaretinden büyük ölçüde dışlanmışlardı.
Kapitülasyonların Osmanlı liman kentlerinde yaşayan ve müstemin adı verilen Avrupalı tüccarlara sağladığı ayrıcalıklar içinde en Önemlileri, İmparatorluk içinde ticaret ve yolculuk yapabilmek, mallarını bir yöreden diğerine aktarabilmek, kendi ülkelerinin bayrağını taşıyan gemileri kullanabilmek gibi haklardı. 17. ve 18. yüzyıllarda kapitülasyonlarla tanınan haklar genişlemeye başlayınca, Avrupalı tüccarlara Osmanlı ülkesinde kendi mahkemelerini kurmak ve ticari anlaşmazlıklarını bu mahkemelere götürmek gibi İmparatorluğun egemenliğiyle çelişen yeni haklar da verilmeye başlandı. Bunlara ek olarak, Avrupalı tüccarların Ödeyecekleri gümrük vergileri en düşük düzeylerde tutuluyor, pek çok durumda yabancı tüccarlar yerli tüccarlardan daha az gümrük vergisi ödüyordu.
Osmanlı Devleti erken dönemlerden itibaren ticareti özendirmek amacıyla Avrupa ülkelerinin gemilerine ve tüccarlarına ayrıcalıklar tanımaktaydı. 14. ve 15. yüzyıllarda bu ayrıcalıklar Doğu Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Venediklilere ve onlarla rekabet eden Ragusa (Dubrovnik), Cenova, Floransa gibi İtalyan kent devletlerinin vatandaşlarına verilmişti.
Osmanlı yöneticilerinin bir diğer önceliği de kentlerin ve özellikle başkent İstanbul’un, sarayın, ordunun ve donanmanın iaşesinin
sağlanmasıydı. Kentlerin ve özellikle de başkentin iaşesi siyasal istikrarın korunması için çok önemli bir etken olarak görülüyordu. Osmanlı yönetimleri kent ekonomisinin iaşesi amacıyla uzun mesafeli ve yerel ticarete müdahale etmekten kaçınmadı. İslam hukukuyla ve ortaçağ İslam devletlerinin uygulamalarıyla karşılaştırıldığında, Osmanlıların ekonomiye daha fazla müdahale ettikleri görülüyor. Ayrıca Osmanlılar mali, iktisadi ve idari konularda, İslam hukukuyla sık sık çelişen kendi kanunlarını çıkardılar ve bunları uyguladılar. Gerçi örneğin kent ekonomisini denetlemek amacıyla başvurdukları ihtisab ve narh gibi uygulamalar, İslam hukukundan alınmıştır ama Osmanlılar bu tür kurum ve yöntemleri diğer İslam devletlerinden çok daha sık kullandılar.
Daha çok bugünün gelişmiş ülkelerinde destek bulan bir görüşe göre, iktisadi gelişme için en uygun devlet, küçük ve fazla vergi toplamayan devlet. Oysa iç ve dış güvenliği, yasaların ve diğer kurumlarm işleyişini sağlayamayan, mülkiyet haklarını korumayan zayıf bir devletin iktisadi gelişme sürecini destekleyebilmesi mümkün değil. Ayrıca, yasalar güçlendirilmeden ve uygulanmadan, piyasa ekonomisinin de kendi başına işlemesi mümkün değil. Bir başka deyişle, ekonominin işleyişi için devletin destekleyici müdahalesi gerekiyor. Devletin iktisadi gelişme sürecine sağladığı desteğin içeriğinin ve niteliğinin de zaman içinde değişmesi şart. Örneğin iktisadi gelişmenin ilerleyen aşamalarında devletin altyapı yatırımlarına yönelmesi, toplumun geniş kesimlerinin yetenek ve becerilerini geliştirebilmeleri için eğitimi yaygınlaştırması ve teknolojinin gelişmesini, ileri teknolojilerin kullanımını özendirmesi gerekiyor.
Kurumlar içinde en önemlisi devlet. Kurumların oluşumu, güçlenmesi ve değişmesi sürecinde devletin çok önemli yeri var. Yasaların kâğıda dökülmesi ve uygulanması, yatırımların desteklenmesi, mülkiyet korunması devlet sayesinde mümkün oluyor. Bu nedenle sosyal bilimler ve iktisat tarihi literatüründe iktisadi gelişme için nasıl bir devlete ihtiyaç olduğu, devletin güçlü mü zayıf mı olması gerektiği soruları sık sık soruluyor.
son 30 yılın ülkeler arası sıralamalarında Türkiye’nin sağlık ve özellikle de eğitimdeki yeri, kişi başına gelirdeki yerinin bir hayli gerisinde kalıyor. Aynı sonucu başka türlü ifade edecek olursak, Türkiye’deki doğumda yaşam beklentisinin son yarım yüzyılda, özellikle de son 30 yılda hızlı bir biçimde artarak aynı gelir grubundaki ülkelerin düzeyine yaklaştığı ya da onu yakaladığı, buna karşılık eğitim göstergelerinde, hem nüfusun ortalama eğitim yılı hem de eğitim yılı beklentisinde Türkiye’nin kendisine yakın gelir düzeyindeki ülkelerin bir hayli gerisinde kaldığı görülüyor.
15 yaşın üzerindeki nüfusun okuryazarlık oranının 1913 yılında ve 1920’lerde yüzde 10 civarında olduğu tahmin ediliyor. Cumhuriyet döneminde okuryazarlık oranı daha hızlı artış gösterdi. 1950’de yüzde 33’e, 1980 yılında yüzde 68’e ve 2010 yılında yüzde 94’e yükseldi. Ancak okuryazarlık oranı erkek ve kadınlar arasında çok eşitsiz seyretti. 1950 yılında 15 yaş üzeri kadınlar arasında sadece yüzde 19 olan okuryazarlık oranı, 1980 yılında yüzde 55 ve 2010 yılında yüzde 89’a yükseldi. 25 yaş üzeri nüfusun ortalama eğitim süresi ise, Birleşmiş Milletler’in de kullandığı verilere göre, 1913’te 1 yıldan daha azdı, 1950’de 1,5 yıla, 1980’de 2,9 yıla ve 2010’de 6,5 yıla yükselebildi.
Son 200 yılda dünyada kişi başına gelir yaklaşık olarak 8 kat artarken, en yüksek gelirli ülkelerle en düşük gelirli ülkeler arasındaki ortalama gelir farkı 60:1 (altmışta bir) mertebesine kadar yükseldi.
Yaptığımız hesaplamalar, 1820 yılında bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan alandaki kişi başına gelirin bugünün Afrika’sındaki kişi başına gelirin yarısından az olduğuna işaret ediyor. O tarihten 2010 yılına kadar Türkiye’de kişi başına gelir 14 kat kadar artış gösterdi. Bir başka deyişle, aşağıda tartışacağımız ve ciddiye alınması gereken ölçüm sorunlarını gözardı etmeden, bugün Türkiye’de ortalama kişinin satın alım gücünün 1820 yılındakiyle karşılaştırıldığında 14 kat daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. İktisadi büyüme ile kastedilen ve kısa vadeli iktisat politikası tartışmalarında sık sık gözardı edilen işte bu uzun dönemli eğilimdir.
20. yüzyılda ya da İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Türkiye’de siyasi ve iktisadi kurumların iyileştiği, güçlendiği pek çok alan var. Ancak kurumlarla ilgili sorunlar da sürüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili bir siyasal düzene geçilmesi, daha geniş kesimlerin tercihlerini ve taleplerini daha güçlü duyurmalarını sağlamıştı. Ancak 1950’lerden günümüze siyasi rejimlerin ve daha genel olarak siyasi kurumların sınırlarının da altını çizmek gerekir. Askeri darbeler silahlı kuvvetleri siyasi rejim üzerinde büyük söz sahibi yaptı, siyasi rejime önemli sınırlamalar getirdi. Bugün silahlı kuvvetlerin gücü azalmış olsa da siyasal rejimin önemli sorunları var. Demokrasi dört yılda bir yapılan seçimlerde çoğunluğu alan tarafın programını uygulaması olarak görülüyor, temel haklar sık sık gözardı ediliyor. Hukuk ve yargıda süregelen sorunlar, siyasi kurumların sınırlarını ve toplumdaki eşitsiz güç ilişkilerini yansıtmaya devam ediyor.
Osmanlı döneminde faizle borç para veren ve para piyasalarındaki işlemlerde uzmanlaşan kişilere sarraf adı verilirdi.
Sanayi devriminden sonra pek çok köylü üretici topraklarından koparılmış, kentlere göç etmek zorunda kalmıştı.
Böylece kapitalist sanayinin önemli ön koşullarından biri olan mülksüzleşmiş emekçiler ordusu yaratıldı.
14 ve 15. Yüzyıllarda Ortadoğu ve Avrupa’yı etkisi altına alan veba salgını (Kara Ölüm) nüfusların gerilemesine yol açmış, sağ kalanların ortalama ücretleri bir hayli yükselmişti.
Günümüz devletlerine korumacılıktan vazgeçmelerini tavsiye eden ABD devleti de, sanayileşme sürecinde İngiltere ile arasındaki farkı kapatana kadar korumacı politikalar izledi.
Bugünün gelişmiş ülkelerinde destek bulan görüşe göre, iktisadi gelişme için en uygun devlet küçük ve fazla vergi toplamayan devlet.
Oysa iç ve dış güvenliği, yasaların ve diğer kurumların işleyişini sağlayamayan, mülkiyet haklarını koruyamayan zayıf bir devletin iktisadi gelişme sürecini destekleyebilmesi mümkün değil.
Max Weber’in kapitalizmin gelişmesinde Protestan dininin önemli rol oynadığı yönündeki tezine duyulan ilgi, çok farklı dinlerin yaygın olduğu Doğu Asya’daki iktisadi gelişmenin hızlanması ile bir hayli azaldı.
Türkiye’nin sağlık alanındaki göstergelerine baktığımızda aynı gelir grubundaki ülkeleri yakaladığını, buna karşılık eğitim göstergelerine baktığımızda bir hayli geride kaldığı görülüyor.
Son dönemlerde devlet müdahaleciliği, uzun vadede gelişme potansiyeli olduğu düşünülen sektörlere destek sağlamak yerine, iktidara yakın olanların kayrılması, her iktidarın kendi zenginlerini yaratması için kullanılıyor.
Gayrimüslimlerin toplam nüfus içindeki payı 1913 yılında yaklaşık %20 iken,1927 tarihinde yapılan Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımında %2 dolaylarına indiği anlaşılıyor.
Bugün gelişen ülkelere korumacılıktan vazgeçmelerini tavsiye eden ABD devleti de 19.yüzyılın büyük bir bölümünde,sanayileşme sürecinde İngiltere ile arasındaki farkı kapatana kadar korumacı politikalar izledi.
15.yüzyıldan itibaren Osmanlılar bu uygulamaları para vakıfları adını verdikleri yeni bir kurum oluşturmuşlar,camilerin bakımı ve benzeri diğer hayır işlerini temel varlığı nakit olan vakıfların faiz gelirinden karşılamaya başlamışlardı.
Son dönemde de devlet müdahaleciliği uzun dönemli kurallarla değil,kısa vadeli olarak ve kişiler üzerinden yapılmakta.Uzun vadede gelişme potansiyeli olduğu düşünülen sektörlere destek sağlamak yerine,iktidara yakın olanların kayrılması,her iktidarın kendi zenginlerini yaratması için kullanılıyor.Kurallar ve uygulamalar sık sık değişiyor.

Bu koşullarda ekonomide başarı için daha fazla eğitim,beceri ve teknoloji oluşturmak yerine devlete yakın durmak,devletten destek alabilmek önem kazanıyor.Böyle bir ekonomi bir miktar iktisadi büyüme ve gelişme sağlayabilir ama bu tür gelişmeler her zaman sınırlı kalacaktır.

Kitaptan aldığım notlarla genel bir tablo çizmeye çalışacağım.
18. ve 19. yy.de Osmanlı vergi toplayamıyordu.
Sanayileşme, makineler ve çalışanlar ithal edilerek sağlanmaya çalışıldı ancak başarısız oldu.
Anadolu bu dönemlerde sefalet ve hastalık içindeydi. Her doğan 4 bebekten 1i ölüyordu.
Balkan savaşları sonrası sanayi ve tarım gelirleri ortalama yarı yarıya düştü.
Aynı dönemlerde büyük yük olan kapitülasyonların bazıları ancak savaş sebebiyle kaldırılabildi.
İttihad ve Terakki, Türkçü akımlar etkisinde Türkçü ekonomik politikaları destekledi.
20.yy başlarında Osmanlı’nın dış borçları yıllık gelirin 40%’ına ulaşmıştı.
Bu duruma çözüm olarak devlet vergi artışına gidiyor ancak devlet mekanizması kırsalda halk üzerinde otorite sağlayamıyor ve vergi gelirleri arttırılamıyordu.
1914-1918 arasında enflasyon 18 kat arttı.
Halihazırda dolaşımda olan 8 milyon kağıt para 3 yıl içerisinde 160 milyon liraya yükseldi.
Cumhuriyet ile birlikte ulus devlet politikası izlendi. Ve savaşların da etkisiyle 1912’de 20% olan gayrimüslim nüfus 1925’te 2%’ye kadar geriledi.
Osmanlının dış borçlarının Lozan Barış Antlaşmasında toprak kayıpları nedeniyle paylaştırılması sağlandı. Ve olumlu politikalar sonucu 85 milyonluk borcun 67%’sinin ödenmesi kararlaştırıldı.
Cumhuriyet vergi yükünü tarım yerine kentlerden toplamaya başladı. Vergi sistemi değişti.
Cumhuriyet demiryollarına büyük kaynak ayırdı ve Osmanlı’da olan 4bin km demiryoluna kısa sürede 3bin km eklendi. Ankara’nın konumu güçlendirildi.
Yeni devlet yeni bir savaş ihtimaline karşı kendi kendine yetebilen bir ekonomi üzerinde yoğunlaştı.
Özel sektör devlet eliyle desteklendi. İş bankası kuruldu.
1930lardan itibaren ekonomide devletçilik benimsendi ve demir, çelik, tekstil, şeker, cam, çimento vs. üretilmeye başlandı ancak 2. Dünya savaşı nedeniyle ikinci aşamaya geçilemedi.
2. Dünya Savaşı askeri ihtiyaçları arttırdı. Türkiye savaşa girmek istemiyor ancak askeri gücünü yüksek tutmak istiyordu.
Savaş dönemindeki ekonomik yük halkın büyük çoğunluğunu oluşturan köylüye yüklendi ve bu durum çok partili düzene geçince Chp’nin desteklenmemesine sebep olacaktı.
1913’ten 1950’ye okur yazarlık oranları kadınlarda 5%ten 19%a erkeklerde 15%ten 46%ya yükseldi.
2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da yeni liberal dünya düzeni için toplantı yapıldı. Toplantıda dolar sabit kur olarak belirlendi. Ve Batı ülkelerinin kalkınması amaçlandı. Marshall planı ve batı paktının açık ekonomiye geçişiyle birlikte Rusya’nın boğazlarda ve bazı topraklarda hak iddia etmesi Türkiye’yi batıya daha çok yaklaştırdı.
Türkiye Abd’nin devlet kurumlarını satmasını istemesini olumlu karşılamadı ve gelecek desteği alamamış oldu.
Sınırlı ithalat nedeniyle devletin elindeki döviz rezervi iyi miktardaydı. Kore savaşı dönemi farklı fiyatlandırmalar sonucu ihracat ile birlikte ithalatta arttı.
Haziran 1943’ten itibaren, Saraçoğlu hükümeti Toprak Mahsulleri vergisi adı altında ayni olarak toplanan yeni bir üretim vergisini yasalaştırarak uygulamaya soktu. Önceleri hububat ve baklagillerde yüzde 8, diğer ürünlerde yüzde 12 olarak saptanan, 1944 yılında ise tüm ürünler için yüzde 10 olarak değiştirilen bu vergi ile Osmanlı döneminin aşar uygulaması geri getirilmiş oldu.
Yasaların dar kesimlerin çıkarlarının korunması yönünde çıkarıldığı toplumlarda, ekonominin işleyişi de bu dar kesimlerin kaynak ve becerileriyle sınırlı kalacaktır.
1873 yılında başlayan küresel finans krizleri sonrasında borçlarını ödeyemez durumda kalan tek devlet Osmanlı Devleti değildi. 1870’lerin bunalım ortamında Avrupa para piyasalarında yeni fonlar bulamayınca, Latin Amerika’da ve Ortadoğu’da, Mısır ve Tunus dahil yirmiyi aşkın ülke borç ödemelerini durdurmak zorunda kaldı.
Ayrıca , iktisadi kurumlardaki iyileşmenin siyasi kurumlardaki iyileşmelerle desteklenmesi şart.
Toplam nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan kadınların buyuk çoğunluğunun evlerinin dışında çalışmadığı bir ülkenin orta gelir tuzağını aşabilmesi çok zor. Bu durum Türkiye icin bugün bir sorun, ama gelecekte bir fırsat olabilir.
Bugünün eşitsizlikleri , eşitsizlikleri yaratan ve yeniden üreten kurumları güçlendiriyor, yarınki eşitsizliklerinde zeminini hazırlıyor. Bu sürekliliği kırmak ve eşitsizlikleri azaltmak sadece eğitim sistemi ve işgücü piyasalarının değil , diğer kurumlarında değişmesiyle mumkun olabilir.
Kamunun eğitim harcamalarının yavaş artması , üniversitelere girişte liselerin kalitesinin , özel dershane sisteminin giderek daha büyük fark yaratması , nitelikli eğitime erişilebilme konusunda giderek artan eşitsizlikler yarattı. Bu durum eğitimin kuşaklar arası gelir eşitsizliklerini azaltıcı etkisini de düşüyor.
Özelleştirmelerden gelir sağlama hedefi birinci sıraya yerleştirildi. Uzun vadeli verimlilik, etkinlik ,rekabet tüketici çıkarı gibi amaçlar büyük ölçüde feda edildi .
Siyasetçiler için artık hedef , ekonomide makro dengesizliklerin çözümünü erteleyerek , bütçe dengesizlikleri ile mümkün olduğu kadar daha uzun süre yaşayarak giderek ,kayganlaşan siyasal zeminde faliyetlerini sürdürebilmekti.
Devleti elinde tutan koalisyon kendi içinde bölünmüşse devletin iktisadi gelişme sürecini destekleyebilmesi güçleşir .
Ayrıca ikinci Dünya Savaşı sonrasında iktisat politikasını yürüten hükümetler sorunlar oluştuğunda insiyatif ve risk alarak onları çözmek yerine ,pasif davranarak sorunlarla yaşamayı tercih ettiler . Bu eğilimin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde iktisat politikalarının ortak özelliği olduğu söylenebilir .

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir