İçeriğe geç

Eleştiri ve Deneme Yazıları Kitap Alıntıları – James Joyce

James Joyce kitaplarından Eleştiri ve Deneme Yazıları kitap alıntıları sizlerle…

Eleştiri ve Deneme Yazıları Kitap Alıntıları

Bedenin ölümü, varoluşa verilen bir aradır
Doğadaki ve ruhtaki her güç, varoluşlarının amacı ve koşulu olarak, karşıtına doğru evrim geçirmelidir; o halde her karşıt, tekrar bütünleşmeye bir eğilimdir.
Savaşlar, kazanıldığı sanılan ruhlarda kaybedilir.
Doğası gereği oldukça duygusal olan birisi, güvenli ve yorucu gerçek hayatında, rüyalarının ve hayallerinin etkisinden kolay sıyrılamaz.
Bir hatıra bırakırım elbet beni sevenlerin varlığında yaşayan.
İnsan çoğunluktan ve kalabalıklardan tiksinmediği sürece gerçeğin, doğrunun ve sanatın aşığı olamaz.
Hayat, eleştirilmek üzere değil, yüzleşip yaşanmak içindir.
Hayat bugünlerde gerçekten sıkıcı bir hüzünden ibaret.
“Gördüğü sonsuz hayal,kendi idrakini körleştirmişti ve ölümlü hayatının sonuna doğru, ömrü boyunca aramış olduğu -bilinmez- onu,geniş kanatlarının atına almıştı.”
“Kendimi bütünüyle ve korunmasız bir şekilde senin bakışına teslim ettim (uysalca) ve sen bana bir daha hiç dokunmadın ”
Sahiplendiğimiz en karakteristik edebi eserler genelde ahlakdışıdır.
Shakespeare ve Lope de Vega, modern sinemanın sorumluluğunu taşımaktadırlar.
Şunu açıkça belirtmeliyiz ki Rönesans gazeteciyi, kabilenin reisi konumuna yükseltmiştir.
İnsan, huzurunu bir kenara bıraktı çünkü onu yormuştu, aynen Tanrı’nın onun mükemmelliğinden yorulmuş olduğu gibi, çağrısı, hiçlikten yeni bir yaratım içindi, tıpkı bir kadının, kalbini tüketmekten başka bir işe yaramayan huzur ve sükûnetten yorgun düşüp, gözünü hayatın cazibesine çevirmesi gibi.
Bu karmaşık ve çok kenarlı medeniyetin orta yerinde insan aklı, maddesel büyüklükten dehşete düşmüş vaziyette kayboluyor, kendini inkâr ediyor ve günden güne zayıflıyor.
İngiliz halkının beğenisi sayesinde Dickens, bir Türk padişahınkine benzer bir konuma gelmiştir ve tahtının yanına yaklaşabilecek bir başkası daha yoktur.
Dickens ile ilgili hükmümüz muallâk iken ona yine de edebiyatın büyük yaratıcıları arasında bir yer bulabiliriz. Yazarın ürettiği eserlerin sayısı ve uzunluğu, üretkenliğine işaret eder. Eserlerinin yapısına bakın Dickens’ın büyük bir alaycı ve duygulara hitap eden bir kişi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yarattığı kişilikleri sıraya dizsek, bu konuda eşinin olmadığını görebilirz ve bu ancak, o kişiliği tuhaf, kararsız bir ahlaki yapıda, muvazene duygusundan uzaklaştıracak fiziksel deformasyonlarla ve kişiyi yorgun gerçeklikten, fantastik dünyanın sınırlarına taşımakla mümkün olur.
Dickens, Londra hayatını, kendi burnundan solur gibi aktarır. Kendinden önceki veya dönemindeki hiçbir yazar, bu hayatı onun kadar özümsememiştir. Renkler, aşina sesler, büyük metropolün kokuları eserlerinde, gösterişli bir senfoni gibi birleşir ve neşeyle keder, hayatla ölüm, umut ve düş kırıklığı iç içe geçmiştir. Şimdilerde bunu takdir etmekte zorlanırız çünkü o anlattığı hareketli, canlı karakterlerle, zaten fazlasıyla iç içeyiz. Ve yazar, anlattığı dönemle yargılanmalı, takdir görmeli veya eleştirilmelidir.
Tolstoy, Zola, Dostoyevski ve Bjornson ve diğer ultramodern eğilimli romancıların katı gerçekçiliğiyle karşılaştırdığımızda Dickens, solgun ve tazeliğini yitirmiş görünür.
Dickens, aşırı coşkulu hayranlarından zarar görmüştür. Yüzüncü doğum gününden önce, onu kötülemek gibi bir eğilim vardı.
Dickens’ın tercih ettiği yazım şekli dağınık, gereksiz gözlemler içeren, düzenli aralıklarla komik unsurların katıldığı bir biçimdir ve büyük roman geleneğiyle pek örtüşmez.
Dickens’ın İngiliz dili üzerindeki etkisi (Shakespeare’den sonra ikinci sırada geldiği söylenebilir) büyük oranda eserlerinin popüler karakterine dayanır.
Büyük bir dehanın sanatsal yeteneğini fark ettiğimizde, yarı kaçık olduğunu söylememiz, romatizması olduğunu ya da diyet yapması gerektiğini söylememiz kadar değerlidir ancak.
Blake, İlahi Komedya’yı aslından okuyabilmek ve Dante’nin hayallerini mistik çizimlere dökebilmek için, İtalyanca öğrenmeye çalışıyordu.
Blake’in ölmekteyken bağıra çağıra, tavanı titreterek şarkılar söylediği söylenir. Şarkısının sözleri zihninde yer eden ideal dünyadan, gerçeğin gücünden, hayallerin kutsallığından bahsediyordu. ”Ah aşkım, bu sözler bana ait değil, ”demiş eşine. ”Hayır, sana söylüyorum, benim değil bu sözler. ”
William Blake’in beyni, son günlerine kadar yetisini yitirmedi, elleri çizim yeteneğinden bir şey kaybetmedi. Ölüm ona, buz gibi titremelerle, kolera nöbetleriyle geldi. Bu korkunç soğuk, sonunda elini kolunu kilitledi ve zihnini bir anlığına dondurup, gök kubbeye bir yıldız gibi ulaşmasını sağladı.
William Blake’in hayat hikayesinde yüreğinin iyiliğine ters düşen hiçbir boşluk yoktur. Hayatı mücadeleyle geçiyor ve yaşadığı küçücük evinin idaresi için haftada sadece yarım gine harcıyorken, ihtiyaç sahibi bir arkadaşına, gözünü kırpmadan kırk pound borç verebiliyordu. Bir sanat öğrencisini, kolunun altında dosyasıyla, kederli ve perişan halde penceresinin önünden geçerken gördüğünde, onu evine davet edip, yedirip içirip derdini dinlemişti.
Ölümsüz sıfatıyla konuştuğu ölümsüz melekler, sessizlik örtülerinin altına bürüdüler Blake’i.
William Blake’in gördüğü sonsuz hayal, kendi idrakini körleştirmişti ve ölümlü hayatının sonuna doğru, ömrü boyunca aramış olduğu ”bilinmez ” onu, geniş kanatlarının altına almıştı.
Toplumun talebine boyun eğip yalı kazığını andıran kahramanı Sherlock Holmes’ü, üçkağıtçıları, haramzadeleri enselesin diye mezardan çıkartan Conan Doyle gibi, altmış yaşındaki Defoe da ikinci bir kitap daha yazıp, ilkinde nostaljik seyahatler yapan kahramanını, Britanya adasına, evine getirmiştir.
Yabancı eserleri kopyalamadan ya da esinlenmeden, edebi modelleri takip etmede, kalemiyle tamamen yeni, milli bir yapı oluşturan ve kendi sanatsal örnek biçimini yaratan kişi, İngiliz romanının babası (Sallust ve Plutarch’ın monografları istisna) Daniel Defoe’dur.
Chaucer’ın Canterbury Hikayeleri, Decameron veya Il Novellino’dan esinlenmiştir, Milton’ın Kayıp Cennet’i, İlahi Komedya’nın kuralcı bir kopyasıdır.
İngiliz edebiyatı, Boccaccio, Dante, Tasso ve Messer Lodovico gibi ustalardan etkilenmiştir.
Herkes kendi günahını Dorian Gray’e yüklüyor. Ve Dorian Gray’in günahının ne olduğunu kimse ne biliyor ne söylüyor. Günahı keşfedenle işleyen aynı.
Wilde’ın düşüşü de eğlence konusundaki katı saplantısının sonucu başladı. Suçlandığını duyan kalabalık, mahkeme önündeki çamurlu sokakta toplanıp şarkılar eşliğinde dans ettiler. Bir gazetecinin hapishaneye girmesine izin verildi ve hücrenin penceresinden, Oscar’ın utanılacak halini görebildi. Tiyatro afişlerindeki ismi beyaz bantlarla kapandı, arkadaşları onu yüzüstü bıraktı. İki yıllığına ağır çalışma koşuluyla hapiste tutulduğunda metinleri evinden çalındı. İflas ettiği ilan edildi ve tüm varlığına el konuldu, çocukları elinden alındı.
Wilde, zarafet konusunda karar mercii haline geldi ve bir dönem yazdıklarından elde ettiği gelir yarım milyon franka ulaştı. Altınlarını hayırsız arkadaşlarıyla har vurup harman savurdu. Her sabah, biri kendisine diğeri arabacısına, iki tane pahali çiçek alma adeti geliştirdi. Meşhur davasının görüldüğü gün mahkemeye, iki atlı arabayı kendi kullanarak ve arabacısına da damat gibi süslü kıyafetler giydirerek gitti.
Oscar Wilde’ın annesi utanç içinde öldü, eşi de öyle.
Nihai sözlerin söylenmesine az kalmıştı ve son günlerini Napoli’nin kenar mahallelerinde Latin Bölgesi’ndeki fakirhanelerde sefalet içinde geçiren Wilde, son nefesini, on dokuzuncu yüzyılın son yılının son ayında, menenjit nedeniyle verdi.
Oscar Wilde, İngilizlerin nazarında saray soytarısı muamelesi gördü.
Oscar Wilde’ın ayçiçeğine düşkünlüğü kısa zamanda sanat çevrelerinde yayıldı ve sıradan insanlar onun, turkuaz rengine boyalı fildişi bastonundan ve Neron stili saçlarından bahseder hale geldi.
Annenin hafifmeşrep mizacı oğlu Oscar Wilde’a da bulaşmıştı.
Ve asil bir küçümsemeyle yazanlar, yorulmuş olsalar da asla boşuna yazmamıştır.
Skotist ekolün kurucusu olan John Duns Scotus, efsaneye göre üç gün üç gece boyunca Paris Üniversitesinin bütün profesörlerinin tartışmalarını dinlemiş, sonra tamamen ezberinden bu konuşmaları tekrarlayıp, hepsini çürütmüştür.
İrlandalılar da izahı zor şekilde, adalarını azizlerin ve bilgelerin diyarı olarak tanımlamaya bayılırlar.
Gerçek, anlaşılabilir ilişkiler sonucu tatmin edilen ve dindirilen entelektüel lezzet sonucu arzulanır. Güzellik ise estetik lezzet sonucu arzu edilir ve duygusal ilişkiler sonucu tatmin edilip, dindirilir.
Sanat, insan doğasını, duygusal veya zihinsel anlamda estetik bir sonuca ulaştıran eylemdir.
Zira güzellik nitelik olarak görülebilen, dehşet, acıma ve keyif ise zihnin yarattığı algılardır.
Arzu bizi huzurdan uzaklaştırdığı için bir şeylere sahip kılabilir oysa keyif, bizi huzur içinde tuttuğu için bir şeylere sahip olmamızı sağlar.
Son olarak dehşet ve acıma, ruhumuzdaki acıyla ilişkilidir – içimizdeki iyiliği heyecana geçiren bir mahrumiyet duygusu
Arzu bizi bir olguya yönelten duygu iken, nefret bizi bir şeyden uzaklaştıran duygudur: ve içimizde barındırdığımız bu duyguları, komedi ya da trajedi ile kabartmaya çalışan sanat, uyumsuzdur.
Kötü edebiyatı adıyla anmak, bir anlamda şeytana hizmet etmektir.
Aristoteles’in eğitim hakkındaki teorileri ise ilgiden yoksundur ve devlet kuramının alt başlığı olarak ele alınmıştır.
Etik, hem lehte hem aleyhte olanlar tarafından peripatetik felsefenin zayıf tarafı olarak kabul edilir.
Medeniyetimizin dayattığı zorluklara rağmen yaşlılığa ulaşanlarda bilgeliğin gitgide azaldığını ve yürümeye, konuşmaya başlar başlamaz bir işe sürülen çocuklarda ise ”ortak hissiyatın ” arttığını görüyoruz. Belki de yakın gelecekte sakallı küçük çocuklar kenarda alkışlarken, kısa şortlar giymiş yaşlılar sokakta top koşturuyor olacak.
Sıradan insanlar hiçbir zaman, görünür olmanın başarı olup olmadığını enine boyuna tartışmaz.
Asaletle yazılmış olan hiçbir şey boşuna yazılmamıştır.
Felsefi bir akıl her zaman detaylı bir hayata eğilimlidir, oysa şairlerin hayatı daha yoğundur.
Kendisini, özgür iradesinden boşlayan kişi artık sanatçı sıfatıyla anılamaz.
” Toplumumuzda ne yapacaksınız Bayan Hessel? ” diye sorar Rörlund.
– ”İçeri taze hava girmesini sağlayacağım, Sayın Rahip, ” diye cevaplar Lona.
Hayatı gözlerimizle gördüğümüz gibi algılamamız, insanları gerçek hayatta tanıdığımız şekilde kabullenmemiz, hayata bir peri masalında sunulduğu şekliyle bakmamamız gerekir.
Hayat bugünlerde gerçekten sıkıcı bir hüzünden ibaret.
Sanata değer veren, üretken bir toplumda tiyatro, tüm sanatsal kurumlar içinde muhakkak ki en tepedeki yerini alır.
”Meraklanmayın, dünya yargılar. ”
Edebiyat, vurgularla varlığını sürdürür, insan ilişkilerindeki geleneklerden doğar.
Nolan, insanın çoğunluktan ve kalabalıklardan tiksinmediği sürece gerçeğin, doğrunun ve sanatın aşığı olamayacağını belirtmiştir.
Toplum, insanları sarmalayan tuhaf koşulları ve durumlarını içeren değişmez kanunlar sonucu vücut bulan bir olgudur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir