İçeriğe geç

Spinoza: Pratik Felsefe Kitap Alıntıları – Gilles Deleuze

Gilles Deleuze kitaplarından Spinoza: Pratik Felsefe kitap alıntıları sizlerle…

Spinoza: Pratik Felsefe Kitap Alıntıları

Spinoza, düşünme tarzında olduğu gibi, yaşama tarzında da , insanların yetindiği sahte görüntülerin karşısına ölümlü ve olumlayıcı bir imge koyar. Ama insanlar bu görüntülerle yetinmekten daha beterini de yaparlar; hayata karşı kin tutan ve hayattan utanç duyan insan, ölüm tapınışlarını çoğaltan, despot ile kölenin, rahip, yargıç ve askerin kutsal birliğini oluşturan, dalma hayatın ensesinde, onu sakatlayan, onu bir hamlede ya da yavaş yavaş öldüren, yasalarla, mallarla, ödevlerle, imparatorluklarla onun üstüne çullanan ya da onu boğan bir özyıkım insanı: İşte dünyada bunu teşhis eder Spinoza, evrene ve insanlığa karşı bu ihaneti.
Spinoza bütün toplumlarda söz konusu olanın sadece ve sadece itaat etme olduğunu gösterecektir: Bu nedenle kabahat, değerlilik – değersizlik, iyi-kötü mefhumlardır. Öyleyse en iyi toplum, düşünme gücünü itaat etme zorunluluğundan muaf tutan ve bu gücü kendi çıkarları gereği, sadece eylemler konusunda bağlayıcı olan devlet otoritesine tabi kılmaktan kaçınan bir toplumdur. Düşünce özgür, dolayısıyla da diri olduğu sürece hiçbir şey tehlikede değildir, fakat böyle olmaktan çıkınca tüm diğer baskılar da olanaklı, hatta çoktan gerçekleşmiş hale gelirler; herhangi bir eylem suça dönüşür, her hayat tehdit altındadır.
filozof ne kadar darbe alırsa alsın, hiç açık vermez.
nasıl ki despotların örselenmiş ruhlara ihtiyacı varsa, örselenen ruhların da bir despota ihtiyacı vardır.
Hislerimiz ya da duygularımız, varoluşun diğer kipleriyle gerçekleşen dış karşılaşmadan doğdukları ölçüde, duygulandıran bedenin doğasıyla ve bu bedenin zorunlu olarak upuygun olmayan fikriyle, halimizle kuşatılan bulanık bir imgeyle açıklanırlar. Onların upuygun nedeni olmadığımız için, bu gibi duygular tutkulardır. Hatta, eyleme kudretinin artışıyla tanımlanan sevinç kaynaklı duygular da tutkulardır: Sevinç bir insanın eyleme kudreti, kendisini ve eylemlerini upuygun bir şekilde anlayacağı noktaya yükselmediği ölçüde bir tutkudur.
Şurası kesindir ki, duygu bir imge ya da bir fikri varsayar, ve kendi nedeni olarak ondan türer. Ama duygu, imge ya da fikre indirgenemez, iki durum arasındaki farkı içeren yaşanmış bir süreyi deneyimlemiş olarak, tamamen geçişli olduğundan, ve belirtisel veya temsili olmadığından,başka
bir doğaya sahiptir. İşte bu yüzden, Spinoza duygunun bir fikirler karşılaştırması olmadığını gösterir, ve her tür entelektüalist yorumu reddeder: Öncekinden daha büyük ya da daha az büyük bir varolma kuvvetinden bahsettiğimde, zihnin bedenin halihazırdaki durumunu geçmişle karşılaştırmasını değil, duygunun biçimini oluşturan fikrin bedendeki, öncekinden daha fazla ya da az gerçekliği etkili bir şekilde kuşatan herhangi bir şeyi olumlamasını anlıyorum .
Etik, varoluşu her zaman aşkın değerlere yükleyen Ahlak’ın yerini alır. Ahlak, bir Yargı sistemi olan, Tanrı yargısıdır. Ama Etik yargı sistemini tersine çevirir. Değerlerin çatışmasının yerini (İyilik-Kötülük), varoluş kiplerinin (iyi-kötü) niteliksel farklılığı alır. Değerlerin yanılsaması bilincin yanılsamasından ayırdedilemez: Çünkü bilinç özü gereği bilgisizdir, çünkü nedenlerin ve yasaların düzeninden, ilişkilerin ve onların bileşiminin düzeninden habersizdir, çünkü sonucu bu yanılsamalardan beklemek ve elde etmekle yetinir, bilinç bütün Doğayı yanlış tanır. Oysa ahlak dersi vermek için anlamamak yeterlidir. Şurası açıktır ki, bir yasayı anlamadığımız andan itibaren, o yasa bize -melisin/-malısın şeklinde bir ahlaki değer olarak görünür. Oran hesabını anlamıyorsak da, onu uygular ve bir ödevmiş gibi ona riayet ederiz. Adem bedeninin meyva ile olan ilişkisinin kuralını anlamıyorsa, Tanrının sözünü bir yasaklama olarak yorumlar. Dahası, ahlaki yasanın bulanık biçimi, doğa yasasının itibarını öyle düşürmüştür ki, filozof doğa yasasından değil, sadece ezeli-ebedi hakikatlerden söz etmelidir: Yasa kavramının doğal şeylere uygulanması kıyaslama yoluyla olur, yasanın olağan anlamı ise basitçe bir buyruk olarak görülür Nietzsche’nin kimya hakkında, yani panzehir ve zehir bilimi hakkında söylediği gibi, ahlaki bir izlenim bırakacak olan yasa sözcüğünden sakınılmalıdır.
Ethika’da Spinoza’nın Satir dediği şeye karşıt olarak, satir insanın güçsüzlüğü ve üzüntüsünden zevk alan her şeydir.
Suçlamalar, kötülük, küçümseme ve aşağılık yorumlamalar üstünden geçinen her şeydir, insan ruhunu kıran her şeydir. (Kırık ruhların bir zalime ihtiyacı olduğu gibi zalimlerin de kırık ruhlara ihtiyacı vardır.)
aşk için gösterilen şiddet hemen dikkatimizi çekiyor: gazeteler epeyce yazar bunları. ancak aşk uğruna kaybedilen sevgi miktarı insan aptallığının (spinoza buna ruh köleliği diyordu) şahikasını oluşturuyor. aşka yapılan en büyük hakaret karşıdakini belli şartlar dahilinde sevmektir -yani aşka koşullar dayatmak. düşmanlığa (savaş, dava vesaire) kurallar dayatmak gerekir, çünkü o kederli bir haldir ve ona dayatılacak her kural meselenin çözümüne yardımcı olur; oysa aşka kurallar dayatmak insan budalalığının ta kendisidir ki buna aslında hayvanlar bile düşmez.
spinoza açısından kesin olan şey, ikiyüzlülülüklerin ve budalalıkların ötesinde, kendi varlığımızı sürdürme çabamızın (conatus) bir eseri olan bir cömertliğin mümkün olduğudur. kendinden vazgeçmeden başkasıyla varolma. oysa spinozist tarzda yaşamayan bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz, ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.
Duygular açısından, iki çeşit tutku, yani kederli tutkular ve sevinçli tutkular arasındaki temel ayrım, tutkular ve eylemler arasındaki bambaşka bir ayrımı hazırlamaktadır. Affectio fikri gibi bir fikirden hep duygular türer. Ama, eğer fikir, bulanık bir imge değil de upuygun bir fikirse; eğer etkileyen bedenin özünü, bizim halimizde dolaylı olarak kuşatmak yerine doğrudan doğruya ifade ediyorsa; eğer bizim özümüzün, diğer özlerin ve Tanrının özünün içsel uyuşumunu gösteren bir iç affectio’nun ya da öz-etkilenişin fikri (üçüncü tür bilgi) ise, o halde ondan doğan duygular birer eylemdir. Bu etkin duygu ya da hisler, basit sevinç ve sevgilerden ibaret değildir; artık yetkinliğimizin ya da eyleme gücümüzün bir artışıyla değil, bu güç ya da yetkinliğin biçimsel olarak tamamen sahiplenilmesiyle tanımlandıkları için çok özel sevinç ve sevgilerdir. Bu etkin sevinçler kutluluk olarak adlandırılmalıdır: Bu tür sevinçler, tıpkı edilgin sevinçler gibi süre içerisinde ele geçirilir ve yayılır görünseler de, aslında ebedidirler ve artık süre ile açıklanmazlar; artık geçiş ve intikaller içerimlemeyip, kendilerini ve birbirlerini ebedilik kipinde, kök aldıkları upuygun fikirlerle ifade ederler.
Hislerimiz ya da duygularımız, varolan başka kiplerle gerçekleşen dışsal karşılaşmadan doğdukları sürece, ekileyen bedenin doğasıyla ve bu bedenin zorunlu olarak upuygunsuz fikriyle, halimizde kuşatılan bulanık bir imgeyle açıklanırlar. Bu türden duygular, biz onların nedeni olmadığımız için, birer tutkudur (III, Tanım 2). Hatta eyleme gücünün artışıyla tanımlanan sevinç tabanlı duygular bile birer tutkudur: Sevinç bir insanın eyleme gücü, onun kendisini ve eylemlerini upuygun bir şekilde anlayacağı noktaya yükselmediği ölçüde bir tutkudur (IV, 59, Kanıtlama) Eyleme gücümüz maddi olarak ne kadar artarsa artsın, ona biçimsel olarak egemen olamadığımız sürece edilgin oluruz, gücümüzden ayrı düşeriz.
O halde bir birey, parçalar karakteristik bir ilişki altında tekil bir öze ait oldukları ölçüde, daima sonsuz uzamlı parçadan oluşmaktadır (II, 13 sonrası). Bu parçaların kendileri (corpora simplicissima) birer birey değildir; her birinin bir özü yoktur, yalnızca dışsal determinizmleriyle tanımlanırlar ve her zaman sonsuzluklar halinde ilerlerler. Ama aynı zamanda, aralarından biri, yani bir sonsuzluk kümesi şu ya da bu kip özünü karakterize eden şu ya da bu ilişki altına girdiği ölçüde, bir varolan birey oluştururlar; varoluşun sonsuzca çeşitlenen kipsel maddesini oluştururlar. Bu sonsuz kümeler, Spinoza’nın Meyer’e yazdığı mektupta daha büyük ya da daha küçük olarak ve sınırlı bir şeyle ilişkili olarak tanımladığı şeylerdir. Nitekim iki varolan kip verildiğinde, bunlardan birinin güç derecesi diğerinin iki katı ise, o kip kendi ilişkisi altında diğerininkinden iki kat büyük bir parçalar sonsuzluğuna sahip olacak ve hatta diğerine parçalarından biriymiş gibi davranabilecektir. Şüphesiz, varoluş sırasında iki kip karșılaştığı zaman, bunlardan birinin kiplerin karakteristik ilişkilerinin birbirlerini doğrudan doğruya çözüp dağıtmasına göre ötekini yok ettiği ya da tersine karakteristik ilişkilerin doğrudan doğruya bileşmesi uyarınca onun varlığını sürdürmesine yardım ettiği olur. Ama her zaman, her karşılaşmada, her biri ebedi hakikat olan ilişkiler vardır. Öyle ki, bu düzene göre Doğanın tamamı, tüm ilişkileri bileştiren ve sonsuz uzamlı parça kümelerinin tümüne farklı derecelerde sahip olan bir Birey olarak kavranacaktır.
Ethica’nın temel noktalarından biri, Tanrının, bir despotun ya da hatta aydınlanmış hükümdarın gücüne benzeyen tüm iktidarını reddetmekten oluşur. Bu istenç yasa koyucu bir kavrama gücü tarafından aydınlanmış olsa bile, bu, Tanrının istenç olmayışıdır. Tanrı, kendi istenci yoluyla gerçekleştireceği olasılıkları kendi kavrama gücünde tasarlamaz. Tanrısal kavrama gücü yalnızca bir kiptir, bu kip aracılığıyla Tanrı kendi özü ve bu özden doğan şeyin dışında başka bir şeyi anlamaz; istenci yalnızca bir kiptir, bu kip altında tüm sonuçlar onun özünden ya da onun anladığı şeylerden türerler. Böylece, o bir iktidara değil, sadece kendi özüne özdeş bir kudrete sahiptir. Bu kudret yoluyla Tanrı aynı zamanda kendi özünden doğan tüm şeylerin ve kendinin nedenidir, yani kendi özü tarafından kuşatıldığı haliyle kendi varoluşunun nedenidir.
( ) kötü olan her şey eyleme kudretinin azalmasıyla (keder­ nefret), iyi olan her şey de bu aynı gücün artmasıyla (sevinç-sevgi) ölçülür. Spinoza’nın bütün kavgası bu yüzdendir, onu Epikuros’tan Nietzsche’ye dek uzanan büyük düşünce çizgisine ait kılan şey, keder üstüne temellenen tüm tutkuları köktenci biçimde reddetmesidir. İnsanın içsel özünü onun kötü dışsal karşılaşmalarında aramak bir utançtır. Kederi barındıran her şey despotluğa ve baskıya hizmet eder. Kederi barındıran her şey kötü, ve bizi kendi eyleme kudretimizden ayıran bir şey olarak reddedilmelidir: Sadece pişmanlık ve suç, sadece ölüm düşüncesi değil, aynı zamanda güçsüzlüğe işaret eden umut hatta güvenlik bile reddedilmelidir.
Her şey Tanrıyı açıklayıp, ima ederken, Tanrı her şeyi karmaşıklaştırır.
Keder durumunda gücümüz bir çaba olarak tümüyle acı kaynağını keşfetmek ve ona neden olan nesneyi uzaklaştırmak ve parçalamak için çalışır. Gücümüz dondurulur ve tepki vermekten başka bir şey yapamaz. Neşe durumunda, bunun tersine, gücümüz artar. Ötekinin gücüyle bir araya gelir ve sevilen nesneyle birleşir.
Direnmek, dayanmaktır; çaba belirsiz bir süreyi içerir..
Tanrı istenç değildir. Yasa koyucu bir zihin tarafından aydınlatılmış bir istenç de değildir. Tanrı kendi istenci yoluyla fark edeceği olasılıkları kendi zihninde kavramaz.
Her eksiklik bir olumsuzlama ve bir olumsuzlama ise hiçbir şeydir..
İyi, Kötü gibi anlamsızdır. Onlar tamamen toplumsal işaretlere, ödüller ve cezaların dayatıcı dizgesine bağlı olan aklın ve imgelemin varlıklarıdır..
Keder taşıyan her şey despotluğa ve baskıya hizmet eder..
İnsanlar tanrıya insan bilincinden ödünç alınmış özellikleri yüklüyorlar..
Varoluşumuz süresince özduygulanımları ne kadar fazla edinirsek varoluşumuz yiterken, ölürken ya da acı çekerken bile o kadar az kaybederiz ve gerçekte kötülüğün hiçbir şey olduğunu ya da kötü hiçbir şeyin veya hemen hemen hiçbir şeyin öze katılmadığını o kadar iyi söyleyebiliriz
Kalıcı olan neşedir. Kederli tutkular çökmeye mahkumdur..
Yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyoruz..
Bilinç beklemekle ve sonuçlarla yetinmekle tüm Doğa’yı yanlış anlar..
Bilinç, gözümüz açıkken gördüğümüz rüyadır..
Nietzsche’nin söylediği gibi bizler bilinç önünde şaşkınızdır, fakat “ asıl şaşırtıcı olan bedendir…”
Kırık ruhların bir zalime ihtiyacı olduğu gibi zalimlerin de kırık ruhlara ihtiyacı vardır.
Spinoza, düşüncenin insanlar tarafından her zaman için sevilmediğini kendisine hatırlatmak için, bıçak darbesiyle yırtılmış bir ceket giyerdi.
İnsan ve Doğa, bir trajedi, Doğa’nın içinde İnsan, dindar bir vaiz, Doğaya karşı İnsan katliamdır..
Böylece öze ait olma, kötülüğü ve kötüyü dışlayan yeni bir anlam kazanmaktadır. Bu halde kendi özümüze indirgenmiş değilizdir; tam tersine bu iç etkilenişler, bağışıklık etkilenişleri, kendimizin, diğer şeylerin ve Tanrının bilincine içeriden, ebedi ve özsel olarak varmamızı sağlayan biçimlerdir (üçüncü tür bilgi, sezgi). Varoluşumuz süresince bu öz-etkilenişlere ne kadar erişirsek, varoluşumuzu yitirirken, ölürken, hatta acı çekerken o kadar az şey yitirir ve kötülüğün gerçekten de bir hiç olduğunu veya öze, kötü olan hiçbir şeyin ya da hemen hemen hiçbir şeyin ait olmadığını o kadar rahat söyleyebiliriz.
Tanrı, kendisini, İyilik ve Kötülüğe göre yargılayan bir yargıç konumuna taşıyan bir anlama yetisine, bir istence ve tutkulara sahip midir? Aslında biz, sadece kendimiz tarafından ve hallerimize göre yargılanırız. Etika, ahlaki yargılamanın aksine, hallerin fiziksel-kimyasal sınavlarından oluşmaktadır. Öz, tekil özümüz, anlık değil, ebedidir. Yalnız, özün ebediliği sonradan gelmez, sürenin varoluşuyla sıkı sıkıya eşzamanlı, eşvaroluşludur. Ebedi ve tekil öz, kendisini bir ilişkide ebedi gerçeklik olarak ifade eden yeğinlikli parçamızdır; varoluş ise sürede ve bu ilişki altında bize ait olan uzamlı parçalar bütünüdür. Varoluşumuz süresince bu parçaları eyleme gücümüzü artıracak şekilde bileştirmeyi ne kadar başarmışsak, salt kendi kendimize, yani yeğinlikli kısmımıza dayanan o kadar çok etkileniş deneyimlemişizdir. Eğer bunun tersine, kendimizin ve başkalarının parçalarını sürekli olarak yıkıma uğratmış ya da çözüp dağıtmışsak; yeğinlikli ya da ebedi kısmımızın yani özsel parçamızın, kendisinden kaynaklanan ancak çok az sayıda etkilenişi olur ve kendisine bağlı hiçbir mutluluğu olmaz. Öyleyse iyi insan ile kötü insan arasındaki son ayrım budur: İyi ya da kuvvetli insan, öylesine tam ya da öylesine yeğin bir biçimde varolandır ki, ebediliği yaşarken ele geçirmiştir ve her zaman uzamsal, her zaman dışsal olan ölüm onun için çok küçük bir şeydir. Demek ki etik sınav, ertelenmiş yargılamanın karşıtıdır: Ahlaki bir düzen kurmak yerine, hemen şimdiden başlayarak özlerin ve özlerin hallerinin içkin düzenini onaylar. Ödüller ve cezalar dağıtan bir senteze varmak yerine, kimyasal bileşimimizi analiz etmekle yetinir.
Bizi etkileyen tutkular sevinç kaynaklıdır; eyleme gücümüz ise artmış ya da desteklenmiştir. Dışsal bir nedeni olduğu için bu sevinç hala bir tutkudur; yine eyleme gücümüzden koparılmış halde kalırız, bu güce biçimsel olarak sahip değilizdir. Ama bu eyleme güicü yine de oransal olarak artmıştır, bizi bu gücün sahibi kılacak, böylelikle de eyleme ve etkin sevinçlere yaraşır hale getirecek değişme ve dönüşme noktasına yaklaşmaktayızdır
Etika, III, Hislerin genel tanımı
Spinoza kederli tutkunun iyi bir şey barındırdığını düşünenlerden değildir. Yaşama yönelik her türlü tahrifatı, uğrunda yaşamı değersizleştirdiğimiz tüm değerleri, Nietzsche’den önce o mahkûm eder: Yaşamıyoruz, sadece görünüşte bir yaşam sürüyoruz, tek düşündüğümüz ölümden kaçmak ve bütün hayatımız bir ölüm tapınması.
Gerçek bir devlet, yurttaşlarına ödül umudu ya da mal güvencesi değil, özgürlük sevgisi sunar; çünkü iyi davranışları karşılığında kölelere ödül verilir, özgür insanlara değil .
Politik İnceleme, Bölüm X, 8. [Krş. Tr. çev. s. 107]
Yaşamı zehirleyen şey nefrettir -kendine karşı duyulan nefret yani suçluluk duygusu da dahil olmak üzere.
“Yaşam, İyilik ve Kötülük, kabahat ve meziyet, günah ve af kategorileriyle zehirlenmiştir.
Etika, I, Ek
Spinozada kesinlikle bir yaşam felsefesi vardır: Bu felsefe, tam olarak, bilincimizin koşul ve yanılsamalarına bağlı olup, bizi yaşamdan koparan bütün şeylerin, yaşama cephe almış bütün așkın değerlerin kınanmasından ibarettir.
Gerçek şu ki, bilinç doğal olarak bir yanılsamanın yeridir.
Doğamla uyuşan nesne beni, hem kendisini hem de beni kapsayan daha üstün bir bütünlüğü oluşturma yönünde belirler.
Yine de bilincin kendisinin bir nedeni olması gerekir. Spinoza bazen arzuyu kendisinin bilinciyle birlikte iştah diye tanımlar. Ama bunun arzunun sadece nominal bir tanımı olduğunu vẹ bilincin iştaha hiçbir şey katmadığını belirtir ( Bir şeye, onun iyi olduğuna hükmettiğimiz için yönelmeyiz, tam tersine, o şeye yöneldiğimiz için onun iyi olduğuna hükmederiz ). Öyleyse arzunun gerçek bir tanımına ulaşmamız gerekmektedir; bu tanım aynı zamanda bilincin iştahın işleyişine gömülü gibi durmasının nedeni ni de gösterecektir. İştah ise her şeyin kendi varlığında sürüp gitmek, her bedenin uzamda, her ruhun ya da fikrin düşüncede sürüp gitmek için sarf ettiği çabadan başka bir sey değildir (conatus). Ama bu çaba bizi, karşılaşılan nesnelere göre farklı farklı şekillerde eylemeye itiği için, onun bize nesnelerden gelen etkilenişlerce her an belirlendiğini söylemeliyiz. Conatusun bilincinin zorunlu olarak nedeni olan sey de bu belirleyici etkilenişlerdir.Ve bu etkilenişler, karșılaşılan şeyin bizimle bileşmesine, ya da tam tersine, bizi çözüp dağıtmaya yönelmesine göre bizi daha büyük ya da daha küçük bir yetkinliğe (sevinç ve keder) geçirmelerini sağlayan bir hareketten koparılamaz. O yüzden de bilinç, conatus’un başka cisim veya bedenlere ya da başka fikirlere bağlı olarak değişmesini ve belirlenmesini gösteren böylesi bir geçişin (daha büyükten daha küçüğe, daha kiüçükten daha büyüğe) süreğen hissi olarak belirir. Doğamla uyuşan nesne beni, hem kendisini hem de beni kapsayan daha üstün bir bütünlüğü oluşturma yönünde belirler.
Bilinç kendi tedirginliğini nasıl yatıştırır? Adem kendisini nasıl mutlu ve yetkin olarak imgeler? Üçlü bir yanılsama işlemiyle. Bilinç, sadece etki ya da sonuçları topladığından, bilgisizliğini, şeylerin düzenini tersine çevirerek, sonucu neden yerine koyarak kapatacaktır (ereksel nedenler yanılsaması): Bir cisim ya da bedenin bizim bedenimiz üzerindeki etkisini, dışsal cismin eyleminin ereksel nedeni yerine koyacak ve bu etkinin fikrini de kendi eylemlerinin ereksel nedeni yapacaktır. O zaman da, bilinç kendisini ilk neden olarak alacak ve beden üzerindeki kudretinden dem vuracaktır (özgür kararlar yanılsaması). Artık kendisini ilk neden olarak ya da ereklerin örgütleyicisi olarak imgeleyemediğinde ise insana şanı ve hak ettiği cezalar ölçüsünde bir dünya hazırlamak için ereksel nedenler ya da özgür kararlarla eyleyen, anlama yetisi ve istençle donanmış bir Tanrıya başvurur (teolojik yanılsama), Bilincin kendine yanılsamalar üretiğini söylemek bile eksik bir ifade olur: Bilinç, onu oluşturan üçlü yanılsamadan – ereklilik yanılsaması, özgürlük yanılsaması ve teolojik yansama – koparılamaz. Bilinç olsa olsa gözler açıkken görülen bir rüyadır.
Einstein Amerika’daki üniversitelerde ders verirken öğrencilerin ona en çok sorduğu soru, tanrıya inanır mısınız? oldu. O da her zaman, “Ben Spinoza’nın Tanrısına inanıyorum.” cevabını vermiştir.
Buradan çıkarılacak ilk sonuçlardan biri Tanrının doğadan aşkın olmayışının hem fiziksel hem bilimsel hem biyolojik hem de zihinsel olduğunu kavramak gerektiğidir.
Ayrıca tanrı toplumla birlikte özgür değildir. Özgürlüğü var etmek, sonsuzluğu var etmek zorundadır.
Bir şeye onun iyi olduğuna hükmettiğimiz için yönelmeyiz, tam tersine, o şeye yöneldiğimiz için onun iyi olduğuna hükmederiz.
Etika, III, 9
Spinoza hakkında kayda değer hiçbir şey söylemediğimin farkındayım. Bunun nedeni Spinoza’nın zorluğudur. Spinoza üzerine böyle bir kitap hazırlamak da zor bir iştir. Fakat yazarın işi bilenlere seslenmesi, durumu kurtarmaktadır. Her önerme takip edilip, tüm bağlantılar kurulmak zorunda değildir. Sezgisel veya duygusal bir okuma belki her bakımdan daha yararlı olacaktır. Öyleyse, bizi biz olarak çağıran bir davetiye aldığımızı farz edelim ve daha çok şiiri anlama uğraşında olduğu gibi farklı bir yaklaşımla okuyalım. Böylece ne kadar zor olsalar da bu zorluk sevdiğimiz şiirlerde beklediğimiz zeka parlamalarını önlemeyecektir. Deleuze hakkında gerçekten olağanüstü olan şey, kesinlikle kendi felsefesinin ifade ettiği, sevginin kalitesidir. Sevgi Spinoza’nın tüm yazılarında etkindir. Arne Naess’in, yukarda değinilen, makalesindeki bir söz çok hoşuma gider. Spinoza’nın amor intellectualis Deis’i üstüne konuşurken şöyle der: Sevgi “olanaklı en geniş bakış açısı tarafından gerçekleştirilen anlayışın etkinliklerini işaret eder”. Burada okuyucuyu bekleyen de aynı bu gibi bir etkinliktir. Deleuze Spinoza’yı genişletmektedir.
Tanrı, kendisini iyi ve kötüye göre yargılayan bir yargıç yapan bir anlayış gücüne, bir istence ve tutkulara sahip midir?

Gerçekte bizler kendimiz ve durumumuz dışında hiçbir şeyle yargılanmıyoruz.

Tüm yaşamında ve düşünme dizgesinde Spinoza, insanların memnun olduğu sahte görünüşlere karşı duran pozitif olumlayıcı bir yaşam tarzını amaç edinmişti. Sadece bununla yetinmeyip yaşama karşı nefret duyuyorlardı ve ona karşı utanç içindeydiler. Ölüm kültürünü arttırarak her zaman için yaşamı yok etmek ile, yaralama ile doğrudan ya da yavaş yavaş öldürmeyle uğraşan, zalim ile köle, papaz, yargıç ve askerin birliğini oluşturarak, yasalarla, mallarla, görevlerle, imparatorluklarla onu yere sererek ya da boğarak uğraşan bir insanlık, işte Spinoza’nın dünyada buldukları. Evrenin ve insanlığın aldatılışı, Spinoza’nın bu dünyada tespit ettiği şeydir.
Nietzsche, çok şaşırdım ve sevindim Spinoza’yı nerdeyse hiç tanımıyordum, eğer şimdi ona gereksinim duymuşsam, içgüdüsel bir edimin sonucudur bu , diye yazarken, sadece bir filozof olarak konuşmaz, belki de özellikle bir filozof olarak konuşmaz…
Spinoza’da açık olarak bir -hayat- felsefesi vardır. Bu felsefe tam̹ tamına,̹ bizi hayattan koparan şeylerin, hayata karşı duran, bilincimizin koşullarına ve yanılsamalarına bağlanmış tüm aşkın değerlerin toptan bir reddinden ibarettir. Hayat iyilik ve kötülük, kusur ve yetenek, günah ve kurtuluş kategorileriyle zehirlenmiştir.
Yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyoruz. Biz sadece ölümden nasıl korunacağımızı düşünebiliyoruz ve yaşamımızın tümü bir ölüm tapısı …
Zihinsel bir imge ne kadar çok nesneye işaret ederse,bu imge o kadar sık görünür,ya da o kadar çok göz alıcı olur ve zihni o kadar çok kaplar.
Tanımak, anlamak, harekete geçmek gerekir. Dünya hayal kurmak için değil, başka bir şekle dönüştürmek içindir.
Spinoza, kimi zaman arzuyu ‘’kendinin bilincinde olan iştah’’ diye tanımlar.
Yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyoruz. Biz sadece ölümden nasıl korunacağımızı düşünebiliyoruz ve yaşamımızın tümü bir ölüm tapısı.
Her türden hurafeyi benimsemeye hevesli olanlar, dışsal mal mülkü en ölçüsüzce arzu eden kişiler olmaktan kurtulamazlar
Nietzsche, çok şaşırdım ve sevindim Spinoza’yı nerdeyse hiç tanımıyordum, eğer şimdi ona gereksinim duymuşsam, içgüdüsel bir edimin sonucudur bu , diye yazarken, sadece bir filozof olarak konuşmaz, belki de özellikle bir filozof olarak konuşmaz.
Spinoza’nın Etiğinin ahlakla hiçbir ilgisi yoktur, Spinoza etiği bir etoloji olarak, hız ve yavaşlıkların, etkileme etkilenme kudretlerinin bu içkinlik planı üzerindeki bir bileşimi olarak kavramaktadır.
Hem İyilik hem de Kötülük, bütünüyle toplumsal göstergelere, baskıcı ödül-ceza sistemine bağlı olan akıl ya da imgelem varlıklarıdır.
Conatus, sevinç duyma, eyleme gücünü arttırma, sevincin nedeni olan şeyi ve bu nedeni koruyup destekleyen şeyi imgeleme ve bulma çabasıdır; ayrıca kederi uzaklaştırma ve kederin nedenini yok eden şeyi imgeleme ve bulma çabasıdır.
Etika zorunlu olarak bir sevinç etiğidir: Bir tek sevinç değerlidir, bir tek sevinç kalıcıdır, bir tek sevinç bizi eyleme ve eylemin kutluluğuna yaklaştırır.
Yasa daima İyilik-Kötülük değerlerinin karşıtlığını belirleyen aşkın makamdır; bilgi ise daima iyi-kötü varoluş tarzlarının niteliksel farklılıklarını belirleyen içkin güçtür.
Ahlak, Tanrı’nın yargısıdır, Yargı sistemidir. Ama Etik yargı sistemini tersine çevirir. Değerler karşıtlığının yerini (İyilik-Kötülük), varoluş kiplerinin niteliksel farklılığı (iyi-kötü) alır.
( ) en iyi toplum, düşünme gücünü itaat etme zorunluluğundan muaf tutan ve bu gücü kendi çıkarları gereği, sadece eylemler konusunda bağlayıcı olan devlet otoritesine tabi kılmaktan kaçınan bir toplumdur.
Tanrı, kendisini iyi ve kötüye göre yargılayan bir yargıç yapan bir anlayış gücüne, bir istence ve tutkulara sahip midir?

Gerçekte bizler kendimiz ve durumumuz dışında hiçbir şeyle yargılanmıyoruz.

Neden insanlar, sanki özgürlükleri için savaşırlarmışcasına kölelikleri için savaşırlar?

Neden sadece özgürlüğü elde etmek değil, özgürlüğe katlanmak da bu kadar zordur?

İyilik veya Kötülük yoktur, iyi ve kötü vardır. İyiligin ve Kötülügün ötesinde, en azından şu anlama gelmez: İyinin ve kötünün ötesinde.
”Bilinç, gözümüz açıkken gördüğümüz rüyadır. ”
”Spinoza’da açık olarak bir -hayat- felsefesi vardır. Bu felsefe tam̹ tamına,̹ bizi hayattan koparan şeylerin, hayata karşı duran, bilincimizin koşullarına ve yanılsamalarına bağlanmış tüm aşkın değerlerin toptan bir reddinden ibarettir. Hayat iyilik ve kötülük, kusur ve yetenek, günah ve kurtuluş kategorileriyle zehirlenmiştir. ”
Yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyoruz. Biz sadece ölümden nasıl korunacağımızı düşünebiliyoruz ve yaşamımızın tümü bir ölüm tapısı.
Hayvanlar zorunlu olarak birbirlerini öldürseler de, ölümü içlerinde taşımazlar: Ölüm, dogal varoluşlar düzeninde kaçınılmaz olan kötü bir karşılaşmadır. Ama onlar içsel ölümü, despot köle ilişkisindeki evrensel sadomazoşizmi henüz keşfetmemişlerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir