İçeriğe geç

Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Kitap Alıntıları – Mircea Eliade

Mircea Eliade kitaplarından Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Kitap Alıntıları

Başka arkaik izlekler de yavaş yavaş çarmıha gerilme senaryosuna katılmıştır. Isa Mesih, Âdem’in yaratılıp gömüldüğü yerde, dünyanın merkezinde çarmıha gerildiğine göre, Adem’in başına akan kanı onu vaftiz etmiş ve günahının kefaretini ödemiş demektir. Madem ki Kurtarıcı’nın kanı ilk günahın bedelini ödemiştir, çarmıh (= Hayat Ağacı), (zeytinyağı, bugday, uzum ve onlarla birlikte şifalı otlarla simgelenen) kutsamaların kaynağı olur. III. yüzyıldan itibaren özellikle Hıristiyan yazarlar tarafından geliştirilen bu mitolojik izleklerin uzun ve karmaşık bir tarihöncesi vardır: Öldürülen bir tanrının ya da bir ezeli varlığın kanından ve bedeninden harika bitkiler çıkar. Ama Hıristiyan yazarların yeniden ele alıp işlediği bu arkaik senaryo ve imgelerin Avrupa’nın dinsel folklorunda benzersiz bir başarı sağladığını şimdiden vurgulamakta yarar var. Sayısız halk efsanesi ve şarkısında, çarmıhın altında veya Isa’nın mezarında biten şifalı çiçeklerle otlardan söz edilir.
Vaftiz, deniz canavanıyla yapılacak dövüş için engin suların dibine iniştir; bunun ilk örneği, Mesih’in Şeria Nehri’ne inişidir. Yüklenen bir diğer değer, tufanın karşıt tipi olarak vaftizdir. lustinos’a göre, Isa Mesih, yani Yeni Nuh, Sular’dan zaferle çıkmış ve yeni bir ırkın önderi olmuştur. Vaftizdeki çıplaklığın da hem ritüel, hem metafizik bir anlamı vardır: Adem’in cennetten kovulduktan sonra sırtına geçirdiği eski yozlaşma ve günah giysisinin terk edilmesi söz konusudur.
Kısaca ortodoksluk: 1) Eski Ahit’e ve belgelerce dogrulanmış havari anlatılarına baglilik; 2) Mitolojileştirici imgelemin aşırlıklarına karşı direnç; 3) Sistemli düşünceye (demek ki Yunan felsefesine de) saygı; 4) Toplumsal ve siyasal kurumla ra, kısacası Roma dehasına özgü bir kategori olan hukuksal düşünceye verilen önemle tanımlanır. Bu unsurların her biri önemli teolojik yaratımlara kapı aralamış ve kilisenin zaferine şu ya da bu ölçüde katkıda bulunmuştur. Bununla birlikte bu unsurların her biri, verili bir anda, Hıristiyanlığın tarihinde kimi zaman büyük tehlikeler yaratan krizlere yol açmış ve ilk Hıristiyanlık geleneğinin yoksul laşmasına da neden olmuştur.
hayatın inkârını ele veren bazı davranışlar (çilecilik, manastır hayatı, bakireligin övülmesi vb) çeşitli kiliselerde kabul görüyor ve kimi zaman yüceltiliyordu.
Tanni kozmogoni işine maddeyi yaratarak başlamış ve bedensel, cinsiyetli ve özgür insanı, yaratıcısının sureti olan, ona benzeyen insanı yaratarak tamamlamıştı. Başka bir deyişle, Insan bir tanrının tasavvurlarıyla yaratılmıştı.
Ortodoksluk, esas olarak Eski Ahit teolojisine sadakatten oluşuyordu. Gnostikler, Ibrani düşüncesinin ilkelerini kısmen ya da tamamen inkâr ettikleri için, zındıkların en berbatları olarak görülüyordu. Gerçekten de Gnostik düşünceler -ruhun, başlangıçtaki Bir’in bağrında önceden var olması, yaratılışını anzi niteliği, ruhun madde içine düşmesi vb-Kitabı Mukaddes’in teolojisi, kozmogonisi ve insanbilimiyle uyuşmuyordu.
Pavlus’un Mesihçiliği diriliş fikri çevresinde gelişir; bu olay Mesih’in doğasını da ortaya çıkarır: O Tanrı’nın Oğlu ve Kurtarıcı’dır. Mesihçi drama, o çağda iyi bilinen, ama aslında ilk ifadeleri çok daha eskiye dayanan bir soteriyoloji senaryosunu hatırlatır: Kurtarıcı, insanlar için gökten yeryüzüne iner ve görevini yerine ge tirdikten sonra tekrar gökyüzüne döner.
Kudüslüler, dini yeni kabul eden putperestlerin sünnet olmasını şart koşuyor ve onların topluca yenen yemeklerle efkaristiya ayinlerine katılmasını yasaklıyorlardı. Pavlus’ta (Galatyalılar 2:7-10) ve Elçilerin Işleri’nde (15) çelişkili anlatıları bulunan bir çatışmanın ardından, iki taraf Kudüs’te toplanıp bir orta noktada uzlaştı. Dini kabul eden putperestlere yalnızca putlara su nulan kurbanların etinden, kandan, boğularak öldürülen hayvanların etinden ve fuhuştan sakınma koşulu getirildi (Işler 15:29). Bu karar muhtemelen Pavlus yokken alınmıştı. “Öteki Uluslanın Elçisi bu kararı kesinlikle kabul etmezdi; çünkü Yahudi kurallarının bir bölümü böylelikle korunuyordu.
Isa, Son Yemeği öğrencileriyle birlikte kutlarken, eline ekmek aldı, şükredip ekmegi böldü ve ‘Alın, bu benim bedenimdir’ diyerek öğrencilerine verdi. Sonra bir kase alıp şükretti ve bunu öğrencilerine verdi. Hepsi bundan içti. Bu benim kanım’ dedi Isa, birçokları uğruna akıtılacak ahit kanıdır’.
Bununla birlikte, Isa için Israil hâlä Tanrı’nın seçilmiş halkıdır. O, Israil halkının kaybolmuş koyunları için gönderilmiştir.
Kutsal Yasayı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın diye açıklar Isa; Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim (Matta 5:17).
Isa’nın Mesihliğini asıl vurgulayan, çağrının bu ikinci olası yorumudur. Öğren cilerinin İsa’yı Mesih olarak kabul ettiğine kuşku yoktur, zaten ona verilen Hıristos adı da bunu doğrulamaktadır ( Mesih’in Yunanca’daki karşılığı). Isa kendinden söz ederken bu terimi hiç kullanmaz; ama başkalan tarafından söylendiğinde kabul eder (Markos 8:29; 14:61). Isa muhtemelen, kendisinin vaaz ettiği Müjdelerle Yahudi Mesihçiliğinin milliyetçi biçimleri arasındaki farklılığı vurgulayabilmek için, Mesih adlandırmasından kaçınmıştır. Tanrı’nın Krallıgı, Yurtseverler in silah zoruyla kurmak istediği teokrasi değildi. Isa kendini en çok Insan Oglu ifadesiyle tanımlıyordu. Başlangıçta insan ın eşanlamlısından başka bir şey olmayan bu terim, sonunda -Isa’nın vaazında örtük, Hıristiyan teolojisinde ise açık olarak Tanrı’nın Oğlu’nu ifade etmeye başladı.
O çagın metinlerinde sık sık dile getirilen kıyamet alametlerinden farklı olarak, Tanrı’nın Krallığı felaketler yaşanmadan, yani dışsal işaretler görülmeden geliverir. Tann’nın Krallıgı göze görünür bir şekilde gelmez. Insanlar da ‘İşte burada’ ya da ‘Işte şurada’ demeyecekler, çünkü Tanrı’nın Kralligi içinizdedir
Diger yandan, ilk Hıristiyanlar olan Kudüs Yahudilerinin, Filistin Yahudiligi içinde kıyametçi bir mezhep oluşturduğu gerçeğini de hesaba katmak gerekir. On lar, Mesih’in ikinci kez gelişinin hemen gerçekleşmesini bekliyordu; onları ilgilendiren eskatolojik bekleyişin tarihyazımı değil, tarihin sonu’ydu. Ayrıca, dirilen Üstat figürü çevresinde çok erken dönemden başlayarak kurtarıcı tanrıların ve ilahi esinli insanın (theios anthropos) mitolojilerini andıran bir mitoloji şekillenmişti ki, bu da olağan bir şeydi. Daha ileride değineceğimiz bu mitoloji çok önemlidir: Hem Hıristiyanlığa özel dinsel boyutu, hem de Hıristiyanlığın daha sonraki tarihini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Nasıralı Isa’nın izdüşümünü arketipler ve aşkın figürlerle dolu bir evrene yansıtan bu mitler, onun kendi davranışları ve sözleri kadar gerçektir : Gerçekten de bu mitler onun ilk ve özgün çağrısının yaratıcılığını ve gücünü doğrular. Zaten Hıristiyanlığın dinsel dili, bu evrensel simgesellik ve mitler sayesinde, ökümenik bir nitelik alır ve anayurdu dışında da anlaşılır hale gelir.
Her ne olursa olsun, Isa daha sonra Yahuda valisi Pontius Pilatus tarafından yargılandı. Ayaklanma çıkarmakla suçlanıp (Sen Yahudilerin kralı mısın? ), tipik bir Roma cezası olan çarmıha gerilerek idam edilmeye mahkûm oldu. Kendisiyle alay edilen Isa (üzerine mor bir giysi giydirilir, başına dikenlerden örülmüş bir taç geçirilir, askerler onu Selam, ey Yahudilerin Kralı diye selamlar), iki haydudun arasında çarmıha gerilir. Josephus bu terimi -leistai sık sık asileri ifade etmek için kullanırdı. Isa’nın idamının, Roma hükümetine karşı girişilen Yahudi ayaklanmasının bastırılması ve Yahuda’daki işbirlikçilerinin yok edilmesi baglamına oturduğu açıktır. Kudüs’teki yetkili makamların gözünde, Tanrı’nın Krallığının kurulacağına yönelik her açıklama, bir Yahudi krallığının yeniden kurulması anlamına geliyordu.
İsa’nın vaazı, siyasal ve dinsel açıdan nüfuz sahibi iki grubu, Ferisileri ve Sadukileri kaygılandırmakta gecikmedi. Ferisiler, Nasıralının Tora’ya karşı takındığı fazla özgür tavırdan rahatsızdı. Sadukiler ise, her türlü mesihçi propagandanın yo! açabileceği karışıklıklardan sakınma gayreti içindeydi.
Birçok imparator, özellikle de siyasi nedenlerle, Mithracılıgı destekledi. Diocletianus ve diğer Augustuslar 307 veya 308’de Carnutum’da imparatorluğun yardımcısı Mithra’ya bir sunak adadılar. Ama Konstantinos’un 312’de Milvius köprüsünde kazandığı zafer, Mithracılığın sonunu getirdi. lulianos’un çok kısa saltanatında tapım tekrar eski saygınlığına kavuştu; bu filozof-imparator Mithracı olduğunu açıklıyordu. Onun 363’te ölmesinden sonra bir hoşgörü dönemi başladı, ama Gratianus’un 382 tarihli kararnamesi Mithracılığa verilen resmi desteği sona erdirdi.
Mithra mysteria’ları tartışılırken, Ernest Renan’ın meşhur cümlesini alıntılamak kaçınılmaz oluyor: Eger büyüme aşamasındaki Hıristiyanlığın yolu, herhangi ölümcül bir hastalık tarafından kesilseydi, dünya herhalde Mithracı olurdu.
Sol ve Mithra arasındaki ilişkiler, henüz çözümlenmemiş bir sorunu gündeme getirmiştir; bir yandan, Mithra’dan daha aşagı bir konumda olmasına karşın, Sol ona boğayı kurban etmesini buyurur, diğer yandan Mithra’ya yazıtlarda Sol invictus adı verilir. Bazı sahneler Sol’u, Mithra’nın önünde diz çökmüş dururken gösterirken, başkalarında iki tanrının el sıkıştığı görülür. Her ne olursa olsun, Mithra ve Sol, boğanın etini paylaştıkları bir şölenle dostluklarını perçinler.
Zerdüştçülüğe göre ilk günah bir itaatsizlikten çok bir yargı hatasıdır: Atalar, Ehrimeni Yaratıcı sanmakla yanılmıştır. Bununla birlikte Ehrimen ne Gayömart’ın, dolayısıyla ne de insanların ruhunu öldürmeyi başarabilmiştir. Ruh, Ahura Mazda’nın en güçlü müttefikidir; çünkü maddi dünyada yalnızca insan hür iradeye sahiptir. Ama ruh, ancak içinde yaşadığı beden aracılığıyla etken olabilir; beden ruhun aracı veya giysisidir. Üstelik beden de (Gnostiklerin ileri sürdüğü gibi) karanlıklardan değil, ruhla aynı tözden yapılmıştır; başlangıçta beden ışıltılı ve güzel kokuluydu, ama tensel istekler onun kötü kokmasına neden oldu. Bununla birlikte mahşer gününden sonra, ruh yeniden diriltilecek ve şanlı bir bedene kavuşacaktır.
Elli yıl boyunca Maşye ile Maşyäne hiçbir cinsel arzu duymaz. Ama çiftleşirler ve ikizleri olur; ikizler o kadar lezzetlidir ki birini baba, diğerini de ana yer. O zaman Ahura Mazda, ebeveynleri bir daha onların canını almasın diye, çocukların tadını yok eder. Daha sonra Maşye ile Maşyane’nin başka ikiz çocukları olur; bu çiftler tüm insan ırklarının ataları olacaktır.
Gerçekten de birçok arkaik mitte, ilk çiftin beslenmeye ihtiyacı olmadığı görülür, üstelik Iran inancına göre, zamanın sonunda insanlar yeme içme alışkanlığından vazgeçecektir.
Gayömart, Ahura Mazda ile Spandarmart’ın, Yeryüzünün oğludur; diger mitsel Makro-insanlar gibi degirmi bir biçimi vardır ve güneş gibi parlar. Olünce, bedeninden madenler çıkar; tohumu güneş ışığıyla anındırılır ve üçte biri yere düşüp raventi üretir; ilk insan çifti, Maşye ve Maşyane de raventten doğacaktır. Başka bir deyişle, ilk insan çifti, mitsel Ata (Gayömart) ve Yeryüzü Ana’dan doğar ve ilk biçimleri bitkiseldir; bu mitsel tema bütün dünyada oldukça yaygındır. Ahura Mazda onlara iyilik yapmalarını, demonlara tapmamalarını ve besinlerden uzak durmalarını buyurur. Gerçekten de Maşye ve Maşyâne Ahura Mazda’yı yaratıcı olarak ilan eder, fakat Ehrimen’in baştan çıkarma çabalarına kanıp, toprağı, suyu ve bitkileri onun yarattığını haykırırlar. Bu yalan yüzünden, çift lanetlenir ve ruhları kıyamet gününe dek cehennemde kalacaktır.
Yavaş yavaş dualizmi katılaştıran Mazdeist ortodokslukla Zurvani teoloji arasındaki polemikleri takip edebiliriz. Ahura Mazda ve Ehrimen’in kardeş oldugu, Zurvan tarafından yarauldıkları düşüncesi, Děnkart’ın bir bölümünde haliyle mahkum edilir. Bu nedenle ortodoks Pehlevi kitaplarında iki rakibin kökenleri sorunu gündeme getirilmez. Ahura Mazda ve Ehrimen ezelden beri vardır, ama bir an gelecek, Düşman’ın varlıgı sona erecektir. Böylece, zaman ve binyıllar öğretisinin niye Mazdeistler için de temel bir öneme sahip olduğu anlaşılır.
Plutarkhos Zurvan’dan söz etmez, ama Ikizler miti ve onların birbirinin yerini alan egemenliğinin açıklanması, birçok geç donem metninde tamamen Zurvaniliğe özgü yaklaşımlar olarak tanıtılır. Bir Ermeni rahibe, Kolplu Eznik’e göre, henüz hiçbir şey yokken Zurvan (Zrvan, bu ‘Kader’ veya ‘Ebedi Mutluluk anlamına gelir ) bir oğul sahibi olabilmek için bin yıl boyunca kurban sunmuştu. Ancak sunduğu kurbanın bir sonuç getireceginden kuşku duyduğu için ( Benim sunduğum kurbanın ne yararı olabilir ki? ), iki oğul rahmine düştü: Sunulan kurbanın karşılığı olarak Ahura Mazda ve yukanda belirtilen kuşkunun karşılığı olarak Ehrimen. Zurvan ilk doğanı kral yapmaya karar verdi. Ahura Mazda babasının düşüncesini okudu ve bunu Ehrimen’e de açıkladı. Ehrimen rahmi yırttı ve dışarı çıktı. Ama Zurvan’a onun oğlu olduğunu açıkladığında, şu yanıtı aldı: Benim oglum güzel kokulu ve ışıltılı, sense karanlık ve pis kokulusun. O zaman ışıltılı ve güzel kokulu Ahura Mazda doğdu ve Zurvan onu kral olarak kutsamak istedi. Ama Ehrimen ona dileğini ve ilk doğanı kral yapma niyetini hatırlattı. Yeminine karşı gelmemek için, Zurvan krallığı 9000 yıllığına ona verdi. Bu sürenin ardından Ahura Mazda hüküm sürecekti.
Plutarkhos, Isis ve Osiris hakkındaki incelemesinde, MÖ IV. yüzyıla ait kaynaklara dayanarak, Magus Zerdüşt öğretisini nakleder: en saf ışıktan doğan Oromazdes (Ahura Mazdal ve karanlıklardan doğan Aremanos (Ehrimen} üçer bin yıllık iki dönem boyunca sırayla egemen olur ve sonra bir 3000 yıl da savaşırlar. Dünyanın üç eşit bölüme ayrılmış (Ahura Mazda’nın egemenliğini, Ehrimen’in egemenliği ve onu da 3000 yıllık savaş izler) 9000 yıllık bir ömrü olacağı inancına, geç döneme ait ve Zurvani öğeler açısından zengin bir metinde, Menoki Khrat’ta da rastlanır. Zerdüştçülük Ehrimen’in yönetimindeki bir çağ düşüncesini dışladığına göre, Plutarkhos’un kullandığı kaynaklar Zurvani anlayışlarına gönderme yapıyor olsa gerek. Ayrıca Plutarkhos, Ahura Mazda ile Ehrimen arasında bulunan Mithra’nın (bu nedenle aracı diye nitelenmektedir) Perslere, bu tanrılara kendi niteliklerine özgü kurbanlar sunmayı öğrettiğini yazmıştır; Kötü Demon için toprak-yeraluyla ilgili bir kurban öngörülmüştü -ki, bu da Zerdüştçü bir anlayış değildir.
Geç dönem Avesta’da (muhtemelen MO IV. yüzyılda yazılmış metinler), Zurvan’a çok az değinilir, ama hep zaman veya kaderle ilişkili olarak gösterilir. Bir metinde, doğruların ve dinsizlerin ruhlanının Mazda’nın yaratugi Cinvat köprüsüne ulaşmadan önce, Zurvan’ın açtığı yolda ilerledikleri belirtilmiştir.
Zurvan ve Zurvaniligin gündeme getirdiği sorunlar henüz çözümlenememiştir. Arkaik bir tanrının söz konusu olduğuna kuşku yoktur. Ghirshman, (omuzlarından çıkan) ikizleri doğuran erdişi ve kanatlı bir tannyi tasvir eden bir Luristan tunç heykelinin, Zurvan’ı temsil ettiği kanısındadır; insanın üç çağının simgesi olan üç ayin alayı ona barsom (çalı demeti) sungusunu taşımaktadır. Eğer bu yorum doğruysa, Ahura Mazda ve Ehrimen’in babası olarak Zurvan mitinin, ilk yazılı tanıklıklardan çok daha eski bir çağda da bilindiği sonucuna varılabilir. Rodoslu Eudemos’un kaydettigine göre (MÖ IV. yüzyılın ikinci yarısı), magus’lar tek ve akli Bütün’e kah ‘Mekân’, kâh ‘Zaman’ adını verir; Ahura Mazda ve Ehrimen, yani Işık ve Karanlık ondan doğmuştur. Bu bilgi önemlidir: Ahemeni devrinin sonuna doğru, iki temel ilkenin, Ahrumazda ve Ehrimen’in temsil ettigi lyi ve Kötü’nün ortak kaynağı olarak Zaman-Mekan üzerine spekülasyon lanın Iranlıların yabancısı olmadığını göstermektedir.
Ama bu zamandizinsel şemaya Iran’a özgü bir yorum getirilmiştir: Ilk altı bin yıl boyunca Tanrı ve Kötülük Ruhu üstünlük için savaşır; Kötülük zaferi kazanmış gibi görünmektedir, o zaman Tanrı, güneş tanrısı Mithra’yı (= Apollon, Helios) gönderir ve yedinci bin yıla o hükmeder; bu son evrenin nihayetinde, gezegenlerin gücü tükenir ve evrensel bir yangın dünyayı yeniler. Eskatolojik amaçlara yönelik bu mitolojik zamandizinler, milattan sonraki ilk yüzyıllarda Batı dünyasında da çok yaygınlaşacaktır.
Iran dini, Ahemeni imparatorluğu devrildikten (y. MO 330) sonra, Helenistik çağın ayırt edici niteliğini oluşturan geniş ve karmaşık bağdaştırmacılık hareketi içine sürüklendi. Kendini y. MO 247’de kral ilan edip, yeni ulusal Arsakidler hanedanini kuran Parth onderi Arsakes’in Iran’ın bir bölümünün bağımsızlığını yeniden ele geçirmesi de bu süreci durdurmadı. Gerçi Parthlar, bozkır atlılarına dayanan bir dinsel ve kültürel gelenek bütününú de beraberinde getirmişti. Krallık ideolojisinin, Arsakidlerden itibaren belirginleşmeye başlayan bazı unsurları, büyük olasılıkla yüzyıllardır imparatorluklar arasındaki sınır bölgelerinde göçebe hayat tarzını sürdüren bu boyun eğmez aşiretlerin mirasını temsil etmektedir. Ama Helenizmin çekim gücüne dayanımak olanaksızdı ve en azından MS I. yüzyıla dek. Arsakidler Helenleşmeyi teşvik etti (sikkelerinin üstüne Yunan tanrıları oyulmuştu). Bununla birlikte taklit edilmek istenen modelin, Iskenderiye okulu Helenizminin de birçok Sami ve Asya kökenli unsuru özümsediğini hatırlatalım.
Şeytan figürü, muhtemelen Iran dualizminin etkisi altında gelişmiştir. Her ne olursa olsun, karma bir dualizm söz konusudur; çünkü Şeytan başlangıçtan itibaren Tanrı ile birlikte var olmaz ve ezeli ve ebedi degildir.
Mahkeme tahtı ndaki Yüceler Yücesi imgesi IV. Ezra’da da yeniden ortaya çıkar: Günahkarlar Cehennem firini na atılacak, erdemliler ise Hazlar Cenneti nde ödüllendirilecektir (7:33-37 ¹). Mahkemenin ardından kötülük ebediyen silinecek, yozlaşma yenilecek ve gerçek her yerde egemen olacakur (IV. Ezra 6:26-282). Ateşle verilen eskatolojik hüküm anlayışı büyük olasılıkla Iran kökenlidir.
Daniel’in Kitabı, bugünkü haliyle MO 164’e doğru tamamlandı. Yazar, kendi çağında veya kısa süre önce yaşanmış olayları yüzyıllarca önce dile getirilmiş kehanetler olarak betimlemektedir. Bu yöntem (vaticinia ex eventu) kıyamet kitaplarının ayırt edici niteliklerindendir. Kehanetlere inancı güçlendirir ve dolayısıyla müminlerin o an yaşanan sınavlara katlanmasını kolaylaştırır. Örneğin Daniel’in Kitabı’nda, Nebukadnezzar’ın (MO 605-562) gördüğü bir düş anlatılır. Kral düşünde bir heykel görmüştü: Başı altından, göğsü ve kollan gümüşten, karnı ve kalçaları tunçtan, bacakları demirden ve kildendi. Birden bir yerlerden kopup gelen bir taş. heykele çarptı: Demir, kil, tunç, gümüş, altın aynı anda parçalandı; yazın harman yerindeki saman çöpleri gibi oldular. Derken bir rüzgar çıktı, hiç iz bırakmadan hepsini alıp götürdü (2:32-36). Daniel düşü yorumlar: Altından baş Nebukadnezzar’dır, onun ardından daha aşağı bir krallık kurulacak ve sonra gelecek tunç krallık bütün yeryüzüne hükmedecektir. Demir gibi güçlü dördüncü krallık, diğerlerini ezecek, ama sonunda kendisi de yok olacakur. O zaman Göklerin Tanrısı hiç yıkılmayacak, başka halkların eline geçmeyecek bir krallık kuracak
Başka bir deyişle, Hikmet, Tanrı’nın yalnızca İsrail’e yaptıgı bir bağıştır; çünkü Tanrı her halkın başına bir hükümdar atamıştır, ama Israil Tanrı’nın payıdır (17:17).
Tanrı’nın insana verdiği birkaç günlük ömür’den yararlanmak gerekir, çünkü insanın payına düşen budur (5:17). Insana uygun düşen tek mutluluk, hazcı niteliktedir. Git, sevinçle ekmeğini ye, neşeyle şarabını iç . Güneşin altında Tanrı’nın sana verdigi boş ömrün bütün günlerini sevdigin karınla güzel güzel yaşayarak geçir, çünkü payına düşecek olan budur. Çalışmak için eline ne geçerse, var gücünle çalış; çünkü ölüler diyarında (Şeol) iş, tasarı, bilgi ve bilgelik yoktur .
Yazar, ölüleri yaşayanlardan, henüz doğmamış olanları ise her ikisinden de daha mutlu sayar.
Yazar kendi deneyimlerinden hareketle yargılara varır: Boş ömrümde şunları gördüm: Doğru insan doğruluğuna karşın ölüyor, kötü insanın ise kötülügüne karşın ömrü uzuyor (7:15). Sakin bir şekilde, bu dünyadan sanki elini eteğini çekmiş bir havada, bir filozof gibi, sürekli bu izlege döner: Kötülerin hak ettiği doğruların, doğruların hak ettiğiyse kötülerin başına geliyor .
Yahve’nin Kulu (ebhed yahveh) büyük olasılıkla sürgün edilen Yahudi seçkinleri kişileştirmektedir. Onun sıkıntıları tüm halkın günahlarının kefaretinin ödenmesi olarak kabul edilir. Yahve’nin Kulu tüm sıkıntıları kabullenmişti: Bana vuranlara sırtımı açtım . Aşağılamalardan, tükürüklerden yüzümü gizlemedim (50:6). Sürgünle sınanma, Israil’in günahlarının silinmesini sağlayan bir kurbandır. Aslında hastalıklarımızı o üstlendi, acılarımızı o yüklendi Oysa bizim isyanlarımız yüzünden onun bedeni deşildi, bizim suçlarımız yüzünden o eziyet çekti. Esenligimiz için gerekli olan ceza ona verildi. Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk (53:4-5).
Ama Ikinci Işaya’nın yazarı, bir eskatoloji geliştiren ilk peygamberdir. Gerçekten de o, yeni bir çağın şafağının söküşünü haber verir. Iki çag -henüz tamamlanmış çağ ve her an başlamak üzere olan yeni çağ- arasında kökten bir fark vardır. Diger peygamberler trajik bir çağın sonuyla, yaklaşan mükemmel ve mutlu bir diğer çağı. Israil’in ahlaksız tutumunun sonunu, onun Tann’ya samimi bir dönüşle kendini yenileyebi lecegini vaaz ediyorlardı. Buna karşılık, Ikinci Işaya yeni çağın açılışını, Tanrı tarafindan belirlenen bir dizi mucizevi sahne içeren dramatik bir anlatı gibi sunar: 1) Babil’in Yahve (43:14-15 vb), Tanrı’nın aracı Keyhüsrev (41:25 vb) veya Israil tarafından (41:14-16) yıkılması; 2) Israil’in kurtuluşu, yani sürgünlerin özgürlüge kavuşması (49:25-26). çolu geçiş (55:12-13), Kudüs’e vanış (40:9-11) ve dünyanın dört bir köşesine dağılmış olanlanın bir araya gelişi (41:8-9); 3) Yahve’nin Siyon’a dönüşü (40:9-11); 4) Yeniden inşa ile (44:26), cemaatin çoğalmasıyla (44:1-5), hatta Aden bahçesine çevirme türü değişimlerle (51:3) ülkenin ihyası; 5) Milletlerin Yahve’yi kabul edip, kendi tanrılarından uzaklaşması (51:4-5).’ Bu eskatoloji senaryosu daha sonraki peygamberler tarafından da yeniden ele alınıp geliştirilecektir. Ama hiçbiri Ikinci Işaya’nın hayal gücüne ve ruhani derinligine erişemez.
Kudüs’ün düşüşü, Yahuda krallığının yok olması ve Sürgün, aslında büyük peygamberlerin haber verdigi tanrısal yargılardı. Şimdi ceza tamamlanmıştı ve Yahve Ahit’i yeniliyordu. Bu kez Ahit ebedi olacak (55:3) ve kurtuluş sonsuza dek sure cekti (45:17:51:6, 8); çünkü, sonsuz sadakatle sana sevecenlik göstereceğim’. Seni kurtaran Rab böyle diyor (54:8). Yahve’nin kurtardigi sürgünler, sevinçle haykırarak Siyon’a varacaklar. Yüzlerinde sonsuz sevinç olacak. Onların olacak coşku ve sevinç, üzüntü ve inilti kaçacak (51:11).
Epikuros da kozmopolitizm”i yayıyordu, ama onun başlıca amacı bireyin mutluluğuydu. Tanrıların varlığını kabul ediyordu. Bununla birlikte bu tanrıların ne kozmosla, ne de insanlarla hiçbir ilgileri yoktu. Dünya, tamamen mekanik bir biçimde, bir yaratıcısı ve bir amacı olmadan varolmuş bir makinaydı. Dolayısıyla insan kendisine en uygun varoluş biçimini seçmekte özgürdü. Epikuros’un felsefesi ataraksia yoluyla elde edilen dinginlik ve mutluluğun, mümkün olan en iyi varoluş tarzının ayırt edici niteliklerini oluşturduğunu göstermeyi amaçlıyordu.
Iskender’in hocası Aristoteles, kölelerin doğaları geregi kõle ve barbarlar ın naturaliter köleler olduğunu savunuyordu. Ama Iskender, Sus’ta iki Ahemeni prensesiyle evlendi ve Iran ritueline uyarak yakın silah arkadaşlarından doksanını iranlı soylu ailelerin kızlarıyla evlendirdi. Yine aynı rituel uyarınca, aynı anda on bin Makedon askerin düğünü yapıldı. Daha sonra Iranlılar ordudaki ilk yerleri aldılar, hatta seçkin birlikler içine kabul edildiler. Makedonlar, hükünıdarlarının siyasi anlayışını paylaşmaktan uzaktı. Madem ki zaferi kazanan ve fatih konumunda bulunan kendileriydi, barbarlar yenilmiş halklardan başka bir şey değildi. Makedonlar Opis’te ayaklandığında -içlerinden biri Persleri kendinize hısım ettiniz diye konuşunca- Iskender haykırdı: Ben hepinizi kendime hısım ettim! Ayaklanma, rivayete göre 3.000 kişinin davet edildiği bir uzlaşma şöleniyle sona erdi. Şölenin sonunda İskender barış için dua etti ve imparatorluğundaki bütün halkların topluluğun idaresine ortak olmasını diledi. Ayrıca tüm dünya halklarının birlikte uyum içinde, yürek ve ruh birliği içinde (homonoia) yaşayabilmesini diledi. Daha önceden bütün insanların aynı Baba’nın evlatlan oldugunu ve ettiği duanın inancının bir ifadesi olduğunu ve Dünyanın Uzlaştırıcısı olması için tannnm kendisini görevlendirdiğini söylemişti.
MÖ 323 yılının 13 Haziran günü Iskender daha 33 yaşına girmeden Babil’de öldüğünde, krallıgı Misir’dan Pencap’a kadar uzanıyordu. Oniki yıl ve sekiz ay süren saltanatı sırasında, Yunanistan’ın, Küçük Asya’nın ve Fenike’nin kent-devletlerine boyun eğdirmiş, Ahemeniler Imparatorluğu’nu fethetmiş ve Porus’u yenmişti. Yine de Iskender, tüm dehasına ve kendisini çevreleyen yarı-tanrısal haleye karşın -çünkü Zeus-Ammon’un oğlu kabul ediliyordu- Bias’ta gücünün sınırlarını öğrendi. Nehri geçmeyi ve Hindistan’a doğru ilerlemeyi reddeden ordu ayaklandı ve dünyanın efendisi onlara boyun eğmek zorunda kaldı. Uğradığı en büyük bozgun bu oldu ve Asya’yı dış okyanusa vanıncaya dek fethetmeyi hedefleyen mucizevi tasarısı da böylece sona erdi. Bununla birlikte Iskender geri çekilme emrini verdiğinde Hindistan’ın yakın geleceği ve genelde tarihsel dünyanın geleceği çoktan çizilmişti: Asya artık Akdeniz etkilerine açıktı ; bundan böyle Doğu ile Batı arasındaki iletişim hiçbir zaman tamamen kesilmeyecekti.
Orpheus figürü ise, Orpheusçuluk tan bağımsız olarak, Yahudi ve Hıristiyan teologlar, Rönesans’in Hermesçileri ve filozofları, Poliziano’dan Pope’a, Novalis’ten Rilke ve Pierre Emmanuel’e kadar uzanan şairler tarafından sürekli yeniden yorumlanmıştır. Orpheus, Hıristiyan veya aydınlanmacı, romantik veya modern Avrupa’nın, unutmak istemediği az sayıdaki Yunan mitolojik figüründen biridir.
Gerçekten de Sibirya şamanlarının erginlenme ritüelleri sırasında organlarının yenilendiğine ve kimi zaman kemiklerinin demirle eklemlendigine inanılır.
Ağır zahmetler döngüsü belli sayıda yeniden bedenlenişi içerir. Ölümden sonra ruh yargılanır, geçici olarak bir azap veya mutluluk yerine gönderilir, 1000 yıl sonra da yeniden dünyaya döner. Sıradan bir ölümlü kurtulana kadar bu döngüyü on kez yaşamak zorundadır. Orpheusçular, suçluların çektiği işkenceleri, lanetlilerin mahkûm olduğu sonsuz azaplar ı bol bol betimlemiştir. Hatta Kern, cehennemi ilk yaratanın Orpheusçuluk olduğunu ileri sürmüştür. Nitekim Ozan’ın (Orpheus) Eurydike’nin peşinden katabasis’i gerçekleştirmesi, yeraltı dünyası hakkında yapılan her türlü betimlemenin dayandığı temeli oluşturuyordu. Yeniden Orpheus mitinin egemen özelliği olan şamancıl unsurla karşı karşıyayız: Bütün Orta ve Kuzey Asya’da yeraltı dünyasına yaptıkları esrik inişleri sonsuz ayrıntıyla anlatarak geniş ve görkemli bir yeraltı coğrafyasını geliştirip yaygınlaştıranların şamanlar olduğu bilinmektedir.
Er mitinde, Platon yeniden bedenlenecek bütün ruhların, öteki dünyada yaşadıkları deneyimleri unutmak için Lethe kaynağından içmek zorunda olduklarını nakleder. Ama Orpheusçular ın ruhlarının yeniden bedenlenmeyeceğine inanılıyordu; bu nedenle onlar Lethe suyundan içmemeliydi. Ağır zahmetler ve acılar döngüsünden sıçrayıp çıktım ve çevik adımlarla özledigim taca doğru atıldım. Hades’in kraliçesi olan soylu kadının memesinin altına sığındım. Ve tanrıça yanıt verir: Ey talihli, mutlu kişi! Sen bir insandın, şimdi tanrı oldun .
Titanlar mitinin antikçağda Orpheusçu diye nitelendiğine kuşku yoktur. Bu mite göre, insan hem Titan doğasının hem de tanrısallığın parçasıydı; çünkü Titanların külleri çocuk Dionysos’un bedenini de içeriyordu. Bununla birlikte arınmalar (katharmoi) ve erginlenme ritüelleri (teletai) yoluyla ve Orpheusçu yaşam tarzı nı sürdürerek Titan unsuru temizleniyor ve bir bakhos olunuyordu; başka bir deyişle, tanrılık hali, Dionysosçu hal diğerinden ayrılıp özümseniyordu.
Ama vejetaryen uygulamaların daha karmaşık ve derin bir dinsel gerekçesi de vardı. Etle beslenmeyi reddeden Orpheusçular (ve Pythagorasçılar) resmi tapımda zorunlu olan kanlı kurbanlardan da uzak duruyordu. Gerçi böyle bir ret kentten kopma ve sonunda dünyadan el etek çekme kararını da yansıtıyordu; ama asıl be yan ettiği, Prometheus’un düzenlediği ilk kurban töreniyle kurulmuş bir sistem olan Yunan dinsel sisteminin toptan reddedilmesiydi. Et tüketimini insanlara ayırıp kemik sungusunu tanrılara yönelten Prometheus, Zeus’u öfkelendirmiş; ayrıca cennet çağına, insanların tanırılarla ruh birligi içinde yaşadığı çağa son veren sûreci başlatmışu. Vejetaryen uygulamalara geri dönüş hem ataların işlediği günahın kefaretini ödeme kararına, hem de ilk mutluluk çağına en azından kısmen yeniden kavuşma umuduna işaret ediyordu.
Empedokles’e göre de ölümsüzlük ruhgöçüne yol açıyordu; zaten onun vejetaryenliğinin gerekçesi de buydu (öldürülen hayvanda, yakın akrabalarımızdan birinin ruhu bulunabilirdi).
Dinler tarihinde oldukça sık rastlanan bir olaydır bu: Her çileci, gnostik ve soteriyolojik hareket, sayısız sözde-biçime ve kimi zaman çocukça erginlenme ritüellerine yol açar. Hindistan’da Upanişadlar zamanından beri mantar gibi çoğalan sahte çilecileri veya Yogacılarım ve Tantracılanın grotesk taklitçilerini anımsayalım. Özellikle ölüm sonrası kurtuluş sağlayan bir gizli bilginin vahyedilmiş ve erginleyici niteligi üzerinde çokça durulursa, taklitler de çoğalır. Örneğin masonluk ortaya çıktıktan sonra veya Gülhaçlıların gizemi yle ilintili olarak Batı Avrupa’da boy veren sayısız erginlemeyi ve gizli cemiyeti düşünün. Dolayısıyla keramet sahiplerinin ve Orpheotelestes’lerin etkisine kapılıp, Orpheusçu düşünce rituellerin gerçekliginden kuşkuya düşmek saflık olur. Bir yandan, en eski çağlardan itibaren benzer esrimeciler, kahinler ve otacilar bulgulanmaktadır. Bunlar halk dinleri nin ayırt edici niteliklerinden birini oluşturur. Diger yandan MO VI. yüzyıldan itibaren bu keramet sahiplerinin, kähin ve arındırmacıların çoğunun Orpheus’u benimsemesi, daha üstün, etkili ve saygın görünen bazı selamete erdirici gizli bilgiler ve teknikler bu lunduğunu, bunların taklit edilmeye, en azından mucizevi kişiliğin adından kaynaklanan ışıltının sahiplenilmeye çalışıldığını göstermektedir.
Akılda tutulması gereken birçok nokta var: 1) Adi ve mitine ilişkin bazı imalar ancak MÒ VI. yüzyıldan itibaren bulgulansa da, Orpheus arkaik türde bir dinsel kişiliktir. Homeros’tan önce yaşadığı, bu deyim ister zamandizinsel, ister coğrafi açıdan (yani, Homeros uygarlığına özgü tinsel değerlerin henüz ulaşmadığı bar bar bir bölgede yaşaması) anlaşılsın, rahatlıkla düşünülebilir. 2) Kökeni ni ve tarihöncesini bilmesek de, Orpheus’un Homeros geleneğine veya Akdeniz mirasına ait olmadığına kuşku yoktur. Traklarla ilişkileri tam bir bilmecedir; çünkü bir yan dan barbarların içinde bir Yunan gibi davranmakta, ama diger yandan Helenler öncesi çağa ait büyüsel-dinsel güçlerden yararlanmaktadır (hayvanlar üzerinde egemenlik, şamancıl katabasis). Morfolojik açıdan yine bir mysteria kurucusu (bir kata basis aracılığıyla) ve Getlerin, kendilerini ölümsüz sanan Trakların uygarlaştırıcı kahramanı olanı Zalmoksis’e yakındır. 3) Orpheus tam bir erginlenme kuru cusu olarak tanıtılmıştır. Onun Homeros’un atası olduğunun iddia edilmesinin nedeni, dinsel çağrısının önemini vurgulama isteğidir. Bu çağrı, Olympos dininden kökten ayrılmaktadır. Orpheus’un kurduğu varsayılan erginlenmenin özünü bil miyoruz. Yalnızca hazırlık aşamaları biliniyor: vejetaryenlik, çilecilik, anınma, dinsel eğitim (hieroi logoi, kitaplar). Teolojik onkabulleri de biliniyor: ruhgöçú ve dolayısıyla ruhun ölümsüzlüğü.
Son olarak Orpheus’un Dionysos ve Apollon’la ilişkileri de, onun mysteria kurucusu ününü doğrular; çünkü tapımı, erginlenmeleri ve esrime yi kapsayan başka Yunan tanrısı yoktur (tabii ki farklı, hatta karşıt esrimeler söz konusudur). Antikçagdan beri bu ilişkiler tartışmalara yol açmıştır. Dionysos annesi Semele’yi Hades’ten çekip çıkardığında, Diodoros Orpheus’un Eurydike’nin peşinden yeraltina inişiyle benzerlige dikkat çeker. Orpheus’un Bakkha’lar tarafından parçalanması da Dionysosçu türde bir ritüel, tanrının hayvan biçiminde sparagmos’u olarak yorumlanabilir. Ama Orpheus esas olarak Apollon’un kusursuz bir müridi diye biliniyordu. Hatta bir efsaneye göre tanrının, nympha Kalliope’den olma oğluydu. Apollon’a gösterdiği sofuca bağlılık nedeniyle öldürülmüştü. Orpheus’un çaldığı müzik aleti, Apollon’un liriydi. Son olarak da Orpheus, bir erginlenme ritüeli kurucusu olarak, arınma törenlerine büyük önem veriyordu ve hatharsis tam anlamıyla Apollon’a özgü bir teknikti.
Yunan tarihçi, Zalmoksis’e özgü ritüeli de naklediyor. Her dört yılda bir tannya dileklerini iletmek le görevli bir haberci seçip gönderirler. Birkaç adam ellerinde üç küçük mızrak tutar, kura ile seçilen ise havaya atılır; yere düşerken mızrakların sivri uçları bedenine saplanır. Bu kurban töreni bir mesaj iletilmesine olanak veriyor, başka bir ifadeyle Getlerle tanrıları arasındaki doğrudan ilişkileri yeniden, başlangıçta, Zalmoksis de aralarındayken var oldukları şekliyle güncelleştiriyordu. Bir anlamda habercinin kurban edilmesi ve gönderilmesi, tapımın kuruluşunun (ritüel içinde gerçekleştirildiğine göre) simgesel tekrarıydı; Zalmoksis’in üç yıl gizlendikten sonra ortaya çıkışı beraberinde getirdiği bütün sonuçlanıyla, özellikle de ruhun ölümsüzlüğünün ve eriştiği üstün mutluluğun güvence altına alınmasıyla birlikte yeniden güncelleştiriliyordu.
Trausiler bir çocuk doğduğunda dövünüyor, ama ölülerini sevinç içinde toprağa veriyordu.Birçok antik yazar Trakların savaştaki sıradışı cesaretini eskatolojik inançlarıyla açıklıyordu. Hatta Martianus Capella (VI, 656) onların tam bir ölüm açlığı na sahip olduğunu ileri sürüyordu (appetitus maksimus mortis); çünkü ölmek onların gözünde güzel bir şeydi. Rumenlerin ve Güneydoğu Avrupa halklarının bazı folklorik yaratımlarında ölüme verilen bu dinsel değer fark edilmektedir.
.. en eski Traklarda fırtına tanrısıyla Yeryüzü Ana arasındaki kutsal evlilik örnek mitinin bulunduğu da varsayılabilir; Dionysos bu birleşmenin ürünü olsa gerekti. Yunanlar, Dionysos’un Trak dilindeki isimlerini biliyordu: En yaygınları Sabos ve Sabazios’tu. Trak Dionysos’u tapımı, Euripides’in Bakkhalar’da değindiği ritüelleri hatırlatmaktadır. Törenler geceleri daglarda, meşalelerin ışığında yapılıyordu; vahşi bir müzik (tunç kazanılardan, zillerden ve flutlerden çıkan sesler) inananları sevinç çığlıkları atıp, dönüp duran bir halka biçiminde çılgınca dans etmeye teşvik ediyordu. Bu düzensiz ve yıpratıcı danslara en çok kadınlar kendilerini bırakıyordu; giysileri tuhaftı; anlaşıldığı kadarıyla tilki postlarından yapılmış, uzun, bol ve kenarları dalgalı giysiler olan bessares giymişlerdi; tilki postlarının üstünde oglak postları, başlarında ise muhtemelen boynuzlar vardı. Ellerinde Sabazios’a adanmış yılanlar, hançerler veya thyrsos’lar tutuyorlardı. Doruk noktasına, kutsal çılgın liga ulaştıklarında kurban töreni için seçilmiş hayvanları yakalayıp paramparça ediyor, etlerini çiğ çiğ yiyorlardı. Rituel biçiminde çiğ et yeme (omophagia) tanny la özdeşleşme sürecini tamamlıyordu; rituele katılanların adı artık Sabos veya Saba zios’tu.
Dünyanın sonu kozmolojinin ayrılmaz bir parçasıydı; ve Hindistan, Iran ve Israil’de olduğu gibi, kıyametin senaryosu ve başlıca aktörleri biliniyordu. En eksiksiz ve dramatik betimleme, Voluspá şiirinde ve Snorri’nin açıklamalarında yer almaktadır. Tüm kıyamet edebiyatının iyi bilinen klişelerine burada da rastlanmaktadır: Ahlak giderek çöker, insanlar birbirini bogazlar, yer sarsılır, güneş karanır, yıldızlar aşagı düşer; zincirlerinden kurtulan canavarlar yeryüzüne saldırır; Büyük Yılan Okyanus’tan dışarı çıkar, buyuk su baskını felaket lerine yol açar. Ama daha özgül ayrıntılar da bulunmaktadır: Üç yıl süren uzun bir kış (fimbulvetr), ölülerin umakiarndan yapılmış bir gemiyle gelecek bir dev sürüsü; başka devier de Surtr’un komutasında karadan ilerleyecek ve tanrıların konutu Asgardh’a saldırıp yok etmek üzere gökkuşağının üzerine tırmanacaklardır. Sonunda tannların ve kahramanların ordusuyla canavarların ve devlerin ordusu son kavga için büyük bir ovada karşılaşacaktır. Tanrlardan her bir bir düşmana saldırır. Thor kozmik yılanla çarpışır ve onu öldürür, ama kendisi de onun zehriyle olur. Odin, Fenrir tarafından parçalanır; genç oglu Vidar kurtu oldurur, ama o da az sonra ölür. Heimdallr Loki’ye saldırır ve birbirlerini yok ederler. Sonuçta bütün tanrılar ve düşmanları, Surtr dışında, bu eskatolojik kavgada düşer, hayatta kalan Surtr kozmik yangını başlatır -ve hayat izlerinin hepsi yok olur, sonunda Okyanus bütün yeryüzünü yutar ve gökyüzü de çöker.
Bir yüzyılı aşkın süredir bilginler Loki’yi sırasıyla ateş tanrısı, gökgürültüsü tanrısı veya ölüm tanrısı, Hıristiyan Şeytan’inin bir yansıması veya Prometheus’a benzeyen uygarlaştırıcı bir kahraman olarak açıklamıştır. 1933’te Jan de Vries onu Kuzey Amerika mitolojilerine özgü, çokanlamlı bir kişilik olan Düzenbaz’a benzetmiştir. Georges Dumézil ise, Loki, Hodhr. Baldr ve dünyanın sonunu birlikte hesaba kattığı için daha inandıncı görünen bir yorum önermiştir. Loki’nin sahtekar karakteri, kötülügü ve eskatolojik savaşta tannların düşmanları arasında yer alması, onu bizim çağımızın şeytanin tam anlamıyla kişileştirilmiş hali olan – Mahabharata’nın uğursuz kişiligi- Duryodhana’nın benzeri haline getirmektedir. Dumézil’e göre, Mahabharata ve Edda arasındaki uyumun çapı ve düzenliligi, iyi ve kötü arasındaki ilişkileri ve dünyanın yok oluşunu anlatan bir eskatoloji mitinin, Hint-Avrupa halkları daha dağılmadan önce oluşturulmuş bir mitin varlığını kanıtlamaktadır.
Loki’yle ilgili pek çok mit vardır, ama bunlar genellikle halk masallarını andırır. Kadınlar nezdindeki başanlarıyla övünür. Tyr’in eşine bir oğul vermiş, Thor un yerine geçip kanısıyla yataga girmiştir vb. Tannlarla devleri sahneye taşıyan fars ve öykülerin tamamına yakınında rol oynar. Meşhur ve korkunç bir şiir, Lokasenna, tannların şölen yaptıgı salona giren Loki’nin onlara nasıl kustahça hakaret ettigini anlatır. Ancak Thor’un görünmesiyle bu ayıba bir son verir.
Loki gizemli ve anlaşılması güç bir tanrıdır. Adının etimolojisi kesin değildir, tapım kabul etmiyor ve onun adına tapınak yapılmıyordu. Kendisi de bir As olduğu halde, tanrılara zarar vermeye çalışır ve dünyanın sonu geldiğinde onlara karşı savaşacaktır; Heimdallr’ı o öldürecektir. Davranışı yanıltıcıdır: Bir yandan tanırıların arkadaşıdır ve onların düşmanları olan devlerle savaşmayı sever; cücelere tanrıların gerçek simgeleri olan bazı büyülu nesneler yaptırır (Odin için Draupnir yüzüğü, Thor için çekiç vb). Diger yandan kötü, ahlaksız ve canidir: Baldr’in öldürülmesi işini o kotarmıştır ve bununla övünür. Dölleri olan yaratıklar da onun şeytani niteliğini doğrular: Kurt Fenrir ve Büyük Yilan ogullanıdır; Valhalla’ya yerleşme hakkını elde edemeyen olulerin gittigi hüzünlü diyarın koruyucusu Hel onun kızıdır.
Vanların hepsi, az çok doğrudan bereket. barış ve zenginlikle ilişkilidir. En eskisi olan Njordhr kız kardeşiyle evlenmiş ve ikizleri olmuştur (Freyr ve Freyja). Eski Cermenler ensest ilişkiden tiksindiği için, bu mitolojik rivayet ya Hint-Avrupalılardan önceki yerli halkların törelerini yansı tan bir anlatı, ya da bereket, özellikle de tarımsal bereket tanrılarına özgü orji niteliğini vurgulayan bir yon olarak yorumlanabilir. Tacitus tanrıça Nerthus’tan. yani Yeryüzü Ana dan söz eder, bu, Njördhr’le aynı isimdir. Tanrıça, bir ineğin çektigi kağnısıyla kabilelerin arasında dolaşıyordu, tapımı Okyanus un bir adasındaki kutsal bir ormanda kutlanıyordu ve Romalı tarihçi şöyle devam eder: Barış ve huzurun gorulduğu ve onların tadına varıldığı tek dönem budur. Daha sonra tanrıçamın kağnısı ve heykeli suya batırılıyor ve bu ritüeli gerçekleştiren köleler aynı gölde boguluyordu. Tacitus’un anlatısı muhtemelen Roma’daki Kybele ritüeli konusunda bildiklerinin etkisinde kalmıştır; bununla birlikte Kral Olaf destanı içinde korunmuş bir öykü bu tapim türünün varlığını dogrulamaktadır.
Bir savaş alanında ölmeyen Baldr Valhalla’ya değil, Hel’in topraklarına gitti. Baldr’ı serbest bırakmasını istemek üzere Odin’in gönderdiği ulağa, Hel, dünyadaki her şeyin onun ardından ağlaması koşuluyla bunu yapacağı yanıtını verdi. Tanrıların bilgi verdiği insanlar ve hayvanlar, taşlar ve ağaçlar ağladı. Yalnızca bir cadı Baldr’ın ardından ağlamayı reddetti ve onun Loki olduğu varsayılır. Sonunda Thor Loki’yi yakalar ve tannlar onu bir taşa zincirler. Üstüne zehirli bir yılan asar lar, yılanın zehri yüzüne akıp durur. Snorri’nin yazdığına göre, karısı yanında durmakta ve zehirli sıvının altında bir legen tutmaktadır. Legen dolunca kadın onu boşaltmaya gitmekte, ama bu arada Loki’nin yüzüne zehir akmaktadır. Loki acıdan kıvrandıkça yer sarsılmaktadır. Bununla birlikte Loki ragnarok’te, kıyamet arifesin de serbest kalmayı başaracaktır.
Yine Snorri’nin versiyonuna göre, Baldr uğursuz düşler görmüş ve tanrılar onu dokunulmaz kılmaya karar vermiş. Annesi dünyanın bütün şeylerini, Baldr’a zarar vermeyeceklerine yemin ettirmiş. Sonra Aslar thing meydanında, Baldr’in çevresinde toplanmış ve ona kılıçlarla vurup, üzerine her türlu şey atarak eglenmişler. Loki bunu görünce olup biten hiç hoşuna gitmemiş. Bir kadın görünümüne bürünüp Frigg’i bulmuş ve bütün varlıkların Baldr’a zarar vermeyecekleri konusunda yemin edip etmediklerini sormuş. Frigg şöyle cevap vermiş: Mistillteinn, ökse otu filizi denen bir ağaç filizi var; o bana yemin istenmeyecek kadar genç göründü. Loki onu koparmış ve thing’e gitmiş. Baldr’ın erkek kardeşi Hödhr kör oldugu için geri de duruyordu, ama Loki ona dali verip şöyle demiş: Sen de digerleri gibi yap, saldır ona, ben sana hangi yönde olduğunu söylerim. Loki’nin rehberliğindeki Hodhr okse otu filizini kardeşine doğru attı. Ok Baldr’ın bedenini delip geçti ve Baldr yere düşüp öldü. Bu olay tanrıların ve insanların arasında yaşanmış en büyük felaketti. Bununla birlikte kutsal bir yerde bulundukları için kimse Loki’yi cezalandıramıyordu.
Baldr; saflığı, soyluluğu ve trajik yazgısıyla tannların en ilgincidir. Snorri’nin yazdığına göre, Odin’le tannça Frigg’in oğlu en iyi tanrıdır ve herkes onu över. Görünüşü o kadar güzel ve parlaktır ki, ışık saçar Asların en bilgesi ve konuşma da en ustası ve en merhametlisidir. Onun tapımı hakkında fazla bir şey bilinmese de, evrenin her yerinde sevildigi bilinmektedir. Bununla birlikte Baldr dunya dramındaki önemini ölümüyle ortaya çıkarmıştır. Zaten onun miti tüm Cermen mi tolojisi içinde en dokunaklı olanıdır.
En önemli ve Tyr’in başlıca vasfını belirginleştiren mitsel olay, zamanların başlangıcında yaşanmıştır. Tanrılar, Loki’den hamile kalan bir dişi devin dogurduğu kurt Fenrir’in kendilerini parçalayıp yiyeceğini biliyorlardı. Fenrir’i yalnızca bir oyun olduğuna ikna ederek, görülmeyecek derecede ince, büyülü bir kayışla baglamayı başardılar. Kuşkulu genç kurt, kendisine kötülük yapılmak istenmediginin güvencesi olarak tanrılardan birinin elini çenelerinin arasına koyması koşuluyla bu oyuna katılmayı kabul etmişti. Yalnızca Tyr buna cesaret etti ve kurt kayıştan kurtulamadığını hisseder hissetmez onun elini kopardı. Georges Dumézil hakh olarak panteonu kurtarmak için ne denli gerekli olursa olsun, boyle bir davranışın bir yemin ihlali anlamına geldiğini ve dolayısıyla egemen-hukukçu tanrıda bir bozulmaya işaret ettiğini belirtir.
Asların ilki olan Tyr (Tiwaz, Ziu) çok daha siliktir. Tanrı isimlerinden tiwar, Tyr’in çoğulu olduguna gore, başlangıçta üstün bir tanrıydı. Romalıların yorumlarında Mars’la özdeşleştirildiği için, genellikle savaş tanrıları arasına yerleştirilir. Gerçekten de Tyr’in oldukça gelişmiş bir askeri yönü vardır, ama başlangıçtaki hukukçu tanrı vasfı hâlä seçilebilmektedir (Mitra’nın benzeri). Thing’le, yani duruşmaların karara bağlandığı halk meclisleriyle organik bir bağı vardır. Herkes silahlı olarak toplandığı için barış zamanı meclislerinin savaş zamanındakilere benzediği doğrudur, kararlar kılıçları veya baltaları havaya kaldırarak veya kılıçlarla kalkanlara vurarak onaylanıyordu.”
Odin-Votan’ın Cermenlerin dinsel hayatında oynadığı başat rol, büyüsel egemenliğin çok sayıda kerametiyle açıklanabilir. Dunyanın, tannların ve insanın yaratılışının başlıca mimarı Odin’dir. (Toplu bellek, mitsel başlangıç zamanlarında etkin olan diğer tanrısal kişiliklerin yalnızca adlarını koruyabilmiştir.) Aynı şekilde nihai savaş olan ragnarok’te de başrol Odin’e düşecektir. Onun hem egemen tanrı, hem de savaş ve ölüm tanrısı sıfatı, krallıgın kutsal niteliğini olduğu kadar savaş alanında ölmeye verilen dinsel değeri de anlaşılır kılar. Bu kavrayışlar, Cermen erken ortaçağı kültürünün ayırt edici özellikleridir.
Savaş tanrısı Odin-Votan aynı zamanda ölülerin de tanrısıdır. Büyüsel yollarla büyük kahramanları korur, ama sonunda onlara ihanet eder ve kendi gözdelerini öldürür. Bu tuhaf ve çelişkili davranışın açıklaması, eskatolojik ragnarok savaşı için çevresine en ürkütücü savaşçıları toplama gereksinimi olabilir. Nitekim dövüşürken ölen en tanınmış savaşçılar Valkürler tarafından gökteki Valhalla sarayına götürülürdü. Odin tarafından karşılanır ve günlerini son kavgaya hazırlanmak için savaşarak geçirirlerdi.
Chattilerde erginlenecek aday, bir düşman öldürmeden önce ne saçını ne de sakalımı kesiyordu. Taifali’lerde genç adamın bir yaban domnuzu veya ayı öldürmesi, Heruli’lerde ise silahsız dövüşmesi gerekiyordu. Aday bu sınavlar içinde bir yırtıcı hayvanın varoluş tarzını sahiplenirdi, yırtıcı bir etobur gibi davrandıkça ürkütücü bir savaşçı olurdu. Rituelle bir kurt postu giyerek edinilen kurt adamlık inançları ortaçağda büyük bir yaygınlık kazanır ve kuzey bölgelerde XIX. yüzyıla dek süregelir.
Ymir çift cinsiyetliydi. Tek başına bir insan çifti dünyaya getirmişti. Çift cinsiyetlilik, bilindiği üzere, butünlüğün en mükemmel ifadesini oluşturur. Eski Cermenlerde ilk bütünlük düşüncesi başka mitolojik geleneklerce de güçlendirilmiştir; bu geleneklere göre, tanrıların atası Ymir şeytani devleri de doğurmuştu (bu devler son felakete kadar kozmosu tehdit edecektir).

Üç kardeş kozmogoni işini sürdürerek Múspell’den fışkıran kıvılcımlardan yıldızları ve göksel cisimleri yaratırlar ve onların hareketlerini düzenleyerek gündelik döngüyü (gün ve gece) ve mevsimlerin art arda gelişini saptadılar. Değirmi biçimli yeryüzü, dışarıdan büyük okyanus tarafından kuşatılmıştı, tanrılar devleri okyanusun sahillerine yerleştirdi. Iç tarafta ise Midhgardh’i (tam karşılıgı ortadaki konut ), Ymir’in kirpiklerinden yapılmış bir setle korunan insanların dünyasını inşa ettiler. Sessiz tann Hoenir’in ve hakkinda neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz Lodhur’un yardımıyla, Odin ilk insan çiftini iki ağaçtan, kumsalda bulduğu Askr ve Embla’dan yaratu: Onları canlandırdı, onlara Hoenir aklı ve Lodhur da duyularıyla insan biçimli bedenlerini verdi. Bir diğer mit, kozmik ağaç Yggdrasill’den çıkan ve dünya nüfusunu yaratan iki insandan söz eder. Bu insan çifti, Ragnarök’ün Büyük Kışında, Yggdrasill’in gövdesine sığınacak ve dallarında biriken çiyle beslenecektir. Snorri’ye göre, kozmik ağaçta barınan bu çift dünya yıkıldıktan sonra da hayatta kalacak ve daha sonra ortaya çıkacak yeni yeryüzünün nüfusunu yeniden yaratacaktır.

Yaratılışın eksiksiz anlatısını Snorri aktarmıştır, başlıca kaynağı, putperest dönemin sonuna doğru yazılmış hayranlık uyandınıcı bir şiir olan Voluspa’dir ( Volva’nın, yani falcı kadının kehaneti ). Bu Kehanetlere göre (3. dörtlük), başlangıçta ne yer, ne de gökkubbe. yalnızca dipsiz uçurum, Ginnungagap vardı. Dogu kozmogonilerine yabancı olmayan bu imgeye başka metinlerde de rastlanmaktadır. Snorri, kuzeyde soguk ve sisli bir bölgenin, ölüler dünyasıyla özdeşleştirilen ve onbir nehrin doğduğu bir kaynağın akugi Niflheimr’in uzandığını belirtir; güneyde yakıcı bir ülke, dev Surtr’un ( Siyah ) beklediği Müspell bulunu yordu. Bir ara bölgede buz ve ateşin buluşması sonucunda, insan biçimli bir varlık, Ymir doğdu. O uyurken koltuk altı terinden bir erkek ve bir kadın doğdu ve ayaklarından biri digeriyle birleşerek bir oğul doğurdu. Eriyen buzdan bir inek, Audhumbla çıktı; Ymir’i sürüyle o besledi. Audhumbla tuzlu buzu yalarken ona bir insan biçimini verdi: Búri. Búri bir devin kızıyla evlendi ve üç çocuğu oldu: Odin, Vili ve Vé. Bu üç kardeş Ymir’i öldürmeye karar verdi; onun kanının oluşturduğu sel devlerin hepsini yuttu, yalnız biri karısıyla birlikte gizemli bir biçimde kurtuldu. Sonra üç kardeş Ymir’i dipsiz uçurumun ortasma götürdü ve bedenini parçalayarak dünyayı yaratilar: etinden topragı, kemiklerinden kayaları, kanından denizi, saçlarından bulutları, kafatasından da göğü şekillendirdiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir