Elias Canetti kitaplarından Sözcüklerin Bilinci kitap alıntıları sizlerle…
Sözcüklerin Bilinci Kitap Alıntıları
Kafka hiçbir dış mahkemeyi tanımamaktadır, o kendi kendisinin mahkemesidir, ama tüm benliğiyle öyledir ve bu mahkemedeki duruşma hep sürecektir.
Hitler, taştan yapılmamış her şeyden nefret eder, arkasında saklanılamayacağından, üstelik de kırılabileceğinden büyük yapılar için malzeme olarak camdan da tiksinir.
Seslenişler, taraflar arasında top gibi gidip gelir, çarpar ve yere düşer. Karşımızdakine bir şeyler iletebildiğimiz enderdir; iletilebilenler de ters anlaşılır.
Kehanetlerimizi makinelere teslim ettiğimizden bu yana, kehanetler her türlü değerini yitirdi. Kendimizden uzaklaştığımız, cansız güçlere teslim olduğumuz ölçüde olup bitenler üzerindeki egemenliğimizi de yitirmekteyiz.
Sözcükler de insanlar gibi, ihmal edilmeye ya da unutulmaya gelmiyor. Nasıl saklanmış olurlarsa olsunlar, canlılığını koruyor ve ansızın ortaya çıkıp haklarını zorla alıyorlar.
Dilin insanlar arasındaki iletişimin aracı olduğuna inanmak kadar büyük bir yanılsamanın düşünülemeyeceğini kavradım.
“Hiçlikte kalmaktan hoşlanabilecek kimseyi hiçliğe itmeyeceksin. Hiçliği yalnızca ondan çıkış yolu bulmak için arayacak, bu yolu da herkes için işaretleyeceksin. Acı ve çaresizlik içinde kalmakta bundan başkalarını nasıl kurtaracağını öğrenmek için direneceksin, yoksa mutluluktan nefret ettiğin için değil; çünkü insanların birbirlerini insanlıktan çıkarmalarına ve parçalamalarına karşın, onların layık olduğu bir şeydir mutluluk.”
“Bütün bu çabalayışların ardında; yazarın kendisinin her zaman varlığını bilmediği bir şey gizlidir; çoğu kez zayıf, ama kimi zaman da yazarı paramparça edebilecek denli güçlü bir şey; sözle dile getirilebilen her şeyin sorumluluğunu üstlenme ve sözün başarısızlığa uğradığı yerde kendi kendini cezalandırma iradesi.”
“İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
“Kendini bir doğruyu yazmaya zorlayanın acımasızlığı, en çok kendisine acı verir; yazarın çektiği, okura çektirdiğinin yüz katıdır.”
yatışmak isteği, belki de günce tutmanın temel nedeni. kağıda dökülen tümcenin insanın üstündeki yatıştırıcı ve dizginleyici etkisine inanabilmek, neredeyse olanaksızdır. tümce, her zaman onu yazandan farklıdır. yazanın önüne yabancı bir nesne, ansızın beliren, üzerinden adanamayacak sağlam bir duvar gibi dikilir. belki de bu duvarın çevresi dolanılabilir; ama insan daha öte yana adım atmadan karşısında ilkine dik açıyla duran yeni bir duvar, yeni bir tümce bulur; yabancılıkta, sağlamlık ve yükseklikte ilkinden geri kalmayan bir duvar; ve bu duvar da insanı çevresini dolanması için baştan çıkarmaya çalışır. giderek bir labirent oluşur ve mimarı, bu labirentin içinde yolunu ancak güçlükle bulabilir. yanlış yollara sapa sapa sonunda yatışır.
bir yazarın en yakın çevresini oluşturan kişiler için, o yazara heyecan veren her şeyi dinlemek, çekilmez olurdu. heyecanlar bulaşıcıdır ve işin normali, insanların içeriği yalnızca en yakınlarının heyecanlarıyla sınırlı kalmayan, kendilerine özgü yaşamlarının bulunmasıdır; böyle olmadığı takdirde başkalarının heyecanları içerisinde kaybolup giderler. sonra öyle şeyler vardır ki, insan onlardan çok utandığı için kimseye, dahası en yakınlarına bile açılamaz. ama bunların hiç söylenmemesi ve unutulmaya bırakılması da iyi değildir. insanoğlunun yaşamı hafife almak için kullandığı mekanizmalar zaten gerekenin ötesinde iyi geliştirilmiştir. önce, biraz çekingen: ‘elimden gelen bir şey yoktu,’ denir ve bunun hemen ardından sorun bir çırpıda unutulmuştur. bu yakışık almaz davranıştan kaçınmak için yapılması gereken, olup biteni yazmak ve çok sonra, belki yıllar sonra, halinden hoşnut oluşun doruğuna varıldığında, en beklenmedik anda eskiyi ansızın dehşetle anımsamaktır: ‘yapabilecek biriydim, demek bunu yaptım ben.’ insanı bu tür korkulardan sonrasız kurtaran din, iç dünyalarında olup bitenlere ilişkin tam ve uyanık bir bilince varmayı görev bilmeyenlerin işine yarayabilir daha çok.
gerçekten her şeyi bilmek isteyen için en iyi kaynak, kendisidir. ama bunu yapmak istiyorsa eğer, kendini esirgememeli ve kendine karşı sanki bir başkasıymışçasına, yani yumuşak değil, tersine daha sert davranmalıdır.
bir yazarın en yakın çevresini oluşturan kişiler için, o yazara heyecan veren her şeyi dinlemek, çekilmez olurdu. heyecanlar bulaşıcıdır ve işin normali, insanların içeriği yalnızca en yakınlarının heyecanlarıyla sınırlı kalmayan, kendilerine özgü yaşamlarının bulunmasıdır; böyle olmadığı takdirde başkalarının heyecanları içerisinde kaybolup giderler. sonra öyle şeyler vardır ki, insan onlardan çok utandığı için kimseye, dahası en yakınlarına bile açılamaz. ama bunların hiç söylenmemesi ve unutulmaya bırakılması da iyi değildir. insanoğlunun yaşamı hafife almak için kullandığı mekanizmalar zaten gerekenin ötesinde iyi geliştirilmiştir. önce, biraz çekingen: ‘elimden gelen bir şey yoktu,’ denir ve bunun hemen ardından sorun bir çırpıda unutulmuştur. bu yakışık almaz davranıştan kaçınmak için yapılması gereken, olup biteni yazmak ve çok sonra, belki yıllar sonra, halinden hoşnut oluşun doruğuna varıldığında, en beklenmedik anda eskiyi ansızın dehşetle anımsamaktır: ‘yapabilecek biriydim, demek bunu yaptım ben.’ insanı bu tür korkulardan sonrasız kurtaran din, iç dünyalarında olup bitenlere ilişkin tam ve uyanık bir bilince varmayı görev bilmeyenlerin işine yarayabilir daha çok.
gerçekten her şeyi bilmek isteyen için en iyi kaynak, kendisidir. ama bunu yapmak istiyorsa eğer, kendini esirgememeli ve kendine karşı sanki bir başkasıymışçasına, yani yumuşak değil, tersine daha sert davranmalıdır.
çevremdeki insanlara gelince, onları çok iyi gözlemleyebiliyordum. salonda, büyük politik toplantılardan tanıdığım bir atmosfer vardı: sanki konuşmacının söyleyeceği her şey belliydi ve bekleniyordu. sekiz yıl boyunca, belki en önemli yılların boyunca, on bir yaşımdan on dokuz yaşıma kadar viyana’dan uzak kalmış benim gibi biri için, her şey tüm ayrıntılarıyla yeni ve yadırgatıcıydı: çünkü konuşmacının söylediklerinin ve tutkulu bir coşkuyla dile getirdiklerinin tümü gerek özel yaşamın, gerekse kamu yaşamının sayısız ayrıntılarına ilişkindi. en etkileyici nokta, bir kentte üzerinde durulmaya değer ve bir ölçüde herkesi ilgilendiren bu denli çok olayın geçmesiydi. savaş, savaşın uzantısı sancılar, kötülükler, cinayetler, para hırsı, türlü dolanlar, bunların yanı sıra da baskı hataları aynı dizginlerini koparmış güçle bağlamların dışına çıkarılıp daha belirginleştiriliyor, adlandırılıp yargılanıyor, bir tür esriklik havası içerisinde sayıları bini aşan bir insan kitlesinin başına fırlatılıyordu. bu insanlar her sözcüğü anlıyorlar, karşı çıkıyorlar, alkışlıyorlar ya da bütün bu söylenenlere gülüyorlardı.
beni en çok tedirgin kılan şeyin, kitlesel etkinin aniliği olduğunu itiraf etmeliyim. nasıl oluyordu da, bu insanların tümü neyin söz konusu olduğunu çok iyi biliyorlardı? söz konusu edileni daha önce tanımış, ona karşı çıkmışlardı; şimdi de burada mahkum edilmesini bekliyorlardı. bütün suçlamalar tuhaf bir sertlikle, mahkeme tutanaklarındaki tümceleri çağrıştıran bir tonda dile getiriliyordu; bu konuşma hiç kopukluk göstermiyor, hiç son bulmuyor, sanki yıllarca önce başlamış ve daha yıllar boyu böyle sürüp gidebilirmiş izlenimini uyandırıyordu. Hukuk alanına yakınlığı çağrıştıran bir nokta da, her şeyin yerleşik, mutlak olma niteliği tartışmasız, dokunulmazlık taşıyan bir yasanın varlığını şart kılmasıydı. neyin iyi ve neyin kötü olduğu, apaçıktı. gerçekler, kimsenin çizemeyeceği ya da aşındıramayacağı granit kadar sert ve doğaldı.
ama burada çok özel türde bir yasanın varlığı söz konusuydu ve ben de daha ilk defasında, bu yasaya karşı çıktıkları için cezalandırılmaları gerekenlere olan tüm yabancılığıma karşın, o yasaya nasıl boyun eğmeye başladığını duyumsayabildim. çünkü işin akıl almaz ve unutulmaz yanı -bu konumu yaşamış herkesin, üç yüz yıl yaşasa bile unutamayacağı yanı, bu yasanın yakıcılığıydı: bu yasanın sıcaklık saçan, kavurup yakan bir gücü vardı. birbirine hep aksaksız uyan, duvarcı kyklopların surları kadar sağlam tümcelerden şimşekler yağıyordu; bunlar tehlikesiz ya da çevreyi aydınlatan şimşekler değildi; tiyatro sahnelerinde çaktırılan türden şimşekler de değildi; bu şimşekler öldürücüydü; ve herkesin önünde, aynı zamanda tüm kulaklara yansıyarak gerçekleşen bu cezalandırma eylemi o denli tüyler ürpertici ve görkemliydi ki, etkisinden uzak kalmayı kimse başaramıyordu.
her hüküm, hemen oracıkta yerine getiriliyordu. bir kez verilmiş hükmün geri alınması artık olanaksızdı. idamları hepimiz yaşıyorduk. salondaki insanlar arasında bir tür tutku dolu bekleyişe yol açan şey, hükmün verilişinden çok, anında yerine getirilmesiydi. çoğu hiçbir şeye layık olmayan kurbanlar arasında direnişe geçen ve idamlarını kabul etmeyenler de vardı. çokları açıkça savaşmaktan kaçınıyordu, ama meydan okuyanlar da çıkıyordu; işte o zaman başlayan amansız kovalamaca, dinleyicilerin izlemekten en çok hoşlandıkları sahne oluyordu. kral kraus’un aydınlardan kana susamış bir kitle oluşturmayı başardığı ancak yıllar sonra anlayabildim; bu kitle, kraus’un her toplantısına geliyor ve seçilen kurban yere serilinceye dek varlığını koruyordu. kurban susar susmaz, bu av da son buluyordu. Ondan sonra bir yenisi başlayabilirdi.
bkz. doğuya giden gemide, batıya koşmak.
bkz. öfke orucundan çıkanların, olay mahallisinde yerleşik hayata geçmesi.
beni en çok tedirgin kılan şeyin, kitlesel etkinin aniliği olduğunu itiraf etmeliyim. nasıl oluyordu da, bu insanların tümü neyin söz konusu olduğunu çok iyi biliyorlardı? söz konusu edileni daha önce tanımış, ona karşı çıkmışlardı; şimdi de burada mahkum edilmesini bekliyorlardı. bütün suçlamalar tuhaf bir sertlikle, mahkeme tutanaklarındaki tümceleri çağrıştıran bir tonda dile getiriliyordu; bu konuşma hiç kopukluk göstermiyor, hiç son bulmuyor, sanki yıllarca önce başlamış ve daha yıllar boyu böyle sürüp gidebilirmiş izlenimini uyandırıyordu. Hukuk alanına yakınlığı çağrıştıran bir nokta da, her şeyin yerleşik, mutlak olma niteliği tartışmasız, dokunulmazlık taşıyan bir yasanın varlığını şart kılmasıydı. neyin iyi ve neyin kötü olduğu, apaçıktı. gerçekler, kimsenin çizemeyeceği ya da aşındıramayacağı granit kadar sert ve doğaldı.
ama burada çok özel türde bir yasanın varlığı söz konusuydu ve ben de daha ilk defasında, bu yasaya karşı çıktıkları için cezalandırılmaları gerekenlere olan tüm yabancılığıma karşın, o yasaya nasıl boyun eğmeye başladığını duyumsayabildim. çünkü işin akıl almaz ve unutulmaz yanı -bu konumu yaşamış herkesin, üç yüz yıl yaşasa bile unutamayacağı yanı, bu yasanın yakıcılığıydı: bu yasanın sıcaklık saçan, kavurup yakan bir gücü vardı. birbirine hep aksaksız uyan, duvarcı kyklopların surları kadar sağlam tümcelerden şimşekler yağıyordu; bunlar tehlikesiz ya da çevreyi aydınlatan şimşekler değildi; tiyatro sahnelerinde çaktırılan türden şimşekler de değildi; bu şimşekler öldürücüydü; ve herkesin önünde, aynı zamanda tüm kulaklara yansıyarak gerçekleşen bu cezalandırma eylemi o denli tüyler ürpertici ve görkemliydi ki, etkisinden uzak kalmayı kimse başaramıyordu.
her hüküm, hemen oracıkta yerine getiriliyordu. bir kez verilmiş hükmün geri alınması artık olanaksızdı. idamları hepimiz yaşıyorduk. salondaki insanlar arasında bir tür tutku dolu bekleyişe yol açan şey, hükmün verilişinden çok, anında yerine getirilmesiydi. çoğu hiçbir şeye layık olmayan kurbanlar arasında direnişe geçen ve idamlarını kabul etmeyenler de vardı. çokları açıkça savaşmaktan kaçınıyordu, ama meydan okuyanlar da çıkıyordu; işte o zaman başlayan amansız kovalamaca, dinleyicilerin izlemekten en çok hoşlandıkları sahne oluyordu. kral kraus’un aydınlardan kana susamış bir kitle oluşturmayı başardığı ancak yıllar sonra anlayabildim; bu kitle, kraus’un her toplantısına geliyor ve seçilen kurban yere serilinceye dek varlığını koruyordu. kurban susar susmaz, bu av da son buluyordu. Ondan sonra bir yenisi başlayabilirdi.
bkz. doğuya giden gemide, batıya koşmak.
bkz. öfke orucundan çıkanların, olay mahallisinde yerleşik hayata geçmesi.
bir olayın, bir yaşantının, bir örneğin ötekini kovup yerine geçmesi, gençlik yıllarındaki doymak bilmezliğin ve atılganlığın gereğidir. insan bu yıllarda coşkuludur, hep daha geniş ufuklara açılmaktan yanadır; bir şuna, bir buna el atar, kendine bir put yapar ve ona başka her şeyi dışlayan bir tutkuyla bağlanır. ama bu puttan ötürü düş kırıklığına uğradığı anda da, onu bulunduğu yükseklikten indirip hiç düşünmeksizin parçalar; adil olma isteği yoktur insanda, çünkü put, o ana değin o insan için çok büyük anlamlar taşımıştır. eskilerin yıkıntıları arasına yeni bir put yerleştirilir. yerleştiren, o putun burada tedirgin oluşunu pek umursamaz. putlarına karşı keyfinin istediği gibi davranır insanoğlu, onların neler duyduklarını sormaz; bu putların varlık nedeni, yüceltilmek ve yıkılmaktır; birbirini izleyen putların sayısı, insanı şaşkınlığa sürükleyecek kadar kabarıktır; ve bu putlar gerek çeşitlilik, gerek birbirleriyle karşıtlık oluşturma bakımından o denli alacalı bir görünümdedir ki, birisi bunların tümüne birden aynı zamanda bir göz atmayı düşünse, herhalde dehşete kapılır. bu putlardan biri ya da öteki, bir tanrı olmayı başarır; o zaman süreklilik kazanır ve esirgenir, ona el uzatan çıkmaz. tanrılaşmış puta artık insanların kötü niyeti değil, yalnızca zaman zarar verebilir. böyle bir tanrı zamanın aşındırmasına uğrayabilir ya da yumuşak toprağa gömülebilir, ama ne olursa olsun sağlam kalır ve biçimini yitirmez.
bir süre yaşamış bir insanın iç dünyasında taşıdığı bu tapınaklar alanının yıkıntılarla dolu görünümünü tasarımlayabilmek güçtür. bu alanı akılcı yoldan kavrayabilmek, hiçbir arkeoloğun başarabileceği iş değildir. sağlam kalmış, ne oldukları anlaşılabilen tanrı betimleri bile arkeolog için gizemli bir pantheon’dur. ama bu kadar da değil: herhangi bir arkeolog bu alana girmeyi başarsa, yıkıntıların üstünde başka yıkıntılar da bulacak, görünüm giderek daha tuhaf ve gerçekdışı bir nitelik kazanacaktır. şu yıkıntıları neden özellikle bu yıkıntının izlediğini nasıl anlayabilecektir arkeolog? bu yıkıntıların tek ortak noktası, yıkılış biçimleridir ve onları inceleyen arkeoloğun yapabileceği tek saptama, buraları yakıp yıkanın hep aynı barbar olduğudur.
bkz. karanlık maddeden geriye bize kalan edilgen malumatfuruşluğumuz.
bkz. nöronlarımızın unstabil anjinasına rağmen katıklı kitlesel ayinlerimiz.
bir süre yaşamış bir insanın iç dünyasında taşıdığı bu tapınaklar alanının yıkıntılarla dolu görünümünü tasarımlayabilmek güçtür. bu alanı akılcı yoldan kavrayabilmek, hiçbir arkeoloğun başarabileceği iş değildir. sağlam kalmış, ne oldukları anlaşılabilen tanrı betimleri bile arkeolog için gizemli bir pantheon’dur. ama bu kadar da değil: herhangi bir arkeolog bu alana girmeyi başarsa, yıkıntıların üstünde başka yıkıntılar da bulacak, görünüm giderek daha tuhaf ve gerçekdışı bir nitelik kazanacaktır. şu yıkıntıları neden özellikle bu yıkıntının izlediğini nasıl anlayabilecektir arkeolog? bu yıkıntıların tek ortak noktası, yıkılış biçimleridir ve onları inceleyen arkeoloğun yapabileceği tek saptama, buraları yakıp yıkanın hep aynı barbar olduğudur.
bkz. karanlık maddeden geriye bize kalan edilgen malumatfuruşluğumuz.
bkz. nöronlarımızın unstabil anjinasına rağmen katıklı kitlesel ayinlerimiz.
şimdi de istiyoruz ki aynı köpek, yaşamı boyunca burnunun gösterdiği yere koşan köpek, aynı zamanda hem istençsiz kurban, hem şehvet düşkünü, hem de tadı çıkarılan av olan bu yaratık, bir anda bütün bunlara karşı olsun, kendi kendine ve -hiçbir zaman tümüyle kurtulmak hakkına sahip bulunmadığı- kötü alışkanlığına karşı çıksın, yolunu sürdürsün, başkaldırsın ve üstelik kendi ikileminin de bilincinde olsun. gerçekten acımasızca bir istemdir bu, aynı zamanda da köktenci bir istemdir; ölüm kadar acımasız ve köktenci.
bkz. ruhun evre dört scc’si
bkz. ruhun evre dört scc’si
içinde yaşadığımız yoğun ve dehşet kokan gerilim, özlemini çektiğimiz hiçbir fırtınanın bizi elinden kurtaramayacağı gerilim, bütün alanları egemenliği altına aldı; dahası, şaşırmak olgusunun ötekilere oranla daha özgür ve daha arı kalmış alanında bile egemenlik kurdu.
Sözcüklerin sorumluluğunu yüklenebilen ve mutlak yıkımın bilinci içerisinde, bu yıkımın tüm acısını algılayabilenler var oldukça, insanlığın en önemli yapıtlarını yaratanlar için hep kullanılagelmiş bir sözcüğe sımsıkı sarılmaya da hakkımız var demektir; o yapıtlar yaratılmasaydı, insanlığın ne olduğunun bilincine hiçbir zaman varamazdık.
Kehanetlerimizi makinelere teslim ettiğimizden bu yana, kehanetler her türlü değerini yitirdi. Kendimizden uzaklaştığımız, cansız güçlere teslim olduğumuz ölçüde olup bitenler üzerindeki egemenliğimizi de yitirmekteyiz.
Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu görmeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.
Yalnız olmanın, yalnız yürümenin, güneşte yalnız başına yatmanın zevklerini tattın mı hiç? Yalnız başına uzun yol gittiğin oldu mu? Bunu yapabilmek, insanın geçmişinde çok acının ve aynı zamanda da çok mutluluğun bulunmasına bağlıdır.
İnsanın iyi tanıdığı her yaşam gülünçtür. Daha iyi tanındığı zaman ise aynı yaşam ciddiyet kazanır ve korkunçlaşır.
İyi olduğumda, o an içinde yaşadığım zamanla doluyum, kötü oluğumda ise hem şimdiki zamanı hem de ondan daha beter biçimde geleceği lanetliyorum!
Edimin ölçüsü gitme eyleminin kendisidir, başarılan adımların belirginliğidir, hiçbir şeyin üstünden atlanmaması, bir kez ele alınanın her türlü kuşkudan arınmış konuma gelmesidir.
Ve insan, yakınma nakaratını bir kez her şeyi kurtaran bir tür dil diye benimsemeye razı oldu mu, o zaman hiç susmayan bu iletişim aracından Kafka üzerine en düşünülmedik şeyleri öğrenir, eşine ender rastlanır netlikte ve içtenlikte açıklamalara tanık olur.
Kendini bir doğruyu yazmaya zorlayanın acımasızlığı, en çok kendisine acı verir; yazarın çektiği, okura çektirdiğinin yüz katıdır.
parçalanmış bir dünya vardı artık ve ancak onu bu parçalanmışlığıyla sergileme yürekliliği gösterildiği takdirde, bu dünyaya ilişkin doğru bir tasarımın verilmesi de söz konusu olabilirdi.
üç ayda üstesinden gelmeyi başaramadığım bu dünya, gözüme delilerden oluşma bir dünya olarak görünüyordu.
Son diye bir şey yoktur, ne dışlanmışlığın ne de kaçışın sonu vardır; aynı şey hep yinelenecektir.
İnsanları ancak en büyük yıkımları içerisinde kendimiz gibi tanıyabildiğimiz, yaşayabildiğimiz doğru mudur? İnsanların birbirleriyle en çok paylaştıkları şey, yıkım ve mutsuzluk mudur?
Konfüçyüs’ün önem verdiği noktalardan biri de, insanların hesapçı davranmamalarıdır; yakından incelendiğinde bu, insanların bir araç gibi kullanılmaması gerektiği anlamını taşımaktadır.
Paranoyak olan kişinin bedeni, aynı zamanda gücü ve iktidarıdır; o kişi bu güce koşut olarak parlar ya da söner. Son ana değin Hitler için önem taşıyan şey, düşman tarafından bedeninin kutsallığının bozulmasını önlemektir.
Aslında sözcükler de insanlar gibi ihmal edilmeye ya da unutulmaya gelmiyor. Nasıl saklanmış olurlarsa olsunlar, canlılığını koruyor ve ansızın ortaya çıkıp hakkını zorla alıyorlar.
yakamızı bir türlü bırakmayan, sözcüklerin kendisidir, daha büyük çaptaki tüm tinsel bağlamların ötesinde, tek tek sözcüklerdir.
Unutulmamalı ki, dış dünyada inanç sorununu düzenleyen otoriteleri tanımayan bir insan, iç dünyasında bu eksikliği dolduracak bir şey oluşturmalıdır yoksa bir kaosa dönüşür.
Hayran kalınması gereken kişi, iyiyi önceden bilen peygamberdir. Çünkü iyinin, yalnızca iyinin gerçekleşebilme olasılığı çok zayıftır.
Kendini her şeyin ölçütü sayan insanoğlu, henüz hemen hemen bir bilinmez konumundadır, kendine ilişkin bilgileri konusundaki ilerlemeleri en alt düzeydedir ve her yeni kuram, onu aydınlığa kavuşturmaktan çok perdeler.
“Kapılar ve pencereler bu dünyaya kapatıldığında, arada sırada güzel bir yaşamın gerçekliğinin görünümü ve neredeyse başlangıcı üretilebiliyor.” Kafka
İnsanın iç dünyasında öyle bir şey olmalıdır ki, insanı utandırmasın , ama gereken utanmaları da gerçekleştirebilsin.
İki olasılık: Kendini sonsuz küçültmek ya da küçük olmak. İkincisi bitiştir, yani eylemsizliktir, ilki ise başlangıçtır, yani eylemdir.
Kafka hiçbir dış mahkemeyi tanımamaktadır, o kendi kendisinin mahkemesidir, ama tüm benliğiyle öyledir ve bu mahkemedeki duruşma hep sürecektir.
Kendi iç dünyamda dinginliğe erişemiyorum, her zaman `bir şey` olamıyorum ve bir kez `bir şey`olabilmişsem eğer, o zaman bunu aylar süren bir `hiç oluş`la ödüyorum.
Kafka için ailesiyle aynı evde yaşamak bile ona acı verir. Ben insanlarla birlikte yaşayamam, istisnasız tüm akrabalarımdan nefret ediyorum, akrabalarım oldukları için değil, sadece benim en yakınımda yaşayan insanlar oldukları için.
İnsanın kendisinden ve başkalarından hoşnutsuzluğu sürekli değildir. Yoğun coşkuların ve kişisel mutluluk duygularının yaşandığı zamanlar vardır. Öğrenme isteğini ikinci bir benlik gibi taşıyan bir insanın yaşamında böyle zamanlara çok sık rastlanamaz.
Herkes, tek tek herkes dünyanın bir odak noktasıdır ve dünya, böyle odak noktalarıyla dolu olduğu içindir ki değerlidir.
İnsan çok yönü, binlerce yönü bulunan bir varlıktır. En büyük şansı ve mutluluk kaynağı da budur ve insan ancak belli bir süre sanki böyle bir varlık değilmiş gibi yaşayabilir. Kendini ve amacının kölesi gibi hissettiği anlarda, insana yardımcı olabilecek tek çare vardır: Eğilim ve yeteneklerinin çokyönlülüğüne boyun eğip kafasından geçenleri hiçbir ayıklama yapmaksızın kağıda dökmek.
Ama insan ilk korkulu sendeleyişin ardından kendine gelip, bulduğunu tanıyabilmek ve adlandırabilmek yürekliliğini gösterebilirse, işte o zaman gerçek yaşamı, kendisinin olan yaşamı başlar.
Seslenişler, taraflar arasında top gibi gidip gelir, çarpar ve yere düşer. Karşımızdakine bir şeyler iletebildiğimiz enderdir; iletilebilenler de ters anlaşılır.
Aydının en kötü alışkanlığı, dünyanın yalnızca aydınlardan oluştuğuna inanmasıdır.
Putlarına karşı keyfinin istediği gibi davranır insanoğlu, onların neler duyduklarını sormaz; bu putların varlık nedeni, yüceltilmek ve yıkılmaktır.
Gerçek anlamda iktidar sahibinin asıl amacı hem tuhaf, hem de inanılması güç bir amaçtır; o, tek insan olmak ister.
Savaşa isteyerek giden, güvenle gider; bu güveni oluşturan şey, her iki taraftan ölenlerin hep başkaları olacağına, kendisinin ise hayatta kalacağına ilişkin beklentidir. Böylece savaş, barış zamanlarında kendinde hiçbir özellik bulunmayan adama da bir güçlülük duygusu kazanma olanağı sağlamaktadır.
Genelde yalın kişiliklerin taşıyıcısı olan bu insanlar, kendilerini asıl savaşlarda iyi hissetmişlerdir. Sanki savaş durumunun gerçek anlamı tehlikeymiş gibi, böyle durumlarda hep tehlikenin çekiciliğinden söz edilir. Oysa savaşlarda asıl amacın öldürmek, hem de kitlesel bir öldürme eylemini gerçekleştirmek olduğu açıktır. Hedef, düşman ölülerinden bir yığın oluşturabilmektir ve galip gelmek isteyen, bu yığının ardından hayatta kalmayı çok açık biçimde tasarlar.
Bir kez hayatta kalmanın tadına varan, bu tadı yığmaya çalışacaktır. Eşzamanlı olarak çok sayıda kişinin ardından hayatta kalabildiği durumlar yaratabilme girişiminde bulunacaktır.
Çünkü somut hayatta kalışın verdiği mutluluk duygusu, gerçekte yoğun bir zevk almayı simgeler.
İnsan, kendi yaşamadığı sürece ölüme hiçbir zaman tam olarak inanmaz. Ama ölümü başkalarında yaşar. Başkaları tek tek gözünün önünde ölürler ve ölen her birey, ölüme tanık olanı ölüme inandırır.
Bir insanın bir ölüyle karşılaşması, kendi ölümüyle karşılaşması anlamına gelir.
Yakınımızda olanın tehlikelerini hissedince, bilmediğimiz başka tehlikeleri bunlara yeğleriz. Her zaman bulunabilen bu başka tehlikeler, başlangıçta ansızın ortaya çıkıştan ve bir eşi daha yokmuş görünümünden kaynaklanan bir çekiciliğe sahiptir.
Hava son ortak ülkedir. Herkes ortaktır. Paylara ayrılmış değildir ve en yoksul insan bile ondan yararlanabilir. Ve biri açlıktan ölmeye yargılı olsa bile, kuşkusuz yeterli olmamakla birlikte, hiç olmazsa son anına değin nefes alabilecektir.
Ortalama insanın genelde uzakta kalmış olan ortaçağ karşısında duyduğu dehşet, kendi yaşadığı dünya savaşından ötürü kapıldığı dehşetten daha büyüktür. Bu saptamayı, bir yıkıcı tümceyle özetleyebiliriz: Günümüzde bir tek insanı yakılarak ölüm cezasına çarptırmak, bir dünya savaşı çıkartmaktan daha zor olurdu.
Yazara karşı ileri sürülebilecek istem, onun çağına karşı çıkmasıdır Yazarın karşı çıkışı sesli olmalı, biçim içerisinde somutlaşmalıdır; yazar donup kalmak ya da susup yazgıya boyun eğmek hakkına sahip değildir. Küçük bir çocuk gibi tepinmeli, bağırmalıdır; ama en sevecen göğüsten bile gelse, dünyadaki hiçbir süt onun karşı çıkışlarını boğmamalı, onu tatlı bir uykuya itmemelidir. Uyuyabilmeyi istemek zorundadır ama bu isteğe asla erişememelidir. Karşı çıkışını unuttuğu anda, tıpkı dinin egemen olduğu eski çağlarda bütün bir halkın tanrısına ihanet etmesi gibi, o da ihanet etmiş sayılır.
Şaşırmak, bir zamanlar büyük olasılıkla o sözünün edilmesinden hoşlanılan, görüntüleri daha pürüzsüz ve dingin bir yüzeye yansıtan ayna idi. Günümüzde ise bu ayna parçalanmış durumda ve şaşkınlığın kırıkları küçüldü. Ama en küçük kırıktan bile bir görüntü tek başına yansımıyor; kendi karşıtını da acımasızca beraberinde sürüklüyor; gördüğün ne olursa olsun ve ne denli az olursa olsun, senin görme eylemin onun kendi kendisini geçersiz kılmasına yol açıyor.
Çağımızı çok kısa tanımlamak gerekseydi, birbirine en karşıt şeylere aynı zamanda şaşılabilen çağ denebilirdi.