Sabahattin Kudret Aksal kitaplarından Saatler kitap alıntıları sizlerle…
Saatler Kitap Alıntıları
Bir gün de, bir günün bir saatinde öleceksiniz.
Saatler insana her zaman güzel şeyler anımsatmıyor sevgilim.
Çocukluğumuzu unuttuğumuz, dünyaya çocuğun gözleriyle bakmayı küçümsediğimiz gün zenginliklerimizi de yitirmişiz.
İnsanoğlu tembelliğin savunmasını yapan hangi sözü benimsememiştir ki.
Evden ölü çıkınca ev biraz daha bizim olmuştu.
Eşsiz geçiyordu dakikalar, saatler, esriyordu. Bıraksalar, günler, haftalar, aylar da böyle geçecekti.
Bilinç, ağırlığını kaldıramayınca bir yükün, dışarı atar onu ya da aşağı iter.
Devinimsiz durup göklere bakan kişiye zaman ne ki, saatin akrebiyle yelkovanı fır dönüyor, göz açıp kapanıncaya dek gelip dayanıyordu kapıya öğle.
Tuhaftır insanoğlu, çektiği eziyetlerin bile alışkanlığına çokluk bağlıdır.
İnsan bir konuya yabancı düşünce kendi kendine çözmeyi bırakmalı bir yana, karşısındakine açıkça sormalı!
İnsanoğlunun ömrü saatlerin içinde geçer ne de olsa.
Mutsuz bir kadındı o, hem de gerçek bir mutsuz, yüreğini saran bu ağır duygunun bir nedene bağlı olduğuna inanmıyordu da ondan.
Bana sorsalar şimdi, kendinden söz aç deseler, şaşırır kalırım. Ne derim?
Söylemeye gerek yok ki hep o durgun su görünümündeydi, ama nabzını saysalar dakikada kaç attığını kim bilecek?
Teni orda ama tini orda değil sanki.
Mevsimler aylara, aylar haftalara, haftalar günlere benziyordu.
Herkes anladığını yapmalı bu yeryüzünde, anladığıyla sınırlı kalmalı!
Gerçekle karşılaşınca kaçmak yerine sarmaş dolaş olmaktır en iyisi onunla, sarmaş dolaş olmak, vakit geçirmeden önlemini almaktır.
Gelen her yeni gün bir öncekini aratıyordu.
Her şeye, herkese karşı içinde bir soğukluk, bir kırgınlık duyar gibi olmuş, herkesçe aldatılmış bir insan yerine geçmişti.
Şiirin de, resmin de yalınını öğrenince sevdanın da böyle kestirmeden anlatılan biçimini sevdim.
İçinde düşünmeye karşı bir isteksizliğin uyandığını duyuyor, yorulduğunu anlıyordu.
Bugün kaygılarının tümünü bir kenara atmış bir okul kaçağı gibiyim.
Umutlarının, duygularının kırılıp parça parça olduğu bu akşam, beyaz perdede başkalarının sevdalarını, heyecanlarını seyredecekti.
Nasıl anlatsın ona bütün olan biteni, aklına geleni, düşündüğünü?
Beklediği günlerden ne kadar başka türlü günler yaşıyordu.
Bu çocuğun bakışlarında, daha genç kızlığa girilirken arkadaş arasında konuşulan konulardan, gece yarıları yatakta okunan romanlardan, o güzelim aşk filmlerinden bir şey vardı.
Birinin birine sevdalandığı haberi bereket gibi yağmur gibi karşılanır; bir dirilik, çoktan beri özlenen bir dirilik getirir gönüllere.
Nasıl olsa erişilecek bir mutluluğu geciktirmekte, tadına doyulmaz bir güzellik vardı.
Aşk nerede yeşerirse bırakmak, bir daha dönmemek üzere bırakmak ister orasını.
“Bak,” diyordu, “Çok düzenli senin yazıların. Şaşırtmıyor insanı.”
Ama yerleşmek odaların insanlara ayrılmasıyla da bitmez. Son aşama o evin insanlarının hava boşluğundaki yerlerini, kıyı köşelerini bulmalarıdır. Öyle ki, boş bir koltuk sürekli oturanını anımsattığı zaman yerleşme tümlenmiş olacaktır.
Tuhaftır insanoğlu çektiği eziyetlerin bile alışkanlığına çokluk bağlıdır.
Söylemeye gerek yok ki hep o durgun su görünümündeydi, ama nabzını saysalar dakikada kaç attığını kim bilecek?
Öyle olaylar vardır ki yaşanmasından çok öyküye dönüşme niteliğiyle değerlendirilir.
Nedense onun perdesinden ne sabah ne öğle, hep ikindi ışırdı.
Günler hızla geçiyordu. Gençliğin zamanını çok yavaş öğüten değirmen, yaşlılığın zamanını hızla öğütüyordu. Mevsimler aylara, aylar haftalara, haftalar günlere benziyordu.
“Gülmüyorum” diye kestirip attı Ali Numan Bey.
“Ne yapıyorsun öyleyse?” diye bastırdı beriki.
“Acı çekiyorum,” dedi Ali Numan Bey.
“Ne yapıyorsun öyleyse?” diye bastırdı beriki.
“Acı çekiyorum,” dedi Ali Numan Bey.
Nefis körletmenin sınırını aşmayan kahvaltılarını yaptılar. Suskun, içten yanan insanlarda görülen sabahlara özgü bir iştahsızlıktı bu, hep süregelmişti. Sonra, yemekten önceki ilk ve ikinci kahvelerle biraz açılacaklar, dünyaya daha yaklaşacaklardı.
Bilinç ağırlığını kaldıramayınca bir yükün, dışarı atar onu ya da aşağı çeker.
Anlamıyorsun, anlamanı da beklemiyorum,ama insan bir konuya yabancı düşünce kendi kendine çözmeyi bırakmalı bir yana, karşısındakine açıkça sormalı.
Bu yalnızlık, bu atılmışlık satılmışlık da az gelmiş olmalıydı ki adama, şimdi de kendini evin içinde bir odaya kapamak istiyor, ölüncüye kadar uyuklamayı amaçlıyordu.
Uygarlığımız da mutluluğun kesin bir tanımını yapamadı bugüne dek, koskaca bir uygarlığın aydınlığa çıkaramadığı bir duygunun bir nedene bağlı olacağını nereden bilsin o, kökenini arasın?
Eşyayı canlı varlık diye alan, bir boncukta, bir tutam saçta, bir kumaş parçasında, bizim bugün anlayamayacağımız, gülünç bulacağımız değerler tanıyan ilkel insanın dünyası ne kadar zenginmiş bizim bugün yaşadığımız şu dünyadan anlıyorum.
Sonraları şiirin de, resmin de yalınını öğrenince sevdanın da böyle kestirmeden anlatılan biçimini sevdim.
Sanki dünyada bir şeyden tad almak için sırası savılması gereken bir tad vardı ki aşktı o da.
Konuşma, neredeyse bir ara renge bürünüyordu. Evet,ara renk. Çünkü onlar belirginleşmemeyi doğaları gibi taşımışlardı
Hiçbir hecesini vurgulamamıştı sözcüklerinin, sesini hiçbir renge bürümemişti. Şu gibi akıvermişti ağzından, öyle kendiliğinden.
Kazanılmış utkunun ardından gevşeyiş miydi bu, esriklik mi, belli değildi
Nitekim küçük yalanlar kudurtur da kadınları, büyüklerine gıkı çıkmaz
Ne kış vardı ne yaz, ne güz ne de ilk yaz, gündüzle gece de yoktu, tek bir öz vardı rengini görmediğimiz, kokusunu duymadığımız, akıp giden zamandı o. Uzay vardı bir de boşluk! Varlık o boşluktaydı
Balığın suda yüzüşü gibi, o da mutsuzluğun doğasında yüzüyordu
Saat dört, sizin yaşamınızda neyin karşılığı olabilir, diye dalıyorum. Önünüzdeki sayısız günlerin üzerinde durulması değer saat dörtlerinden birinde ne yapabilirsiniz?
Aşk nerede yeşerirse bırakmak, bir daha dönmemek üzere bırakmak ister orasını
Çocukluğumuzu unuttuğumuz, dünyaya çocuğun gözleriyle bakmayı küçümsediğimiz gün zenginliklerimizi de yitirmişiz
Çocukluğumuzu unuttuğumuz, dünyaya çocuğun gözleriyle bakmayı küçümsediğimiz gün zenginliklerimizi de yitirmişiz.
Kısacık bir zamanı kalmıştı şunun şurasında yaşanacak, nesneyi istemiyordu artık. Evet, istemiyordu nesneyi! neydi nesne? Ben’in dışındaki her şey. Bir başka deyişle doğa. doğayı istemiyordu. Soyut değildi doğa. Geometrik biçimlere rastlanmazdı onda, ne üçgen bir bulut görmüştü bugüne dek, ne küp bir dağ ne de dikdörtgen bir göl. Yoktu ki görsün! Hiçbir nehir dümdüz akmıyordu.
Çocukluğumuzu unuttuğumuz, dünyaya çocuğun gözleriyle bakmayı küçümsediğimiz gün zenginliklerimizi de yitirmişiz.
Mutsuz bir kadındı o. Hem de gerçek bir mutsuz. Yüreğini saran bu ağır duygunun bir nedene bağlı olduğuna inanmıyordu da ondan.
Öyle olaylar vardır ki yaşanmasından çok öyküye dönüşme niteliğiyle değerlenir kadınlar için.
Şimdi, İstanbul’un bir yolunun eski hâlini anımsamak ne güzel!
Evden ölü çıkınca ev biraz daha bizim olmuştu.
Çocukluğumuzu unuttuğumuz, dünyaya çocuğun gözleriyle bakmayı küçümsediğimiz gün zenginliklerimizi de yitirmişiz.
İç konuşmasını sürdüren kişi başkasıyla konuşur mu, elbette konuşmayacaktı.
Saatler insana her zaman güzel şeyleri anımsatıyor sevgilim. Şimdi de kalkmış kadrandaki sayılardan biri fena fena bakıyor yüzüme. Hangisi olduğunu iyice seçemiyorum ama. İçimin bir tuhaf olduğunu, başımın döndüğünü duyuyorum. Bir gün de, bir günün bir saatinde öleceksiniz.
Gökyüzü daha soyutluluğunu yitirmedi.
Çocukluğumuzu unuttuğumuz, dünyaya çocuğun gözleriyle bakmayı küçümsediğimiz gün zenginliklerimizi de yitirmişiz.