İçeriğe geç

Katilin Gözyaşları Kitap Alıntıları – Anne-Laure Bondoux

Anne-Laure Bondoux kitaplarından Katilin Gözyaşları kitap alıntıları sizlerle…

Katilin Gözyaşları Kitap Alıntıları

Şimdi nereye gidiyorsun? diye sordu Paolo .
Luis gülümsedi:
Nereye gittiğimi hiçbir zaman bilmedim ki.
Yaşamak ne kadar zor , diyordu Paolo kendi kendine .
Ve her şey ne kadar karmaşık, çarpık, hırpalamış; tıpkı bozkırların kuru ve ölü ağaçları gibi.
Görüyorsun ya, ben tek bir toprakta yeşerebilen üzüm bağı gibiyim ; şu ya da bu tepeciğin yamacında, güneşe belli bir açıda yeşerebilen bir bağ. Yerimi değiştirirlerse, ölürüm.
Birlikte yaşadığımız insanları bile anlam veremezken, evreni nasıl anlayacaktık?
Bu topraklarda her şey öylesine güç öylesine kederli ve rüzgarla hırpalamıştı ki taşlar bile acı çekerdi sanki .
Başta, konuşamadılar. İkisininde dağarcığında, yüreklerinin derinliklerinde yatanları ifade edecek kadar güçlü sözcükler yoktu.
Bu dünyada, bu kayıp topraklarda, yalnızca ölülerin dinlenmeye hakkı vardır. Hayatta olanlarsa var olmaya tahammül etmek için dişlerini sıkmak zorundaydılar.
Hüznün içinde yüzen çocuk hemen yanlarında boğuluyordu ama onlar bunun farkında bile değildiler.
Birlikte yaşadığımız insanın davranışlarına bile anlam veremezken ,evreni nasıl anlayacaktık?
Bu dünyada , bu kayıp topraklarda , yalnızca ölülerin dinlenmeye hakkı vardı. Hayatta olanlarsa , var olmaya tahammül etmek için dişlerini sıkmak zorundaydılar.
Evden gelip geçen şairler , onu bir kayaya ekilmiş , çiçek vermemeye mahkum bir tohuma benzetirlerdi. Paolo , insanlığın sürçen diliydi , basit bir mırıltıydı yalnızca.
Bu dünyada bu kayıp topraklarda yalnızca ölülerin dinlenmeye hakkı vardı. Hayatta olanlarsa var olmaya tahammül etmek için dişlerini sıkmak zorundaydılar.
Masumiyet, bir katili arkadan vurabilir mi?
Şehirde insanlar üst üste yaşıyor. Onları bu kadar sinirli yapan bu.
Bu dünyada, bu kayıp topraklarda, yalnızca ölülerin dinlenmeye hakkı vardı. Hayatta olanlarsa, var olmaya tahammül etmek için dişlerini sıkmak zorundaydılar.
Ben altı üstü bir katilim, dedi fısıldarcasına. Ama bildiğim bir şey var Üzgünsen ve ağlayacak bir omuz bulacak kadar şanslıysan, iki kere düşünmeyeceksin.
Çocuğa daha sıkı sarıldı.
Ağla. dedi.
Başını ellerinin arasına aldı ve bekledi, bekledi, bekledi. Bekleye bekleye sonunda kalbi dururdu belki; öyle, kendiliğinden, aşınmış mekanik bir düzenek gibi. Başkasını sevmeye bir son vermek için başka ne yapılabilirdi ki?
Ona göre bu vahşi ülkede, bu hayatta, bu dünyada korkuyu yenmek önemliydi. Bir küçük zaferin ardından bir küçük zafer daha; insan böyle böyle büyümez miydi?
Çok sessiz dönüşümler vardır. Ruhumuzda cereyan edenler mesela, her zaman göze görünmezler.
Ben altı üstü bir katilim, dedi fısıldarcasına. Ama bildiğim bir şey var Üzgünsen ve ağlayacak bir omuz bulacak kadar şanslıysan, iki kere düşünmeyeceksin.
Çok güçlü ve derin bir hüzündü bu, ama güzeldi de; tamamen ona aitti, çok gizliydi. Temelinde, ancak aramaya sabrı olanın bulabileceği türden önemli bir gerçek yatıyordu kuşkusuz.
Paolo sence kaç yaşında, Luis?
Bence on, on bir yaşlarında. Doğru mu?
Hiç bilmiyorum.
Babasısın ve bilmiyorsun ha? Nasıl olur?
Babalar anne değildir.
Bazı şeyler nasıl mümkün olabiliyordu şu dünyada? Birlikte yaşadığımız insanın davranışlarına bile anlam veremezken, evreni nasıl anlayacaktık?
Şunun ayırdına çoktan varmıştı: Bu dünyada, bu kayıp topraklarda, yalnızca ölülerin dinlenmeye hakkı vardı. Hayatta olanlarsa, var olmaya tahammül etmek için dişlerini sıkmak zorundaydılar.
Paolo birden artık çocuk olmadığını hatırladı. Bu düşüncenin, üzerinde tuhaf bir etkisi oldu; sanki bu dönüşüm, o daha kendini hazırlamadan, bir anda gerçekleşmişti.
Başını ellerinin arasına aldı ve bekledi, bekledi, bekledi. Bekleye bekleye sonunda kalbi dururdu belki; öyle, kendiliğinden, aşınmış mekanik bir düzenek gibi. Başkasını sevmeye bir son vermek için başka ne yapılabilirdi ki?
Hücresine döndü ve dar yatağına uzandı. Hayatı geride kalmıştı artık, ona ait değildi. Ona kalan tek şey rüzgarla, yalnızlıkla ve Paolo’nun yanında yaşadığı mutlulukla dolu yılların anısıydı.
Angel, Paolo’ya doğru hafifçe eğildi; beşiğe eğilen bir anne gibiydi. Süre dolmuştu, oysa o daha hiç başlamamış gibiydi.
Başta, konuşamadılar. İkisininde dağarcığında, yüreklerinin derinliklerinde yatanları ifade edecek kadar güçlü sözcükler yoktu.
O sabah, yetkililer tarafından görevlendirilmiş dört adam, evin yolunda belirerek bir çocuğun elinde tuttuğunu sandığı kırılgan mutluluğu paramparça etmeyi başarmıştı. Sarı şekerden daha güçlü, daha kudretli olduklarını göstermişlerdi.
Ve bunu marifet sanıyorlardı.
Hüznün içinde yüzen çocuk hemen yanlarında boğuluyordu ama onlar bunun farkında bile değildiler. İyi olanı yaptıklarına ve düzenin kargaşaya karşı dövüşen şövalyeleri olduklarına emindiler. Yine de bu dünyada hiçbir şey o kadar basit değildi.
Acıyla inlerken müziği, şiirleri, gözyaşlarını ve uçup giden huzuru hatırlıyordu. Kendini o kadar yalnız hissediyordu ki, kalbini çıplak elleriyle söküp atabilirdi.
Paolo uzunca bir süre yerinden kımıldayamadı; plağı ve bıçağı parmaklarıyla o kadar sıkı tutmuştu ki, neredeyse canı yanıyordu. Parçalanmış kalbi çocuksu göğsünde kanıyordu; her şeyin neden böyle olduğunu soruyordu kendine. Neden sürekli bir seçim yapmak zorundaydı? Angel mi Ricardo mu, müzik mi Angel mi, sevgi mi şiir mi, sözcükler mi hareketler mi, kalmak mı gitmek mi, yaşam mı düşler mi, düşler mi Angel mi oysa Paolo tek bir şeyi umut ediyordu: Hepsini birleştirebilmek.
Müzik çaldıkça, anılar gözlerinin önünde canlanıyordu. Her bir nota, ruhunun derinliklerinde gömülü şeyleri çekip çıkaran bir olta iğnesi gibiydi. Bir denize, ırmağa dönüşmüştü sanki.
Ona göre bu vahşi ülkede, bu hayatta, bu dünyada korkuyu yenmek önemliydi. Bir küçük zaferin ardından bir küçük zafer daha; insan böyle büyümez miydi?
Luis?
Bir arkadaş. Yani, arkadaştı. Dünya seyahatine çıktı çünkü aşık oldu.
Aşk insanı uzaklara götürür, bu doğru bak!
Şaşkınlık ve hayranlıkla dolan çocuk, Ricardo’nun kütüphanesini bir oksijen kaynağı olarak hayal etti. Eğer insan hayatının süresi, sahip olunan kitap sayısına bu kadar bağlıysa, bu durum anne ve babasının ani ölümlerini biraz olsun açıklıyordu: Evlerinde tek bir kitap bile olmamıştı!
Elindeki parayla çok sayıda kitap alacağına kendi kendine yemin etti.
Çalı çırpı demetlerini gururla Ricorda’ya gösterirken, Şöminen için saklarsın, dedi.
Eğer kışı çıkarabilirsem! diye gülümsedi ihtiyar oduncu.
O kadar yaşlısın yani!
Okuyacak fazla kitabım kalmadı, diye cevapladı ihtiyar.
Baban sence neyin hesabını kapatıyor böyle? diye neşeli bir sesle sordu ihtiyar oduncu.
İşin başından beri Angel’in kendini paralamasını izleyen Paolo, çalı çırpıyı toplayıp bağlamasına izin verilene dek uslu uslu bekliyordu. Soruya gerçeğin ta kendisiyle cevap verdi;
Yaptığı kötülüklerin hesabını.
Bunun üzerine, ormanın yolunu tuttular. Çocuk önde neşeyle zıplıyor, adamsa sessiz gözyaşlarını ondan zorla söküp alan bir iç fırtınaya kapılmış, arkadan geliyordu.
Çok sessiz dönüşümler vardır, diye sözüne devam etti ihtiyar oduncu. Ruhumuzda cereyan edenler mesela, her zaman göze görünmezler.
Dönüşümleri çok severim, diyerek iç çekerken, şarabı bardağında çeviriyordu. Kitaba dönüşen ahşap. İlkbahara dönüşen kış. Şaraba dönüşen üzüm.
Paolo’ya döndü.
Adama dönüşen çocuk, dedi başını sallayarak.
Bardaklar bardakları, sözler sözleri kovaladı Paolo yavaş yavaş uykuya dalıyordu. Düşman ruhlu bir denizin ortasında, bir gemideydi sanki; ama geminin güvertesinde başına hiçbir şey gelemezdi.
Bize ihanet etti, dedi Angel.
Ya sen, sen de bana ihanet edecek misin?
Asla Paolo. Asla.
Hiç aşık oldun mu? diye sordu Paolo aniden.
Galiba Bilmiyorum.
Canını acıtıyor mu?
Başta hayır, sonra evet.
Peki başkalarının da canını yakabilir mi?
Bunu soruyorsun, çünkü Luis canını acıttı, öyle değil mi?
Biraz.
Mutluluk, soğuk bir gece vakti parça parça dökülen ve her an üstünden düşebileceğin bir yalıyarın kıyısında koşarak kaçmaya bu kadar benzememeliydi.
Yaşamak ne kadar zor, diyordu Paolo kendi kendine. Ve her şey ne kadar karmaşık, çarpık, hırpalanmış; tıpkı bozkırların kuru ve ölü ağaçları gibi.
Luis biraz daha çöktü. Korkunun üstüne, bir de midesini düğümleyen utanç eklenmişti. Paolo’nun saf ve umut dolu bakışları, kürekkemikleri arasındaki bıçaktan daha çok yakıyordu canını.
Neden insanlar yaptıkları işi sonuna kadar götürmezler? Başladığı işi bitirebilecek tek kişinin Angel olduğunu düşündü; Birini öldürmek, işi sonuna kadar götürmenin bir şekliydi.
Paolo elini ona uzattı.
Ne istersen yapacağım, dedi. Ama beni de al yanına.
Angel bu eli yavaşça sıkarak onu asla terk etmeyeceğine dair Paolo’ya söz verdi. Paolo, bu dünyada Angel’in sözler verebileceği, daima ve asla gibi beklenmedik sözcükler sarf edebileceği tek insandı.
Odaklanmalıydı, kulağı kirişte olmalıydı; kalbini kırdığı kadar bacaklarını da güçsüz bırakan bu korkunç şeyleri düşünmemeliydi.
Eskiden olsa, takip edildiğini anladığı anda her şeyi bırakır, çeker giderdi. Postu deldirmemeye çalışan bir hayvan gibi, düşünmeden davranırdı. Özünde, hepsi bir oyundu alsında. Hırsız, polis hızlı koşan kazanırdı. Hem yakalanıp hapse atılsa, ne değişirdi ki? Yalnız olduktan sonra, ha dışarıda ha içeri tıkılmış, fark etmezdi, acı aynıydı. Ama bu kez, hiçbir şey oyun değildi.
Angel parmaklarının ucuyla, çocuğun yanaklarından akan yaşları sildi.
Üzülme, sana söz veriyorum o koyunu alacağız. Öyle ya da böyle, halledeceğiz, sana yemin ederim.
Kalbi panikle çarpıyordu. İçgüdüsel bir hareketle kapüşonunu başına geçirdi. Eskiye ait bir korku yükselmişti içinde, bataklığın yüzeyine çıkan boğulmuş bir ceset gibi.
Yine de Paolo burayı geride bırakırken bir şeyleri terk ettiğinin bilincindeydi. Ama mert yetişkinler gibi davrandı; arkasına dönmedi.
Angel söz verirken gülümsemişti: Tüm bu sırlar, aralarındaki bağı güçlendirmişti. Baba ve oğul olmasalar bile arkadaş değiller miydi? Arkadaşlardan da en azından sır tutmaları beklenmez miydi?
Yanına gelebilir miyim? diye sordu.
Hayır. Beni engellersin.
Neden seni engelleyeyim?
Paolo, Angel’e baktı.
Neden seni engelleyeceğimi düşünüyorsun? diye tekrar sordu Angel.
Çünkü
Eşek kulakların oynattı.
Çünkü beni mutsuz etmek için her şeyi yapıyorsun, dedi sonunda Paolo.
At sıçradıkça Angel’in paltosunun etekleri havalanıyor, kendi çevresinde dalgalanıyordu. Hiçlikten fırlamış bir hayalet gibiydi; kendisine ait olmayan bir dünyada kaybolmuş, acıdan olma bir yaratıktı.
Paolo’yu ağlatan şey, annesinin ölümünden ziyade öncesi, onun yaşadığı zamanlardı. Annesi onu hiç yanağından öpmüş müydü? Hatırladığı kadarıyla hayır.
Bu olmadan nasıl yaşayabilmişti?
Tüm bu insanlık Paolo’nun içinde kaynıyor, ama kalbini kıran o hüzünlü gerçek karşısında her şey silinip gidiyordu: Anne sevgisinden yoksundu.
Ağladı. Denize karşı yapayalnız.
Uzun süre ağladı.
Ve yine ağladı.
Her soluk alışta, sanki havayı ilk kez tadıyordu. Yeni doğan bebek çığlığını atarken duyuyordu kendini hala; bu çığlık, zamanın başlangıcından bugüne, insanlığın tüm nesilleri tarafından atılmış bütün çığlıklara bir cevaptı.
Angel, Luis’e delici bir bakış attı. Sonra, beklenenin aksine gülümsedi. Luis bu gülümsemenin anlamını çıkaramadı; ama Angel için güzel, çok güzel bir gün başlıyordu. Paolo onu saçağın altında bekliyordu; ölüme karşı kazanılmış bir gün daha. Luis’in geceyi Délia’yla geçirmiş olmasının önemi yoktu, başkalarının mutluluğunun hiçbir önemi yoktu.
Paolo, onun gözden kayboluşunu izlerken, benzerini daha önce yaşamadığı, toprak yığınının altında yatan ölmüş annesini düşlediğinde bile hissetmediği bir hüzne kapıldı. Çok güçlü ve derin bir hüzündü bu, ama güzeldi de; tamamen ona aitti, çok gizliydi. Temelinde, ancak aramaya sabrı olanın bulabileceği türden önemli bir gerçek yatıyordu kuşkusuz.
Şiltenin kenarına oturup parmaklarını çocuğun alnında hafifçe gezdirdi. Bir saat kadar böyle kıpırtısız oturdu; var olmanın anlamını ilk kez çözüyormuş gibiydi. Var olmak şuydu:
Tanyerinin belirsiz doğuşu, uyuyan bir çocuğun nefesi ve karanlıkta oturmuş acı çeken, kocaman katil elli bir adam.
Kırmızı suratlı bu adamlar haftalarını denizde, her şeyden mahrum, okyanusun merhametine sığınmış bir halde geçireceklerdi. Ölümün kaplarını çaldığını duyuyorlardı; bu da onları içmeye ve dans etmeye itiyordu.
Koşmaya başladı. Aşağıda, sokağın ucunda ışıklar görünüyordu. Gözlerinin önünde dans ediyorlardı; Angel, acıdan sarhoş olmuştu bile.
Çiftçiler resme o kadarda ilgiyle yaklaşmıyorlar
Gözleri Paolo’nun üzerinde durdu:
Ne mutlu ki duyarlı ruhlar ve bakmayı bilen çocuklar var.
Paranla gurur duyuyorsun, öyle değil mi?
Gurur duymuyorum, diye sakince yanıtladı Luis. Ondan yararlanıyorum, hepsi bu.
Kuzey onlar için güzel hiçbir şey ifade etmiyordu. Kuzey, Valparasio’ydu ve atılmayacak mektupları bekleyen arkadaşlardı; kuzey, Tamuco’ydu, polis ve uzak durmakta fayda olan tatsız bir geçmişti. Paolo içinse bu iki anayönde iş görürdü. O, geçmişini burada, merkezde, her şeyin ortasında, bu kıraç topraklarda bırakıyordu.
Angel ürperdi. Bu sözcükler ona bir sonbahar pazarında çalınan yas çanları gibi gelmişti.
Her şey bir yana, ağlamak için onca neden vardı ki hayatta!
Angel cevap vermedi, aptallaşmıştı. Bu testi, bu pişmiş toprak parçaları, ayağının dibinde yatan parçacıklar, kırılan kalbiydi aslında.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir