İçeriğe geç

A Tale of Two Cities – Stage 5 Kitap Alıntıları – Charles Dickens

Charles Dickens kitaplarından A Tale of Two Cities – Stage 5 kitap alıntıları sizlerle…

A Tale of Two Cities – Stage 5 Kitap Alıntıları

Elveda ruhumun kıymetlisi. Veda ederken tüm kalbim ve dualarım seninle. Yorgun ruhların dinlendiği o yerde yine buluşacağız!
Aşağıdakilerin yukarıdakilere duyduğu nefret, istemsizce gösterdikleri saygıdır.
Kederin ve ümitsizliğin muazzam bir gücü vardır.
Umut yüreğimden
tamamen silindi gitti.
“Tanrı dedi ki: Diriliş de benim, hayat da. Bana inanmış
olan kişi ölmüş olsa bile yaşayacaktır. Yaşayıp da bana
inananlar ise asla ölmeyeceklerdir.”
Sona yaklaştıkça bir dairenin içinde yolculuk yapıyorum ve
giderek başlangıca daha da çok yaklaşıyorum.
“Endişeli ve mutsuz, ama yine de çok güzel.”
Bir insan
etrafında olan biten bütün bu korkunç şeyleri böyle neyin ne
olduğu açıkça ortaya koyulmadan göremez ve inanın bana
doğru düzgün düşünmeden pek çok şeyin hamallığını yapar.
Sıkıntılı
günlerinde de bütün sadık ve iyi insanlar gibi
sorumluluklarına bağlı kalmıştı.
“Sanki ölmüşüm
gibi yalnız bırakıldım.”
O kibar zihinlerde
böylesi karanlık düşünceler nasıl oluşabilirdi ki?
En iyi zamanlardı, en berbat zamanlardı, bilgelik çağıydı, ahmaklık çağıydı, inanç devriydi, kuşku devriydi, Aydınlığın dönemiydi, Karanlık dönemiydi, umudun baharıydı, umutsuzluğun kışıydı…”
En büyük arzum bu düzene ait olduğumu unutmak..
“Sözün kısası umutsuz menfaatler için umutsuz oyunların döndüğü umutsuz bir zaman bu.”
Her insanın bir başkası için sonsuz bir muamma oluşu, üzerinde düşünülmesi gereken muazzam bir hakikattir.
“Tanrı sizi korusun!
Umarım bundan böyle hayatınız refah ve mutluluk içinde geçer. ”
“Evimize gidelim mi babacığım?”
“Kesinlikle hayır; bir keresinde merdivenin tepesinde bir tekme gelmişti ve o da kendiliğinden düşmüştü aşağıya.”
Zaten sevgi her zaman nefretten üstün değil miydi?
“Hücreleri daha boşaltılmamışken, yeni sahiplerini bulmuştu; kanları daha bir önceki gün dökülen kanlara karışmadan bir sonraki gün onlarınkine karışacak olan kanlar bulunmuştu.”
“özellikle yurtseverlik ve vatan sevgisi olarak bilinen şey ışıl ışıl erdemdi. ”
“Var olan doğru olandır, ”
Seni çiroz ihtiyar,
“Yaşasın baba! İşe erken başladık!”
Her şeyimiz vardı ama hiçbir şeyimiz yoktu.
Gelecek belirsiz bir gelecekti ve
belirsizliğinin içinde bilinememezliğin neden olduğu bir umut
vardı.
“Sadece dua ediyordum.

Sadece dua ediyormuş!
Aman ne iyi kadın!
Sen etsen etsen beddua edersin bana.”

“Ne çok insan ve ne büyük ıssızlık”
“O günler en iyisiydi ya da en kötüsüydü. Akıl çağıydı ve aptallık çağıydı. İnançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı. Işık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi. Umut baharıydı ve umutsuzluk kışıydı yaşayabilmek için her şey vardı önümüzde ve yaşayabilmek için önümüzde hiçbir şey yoktu hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk, hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk”
Zaten sevgi her zaman nefretten üstün değil miydi?
“Tekrar buluşacağız, bu dünyadan yorgun ayrılanların huzura kavuştuğu o yerde!”
Çünkü açıkta kalan tek yanları gözleriydi, zihinlerinin içi ise bir muamma.
Hiçbir
zaman görmek için iyi bir göz olmamış; çok uzun zaman Lucifer’ın gururunun zerresini, Sardanapalus’un
gösterişini ve bir köstebeğin körlüğünü içinde taşımış, ama
sonunda göz yuvasından düşmüş ve gitmişti.
Sebep
olduğu sonsuz acılarla şeytanı ayağa kaldırıp onu karşısında
görünce de düşmanına tek bir soru bile soramadan kaçıveren
masaldaki o köylüye benziyordu.
Onun için yaratıldığından şüphe duyulmayacak bir
dünyanın sararıp solması, kuruyup büzülmesi ne tuhaftı!
Her şeyin boynu eğik, her şey ezik, keyfi kaçık ve
kırgındı. Yerleşim alanları, çitler, evcil hayvanlar, erkekler,
kadınlar, çocuklar ve onları taşıyan toprak… Her şey
yıpranmıştı.
“Açlıktan kıvrananlara ot yiyebileceklerini
söyleyen Foulon! Ona verecek ekmeğim yokken babama ot
yiyebileceğini söyleyen adam Foulon! Göğüslerimdeki süt
kuruduğunda bebeğimin ot emebileceğini söyleyen kişi,
Foulon! Aman Tanrım, şu Foulon! Tanrım, çektiğimiz acılar!
Ölmüş bebeğim ve iskeleti çıkmış babacığım duyun beni; şu
taşların üstüne diz çöküp sizin öcünüzü alacağıma yemin
ediyorum! Kocalar, kardeşler, gençler! Bize Foulon’un kanını
getirin, kafasını getirin, yüreğini getirin, bedenini ve ruhunu
getirin! Parçalayın onu, sonra da toprağa gömün ki üzerinde
ot bitsin!”
Örgü ören kadınların parmakları
acımasızdı; çünkü parçalamayı öğrenmişti.
Ne yazık ki, aşırı umursamazlığı hayatını, başarı
ya da utanç gibi insanı teşvik edici herhangi bir duygudan çok
daha kolay ve kuvvetli bir şekilde yönlendiriyordu ve bir
aslanla boy ölçüşebileceği şeklindeki cüretkâr niteliğinden
ötürü çakallık konumunun üstüne yükselmek isteyecek gerçek
bir çakaldan farklı olarak o, çakallık konumunun dışına
çıkmayı aklından bile geçirmiyordu.
Gerçekten sevdiği bir kadını kaybetmiş hiçbir erkek, daha
sonra, duyguları değişmeden ona sonradan birinin karısı veya
bir anne olarak bakamaz.
Beni Kuzey Kulesi’ne götürdüklerinde cebimde kollarımda takılı kalmış bu saç tellerini buldular. “Bunlar bende kalsın. Buradan bedenen kaçmama yardım edemezler belki ama ruhen firar etmeme yardım edebilirler.” Onlara bu sözleri söyledim. Çok iyi hatırlıyorum.
İçinde titreşip duran henüz bilmediği bir
sevginin umudu ve bu yeni sevincinin keyfini çıkaracak kadar
yaşayamayacağı kuşkusu yüreğini yarı yarıya kaplamıştı.
Ben hiç unutmadım
ve sıradan bir cevap onu unutmamı sağlamayacaktır.
Bir taraftan büyük bir sıkıntının yükü altında ezilirken diğer taraftan bu yükü dengeleyecek bir şeye ihtiyaç duyar.
Her insanın bir diğeri için engin bir muamma oluşu, üzerine kafa yorulması gereken şaşırtıcı bir gerçektir.
Bana sanki bütün hislerim uyuşmuş gibi geliyor.
İnsan sesinin sahip olduğu o canlılığı ve tınıyı öylesine getirmişti ki, insanda, bir zamanlar güzel olan bir rengin soluk bir lekeye dönüşmesinin yarattığı hissi yaratıyordu.
Kader onu gideceği yere götürür, ona hak ettiği sonu da hazırlar.
Sözün kısası umutsuz menfaatler için umutsuz oyunların döndüğü umutsuz bir zaman bu.
Ama kin, birikmek için uzun zaman ister zaten..
Eskiden bir şair* kalabalığın çok olduğu yerlerde bir tabureye oturup gelip geçen insanlara bakarak düşüncelere dalarmış. Kalabalığın içinde bir taburede oturan Mr. Cruncher ise şair olmadığından fazla düşünmüyor, yalnızca etrafa bakınıyordu.
Belki de Tellson Bankası’nın bu güvenilir bekâr memurunun asıl uğraşı başkalarının sorunlarıydı; ikinci el kıyafet gibi ikinci el sıkıntılar, gelip geçici sıkıntılar.
Cumhuriyet ve Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ya da Ölüm.
Her insanın bir diğeri için engin bir muamma oluşu, üzerine kafa yorulması gereken şaşırtıcı bir gerçektir.
O adaletsiz mahkemede, sanıklara söz hakkı tanıyan hiçbir makul yöntem ya da kural yoktu. Zaten bütün yasalar, yöntemler ve protokoller bu kadar canavarca kötüye kullanılmasaydı böyle bir ihtilal de olmazdı, oysa ölüme susamış devrim öç duygularıyla hepsini önüne katıp rüzgâra savurmuştu.
Biz fazla ayrı kalamayız, sevgilim! Bu ayrılık, kalbimi günden güne kül edecek.
Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana
Açlık, yüksek evlerin dışındaki iplere ya da direklere asılmış içler acısı kıyafetlerdeydi; Açlık, bu kıyafetlerin kağıttan, samandan, paçavradan ve tahtadan yamalarınıdaydı; Açlık, adamın testereyle kestiği her ufacık odun parçasında kendini tekrarlıyordu; Açlık tütmeyen bacalardan aşağıdakileri seyrediyordu; Açlık çöplerinde zerre kadar yiyecek bulunmayan, leş gibi sokaklarda şaha kalkmış bir dev gibi dikiliyordu. Açlık, fırıncının raflarındaki tek tük bayat ekmeğin üzerine kazılı olan kelimeydi; Açlık, sosis dükkanlarında satılan, ölü köpek etinden yapılmış yiyeceklerdeydi. Açlık, kuru kemiklerini, dönen silindirlerde kebap yapılan kestanelerin arasında takırdatıyordu; Açlık, çeyrek penilik çorba kasesindeki kendine hayrı olmayan bir kaç damla yağ içerisinde kızartılmış sert patates dilimlerinin her bir zerresindeydi.
Açlığın ebedi varlığı her yerde ve her şeydeydi.
Zaten sevgi her zaman nefretten üstün değil miydi?
Bunca kalabalığın içinde olup yalnız olmak!
Nasıl ki insanın sahip olduğu bilgi dağarcığı bir ışık huzmesini parçalara ayırıp yapısını analiz edebiliyorsa, daha gelişmiş zekâlar, dünyamızın şu cılız parıltısında, her türlü bilinçli canlının düşünce ve eylemlerini, her türlü erdem ve kötülüklerini okuyabilir.
Zaman mefhumunu kaybetmişti halk. Millet hummaya tutulmuş, hummalı bir hasta gibi zamanı unutmuştu.
dayanamadığım bir şey varsa o da şu belirsizlik.
Açlık, çöplerinde zerre kadar yiyecek bulunmayan, leş gibi sokaklarda şaha kalkmış bir dev gibi dikiliyordu. Açlık fırıncının raflarındaki tek tük bayat ekmeğin üzerine kazılı olan kelimeydi; açlık, sosis dükkanlarında satılan ölü köpek etinden yapılmış yiyeceklerdeydi.
Duygular! Ne duygulara ayıracak zamanım oldu ne de duyguları yaşayacak fırsatım.
Durmadan örgü ören kadınların
çevresinde onlara doğru yaklaşmakta olan o kadar çok şey
vardı ki kendileri de o tamamlanmamış yapının bir parçası
olmaya doğru yaklaşıyorlardı. Yine oturup durmadan örgü
örecek ve düşen kelleleri sayacaklardı.
“İnsan
konuşmasından ne olduğunu belli eder.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir