İçeriğe geç

Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti 1 Kitap Alıntıları – Celaleddin Vatandaş

Celaleddin Vatandaş kitaplarından Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti 1 kitap alıntıları sizlerle…

Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti 1 Kitap Alıntıları

Kişi, ‘imân etmekle’ kendisini bir varlığa, nesneye veya eyleme karşı güvenliğe almış olmaktadır.
çünkü okumaktan maksat sadece kelimeleri telffuz etmek değildi. anlamadan okumaktan hayır ummak hiç değildi. amaç, okunan şey üzerinde düşünüp sözden manâya, manâdan gayeye ulaşmaktı. kur’an’ın, inancın ve hayatın yegâne kaynağı olduğunu olanca açıklığıyla anlayıp, kavramaktı.
Rabb’in için sabret.(Müddessir,74:7)
Yani yanlışlıklar içerisinde olduklarını kabul edemedikleri için tepki gösteren putperestlere, kötülere, yanlış gidişatı hayat tarzı edinmişlere, zalimlere zorbalara; yanlış, baştan çıkarıcı istek ve arzuları nedeniyle nefsine karşı diren; hak davayı gerileyen veya saptıran geri adım(lar) atma, zorluklara teslim olma, dosdoğru olan yolunda ilerlemekte bıkkınlık gösterme, her türlü olumsuz söz ve davranışa karşı dirençli ol; tam bir kararlılık içerisinde, vahiyle bildirilen yol üzere, verilen ilâhî talimatların gereğini aynen yerine getir ve tüm bunları yaparken sadece Allah’a güven.
Ayetlerde namaz emri verilirken veya namaz kılanlar övülürken ‘salât edin/edenler’ ifadesi değil, ‘salâtı ikame edin/edenler ifadesi geçmektedir. Bu iki ifade arasında önemli anlam farklılığı vardır. Kılmak’ emredilen, istenen davranışı yapmak, uygulamak manasına gelmesine karşılık, ikame etmek o ibadetle amaçlanan şeyleri gerçekleştirmek manasına gelmektedir. Ikâme etmek, maddi ve manevî, bireysel ve toplumsal hedeflerin gözetilmesini ve gereklerinin yerine getirilmesini kapsamaktadır.
Eğer bir kişi uykusunu bölüp, sıcak yatağını terk ederek bir iş için kalkıyorsa, bütün benliğiyle o işe motive olmuş demektir.
İlahi bilgi O’nun şahsında en mükemmel modelini buldu;insanlık O’nun şahsında bir insanın ulaşabileceği en mükemmel aşamaya erişti.
Varlığı, hayatı, varlığın amacını, varoluşu ve ölümü, evreni, insanı, toplumu anlamaya çalışıyor ama anlamıyordu; anladığı zannetiği şeylerin doğruluğundan da emin olamıyordu.
Varlığı, hayatı, varlığın amacını, varoluşu ve ölümü, evreni, insanı, toplumu anlamaya çalışıyor ama anlayamıyordu; anladığını zannettiği şeylerin doğruluğundan da emin olamıyordu.
Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı: onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerine doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklı selim sahipleridirler. (Zümer, 17,18)
Andolsun biz, her kavme ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye elçiler gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti. Onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!) (Nahl,36)
Er-Rahmân ve Er-Rahîm olan Allah’ın adıyla (okumaya başlıyorum.)

وَالْعَصْرِۙ 
1 . Asra/zamana andolsun ki,
اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ 

2 . Hiç şüphesiz insan, hüsran içindedir.

اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ 

3 . İman eden, salih amel işleyen, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.

Resûlullah: Her kimi İslâm’a davet ettimse duraklamış ve tereddüt edip bir bahane göstermiştir. Yalnızca Ebu Bekir, İslâm’a davet edildiği zaman kabulde gecikmedi ve tereddüt etmedi.
Rabb’in için sabret. (Müddessir, 74:7)
Yani, yanlışlıklar içerisinde olduklarını kabul edemedikleri için tepki gösteren putperestlere, kötülere, yanlış gidişatı hayat tarzı edinmişlere, zalimlere, zorbalara; yanlış, baştan çıkarıcı istek ve arzuları nedeniyle nefsine karşı diren; hak davayı gerileten veya saptıran geri adım (lar) atma, zorluklara teslim olma, dosdoğru olan yolunda ilerlemekte bıkkınlık gösterme, her türlü olumsuz söz ve davranışa karşı dirençli ol; tam bir kararlılık içerisinde, vahiyle bildirilen yol üzere, verilen ilahî talimatların gereğini aynen yerine getir ve tüm bunları yaparken sadece Allah’a güven.
Resûlullah vahyolunan ayetlerden hareketle hakikati ilan etmeye başladı. Ancak şurası son derece önemliydi ki, sadece doğruyu söylemek yeterli değildi. Hemen herkes bilir ki, doğruyu doğru kişinin söylemesi, en az söylenenin doğru olması kadar önemlidir.
Müşrik inancına göre Allah’ın insanlarla olan ilgisi, sadece ve sadece hayatın başındaki (doğum) ve sonundaki (ölüm) müdahaleden ibaretti. Allah’ın, insanı yarattıktan sonra artık onun işlerine karışmadığına inanıyorlardı. Bu açıdan fiilen ‘Allahsız’ yaşıyorlardı. Ancak çok hayatî problemlerle karşılaştıklarında Allah’ı hatırlıyor;diğer zamanlar işlerini istedikleri gibi yürütüyorlardı.
Ey müminler! Bilin ki, mümin olmakla diğer insanların üstlenmek istemeyecekleri bir yükün altına girdiniz. Kan, gözyaşı, yalanlama, kötü muamele, işkence, zulüm, baskı, yoksulluk, aşağılanma, alay, hakaret .Sizlerin karşılaşacağı zorluklar olacak. Çünkü, sizler haksızlığın, zorbalığın, sömürünün, baskının, işkencenin, sahtekarlığın, dalaverenin, kötülüğün, ahlaksızlığın, sapıklığın .hakim olduğu bir dünyada, bütün bunlara meydan okuyan ve en güzel ahlak üzere yaşayan şahsiyetler olacaksınız. Meydan okumanız sadece sözle değil, daha ziyade ve bilhassa tutum ve davranışlarınızla olacak; yaşantınızla gerçekleşecek. Bütün bu olumsuz özelliklere karşı hakkın, adaletin, iyiliğin, ahlakın, doğruluğun .. temsilcileri olacaksınız ve üstelik çoğu zaman sayı itibarıyla insanın arasında alınık olacaksınız. Elbette ki bütün bunlar kolay şeyler değildir.
Hicret kaçmak değildi, güç toplayıp bir süre sonra tekrar daha güçlü olarak dönmek için yer değiştirmekti.
Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?
Hz. Ebu Bekir
Kur’an, dosdoğru bir inanç sisteminin kaynağı, esenliğin rehberidir
Biz hakkı batılın üstüne atarız da, o onun beynini parçalar , (batılın) derhal canı çıkar
(Embiya 21:18)
Can alan, sakat bırakan işkenceler, müminleri imanlarindan vazgeciremedigi gibi, imanlarindaki karar ve azimlerini daha da artırdı.
En zor, sıkıntılı gününde dahi davasını düşünen, insanlardan bir kişiyi dahi esenlik yolunun yolcusu kılmak gayretinde olan Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine zulmeden (Taifliler) için orada ağzından dökülen sözler ise: Allah’tan umuyorum ki, Allah onların soyundan hiçbir şeyi kendisine ortak koşmayan, sadece kendisine ibadet edenler yaratacaktır, oldu.
Emredildiği gibi dosdoğru olmak emri, ahlâkî açıdan dürüst olmayı emreden bir ayet değildi. Bu ayetle ahlaklı olun emri verilmiyordu. Verilen emir, içinde bulunduğunuz zor şartlarda, önceki peygamberlerin ve müminlerin anlatılan örneklerinde olduğu gibi, Müşriklerin oyunlarına, aldatmalarına, yoldan çıkarıcı davetlerine, taviz isteklerine boyun eğmeyin; direnin, anlamına gelen bir emirdi. Zaten surenin tamamı bununla ilgiliydi. Bu ise zordu.

Ama mümin olmak, sorumlu olmak kolay değildi. Eğer mümin olmak ve ebedi saadete ulaşmak kolay olsaydı, en küçük zorlukta Allah’ın yardımı gelip her türlü zorluğu yok etseydi, herkes mümin olurdu, herkes ebedî saadetin mensubu olurdu.

Mümin olmak, Müşriklerin her türlü zorbalıklarına rağmen mümin olmanın sorumluluklarından taviz vermemeyi gerektirdiğinden, bir insan olarak emredildiği gibi dosdoğru olmak emri, o anda mensubu oldukları zor şartlarda Rasûlullah’a çok zor geldi. Bu nedenle Hud suresi beni ihtiyarlattı, (Tirmizi, Tefsir, 56) dedi.

Çünkü Müşriklerin bazı davetlerine, isteklerine dahi meyletmenin kesinlikle yasaklanmasının yanı sıra; surenin son ayetlerinde daha da önemli bir şey yapması emrediliyordu. Yıllardır yaşanan zor şartlar devam ederken, dayanılmaz yokluk ve zorluklar içerisindeyken, kararlı bir şekilde, hiçbir şekilde eğilip bükülmeden Müşriklerin karşısına çıkıp gidişatta hiçbir şekilde tavizkar olmayacağını ilan etmesi isteniyordu:

İman etmeyenlere de ki: Elinizden geleni yapın! Biz de (gerekeni) yapmaktayız! Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz! (11Hud/121,122)

..Müşrikler iftiracı tavırlarından vazgeçici değillerdi: çünkü gerçeği bulmak ve kabul etmek gibi bir kaygıları veya çabaları yoktu. Onların bütün çabaları mevcut inançlarının ve hayat tarzlarının devamını sağlamaya odaklanmıştı
Kur’an geçmişten örnekler vererek açıklamıştı ki, en önemli vasıfları zorbalık olan müşrikler, kafirler hep böyledirler. Kendilerinin temsil ettiği ( batıl ) sistemi, hayat tarzını reddedip, mevcudun dışında inançlara sahip ve bu inançlar doğrultusunda yaşayan, bunları yaparken de insanlardan hiç birisinin haksız olarak malını gasbetmeyen, hiç bir insanı kötü muamelede bulunmayan, iyilik, hayr, güzellik temel ilkeleri olan (mümin) insanlara her türlü baskıyı, zorbalığı , işkenceyi yaparlar ve hatta işkencelerle öldürürler, buna rağmen kendilerini çok hoşgörülü kişiler olarak takdim ederler
Fakat bir yanlışın ‘doğru’ gibi gösterildiği şartların ve ortamın insanları, gerçeği göstermeyecek şekilde düşünce kabiliyetinden, idrak gücünden uzaklaştırmışlarsa, orada ‘yanlış’ın otoritesi rahatlıkla devam eder..
O, Hira mağarasında ilk vahyi aldığı zaman bilmiyordu ama,sadece kendisinin aradıkları değil, tüm insanlığın aradığı şeyler kendisine vahiyle bildirilecekti
Zira bir bilginin doğru olması insanlar tarafından kabulü için yeterli değildir. Önemli olan doğru şeyi doğru kişinin sunmasıdır
Resulullah Medineye hicret ettiği zaman, Medinedeki Arap topluluğunun yılın iki ayrı zamanında kutlanan iki ayrı bayrama sahip olduğunu gördü. Nevruz ve Mihrican isimli bu bayramlardan baharın başlangıcı kabul edilen Nevruz 22 mart günü kutlanırken, sonbaharın başlangıcı kabul edilen Mihrican ise gece ve gündüzün eşitlendiği günlerde kutlanırdı.
~
Allah Resulu müslümanlar için Allahın iki bayram tahsis ettiğini bildirdi.
Bunu Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, Kurban ve Ramazan bayramıyla değiştirmiştir. diyerek mücdeledi.
( Ebu Davud,Salat 245)
Kur’an’da eylem, her zaman söylemden önce gelmiştir.
Abdullah’ı gören arkadaşları biraz korkmuş ama daha da çok üzülmüşlerdi. Abdullah’ın görünüşü gerçekten çok kötüydü. Fakat yüzünde hiçbir şekilde korkmuş veya yaptığından pişmanlık duymuş birisinin hali yoktu. Abdullah’ın kanlar içerisindeki haline üzülen arkadaşları, onun şu sözlerini duyunca şaşırdılar:
Allah düşmanlarının bu kadar güçsüz ve hakir olduğunu bu günkü kadar hiç anlamamıştım. İsterseniz aynı şeyi yarın da yaparım.

Abdullah dayak yemiş ve bütün vücudu kanlar içerisinde kalmıştı ama bir gerçeği fark etmişti: Müşrikler yanlış tarafta olmanın, batıla mensup olmanın acziyetini yaşıyorlardı. Yanlışın, haksızlığın, batılın tarafında oldukları için de gerçeği ancak kaba kuvvetle susturmaya çalışıyorlardı. Saldırganlıkları, öfkeleri tamamıyla zavallılıklarının, acziyetlerinin sonucuydu.

Onlar şaşkın ve kızgın bir halde olup biteni anlamaya çalışırken, Abdullah bin Mes’ud Rahman suresini okumaya devam etti. Müşrik liderler ilk şaşkınlığı üzerlerinden atınca hep birden yerlerinde kalkıp Abdullah’ın üzerine yürüdüler. Bütün güçleriyle ona vurmaya ve onu susturmaya çalıştılar. Abdullah yediği dayaktan kanlar içerisinde kaldı. Her tarafından kan akıyordu. Kendisine adanmış adakların kanı nedeniyle kana bulanmış put gibiydi . Bu halde arkadaşlarının yanına döndü.
Resûlullah başta olmak üzere iman edenlere ilan olundu ki; mümin olmak ve İslam’ı başkalarına ulaştırmak gayesiyle özel çalışmalar yapmak kolay bir iş değildir. Yine bu ayetle(Doğrusu biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. (Müzzemmil, 5)) denilmiş oldu ki; Ey müminler! Bilin ki, mümin olmakla diğer insanların üstlenmek istemeyecekleri bir yükün altına girdiniz. Kan, gözyaşı, yalanlama, kötü muamele, işkence, zulüm, baskı, yoksulluk, aşağılanma, alay, hakaret sizlerin karşılaşacağı zorluklar olacak. Çünkü, sizler haksızlığın, zorbalığın, sömürünün, baskının, zulmün, işkencenin, sahtekarlığın, dalaverinin, kötülüğün, ahlaksızlığın, sapıklığın hakim olduğu bir dünyada, bütün bunlara meydan okuyan ve en güzel ahlak üzere yaşayan şahsiyetler olacaksınız. Meydan okumanız sadece sözle değil, daha ziyade ve bilhassa tutum ve davranışlarınızla olacak; yaşantınızla gerçekleşecek. Bütün bu olumsuz özelliklere karşı hakkın, adaletin, iyiliğin, ahlakın, doğruluğun temsilcileri olacaksınız ve üstelik çoğu zaman sayı itibariyle insanların arasında azınlık olacaksınız. Elbette ki bütün bunlar kolay şeyler değildir.
Bütün Mısır ülkesi, Firavunun temsil ettiği elit tabakanın kişisel malı kabul ediliyor, dolayısıyla Mısır toplumu ve toprakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı. Buna bağlı olarak da hiçbir ekonomik sorumluluğa sahip değillerdi. Vergi vermezler fakat vergi toplarlardı. Ticari hayat tamamıyla ellerindeydi. Saray memurlarının, ordu mensuplarının, kâhinlerin, soyluların ve hükumet adamlarının teşkil ettiği bu kesim, her günü eğlencelerle dolu, son derece lüks bir hayat tarzına sahiptiler. Ülkenin servetini elinde tutan bu insanlar, harcamakla bitiremedikleri ülke servetini, görkemli tapınaklara, ölmüş Firavunların anıt mezarlarına harcayarak, harcama / tüketme zevkini tadıyorlardı.
Bir müminin düşmanı, başta iblis ve onun çağrılarına cevap verme eğiliminde olan kendi nefsidir. Mümin bunları aşmalıdır. Onlara meyletmemeli, teslim olmamalıdır. Bir müminin başka düşmanları da vardır; onlar ise iblisin temsilcisi olan insanlardır.
Artık O, insanların arasında gezen, ticaretle uğraşan birisi değil; daha çok bir münzevîydi. Yaşadığı dış dünyayı değil, kendisini yönlendiren içindeki dünyayı tanımak daha çok hoşuna giden birisiydi.
Haksız menfaatleri ve bu menfaatlere meşruluk gerekçeleri üreten toplumsal yapıyı temelden değiştirmeye aday olan İslam’ı, birlik ve beraberliklerinin en önemli düşmanı görenler, Mekke’nin bu 5 – 10 kişilik aristokrat grubuydu. Onlar, İslam’ın, insanlar arasındaki ırk, dil, soy, cinsiyet ayrımlarını ve bu ayrımların neden olduğu hak ve sorumluluk farklılıklarını reddeden mesajlarını büyük bir şaşkınlık ve kızgınlık içerisinde dinlediler. Peşpeşe vahyolunan ayetler şaşkınlık ve öfkelerini daha da arttırdı. Bu ayetlerde, istisnasız bütün insanların aynı anne ve babanın çocukları olduğu, bu itibarla insanlar arasında soya dayalı üstünlük veya aşağılığın söz konusu olamayacağı açıkça bildiriliyordu. Cinsiyet, ırk ve toplum farklılığının, Allah’ın takdiri olduğu açıklanıyordu. Bu takdirin nedeni ise insanlar arasında üstünlük/aşağılık farklılığı oluşturmak değil, tamamen farklı kimliklerin oluşmasına imkan vermek olduğu bildiriliyordu. İslam’a göre üstünlüğün veya aşağılığın tek bir şartı vardı; Allah’a, Allah’ın emrettiği tarzda kul olmak veya olmamak.
İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece İman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? (Ankebut, 29:2)
İslam inançta ve yaşantıdaki doğruların ismiydi. İslam gerçekti, İslam esenlikti, İslam haktı, adaletti, doğruluktu, güzellikti, iyilikti, akıllılıktı, bilinçlilikti. Müslüman ise bunlara teslim olandı; tüm bunları yaşayan ve yaşanmasının çabasını yürütendi.
Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Ahiret yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has çocukları var. Siz ahiret çocuklarından olun; dünya çocuklarından olmayın! Bugün çalışma günüdür, hesap günü değil. Yarın hesap günüdür, çalışma günü değil.
Hz.Ali
İbrahim (aleyhisselam)’ın bu ifadelere yansıyan kararı, müşriklerden ve onların Allah’ı bırakıp de tapındıkları şeylerden uzaklaşması (Meryem, 19:48), her şartta ve ortamda, İslam ile şirkin, hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ayrılığının gerekli kıldığı bir durumdan başkası değildi. Bir mü’minin hiçbir şekilde ve hiçbir gerekçeyle müşriklerin yanında ve onların himayesinde zillet içerisinde olamayacağının ifadesiydi. Tevhid-küfür mücadelesinde mü’minlerin olmazsa olmaz konumlarını belirleyen evrensel ilkeydi.
Herkes bilir ki, doğruyu doğru kişinin söylemesi, en az söylenenin doğru olması kadar önemlidir. Bir yalancının doğruluk söylevi, bir ahlâksızın ahlâk çağrısı, bir bencilin fedakârlık isteği muhataplarının kafalarında ve gönüllerinde hiç bir şekilde olumlu karşılık bulmaz.
Dünyanın içinde debelendiği bütün bu kötülükleri, yanlışlıkları aklı kabul etmemiş, yüreği kaldırmamıştı. Dünyanın kapıldığı akıntıya kapılmamış ; kötülükler içinde boğulan dünyanın bir parçası olmamıştı. Kötülüklerin ve ahlâksızlıkların ele geçirdiği dünyanın dışına kaçmış, bir münzevî olarak hayatını sürdürmeyi tercih etmişti.
Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
(EN’AM SURESİ 32.AYETİ)
*Ali (radıyallahu anh) şöyle der: Dünya arkasına dönmüş gidiyor. Ahıret yüzüne dönmüş geliyor. Her birinin kendine has çocukları var. Siz ahıret çocukları olun; dünya çocukları olmayın! Bugün çalışma günüdür, hesap günü değil. Yarın hesap günüdür, çalışma günü değil.

( Buhari, Rikak 4)

Eğer dünyada doğru bilgiye sahip olunur ve inanılır, doğru şeyler ilke edinilir ve tüm bunlara göre güzel bir hayat tarzına sahip olunursa, öbür tarsf sonsuz mutluluktur, huzurdur, sevinçtir, esenliktir, cennettir. Ama dünya hayatında yanlış şeylere inanılır ve işke edinilir, bunların etkisini taşıyan yanlış, kötü bir hayat tarzına sahip olunursa , öbür taraf ıstıraptır, sıkıntıdır, azaptır, cehennemdir.
Ayetlerde, imanları nedeniyle kendileriyle alay edilen müminlere, o alay eden müşriklerin / kafirlerin inanç ve hayat tarzlarının çürük temeli gösteriliyordu. Müşriklerin ilme değil, zanna dayandıkları, zan üzere bir inanç sistemine ve hayat tarzına sahip olmakla nasıl aldandıkları ifade ediliyordu. Üstelik bu sadece birkaç ayetin konusu da değildi. Farklı zamanlarda vahyolunan ayetlerde, aynı konuya dikkat çekiliyor, sıklıkla gerekli açıklama ve uyarılara devam ediyordu. Risaletin ilk yıllarında vahyolunan şu ayetler, söz konusu açıklama ve uyarıların dile getirildiği ayetlerden sadece bazılarıydı:

İnsan, (öldükten sonra) kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? (Kıyamet, 75:3)
İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyamet, 75:36)
İnsan, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? (Beled, 90:5)
Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz? (Mu’minun, 23:115)
İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? (Ankebut, 29:2)

Zulme hiç tepkide bulunmadan rıza gösterenler zulmün yaygınlaşmasını ve devamını sağladıkları için sonuç itibariyle müstekbirlerle aynı kategoriye dahildirler.
Kuran her iki kesimi de hakikati dikkate almadıkları, akletmedikleri, fıkhetmedikleri için aynı sonla uyarır. ‘ Diyecekler ki : Rabbim biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi doğru yoldan saptırdılar’ (Ahzab, 33:67)
Mustaz’afların yapabildikleri tek şey müstekbirlerin oyunlarını devam ettirmekten, onların sistemlerine devamlılık kazandırmaktan ibarettir. Ancak içlerinden birisi bir gün silinir kendisine gelirse, o kişi bir de hakikat bilgisiyle desteklenirse, o tek başına oluşuna rağmen büyük orduların sahibi olan müstekbirleri korkutur;uykularını kaçırır.
Mustaz’afların güçsüzlüğü her açıdandır; fiziki açıdan güçsüzdürler, müstekbirlerin oyunlarını fark etseler bile onlara engel olamazlar. Zihnen güçsüzdürler, düşünemezler;düşünseler de doğruyu bulamaz veya fark edemezler. Bilgi açısından güçsüzdürler, bilgileri yoktur; mevcut olanları da kullanmasını bilmezler. Çünkü, müstekbirlerin sistemleştirip yaygınlaştırdıkları propaganda, eğitim sistemi, medya, reklam, korku, tehdit gibi zamana, topluma göre değişen araçlarla, yöntemlerle Zihnen, aklen, fikren iğfal edilmiş durumdadırlar. Bu konuyu açıklayan ayetlerden birisi şöyledir : ‘insanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah’ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden, boş) sözleri sayın alırlar .’ (Lokman, 31:6).
İslam davetiyle ilan edildi ki, insan için bütün bir hayat yolculuğunda gerçek anlamda rehber/hâdi olan sadece Allah’tır (Leyl, 92:12). Çünkü O, yaratılış ve varoluş gereklerini kendi başına bilme imkanına sahip olmayan insana, dünyadan ahirete uzanan yolculuğu sırasında en doğru tarzda rehberlik yapar (Furkan, 25:31). Yardım ederek yolların en doğrusunu, Sırât-ı Mustakîm’i gösterir Allah öyle bir hâdi/rehberdir ki, hiçbir şeyi şaşırmaz. Zira O’nun bilemediği hiçbir şey yoktur Çünkü O her şeyi yaratan ve yönetendir. O’nun bilgisi dışında var olan bir şey yoktur, olamaz. Zira O, eşi, ortağı, benzeri olmayan yegane Hâlik (yaratıcı), İlah, Rabb, Melik dir. O’nun bu sıfatları ise, insanlar için inançta, düşüncede ve hayat tarzında gerçek hâdi/yol göstericinin sadece O olduğunun bir başka ifadesi ve teminatıdır. İnsanlar O’nun hâdiliğinde doğru yol / hidayet üzere olurlar. Allah’tan başka ilah yoktur (Lâ ilahe illallah) çağrısı ise, bu mutlak rehberin (el-Hâdi) varlığını ve sıfatlarını formüle eden bir söz, o mutlak rehberi kabulü tasdik eden bir ifade olarak anlam kazanmaktadır.
(Müstekbirler yani kibir ile haddini aşmış kimseler,) Allah’ın insanın bireysel ve toplumsal hayatında geçerli olması gereken otoritesini reddetmekte bir sakınca görmezler. Böylelikle Firavun, Nemrut ve Dâru’n-Nedve üyeleri örneklerinde olduğu gibi, sahip oldukları siyasi, ekonomik, askeri güç ve imkanlara dayanarak, insanların inanç ve yaşantılarına müdahale etme hakkına sahip olduklarına inanır ve iddia ederler. Üstelik bu müdahalenin en doğal hakları olduğunu savunurlar ve bunu kendilerince ilahi bir gerekçeye de dayandırırlar. Zanlarınca ve bu zanlarına dayanan iddialarınca, eğer kendileri kötü, yanlış yolda bulunan kişiler olsalar, böylesi bol ve büyük imkanlara sahip olamayacaklarını; sahip oldukları mevcut imkanların kendilerinin doğru, iyi yolda olduklarını gösterdiğini ifade ederler. Yine yaygın iddialarına göre, mevcut durumları, kendilerinin ilahi katta onaylandıklarını, beğenildiklerini gösterir.
İstikbar kelimesi, kısaca, kişinin kendisini büyük görmesi, kibirlenip böbürlenmesi anlamlarına gelmektedir
Kur’an açıkladı ki, yaratılıştaki farklılığından dolayı kendisinden aşağı gördüğü Adem’e yönelik secde et ilahi emrine itiraz eden İblisin bu itirazcı tavrı, insanlardan olan dostlarında da aynı şekilde ortaya çıkar. İnsanlardan bazıları bir kul olduklarını, her halleri ve durumları ile tamamıyla Allah’ın iradesine bağlı olduklarını dikkate almayarak veya unutarak, sahip oldukları bazı imkanlar ve farklılıklar nedeniyle kendilerini tüm insanlar üzerinde, onlardan daha büyük ve yetkili görürler. Allah’ın mülkünde ve Allah’ın bir mülkü olan kendilerini Allah’tan müstağni görme cüretkarlığını gösterirler.
Sabrı gerçek manasında hayatlarına aktarmışlar,sabrın yaşayan bedenleri olmuşlardı. Fakat insandılar, onlarında bir tahammül sınırı vardı ve artık güçleri bitme noktasına gelmişti. İlahi iradenin bir an önce durumlarına müdahale etmesini bekliyorlardı. Zor günlerin bitip, zorlukları göğüslemek zorunda kalmadan hayatlarını sürdürebilecekleri günleri büyük bir özlemle bekliyorlardı
Mümin olmak ,sorumlu olmak kolay değildi. Eğer mümin olmak ve ebedi saadete ulaşmak kolay olsaydı,en küçük zorlukta Allah’ın yardımı gelip her türlü zorluğu yok etseydi herkes mümin olur, ebedi saadetin mensubu olurdu.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Hamd Allah’a mahsustur. Ben sadece O’na hamd eder, O’ndan yardım ister, O’na iman eder ve yalnız O’na tevekkül ederim. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka herhangi bir ilah yoktur. O birdir ve hiçbir ortağa sahip değildir. Kesinlikle bilin ki ileriye gönderilen bir gözcü, kendisini görevlendiren kimselere karşı asla yalan söylemez. Kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’a yemin ederim ki ben sadece sizlere değil, bütün insanlara gönderilmiş bir elçiyim. Allah’a yemin ederim ki uyur gibi öleceksiniz ve uyanır gibi diriltileceksiniz. Hepiniz hesaba çekileceksiniz. Daha sonra da ebedi olarak Cennete ya da Cehenneme konacaksınız.”

Belâzurî, Ensâbu’l-Eşraf, 1/118; ibnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, 2/61.

Bir kulun Rabbinden en önemli isteğinin ne olması gerektiği, Fatiha suresinde bir kulun sözleri olarak ifade edildi. Kulun, Rabbinden ‘sırat-ı müstakim’ talep etmesi ve ‘sırat-ı müstakim’de yolcu olma çabası içerisinde bulunması gerektiği açıklandı.
İnsanlar, doğruluğundan bir yığın şüpheleri olsa dahi inana geldikleri şeyleri, memnun olmasalar dahi alışageldikleri hayat tarzını terk etmeye yanaşmazlar.
Hatice, ilk zamanlar hiç aklında olmadığı halde, zaman geçtikçe yakından tanıdığı ve ahlakına hayran kaldığı Muhammed’in aradığı hayat arkadaşı olabileceğini düşünmeye başladı. O’nun bu düşüncesi kavminin kendisi için bir sıfat olarak kullandığı ‘tahire’ isminin gereğine uygundu. ‘Tahire’ ye uygun olan ancak bir ‘tahir’ di ve ‘tahir’ de Muhammed’den başkası değildi.
Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler. Allah ve Rasulüne itaat ederler. Allah onlara rahmet edecektir. ( Tevbe suresi, 62)
Yoksa onlar Allah’tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki gerçek dost yalnız Allah’tır (Şura suresi, 9)
Asr Suresinden sonra vahyolunan bir başka ayet ise imanın önemini, onun niteliğini ortaya koyarak açıkladı. Onun sadece bir söylem, salt ‘inanmışlık’ hali olmadığını bildirdi: ‘insanlar, sadece ‘ iman ettik ‘ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?’ (Ankebût, 29:2). Salt söylem imanın gerçekliğine tanık olmak açısından yeterli olmadığı için Kur’ân her ‘iman ettim’ diyeni mümin kabul etmedi.
Herkes iman ettiği şeyin etkisi ve kontrolu altındadır. Kimileri paranın, makamın, şanın, şöhretin, kimileri kadının veya erkeğin, kimileri yemenin – içmenin, kimileri kılığın-kıyafetin, kimileri ise Allah ‘ın kudretine iman etmiş ve insan ettiğinin etkisi ve kontrolunde hayatını tanzim etmektedir.
İnsanların bireysel ve toplumsal hayatlarında söz sahibi olan veya olmaya çalışan, bu özellikleriyle de Kur’ânî bir ifade olarak “Rabblik davasına kalkışmış” olan kişi veya kişiler; ancak yeryüzünün bir kısmında sözlerini geçirebilirler, sultaları ancak yeryüzündedir. Dolayısıyla onların Rablik davasına kalkışmalarına neden olan güçleri ve imkanları sınırlıdır. Halbuki Allah böyle değildir. Sadece yeryüzünün bir kısmında veya tamamında veya güneş sisteminde veya samanyolunda veya maddi varlıkların tamamı üzerinde değil, bütün bunların yanı sıra madde dışı varlıklar üzerinde de güç sahibidir. Çünkü hepsinin yaratıcısı ve sahibidir. Bu ve diğer başka nedenlerle tüm bunlar üzerindeki yegane otorite O’dur. O bütün bu âlemlerin Rabbidir.
İnsanların karşılarına dikilip, isteyerek veya istemeyerek, neşeyle veya ıstırapla takip ettikleri hayat tarzlarının yanlış olduğunu, bu hayat tarzını ve dayanağı olan inançları terk etmeleri gerektiğini ilan etmek kolay değildir. Üstelik insanlara inançlarının ve hayat tarzlarının yanlışlığını bildirmekle kalmayıp, hayatları boyunca sahip olduklarından çok farklı bir inanç sistemini ve hayat tarzını sunarak, buna göre inanıp yaşamaları gerektiğini ilan etmek hiç kolay değildir.
Yanlışlıklarda menfaatleri olanlar herkesin kendileri gibi olması için çaba sarf ederler.
Eğer bir kişi tatlı uykusunu bölüp, sıcak yatağını terk ederek bir iş için kalkıyorsa, bütün benliğiyle o işe motive olmuş demektir.
Davayı yüceltecek olan şey, insanlardan karşılık beklemeden yapılacak fedakarlıklardır.
Müminlerin, haksızlıkların, kötülüklerin, ahlaksızlıkların, zulümlerin faili olan bu şahıslara karşı tavırlarını net bir şekilde belirlemeleri gerektiğini; onların safında yer almaktan kaçınmaları, daha da önemlisi bazı gizli hesaplar nedeniyle onların yanında, safında görünmemeleri gerektiğini bildirmiştir. (Müzzemmil, 73:10,11) Bu nedenledir ki, müminler müşriklerle bir arada olmaktan, onlarla aynı evlerde, eğlence ortamlarında, sohbet ortamlarında bulunmaktan özenle kaçındılar. Çünkü daha sonra vahyolunan birçok ayet hep bu ayrılığı emretti:

Zalimler topluluğu ile oturma. ( En’am, 6:68)
Zalimler topluluğunun içinde bulunma. (Mü’minûn, 23:94)
Zalimlerden olma. (En’ am, 6:52)
De ki :’ Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım’. (Şuara, 26:216)
Kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme. (Kehf, 18:28)
Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bir tarafa bırak. (En’am, 6:70)
Ancak müminlerin gerçekleştirmeleri zorunlu olan söz konusu ayırım elbette ki sadece mekanları veya binaları ayırmakla değil, daha çok ve özellikle tavır ve tutumlarla ilgilidir. Emredilem şey bir ahlak farklılaşmasıdır.

Her hal ve durumlarını iyi ve doğru zanneden insanların, neredeyse her şeyleriyle yanlışlıklar içerisinde oldukları uyarısıyla karşı karşıya kalmaları, elbette ki kaçınılmaz bir biçimde bazı husûmetlerin oluşmasına neden olacaktı. Bu durumda insanlar arasında yalnız olan Rasûlullah ﷺ ne yapacaktı? Tepkilere nasıl cevap verecekti? Bu ve benzeri soruların cevabı, verilen talimatları takiben ayetle açıklığa kavuşturuldu:
“Rabb’in için sabret.” (74/Müddessir, 7)

Yani yanlışlıklar içerisinde olduklarını kabul edemedikleri için tepki gösteren putperestlere, kötülere, yanlış gidişatı hayat tarzı edinmişlere, zalimlere, zorbalara (sabret); yanlış ve baştan çıkarıcı istek ve arzuları nedeniyle nefsine karşı diren; hak davayı gerileten veya saptıran geri adım(lar) atma, zorluklara teslim olma, dosdoğru olan yolunda ilerlemekte bıkkınlık gösterme, her türlü olumsuz söz ve davranışa karşı dirençli ol; tam bir kararlılık içersinde, vahiyle bildirilen yol üzere, verilen ilahi talimatların gereğini aynen yerine getir ve tüm bunları yaparken sadece Allah’a güven.

Rabb vasfı tamamen Yaratan’a ait kılındığı zaman da müşriklerin inandıkları yanlış Rabb anlayışları tamamıyla reddediliyor; Yaratan’dan başkasına Rabb sıfatından herhangi bir pay verilmemiş oluyordu.
Bu da demekti ki; Allah her şeyin Rabbidir. Hiçbir şey O’nun egemenliğinin dışında değildir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir