İçeriğe geç

Travma, Bağlanma ve Aile Konstelasyonları Kitap Alıntıları – Franz Ruppert

Franz Ruppert kitaplarından Travma, Bağlanma ve Aile Konstelasyonları kitap alıntıları sizlerle…

Travma, Bağlanma ve Aile Konstelasyonları Kitap Alıntıları

Şiddet, yeni bir şiddeti kışkırtır; travmatize olma ve yeniden travmatize olma şeklindeki zincirle­me tepki harekete geçer. Kurbanlar suçluya dönüşür ve yeni kurbanlar yaratırlar.
İnsan toplulukları doğal felaketlerde genelde birlikte hareket ederler, afet onları altüst edip mahvettiğinde bir­birlerine yardım ederler. Oysa savaş ve şiddet, toplumun bu evrimleşmiş empatik yapısını yok eder, bireyi izole eder, insanların, daha fazla şiddet uygulayacak grup çeşitleri içinde destek ve koruma aramasıyla sonuçlanır.
Doğal felaketler, insanların şiddeti, cehaleti ve aptallığı kadar derin ve kalıcı ya­ralar açmaz.
De­neyimler, travmaya şahit olmanın da travmatize edici olduğunu göstermekle, mesela travmatize edici olaylarda yardım edenler ve travmatize edici bir ortamda bulunanlar . Polisler, itfaiyeciler ya da ilk yardım uzmanları eğer insanlar ölürken çaresizce seyretmek zorunda ka­lırsa, afetlerden etkilenmeden nasıl çalışabilirler? Bir çocuk anne babası gözlerinin önünde vurulsa ya da kaçırılsa ruhsal sağlığı­nı nasıl koruyabilir? Askerler, savaş alanından cesetleri “temizle­meleri” gerekse, akıl sağlıklarını nasıl koruyabilirler?
Savaşı savunanlar, sadece şimdi ve burada yol açtıkları ruhsal ve duy­gusal yaralar için değil, gelecek nesillere verecekleri zarar için de cevap vermek zorundadırlar.
Dolaşık ilişkilerimizi çözmenin tek yolu, başkalarına değil kendimize bakmaktır.
Dolaşık bir ilişkide, hiç kimse kendi “doğru yer”inde değil­dir. Ebeveynler çocuk gibidir ve çocuklarının kendilerini tat­min etmesini bekler; çocuklar kendi ebeveynlerine “anne baba­lık” yapar ve kayıp anne ve babayı arkadaşları ya da eşleriyle ikame etmeye çalışır; ardından eşler birbirlerine çocuk gibi davranır.
“Davranışları bozuk” çocukları, semptomları ortadan kalk­sın diye terapist ya da doktorlara götürme işi de eğer anne ba­balar kendi durumlarına bakmaya hazır değilse başarısızlığa mahkûmdur. Bir çocuğun “davranış bozuklukları” ebeveynleri­nin ruhsal ve duygusal donanımlarının aynasıdır ve çocuğa ge­nelde en çok yardım edecek şey, ebeveynlerin bu aynaya bak­maya hazır olmaları ve kendilerinin ruhsal ve duygusal durum­larını daha iyi kavramalarıdır.
Ruhsal sağlığın özellikleri şunlardır:
• Kendini sevme ve değer verme
• Başkalarıyla iyi bağlantılar ve iletişim kurabilme
• Kendine güvenli ve iyimser olma
• Hayatın tadını çıkarma ve yaptıklarından zevk alma
• Kıvrak bir zekâya sahip olma
• Alternatif eylem planları yapabilme
Ergen çeteleri, sadece ebeveynlerden ayrılmak için yapılan, sık görülen ergen arayışlarını destekleyen ortamlar değildir. Ba­zen bu çetenin kendisi gerçek ailesinde eksik olanı bulma çabası ile ailenin ikamesi olur. Esrar gibi uyuşturucular, suç çetelerine kanlan kimsesiz çocukları duygusal olarak birleştiren bir araç iş­levi görür. Esrar, uyuşturucu etkisinin sonucu olarak, sembiyotik duyguları uyarabilir ve sonrasında ulaşılamaz anne ya da namev­cut baba yerine tercih edilir. Daha kolay ulaşılır bir şeydir.
Sevgi tek başına uygunsuz bağlanma ilişkilerine düzen getiremez.
kişinin kendi çocuklanyla güvenli bir bağlanma geliştirmesinin en iyi temeli, kendi anne babasıyla olan güvenli bir bağlanmadır.
Çocukluktaki problemli ve çatışmalı bağlanmalar çift çatış­malarının ana nedenidir. Bana göre çiftlerin yaşadığı zorluk­ların daha iyi iletişimle çözülememe nedeni budur. Bir erkek istediği biçimde sevgi dolu ve ilgili olabilir ama karısı, onun üzerinden kendi anne ve babasıyla kavga ediyor ve onları red­dediyorsa başanlı olması nerdeyse imkânsızdır.
Anneyle iyi bağlanmış kişiler eş­lerine sembiyotik olarak veya tiryaki gibi yapışmaz ve en küçük problemde öfke ve kızgınlıkla kör bir eyleme dökme veya duy­gusal geri çekilme içine düşmezler.
Erkekler esas olarak duygusal yaralanmalara kadınlardan da­ha az dayanıklıdır, duygusal acılarını başkalarına yöneltilmiş sal­dırgan davranışlarla dışa vurma eğilimindedirler, oysa kadınlar saldırganlıklarını kendilerine yöneltmeye yatkındır ve bazen da­ha zayıf olanlara, ömeğin çocuklara yönelttikleri de olur.
Eğer anne ve baba tüm çocuklarını severse, çocuklar da birbirini sever. Ama eğer, birini sever diğerini reddeder­lerse, çocuklar arasında reddetme ve rekabet ortaya çıkacaktır.
Kızlarını aşağılayan veya saldırgan davranan, duygusal olarak ulaşılmaz babalar, onların yetişkin bir eş ilişkisinde yeterince ol­gun olmasını engeller; bu kızlar, iyi bir bağ kurmada yetersiz, şid­det gösteren ve kontrolsüz eşler seçerler.
Annelerinin ilgisinin yokluğunda babalarına tapınan ve hayran olan kızlar, sıklıkla kocalarını ve oğul­larını da bu dolaşıklığın içine sokacaktır, çünkü çoğumuz, içi­mizdeki çocuk benliğimizin duygusal ve ruhsal donanımını yansıtacak partnerler ararız.
Çocuk, annesinin var oluşunda ba­banın nasıl durduğuna, annenin babasını nasıl “aldığına” göre babayı hisseder:
Örneğin:Baba genç ölmüşse (savaşta vs.), annenin yasında ,Baba terk etmişse, annenin hayal kırıklığında ,Baba kaba ve şiddet uygulayan biriyse, annenin panik, öfke veya güçsüzlüğünde
,Sevdiği bir adamdan çocuk sahibi olmanın mutluluğunda
“Babaları olmadan büyüyen yetişkin­lerle yapılan araştırmaların genel sonucu, olumsuz bir varoluş yö­nelimine sahip olduklarını, daha yüksek semptom yükleri oldu­ğunu ve daha kısıtlı bir sosyallik içinde olduklannı göstermekte­dir”
Erkeklerce hayal kırıklığına uğratılan kadınların oğulları, aşırı- yüklenmiş hissedebilir. Annelerinin gözünde, annenin babasının ve büyük babalarının yapamadığı bir şeyi yapmak ya da sunmak zorundadırlar ve de bunu gerçek bir erkek rol modelleri olmadan yapmak durumundadırlar. Sonuç genelde bu çocukların tam ola­rak yetişkin bir erkek olamamalandır; ya sahte-erkek rollerine sığı­nıp kadın peşinde koşarlar ya da “maço” yalnız kahramanlar olur­lar ama gerçekte bir erkeğin bir kadınla nasıl etkileşime girmesi ge­rektiğini ya da baba olarak çocuklarının sorumluluğunu nasıl almaları gerektiğini asla bilmezler.
Annenin ruhundaki hiçbir şey çocuğun alıcılarından gizlenemez, çünkü çocuk sürekli annenin duygusal durumunu gözetler. Orada mı? Uyuyor mu, uyanık mı? Soğukkanlı ve ölçülü mü, yoksa ondan korkmalı mıyım ya da onun için korkmalı mıyım?
Rizzolatti, önce hayvan deneylerinde, ardından insanlarla yaptığı çalışmalarda, belli bir eylemi yaptığında o insanda sürek­li yanan özel nöronların varlığını keşfetti. Dahası, bu nöronların, bir eylemi gerçekleştiren kişiyi gözleyende de yandığını keşfetti. Gözlemcideki nöronlar çevreyi aynalamakta ve eylemi yapan ki­şinin beynindekiler gibi yanmaktaydı.
…eger anne ken­di ihtiyaçları ve varlığıyla fazlaca meşgulse, çocuğuna karşı bu du­yarlılığa sahip olmayacak ya da sadece kısmen geliştirebilecektir. Bu durumda, çocuğun ihtiyaçlarını fark etmek yerine kendi ihti­yaçlarını ona yansıtacaktır; örneğin çocuğu ya çok aşırı ya çok az teşvik eder, ya çok aşırı ya da çok az besler, ya çok uzun süre sı­kıca tutar ya da çok uzun bir süre yalnız bırakır. Ya çocuğa aşırı derecede katı sınırlar koyar ya da hiç sınır koymaz. Buna bağlı ola­rak çocuk kendi varlığı ve ihtiyaçları konusunda çarpık bir algı ge­liştirmeye meyleder, bağımsızlığını geliştiremez; onun yerine an­nesinin örselenmiş ve bilinci bulanık, narsislik kişiliğinin bir kop­yası olur.
Eğer çocuk sürekli annesinin ölü veya boş bakışlı gözlerine bakarsa, bunaltı yaşar ve zamanla, umutsuzluk ve kedere karşı savunmasız hâle gelir. Çocuklarını ifadesiz bir yüzle besleyen annelerin çocukta panik yaratması çok muhtemeldir.
Anne ve ço­cuk için doğum deneyimi, korku ve acı ile damgalanmışsa, sıkın­tılı ve kaygılı çocuk, daha sonradan annenin yoğun bakımına rağ­men güvensiz ve yalnız hissedecektir. Bu ilk ilişkinin belirleyici izi, yakınlık ve güvende olmayla ilgili yanıt bulamayan bir ihtiyaç olabilir ve bu da daha ilerde çocuğun tüm ilişkilerine aktarılabilir.
Spitz ve Wolf (1946), yeni doğan çocukların birincil önemde bir insanla sevgi temasları olmadığında, yeterli yi­yecek ve kişisel bakım sağlandığı hâlde köreldiklerini ve hatta öl­düklerini fark etmiştir.
…nerdeyse her ruhsal problem er­ken gelişimsel dönemdeki anne-çocuk ilişkisinde başlar.
İnsan ruhu, çok-nesilli bir fenomendir.
Bu ilkeye göre, bir insanın fiziksel, duygusal veya ruhsal prob­lemleri, sıklıkla üç ya da dört nesil geriye çekilebilecek bağlanma ilişkilerindeki dolaşıklıkların sonucudur.
Travmatik deneyimler, diğer kuşağa duygusal bağlanma sü­reci ile geçer.
Travma yaşamış bir anne, kaçınılmaz olarak, travmatik ya­şantısını herhangi bir biçimde çocuğuna aktaracaktır.Dolayısıyla, travmatik bir deneyim, daima birçok nesil üze­rinde etkiye sahip olacaktır. Babalar ve onların taşıma ihtimalleri olan travmaları da nesiller-arası taşıma sürecine dâhildir.
…kendine za­rar verme vakalarının çoğunda cinsel istismar geçmişi vardır.
Bir şekilde birçoğumuz kendi yaşadığımız ya da aile sistemin­de yaşanan travmaya yada travmalara dolanık yaşıyoruz. Önceki nesiller travmalarını bağlanma süreciyle, bize aktarıyorlar biz de aynı şekilde sonraki nesillere. Travma yaşamış anne ve babanın, yaşadığı travmayı çocuklarına aktarmama ihtimali neredeyse yok gibi.
…”psikoz”, “şizofreni” veya “sınırda kişilik bozukluğu ”gibi ruhsal hastalıkları, danışanların köken ailelerindeki sembiyotik dolaşıklıkların sonuçları olarak açıklama yönünde ilk adı­mımı attım. Bu hastalıkların nihai nedeni, ruhsal olarak sindirilemeyen travmadır ve travma enerjisi nesilden nesile geçebilir. Dört nesile kadar uzanan travma dolaşıklığı olabilir ve bu durum aile üyelerini fiziksel ve ruhsal olarak hasta edebilir.
Sadece yüksek düzeyde bir duyarsızlaşma ile ya da ahlaki bir netlikle,bir insan bağlandığı insanları aniden terk edebilir ..!
Ahlaki bir algının,etik standartlarının,empati ve acıma kapasitesinin olmaması ,ruhsal sağlığın göstergesi sayılmaz .Burada soru,niye bazı insanların bu korkunç davranışları geliştirdiğidir.
Doğal felaketler, insanların şiddeti, cehaleti ve aptallığı kadar derin ve kalıcı yaralar açmaz
Bir çocuğun sağlıklı duygusal gelişimi için anneyle olan güvenli bağlanmanın son derece büyük önemini dikkate alarak toplum, anneler ve yeni doğan çocuklar için kaygı ve stresten uzak ortamlar yaratmak için akla gelebilecek her şeyi yapmalıdır. Zihinsel ve duygusal bozuklukları, şiddeti ve suçu önlemenin temel önleyici ölçütü budur. Bir çocuk için bu güvenli bağın temin edilmesi; doktorların, psikiyatristlerin, öğretmenlerin, polislerin, hâkimlerin varlığından çok daha önemlidir.
Özetle diyebiliriz ki: Travmatize ebeveynler, bilinçdışı bir şekilde kendi yaşadıklarını çocuklarına aktarır, çocuklar da bilinçdışı bir şekilde ebeveynlerinin yazgısıyla kendilerini özdeşleştirirler. O zaman da çocuk iki çatışan gerçeklikle yaşar: kendi gündelik yaşam deneyimi ve anne babasının geçmişte yaşadıkları.
“Sonuç en azından kısmi bir kimlik bilinci bulanıklığı ya da parçalanmış bir kimlik duygusudur” (Bohleber, 2000).
Oysa, ölüm ve onunla ilişkimiz açısından güçsüzlüğümüz insan varoluşunun bir özelliği olarak kabul edildiğinde, varoluşsal travma deneyimi, travmayı dile getirmede bizi alternatif yollara götürebilir: kaygılarımızla başetme, hayatta kaldığımız
için şükran duyma, yaşamın savaş ve güç oyunlarıyla boşa harcanmayacak kadar değerli ve kısa olduğunu kavrama.
İnsan ruhu, çok-nesilli bir fenomendir.
Özetle, anneler eğer yüzünü çocuklarına dönmemede ısrarcıysa, esnek değilse, onlan ağlamaya terk ediyorsa ve acımasız bir şekilde duygularını görmezden geliyorsa, ruhsal hasarlar meydana
gelir (Harrer, 1940). Hitler’in, annesinin kendi çözülmemiş travmalarından kaynaklanan tepki verme-yeteneksizliği nedeniyle, ciddi bir bağlanma bozukluğu vardı ve bu yüzden geçen yüzyılın ilk
dönemlerinde Almanya’da Nasyonel Sosyalizmin işlediği suçların arasında bunların da olması hiç de tesadüf değil (Chamberlain, 1996). Hitler’in geliştirdiği ideoloji, ancak benzer şekilde baglanma bozuklugu olan insanlar arasında verimli bir toprak bulabilirdi.
Modern gen araştırmaları, tüm insanların %99.9 oranda genetik olarak eş olduklarını kabul etmekte. Her insanda, yaklaşık
35.000 tane aynı genetik yapıtaşı vardır. Genetik olarak aktarılamayan ise, genlerin bağlanış ya da ayrılış şekli, yani genetik düzenlemedir. DNA dizisi üzerindeki bir genin okunup okunmayacağından; bu okumanın ne düzeyde olacağından ve
bunun sonucunda bir protein üretilip üretilmeyeceginden “yazılım-transkripsiyon faktörü” sorumludur. Bu “yazılım faktörleri” kişinin ya kendi bedeninden ya da çevreden gelen
sinyaller tarafından kontrol edilir ve algı ile deneyim, beynin gen aktivitesi için merkezî öneme sahiptir. “Beyindeki gen düzenlemesine en büyük etkiyi yapan, maddi-olmayan sinyallerdir. Beş duyunun sinir hücre sistemleri tarafından kaydedilen kişiler-arası durumlar, sürekli olarak beyinde biyolojik sinyallere dönüştürülür ve bunun sonucunda yazılım faktörlerinin hareketlerinde yapısal bir etki bırakırlar. Bu, duygusal deneyimlerin, neden çok kısa bir süre içerisinde çok sayıda geni hareketli ya da hareketsiz hâle getirebileceğini açıklamaktadır. Genin harekete geçmesi ve proteinin tamamlanması birkaç dakika içinde olabilir.’’ (Bauer, 2002, s. 38)
Modem gen araştırmalarına ait keşifler, psikiyatrinin patoloji kavramını onaylamaktan çok, çürütmektedir. Genlerin etkileri değiştirilemez değildir, genler durum-bağımlıdır ve kişilerarası
ilişkiler tarafından da (DNA’ya) bağlanabilir ya da ayrılabilirler.
İnsanda ortaya çıkan bedensel ve zihinsel birçok hastalığın kökeninde yatan şey, duygu ile düşüncelerin birbiriyle uyumlu
olmamasıdır. Bazen duygularımız düşüncelerimize bazen de düşüncelerimiz duygularımıza güvenmiyor ki bu kargaşa, birçok hastalık için başlangıç dinamiği teşkil ediyor. Yaşadıkları travma nedeniyle yaşamla, dolayısıyla çocuklarıyla sağlıklı, normal bir ilişki oluşturamayan anne ve babalar ne kadar iyi niyetli ve sevgi dolu olurlarsa olsunlar, çocuklarının sembiyotik travmadan acı çekecekleri bir ruhsal alan oluşturarak çocuklarını travmatize ediyorlar. Bu sembiyotik travmanın sonuçları olarak çocuk kendi hisleri, duygularıyla annenin ya da babanın hisleri, duygularını ayırabilme kapasitesine sahip olamamasıyla kişisel kimliğiyle yaşayamıyor. İlk koşullanma da böylece çok erken yaşlarda başlıyor. Çocuk kendi düşünce ve duygularına mı güvenmeli yoksa anne ve baba tarafından aktanlan ve sistemde oluşan kargaşa içindeki duygu ve düşüncelere mi güvenmeli. Çocuk kendi yaşamına döndüğünde aile sisteminden aldığı bu dinamiği ister istemez kuracağı ilişkilere projekte ederek sembiyotik dolanıklığı tekrar ediyor. Dolayısıyla bir şekilde yaşadığımız ya da üstlendiğimiz travmalardan ötürü toplum içinde birbirimizi travmatize etmeye devam ediyoruz.
İnsanlar olarak duygusal sağlığımızın ana kaynağı başka insanlarla temasımızdır ki aynı zamanda duygusal ve ruhsal acı çekmenin kaynağı da onlardır.
Çaresizliği kabül etmek, yardım kapısını açar
Ciddi ruhsal rahatsızlığı olan danışanlarla yaptığım çalışmalarda, kesinlikle ikna oldum ki, eğer herkes kendisini neyin fail (suçlu) ya da kurban olmaya yönelttiği hakkında konuşabilirse ( İnsanların bu konuda konuşmaları çok zordur) , o zaman bugünkü haliyle psikiatri yakında gereksiz olacak.
Travmatize olmuş annelerin çocukları, anneleri olan bu gizemli varlığı anlamak için çok çaba harcarlar, sıkıntıları için ona yardım etmek isterler. Sonuçta kendilerini annenin duygusal dengesizliğine gittikçe daha fazla açarlar.
Çaresiz durumdaki çocuklar, sürekli olarak duygusal taşkınlık ve buz gibi soğukluk arasındaki bu çelişkili dalgalanmaya maruz kalırlar. Hayatlarının ilerleyen dönemlerinde anneleri kadar bölünüp ayrılmış benliklere sahip partner ararlar.
Çocuğun sorunları, doğumun ardından anne tarafından beslenmediğinde başlar ve çocuk aynı anda da annenin kaotik duygularının, yılgınlığının ve depresyonunun baskınına uğrar. Kendileri travmatize olmasalar da annelerinin deneyimlerini ve duygularını kopya edeceklerdir. Yemek yemek onlara zor gelir, çoğunlukla hastadırlar, huzursuz olurlar ve daha sonra okulda konsantre olmakta zorlanırlar
Bağlanma travmasından mustarip anneler ebeveynleri taafından duygusal bakımdan yaralanmış olmanın acısını ve ıstırabını kabul edemezler. Buna dayanamayacakmarından korkarlar ve böylece bilinçdışı bir şekilde kendi çözümlenmemiş korkularını ve depresyonlarını cocuklarına aktarırlar. Tıpkı küçük çocuklar gibi , kaygıları üzerinden kendi çocuklarına yapışırlar, aynı zamanda yaşadıkları duygusuzlukla, cocuklarını reddederler
Bağlanma travmaları, tanım itibariyle çok nesillidir çünkü annenin travması onun çocukla bağ kurabilme yeteneğini etkiler ve çocukta bağlanma travması oluşmasına yol açır, bu da ileride bir kişilik bozukluğu olarak ortaya çıkıp çocuğun bir yetişkin olarak kendi çocuğuyla bağ kurma yeteneğini etkiler.
Bağlanma travması deneyimi, kişiye sevginin çok değerli birsey olduğunu da öğretebilir
Bağlanma travması, sevgi, güvenlik, korunma ve kabul görme ihtiyacındaki hayal kırıklığına uğramakla karakterize olur. En cok bel bağlayacagınız kişiler, ebeveynleriniz , sizin için orada olmazlar ve bazı ebeveynler cocugun sınırlarını yerle bir edip kendi travmalarını ona yükleyerek çocugun kendilerine olan bağımlılığını istirmar ederler. Güvensizlik üzerine kurulu bir varoluş felsefesi gelişir, çünkü çocuğa iyiyle kötüyü ayırt etmeyi öğretecek bir aile vicdanı yoktur.
İçsel boşluk, bağlanma travmasının ana semptomudur
Kendi ruhunda sonsuz boşluk hisseden herkes, büyük olasılıkla içe bakıştan kaçınır; bunun yerine kendi içinde tahammül edemediği şeyleri başkalarına yansıtarak bir ideolojinin propagandacısı haline gelir
Çocuk açısından içsel boşluk hissi , bir başkasıyla temas kurmanın imkansızlığı, hayatının merkezi deneyimi haline gelir.
Annesiyle yaşayamadığı yakın teması sürekli olarak başkalarında arar, daima hayal kırıklığına uğrar ve içsel yalnızlığını belki de sanat, din yada doğa alanları aracılığıyla yaşamaya mecbur kalır
Travmatize olmuş bir anne, kalbini çocuğuna açamadığında, çocukla olan yaşamı kendisi için sürekli bir stres kaynağı haline gelir. Çocuk, annesinin hayatını mahvettiği yönünde gizli bir suçlamayla yaşar; en ufak şeyler sürtüşmeye neden olur.
Travmatize ebeveynlerin acıve keder dolu deneyimleri, sözcüklerden çok, tüm acılarının içeriğinin yoğunlaştığı ifade tarzında ve jestlerde kendilerini göstermekte
Travmatize ebeveynlet , bilinçdışı bir şekilde kendi yaşadıklarını çocuklarına aktarır, çocuklar da bilinçdışı bir şekilde ebeveynlerinin yazgısıyla kendilerini özdeşleştirirler. O zaman da çocuk iki çatışan gerçeklikte yaşar; kendi gündelik yaşam deneyimi ve anne babasının geçmişte yaşadıkları.
Sonuç en azından kısmi bir kimlik bilinci bulanıklığı yada parçalanmış bir kimlik duygusudur
Her türlü kaygıdan kaçma çabası daha cokkaygı yaratır çünkü kaçınma ihtiyacının kendisi kaygıyı ateşler
Travma geçirmiş ebeveynlerin çocuklarının aşağı yukarı %80i tutarsız motor davranış örüntü ve kalıp davranışları ile trans benZeri durumlar vasıtasıyla dış vurulan travmatize olmuş bağlanma örüntüleri geliştirirler
Çoğu ebeveyn çocuklarıyla oynarken güçsüzlük yada çaresizlik duygusuna kapılır. Korku yaşayan yada yetersizlik hisseden ebeveynler çocuklarına “güvenli duygusal bir sığınak” hissini aktaramadıkları için, aralarındaki bağlanma sürecinde çocuğun sabit, güvenilir bir duygusal güvenlik deneyimi edinmesi mümkün olmayacaktır.
Travma deneyimi yaşamış anne babalar çocuk sahibi olduklarında, bu çocuğun da düzensiz bağlanma kalıbı geliştirme olasılığının yüksek olma riski vardır.
Travma geçirmiş ebeveynler çocuklarıyla etkileşimleri içerisinde sert ve saldırgan bir biçimde davranmakta, çocuklarını korkutmakta yada çocuklarından ötürü kendileri korku yaşamaktadır
İlk travmayı yaşayan kişi ölmüş bile olsa travma, ilişki sistemlerini etkiler. Bazen olay yirmi, elli yada yüzyıl bile geçmişte olmuş olabilir ama bugün yaşayan kişileri ruhsal ve duygusal açıdan hala etkiliyor olabilir
Stres tepkisi enerji verir, travma tepkisi kişiyi felç eder. Stres kişiyi tamamen uyanık hale getirir, travmaysa uyuşturur. Travma tepkisi stres tepkisinin halefidir, diğer şeyler işe yaramadığında en son durak o olur.
Birisi çocukluğunu kısmen hatırlıyor ya da hiç hatırlamıyorsa bu unutulan bölümde travmatik bir deneyim geçirmiş olma olasılığı oldukça yüksektir
Amigdalanın asıl görevi travma durumlarında, tehlike içeren yada hayatı tehdit edebilecek her türlü bilgiyi alarak tehlikeli deneyimlere karşı bir filtre işlevi görmektir.
Amigdala bu bilgi kalıplarını depolar ve olayın tekrarını tanıdığında benzer alarm sinyalleri gönderir ki böylece otomatik ve dönüşümlü bir fiziksel ve duygusal tepki mümkün olsun
Genelde hastalık belirtileri ruhumuzdaki bir rahatsızlığın habercisidir ve bu fiziksel belirtiler ancak ruhtaki meseleler çözümlendiğinde kaybolur
Travmatik deneyimin tekrar canlanması korkusuyla birçok kişi travmayla yüzleşmekten kaçınır ve bu yüzden sürekli olarak kendilerinden kaçarlar.
Travmatik deneyim sırasında, ilgili algılar, duygu ve düşünceler bölünüp ayrıldığı için , travmanın yarattığı duygusal rahatsızlık bilinçli hafızadan atılmaya çalışılır.
Stres ve travma arasındaki fark; stresli bir durumda kişinin kaçmak yada savaşmak bir seçeneği vardır. ( savaş yada kaç)
Oysa travmada tek bir ihtimal donmak yada içsel olarak bölünmek ( don yada parçalan) vardır.

Stres tepkisi ruhsal kanalları açarken, travma bu kanalları kapatır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir