İçeriğe geç

Journal Of The Plague Year Kitap Alıntıları – Daniel Defoe

Daniel Defoe kitaplarından Journal Of The Plague Year kitap alıntıları sizlerle…

Journal Of The Plague Year Kitap Alıntıları

Kendini koruma içgüdüsü insanları başka zaman yapmayacakları gaddarlıklara zorluyordu…
katlanamadığım bazı düșünceler var.
Biri ona nasıl olduğunu sorduğunda yanıt olarak ceset arabasının henüz onu almadığını, ama ertesi hafta almaya söz verdiklerini söylüyormuş.
Ama gayet haklı olarak insanların çoğu için,firevundan kurtulan ve Kızıldeniz’i geçince geriye baktıklarında suda çırpınan Mısırlıları gören israiloğulları için söylendiği gibi,ona övgüler düzdükleri,ama yaptıklarını hemen unuttukları söylenebilirdi.
Yaşadığımız olay bir ordunun başında olmaya veya bir savaş alanında süvarilere saldırmaya benzemiyordu;burada savaşılan şey beyaz atına binip gelmiş ölümün kendisiydi.
Hekimlerin tavsiyesiyle yazın en sıcak günlerinde bile yalnız sokaklarda değil,evlerde de çok miktarda kömür yakılıyordu.Gerçi kimi buna şiddetle karşı çıkıyor,evleri ve odaları sıcak tutmanın kanda zaten mayalanma ve hararete yol açan hastalığı iyice azdıracağını,hastalığın sıcak havada yayıldığının ve arttığının,soğuk havada hafiflediğinin bilindiğini ısrarla söylüyor,o yüzden bütün bulaşıcı hastalıklar için sıcağın en kötü şey olduğunu,çünkü sıcak havada bulaşıcılığın beslendiğini,güç kazandığını,yani sıcağın hastalığı azdırdığını iddia ediyorlardı.
Başındaki şişlikleri gizleyenler gibi kep takan veya şişlikleri boynunda olanların yaptığı gibi boynuna bez dolamış bir adam korku salıyordu.Ama yakası yerinde,eldiveni elinde,şapkası başında ve saçları taranmış,iyi giyimli bir beyefendi gördüğümüzde en ufak bir kuşku duymuyorduk.
Türklere özgü bir kadercilikleTanrı bizi çarpacaksa evde de otursak bir,sokakta da dolaşsak bir, deyip bundan kaçış yok diye düşünerek hastalıklı evlere bile girip çıkmaya ve hasta insanlarla konuşmaya başladılar.
Kısacası insanlar korkularına yenilip bütün düzenleme ve yöntemlerin faydasız olduğunu düşünmeye başlamıştı,artık tüm insanlığın mahvolmasını beklemek dışında yapılacak bir şey yoktu.Tam bu genel ümitsizlik halinin doruğa çıktığı zamanda yüce Tanrı bu kadarının yettiğine kanaat getirdi,başlaması kadar sürpriz bir biçimde salgının şiddetini azalttı ve böylece aslında her şeyin onun elinde olduğunu gösterdi.
Çektiği ıstırap yüzünden insanların nasıl delirdiği,bahsettiğim gibi yalnız bırakıldıklarında çıldırmış bir halde nasıl çaresizce hareketlerde bulundukları düşünülürse aslında bu tür daha fazla felaket yaşanmamış olması tuhaf.
Bana sık sorulan,ama doğrudan nasıl bir cevap vereceğimi bir türlü bilemediğim bir soru vardı.Hastalığın olduğu evler güya katı bir şekilde aranıp hepsi kapatılarak korunurken nasıl oluyor da sokaklarda bu kadar hasta insan dolaşıyordu?
Bu ailenin hepsi veya büyük bölümü öldü, ancak daha önceden kaptıkları vebadan değil, onları vebadan korumak için dikkatli davranması gerekenlerin taşıdığı veba yüzünden öldüler. Böyle vakalar sıkça görülüyordu ve açıkçası evleri kapatmanın en olumsuz sonuçlarından biriydi.
Ölümle o kadar sık karşılaşır olmuşlardı ki dostlarının bile ölümüne aldırmayacak haldeydiler ve zaten ölüm sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlardı.
Hastalık yüzünden değil,açlık,endişe ve açgözlülük gibi hastalığın sonucu olan şeyler yüzünden öldükleri söylenebilir.
Hastalanmış olanların hastalığı başkalarına bulaştırıp bulastırmamaya hiç özen gostermedikleri veya buna hiç aldırmadıkları düşüncesi yayıldı. Bunda doğruluk payı olabilir, ama söylendiği kadar yaygın olduğunu sanmıyorum. İlahi adaletle yuzlesecekleri bir zamanda böyle korkunç bir şey için ne gibi bir olası sebep gösterilebilir, aklım almıyor. Hiç kuşkusuz bunun ne dinle, ne ahlakla, ne fedakarlıkla, ne de insanlıkla bir ilgisi var.
İnsanların hayal gücü gerçekten sapkın ve saplantılı bir hal almıştı. Muhakkak ki sürekli bulutları tarayan gözlerin gördüğü şekil ve şemail,tasvir ve sanrılar aslında hava ve buhardan ibaretti. Bulutun birinden dışarı uğramış bir elin tuttuğu ateşten bir kılıcın doğrudan kenti işaret ettiğini söylüyorlardı.Havada gömülecekleri taşıyan cenaze arabaları ve tabutlar,ayrıca gömülmemiş ceset yığınları vs.görüyorlardı. -korkunun pençesindeki bu zavallı insanların hayal güçleri onlara hangi malzemeyi sunuyorsa onu.
Evhamlı şunu görür ufukta
Savaş,ordu ve donanma;
Sağlam bir göz sisleri aralar
Aslına rücu eder bulutlar.
Bu satırları insanların her gün gördüklerini söyledikleri veya başkalarının gördüklerini duyup şüphe etmeden aktardıkları tuhaf tuhaf hikayelerle tıka basa doldurabilirim.
Gafil avlandığımız bu zamanların ilk günlerine döneyim tekrar: Yüreklere henüz yeni düşen korkular birkaç tuhaf tesadüf vesilesiyle körüklenmişti. Öyle ki halkın adeta tek bir beden halinde evlerini terk edip Tanrı’nın içindekilerle birlikte yeryüzünden silinmeye mahkum ettiği bu Akeldama’dan nasıl olup da göç etmediklerine şaşmamak elde değil. Bu olaylardan birkaç tanesine değinmekle yetineceğim. Ne var ki böyle hadiseler ve bunları yayıp azdıran büyücüler,kurnazlar o kadar çoktu ki insanlar,özellikle kadınlar nasıl hayatta kaldılar,hep şaşırmışımdır.
Bütün dikkatim bu ikilem üzerine yoğunlaşmışken önümde duran Kitab-ı Mukades’in sayfalarını karıştırıp,Tanrım,ne yapayım bilmiyorum,yol göster bana! diye haykırdım. Bir anda 91. Mezmur’da durdum,gözlerim 2.ayette takıldı,7.ayet özellikle dikkatimi çekti ve devamında 10.ayet de dahil olmak üzere bu dizelerde şunlar yazıyordu: O benim sığınağım,kalemdir derim Rab için,Tanrımdır,ona güvenirim. Çünkü o seni avcı tuzağından,ölümcül hastalıktan kurtarır. Seni kanatlarının altına alır,onların altına sığınırsın. Onun sadakati senin kalkanın,siperin olur.Ne gecenin dehşetinden korkarsın,ne gündüz uçan oktan,ne karanlıkta dolaşan hastalıktan,ne de öğleyin yok eden kırgından. Yanında bin kişi,sağında on bin kişi kırılsa bile,sana dokunmaz.Sen yalnız kendi gözlerinle seyredecek,kötülerin cezasını göreceksin.Sen Rabi kendine sığınak,Yüceler Yücesini konut edindiğin için,başına kötülük gelmeyecek,çadırına felaket yaklaşmayacak. vs.
Bir sabah bu konuyu kafamda evirip çevirirken büyük bir huzurla şunu farkettim: Mademki tanrısal kudretin rehberliği veya izni olmadan başımıza hiçbir şey gelemezdi,bu hüsranların da kaynağı doğanın ötesinde olmalıydı ve Tanrı katından,belki doğrudan,belki de telkin yoluyla gitmemem isteniyordu. Klamam gerçekten Tanrı’nın isteği ise, etrafımı saran bütün bu ölüm ve tehlikenin ortasında beni onun koruyacağını düşündüm. Tanrısal olduğuna inandığım bu telkinlere rağmen buradan kaçıp kendimi korumaya kalksam Tanrı’dan akçmış gibi olacaktım. O da beni nerede ve ne zaman uygun görürse yakalayıp adaletini yerine getirecekti.
İçinde bulunduğum bu koşulları bütün ayrıntısıyla anlatıyorum,niye mi?Çünkü bakarsınız benden sonra da biri benzer bir sıkıntıya düştüğünde yine benzer bir seçim yapmak zorunda kalır.Aldığım bu notlar yapıp etiklerimin terihçesi değil,o kişinin eylemlerine rehber olsun diyedir.Yoksa şahsen yaşadıklarımın kimsenin gözünde zerre kadar önemi olmadığının farkındayım.
Hastalığın olduğu evler güya katı bir şekilde aranıp hepsi kaparılarak korunurken nasıl oluyor da sokaklarda bu kadar hasta insan dolaşıyordu?
Hemen her evde, özellikle salgının henüz vardığı yerlerde gözyaşları ve feryat vardı. Kentin diğer ucundaki insanların yürekleriyse taş kesilmişti. Ölümle o kadar sık karşılaşır olmuşlardı ki dostlarının bile ölümüne aldırmayacak haldeydiler ve zaten ölüm sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlardı.
Ben de artık kendi durumumu dikkatle gözden geçirip ne yapmam gerektiğini ciddiyetle düşünmeye başlamıştım, Londra ‘da mı kalacaktım, yoksa komşularımın çoğunun yaptığı gibi kapıyı çekip buradan kaçacak mıydım? İçinde bulunduğum bu koşulları bütün ayrıntısıyla anlatıyorum, niye mi? Çünkü bakarsınız benden sonra da biri benzer bir sıkıntıya düştüğünde yine benzer bir seçim yapmak zorunda kalır. Aldığım bu notlar yapıp ettiklerimin tarihçesi değil, o kişinin eylemlerine rehber olsun diyedir.
Hastalanan pek çok kişi hem komşuları çekinip selamı sabahı keser diye, hem de -henüz uygulandığı görülmemişti, ama gözdağı veriliyordu- yetkililer evlerini kapatır diye korkuyor, hastalığını gizliyordu.
Bir kötülük her zaman bir başkasına yol açar.
İşimi ve mallarımı yitireceğimi öne sürerken en kuvvetli kozum, kaldığım takdirde güvenliğimi ve sağlığımı Tanrı’nın koruyacağına güvenmem gerektiği savıydı. O da bu denli büyük bir tehlikeyle burun buruna geldiğimde hayatımı koruması için Tanrı’ya güvenip, işimi kaybetme riski söz konusu olduğunda Tanrı’ya güvenmemenin akla izana sığmadığını ifade etti.
Ne kadar kahredicidir ki, hastalığı önlemenin en iyi yolu aslında hastalığı daha da yaydı..
Sabahtan akşama kadar bu manzarayı izlemekten kendimi alamıyordum.
Bana zulmedenler için dua etmem sadece görevimi yerine
getirmek için değildi; bana davranışları yüzünden içimde onlara karşı herhangi bir kırgınlığın izi bile olmadığından emin oluncaya kadar kalbimi baştan aşağı yokladım. Tanrı’nın adını savunma arzusunu kişisel öfke ve kırgınlıklarından nasıl ayırt edeceklerini öğrenmek veya ayırt ettiğinden emin olmak isteyen herkese naçizane bu yöntemi öneririm
Salgın büyük bir yangın gibidir; çıktığı yerde sadece birkaç ev yakınsa onları yakar veya müstakil bir evde başladıysa yalnız o evi yakar. Fakat evlerin birbirine yakın inşa edildiği bir kasabada veya şehirde çıkarsa hızla yayılır, öfkesi her yere ulaşır ve erişebildiği her şeyi yakar kül eder.
Salgın büyük bir yangın gibidir; çıktığı yerde sadece birkaç ev yakınsa onları yakar veya müstakil bir evde başladıysa yalnız o evi yakar. Fakat evlerin birbirine yakın inşa edildiği bir kasabada veya şehirde çıkarsa hızla yayılır, öfkesi her yere ulaşır ve erişebildiği her şeyi yakar kül eder.
Türklere özgü bir kadercilikle, Tanrı bizi çarpacaksa evde de otursak bir, sokakta da dolaşsak bir, deyip bundan kaçış yok diye düşünerek hastalıklı evlere bile girip çıkmaya ve hasta insanlarla konuşmaya başladılar. Peki, sonuçta ne mi oldu? Elbette Türkiye’de ve böyle düşünülen ülkelerde ne oluyorsa o: Hastalandılar ve yüzlercesi, binlercesi öldü.
Sonrasında da bana gezip gördüğü (daha önce de söylediğim gibi tüccar olan ağabeyim birkaç yıl önce başka ülkelere gitmiş, son olarak da Lizbon’dan dönmüştü) Asya’daki ve başka yerlerdeki Türklerin ve Müslümanların haddini bilmezliğinin vahim sonuçlarını anlatmaya başladı. Onların insanın yazgısıyla ilgili önyargılı düşüncelerini, her insanın yazgısının önceden yazıldığına ve değişmeyeceğine inandıklarını, bu nedenle umursamadan hastalıklı yerlere girip hastalıklı insanlarla konuştuklarını, bu yüzden de her hafta on binlercesinin öldüğünü, buna karşılık Avrupalıların veya Hristiyan tüccarların genellikle tenha bir köşeye çekip gizlenerek hastalıktan kendilerini kurtardıklarını anlattı.
Hastalık sinsice ilerliyordu, görünürde hasta olmayanlar hastalığı kimden aldıklarını bilmedikleri gibi kime bulaştırdıklarını da bilmiyordu.
Önceden birbirinin yanından bile geçmeye korkan bu insanlar şimdi sokakta karşılaşınca tokalaşıyordu.
Önceden birbirinin yanından bile geçmeye korkan bu insanlar şimdi sokakta karşılaşınca tokalaşıyordu.
İnsanın içine bir kere korku düştü mü kolay kolay bunu kafasından atamaz.
Salgın büyük bir yangın gibidir; çıktığı yerde sadece birkaç ev yakınsa onları yakar veya müstakil bir evde başladıysa yalnız o evi yakar.
Vebaya karşı kullanılabilecek en iyi ilacın ondan kaçmak olduğudur.
Şöyle ki, kişi görevini yerine getirirken ilahi takdirin o andaki tezahürlerinden gözünü ayırmamalı, bu tezahürlerin ilkin birbirleriylr, sonra da meselenin bütünüyle nasıl ilişkilendiğini bütün karmaşıklığı içinde incelemelidir.
Ama nasıl olup da onlara yaklaşmıyorsun, insan kendi kanından canından nasıl uzak durur? diye sordum.
Evet, veba korkunç bir şeydi, ama bazılarında ortaya çıkan katbekat berbat hâline tanık olunca daha da büyük bir dehşete düşüyordum.
Hastalık son aşamasına geldiğinde ise insanların birbiriyle doğru dürüst iletişimi kalmamıştı.
Vebanın her yere sıçramış olduğu, her gün birilerinin bu yüzden öldüğü anlaşıldı. Artık olan biteni hafife alamaz hâle gelmiştik.
Ölüm listeleri 5000 diyorsa, ben gerçeğin hep iki katına yakın olduğuna inandım. Bize verilen sayıların doğru olduğuna inanmamız mümkün değildi.
Salgın büyük bir yangın gibidir; çıktığı yerde sadece birkaç ev yakınsa onları yakar veya müstakil bir evde başladıysa yalnız o evi yakar. Fakat evlerin birbirine yakın inşa edildiği bir kasabada veya şehirde çıkarsa hızla yayılır, öfkesi her yere ulaşır ve erişebildigi her şeyi yakar kül eder.
Tanrı bizi tehlikenin tam ortasındayken koruyabilir, tehlikenin geçtiğini sandığımızda da bizi yanına alabilir diye düşünerek halkın cesaret bulduğunu biliyorum. Bu düşünceyle şehirden kaçmayan binlerce insanın cesedi ağzına kadar dolu cenaze arabalarıyla büyük çukurlara atıldı.
Hastaları ziyaret ettiler, hasta olmalarına rağmen eşleriyle ve akrabalarıyla aynı yatakta yattılar. Peki, sonuçta ne mi oldu? Elbette Türkiye’de ve böyle düşünülen ülkelerde ne oluyorsa o:
Hastalandilar ve yüzlercesi, binlercesi öldü.
Eğer doğru adımlar atılmış olsaydı, Tanrı’nin da yardımıyla bu kadar korkunç sayıda insanın mahvolmasina engel olunabilirdi, gelecek nesiller gerektiğinde bu yaşananlari uyarı olarak görüp ona göre önlem alabilir.
Kentin birdenbire eski kalabalık haline dönmesi harikaydı, bir yabancı görse ne kadar çok insan yitirdiğimizi anlaması mümkün olmazdı.
Düşünce ayrılıklarınin yok olacağına giderek büyüdüğü görülüyor, ileride daha da büyüyecek gibi
Başkalarına ne yapmaları gerektiğini söyleyen, ilaçlar yazanlar sıraları geldiğinde bu düşmana yenik düşüp öldüler. Aralarında çok ünlü ve çok yetenekliler de olmak üzere birçok hekimin sonu böyle oldu.
Yoksullara tavsiyelerim bedava, ama tedavim değil.
Asya’daki ve başka yerlerdeki Türklerin ve Müslümanların haddini bilmezliğinin vahim sonuçlarını anlatmaya başladı. Onların insanın yazgısıyla ilgili önyargılı düşüncelerini, her insanın yazgısının önceden yazıldığına ve değişmeyeceğine inandıklarını, bu nedenle umursamadan hastalıklı yerlere girip hastalıklı insanlarla konuştuklarını, bu yüzden de her hafta on binlercesinin öldüğünü, buna karşılık Avrupalıların veya Hristiyan tüccarların genellikle tenha bir köşeye çekip gizlenerek hastalıktan kendilerini kurtardıklarını anlattı.
Eğlence yasaktır.
Türklere özgü bir kadercilikle, “ Tanrı bizi çarpacaksa evde de otursak bir , sokakta da dolaşsak bir , “ deyip bundan kaçış yok diye düşünerek hastalıklı evlere bile girip çıkmaya ve hasta insanlarla konuşmaya başladılar .
Müşteriler para üstü almamak için bozuk para hazır ediyorlar , ellerinde kolonya ve parfüm şişeleri tutuyorlardı .
Bir kötülük her zaman bir başkasına yol açar.
Bu son derece vahim durumu o günleri görmeyen insanlara tarif etmek, okura her köşede hüküm süren dehşeti anlatıp zihninde gerçekçi bir izlenim bırakarak kalbinde bir merhamet hissi uyandırmak ne derece mümkün, bilemiyorum.
Birkaç gün daha umutlu bekleyişimizi sürdürdük. Ama bu sadece birkaç gün sürdü, çünkü evler kapı kapı aranmaya başlayınca nihayet herkesin gözü açıldı; vebanın her yere sıçramış olduğu, her gün birilerinin bu yüzden öldüğü anlaşıldı.
Salgın daha çok yoksulları vurmuştu
Bir zamanlar çok kalabalık olan sokakların terk edilmiş olduğunu, çok az kişinin ortalıkta dolaştığını görmek bir hayli şaşırtıcıydı.
Hemen her evde, özellikle salgının henüz vardığı yerlerde gözyaşları ve feryat vardı.
Ölüm listeleri 5000 diyorsa, ben gerçeğin hep iki katına yakın olduğuna inandım. Bize verilen sayıların doğru olduğuna inanmamız mümkün değildi.
İlk günlerin büyük kaygısı, başlangıçta salgının sık sık kesintiye uğramasıyla yerini telaş ve sükûnet arasında gidip gelen bir ruh haline, ardından da alışkanlığa bırakmıştı.
Londra, göz yaşlarına boğulmuştu diyebiliriz.Belki yas tutanlar sokaklarda dolaşmıyordu.-gercekten de kimse siyahlara bürünmüyor,en yakın arkadaşlarının ardından yas kıyafetleri giymiyordu-ama sokaklar yakılan ağıtlarla inim inim inliyordu.İceride en yakın akrabaları ölmüş veya ölmek üzere olan kadınlarla, çocukların pencere ve kapılardan yükselen tiz çığlıklarına dünyanın en katı yüreği bile kayıtsız kalamazdı.Hemen her evde, özellikle salgının henüz vardığı yerlerde gözyaşları ve feryat vardı.
Kent veya sur içi denilen kısma salgın henüz pek dokunmuş değildi ama yine de genel olarak baktığımızda, her şeyin çehresi fazlasıyla değişmiş,herkesin yüzüne hüzün ve acı çökmüştü.
Yeni bir dehşetle durumun tepetaklak olması mümkün değilmiş gibi, haftalık listelerdeki büyük düşüşü görmenin verdiği memnuniyet, sevinç ve şaşkınlıkla cesaretlenen bu küstah yaratıklar, ölümün yakıcılığının geçtiğinden başka bir şeye inanmıyorlardı. Bu nedenle yapılan bütün uyarılar hava cıvaydı: Dükkânlarını açtılar, sokaklarda dolaşmaya başlayıp işlerine geri döndüler. Sağlıklı olsun olmasın, iş veya sohbet için önlerine gelen herkesle konuşmaya başladılar.
Bu tedbirsiz ve aceleci tavırlar, daha önce büyük bir özen ve dikkatle kendilerini evlerine kapatıp herkesten uzak durarak Tanrı’nın ilahi takdirine sığınan ve hastalığın ateşinden korunan çok sayıda insanın hayatına mal oldu.
Bunların hepsi gösteriyor ki salgın sürerken, hastalık aslında bulaşmaya devam ederken bize bir dönem durmuş, sonra şaşırtıcı bir biçimde geri gelmiş gibi gösterilmiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir