İçeriğe geç

Vahşet’in Çağrısı Kitap Alıntıları – Jack London

Jack London kitaplarından Vahşet’in Çağrısı kitap alıntıları sizlerle…

Vahşet’in Çağrısı Kitap Alıntıları

Tekdüze bir hayat başlamıştı, otomatiğe bağlanmış gibi hep aynı düzende gidiyordu. Her gün bir öncekinin aynısıydı.
Belli dönemlerde insanları gürültülü şehirlerden ormanlara yönlendiren ve onları, kimyasal bir güçle fırlatılan saçmalarla avlanmaya zorlayan eski içgüdülerin coşkusu, öldürmenin verdiği haz ve kana susamıştık…
Hayatın inişi çıkışı, var oluşun gelgit dalgaları, içinde ölümden başka her şey olan, ateşli ve şahlanmış, kendini hareketle tanımlayan, yıldızların altında ve hareketsiz toprağın üzerinde coşkuyla uçan ve her bir kasın, eklemin, sinirin mükemmel coşkusu onu esir almıştı.
Hayatın tam tepe noktasını ve hayatın daha öteye gidemeyeceğini işaret eden bir mest olma hali vardır. Çelişki tam da burada ortaya çıkıyor; bu mest olma hali, kişi en canlı halindeyken kendini gösteriyor ve ona canlı olduğunu tamamen unutturuyor.
Kelimelerin diliyle değil ,sevginin diliyle vermişti cevabını.
Merhamet daha nazik iklimlere has bir şeydi.
O ana kadar çektiği ıstıraplar, bu acının büyüklüğüyle karşılaştırılamazdı bile.
Ya o efendi olacaktı ya da birileri onun efendisi Acımak, merhamet etmek, zayıflıktı. Vahşi hayatta merhamet diye bir şey yoktu.
O kadar ıstırap çekmiş, o kadar perişan olmuştu ki aldığı darbeler canını fazla yakmıyordu artık.
Dürüstlük sökmüyordu. Bir kere yıkıldın mı, sonun geldi demekti.
Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir
Merhamet, daha nazik iklimlere has bir şeydi.
Herkesin gözü önünde yağmalamıyor, sopanın ve dişin yasasına saygısından, gizli ve kurnazca çalıyordu. Kısaca yaptığı şeyleri yapıyordu çünkü onları yapmak, yapmamaktan daha kolaydı.
Adil oyun diye birşey yoktu. Bir kere yere düştün mü sonun geldi demekti. Eğer öyleyse o da hiçbir zaman yere düşmeyecekti.
Adil oyun diye bir şey yoktu. Bir kere yere düştün mü sonun geldi demekti.
Yaşam bütün acımasızlığı ve çıplaklığıyla karşısında duruyordu şimdi. Bu görünümü yılmadan karşılarken, yaratılışının getirdiği tüm gizli sinsiliği de kullanıyordu.
Şöyle ufaktan hırlaştık. Şimdi en iyisi bütün olanları unutmak. Bundan böyle sen sen ol, yerini öğren, bende kendiminkini biliyorum.
Ölüm, hareketin sona ermesiydi, yaşamaya devam edenlerin hayatından çıkmak demekti
Dersini almıştı; orta yolun olmadığını biliyordu. Ya o efendi olacaktı ya da birileri onun efendisi.
“…kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını.”
“Hayatında ilk kez sevgiyi, gerçek ve tutkulu sevgiyi tadıyordu.”
“Gördüğü günlerin sayısından ve içine çektiği nefeslerin toplamından çok daha yaşlıydı.”
Son bağ da kopmuştu. İnsanlar ve onların işleri artık onu bağlamıyordu.
Artık ellerinde okları, mızrakları ve sopaları olmadıkça insanlardan korkmayacaktı.
En soylu av hayvanını, yani insanoğlunu öldürmüştü ve insanı, sopanın ve dişin yasasına karşın öldürmüştü.
Bu durum onda bir boşluk, açlığa benzer ama sızım sızım sızlayan ve bir şeyler yiyerek dolduramadığı bir boşluk yaratmıştı.
Ölüm, hareketin sona ermesiydi, yaşamaya devam edenlerin hayatından çıkmak demekti, bunu biliyordu; John Thorn ton’un öldüğünü de biliyordu.
Vahşi hayatta bir sabır vardır, hayatın kendisi gibi yorulmak bilmez bir ısrarcılıkla bir şeyin peşini bırakmayan azimdir; örümceğin bitmek bilmez saatler boyunca ağının başında beklemesini, yılanın halka halinde çöreklenip oturmasını, panterin pusuda hareketsiz durmasını sağlayan gey, bu sebattır; tuhaftır ama o anda henüz canlı olan besinini avlamak için bütün canlılığıyla peşinde koşan avcı da sahiptir bu sabra
O acımasız gösteriyi her seyredişinde aldığı ders hep aklına geliyordu: Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Merhamet, daha nazik iklimiere has bir şeydi.
Hal ona vurmaya devam ettikçe içindeki hayat ateşi titrek kıvılcımlara dönüşüp küçülüyordu. Neredeyse tamamen sönmüştü. Tuhaf bir hissizlik içindeydi. Dayak yediğini ancak çok uzaklardan görüyormuş gibiydi. Son acı duygusu da onu terk etti. Sopa vücuduna iniyor, o bunu çok uzaktan duyuyor ama hiçbir şey hissetmiyordu. Artık o vücut kendi vücudu değildi, ondan çok uzaklardaydı.
Bir aptalla onun aptalca davranışları arasına girmenin boşuna olacağını biliyordu; sonuçta iki ya da üç aptal eksik olsa, dünya yerinden oynamazdı.
Sadece aptallar, o da ancak kendilerine özgü kör şansla bunu yapabilir.
Kendi perişanlıkları arttıkça hayvanların çektiği ıstıraba karşı daha da duyarsızlaşıyorlardı.
Ama kendilerini engelleyen şey, ağır eşyaları ve yetersizlikleriyle, yine kendileriydi.
İki melez dışındakiler kendilerini buldukları bu vahşi ortam ve karşılaştıkları kötü muamele sebebiyle sersemlemiş, şevkleri kırılmıştı. İki melezdeyse zaten şevk falan yoktu; kırılabilecek tek şeyleri, kemikleriydi.
Adil oyun diye bir şey yoktu. Bir kere yere düştün mü sonun geldi demekti.
Koşumların ve yolun gururu böyle bir şeydi işte, ölümüne hasta olmasına rağmen kendi işini başka bir köpeğin yapmasına katlanamıyordu.
Varoluşun zirvesini gösteren, hayatın artık daha fazla yükselemediği bir kendinden geçme hali vardır. Yaşamanın çelişkisi de odur ki bu kendinden geçme, esrime hali, insan ancak en hayat doluyken ve insanın ancak hayatta olduğunu tamamen unutmasıyla gelir.
kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını.
Buck gazete okumazdı. Okusaydı belanın gelmekte olduğunu, hem de sadece kendisi için değil, Puget Sound’dan San Diego’ya kadar bütün gel git sahilinde yaşayan, güçlü kaslara ve sıcak tutan kalın bir kürke sahip bütün köpekler için gelmekte olduğunu bilirdi.
Sevgiyi, hakiki, samimi, tutkulu sevgiyi tadıyordu ilk kez.
Son acı duygusu da onu terk etti.
Bir aptalla onun aptalca davranışları arasına girmenin boşuna olacağını biliyordu; sonuçta iki ya da üç aptal eksik olsa, dünya yerinden oynamazdı.
Gördüğü günlerin sayısından ve içine çektiği nefeslerin toplamından çok daha yaşlıydı.
Vahşi dünyanın bir sabrı vardır. Yorulmak bıkmak nedir bilmeyen bir sabır. Avının peşini bırakmayan bir sabır. Hayatın kendisi gibi ısrarlı dirençli bir sabır. Örümceği saatler ve saatler boyu ağında kımıldamadan tutan işte bu sabırdır. Yılanı çöreklenip öyle oturtan bu sabırdır. Panteri kurduğu pusuda bekleten bu sabırdır. Bu sabır hayatın sabırdır. Hem de görenleri şaşırtan bir çelişkisi vardır. Hayat, hayat dolu varlıklara yine hayat dolu varlıkları avlamak için bu sabrı verir.
Göçebe misali gelir eski özlemler,
Aşındırır alışkanlıklığın zincirini;
Uzun kış uykusundan tekrar
Uyandırır içindeki vahşiyi.
Konuşarak değil, sevgi gösterisiyle verilen bir yanıttı bu.
.Ve işte tam burada kurt bir süre derin düşüncelere dalar ve gitmeden önce bir kez kederli ve uzun uzun ulur.
Ya öldür ya da öl,ya ye ya da yem ol.Kanun buydu
İnsanları belli dönemlerde,kimyasalların tetiklediği kurşun saçmalarla karşılarına ne çıkarsa öldürmek üzere gürültülü şehirlerden çıkarıp ormanlara ve vadilere sevk eden tüm o eski içgüdüler,kana susamışlık,öldürmenin zevki; Buck’ın hissettikleri de bunlardı,ancak insanlara nazaran bu duyguları çok daha derinden hissediyordu.Sürünün en başında koşarak o yabani şeyi,canlı eti yakalayıp kendi dişleriyle öldürmek,ağzından gözlerine kadar bütün yüzünü sıcak kanla yıkamak istiyordu.
Demek gelenek buydu. Dürüstlük sökmüyordu. Bir kere yıkıldın mı, sonun geldi demekti. Öyleyse hiç yıkılmamaya bakacaktı.
.. Uygarca yaşarken,, ahlaki bir nedenle, diyelim Yargıç Miller’in kamçısını korumak için, ölüme bile gidebilirdi. Oysa şimdi, postunu korumak için ahlaki tutumlardan kaçınıyordu ve bu, uygarlıktan uzaklaşmasının tamamlandığının göstergesiydi. Keyfi için değil, midesinin feryadını bastırmak için çalıyordu .
..
Kısacası yaptığı şeyleri yapıyordu çünkü onları yapmak, yapmamaktan daha kolaydı.
“Cevabı buydu; kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını.”
“Cevabı buydu; kelimelerin diliyle değil, sevginin diliyle vermişti cevabını.”
“Acımak, merhamet etmek, zayıflıktı. Vahşi hayatta merhamet diye bir şey yoktu. Merhamet, korku sanılırdı ve bu yanlış anlama, ölüm getirirdi.”
“Bir aptalla onun aptalca davranışları arasına girmenin boşuna olacağını biliyordu; sonuçta iki ya da üç aptal eksik olsa, dünya yerinden oynamazdı.”
“Makine düzeniyle işleyen sıkıcı bir hayattı. Her gün, tıpkı ötekine benziyordu.”
“Onlara karışan olmazsa ne olup bittiğine bakmazlardı bile.”
“Merhamet, daha nazik iklimlere has bir şeydi.”
Merhamet, daha yumuşak iklimlere özgü bi duyguydu.
Sopa kimdeyse, kanun onun elindedir.
Varoluşun zirvesini gösteren, hayatın artık daha fazla yükselemediği bir kendinden geçme hali vardır. Yaşamanın çelişkisi de odur ki bu kendinden geçme , esrime halı, insan ancak en hayat doluyken ve insanın ancak hayatta olduğunu tamamen unutmasıyla gelir.
“Ayrıca bu hırsızlık, hayatta kalmak için amansızca mücadele ederken anlamsızlaşan veya bu mücadeleye engel olmaya başlayan ahlaki değerlerinin bozulduğunu veya parçalandığını gösteriyordu.”
Ya o efendi olacaktı ya da birileri onun efendisi Acımak, merhamet etmek, zayıflıktı. Vahşi hayatta merhamet diye bir şey yoktu. Merhamet korku sanılırdı ve bu yanlış anlama, ölüm getirirdi. Ya sen öldürürsün ya da seni öldürürler, ya sen yersin ya da seni yerler; yasa buydu.
Eski bir şarkıydı
”Ya efendilik edecekti ya kölelik. ”
”Koparıp parçalama hırsıyla tutuşurken, düşmanının da aynı koparıp parçalama hırsında olduğunu hiçbir zaman unutmazdı. Atağa hazır olmadan atılmaz, saldırıya karşı kendini güvenceye almadan saldırmazdı. ”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir