İçeriğe geç

Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati Kitap Alıntıları – Üstün Dökmen

Üstün Dökmen kitaplarından Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati kitap alıntıları sizlerle…

Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati Kitap Alıntıları

Ne bir kelimede anlaştılar,
ne aynı avuçtan su paylaştılar.
Yalnızca gözyaşında,
bir de kahkahada buluştular.
Kendi ayağımız, başkasının omzundan daha emniyetidir.
Galiba dünyada, evlerinde misafir odası bulunan ender kültürlerdeniz.
Diyelim ki bir ziyafettesiniz ve bir yakınınız, yaninda oturan kişinin üzerine yemek döktü. Eğer yakınınızın utandığını fark ederseniz, bu empatidir. Eğer yakınınız yemeği döktü diye, onunla birlikte siz de utanirsaniz, sempati duymuş olursunuz. Sempati duyduğumuz kişilerle özdeşim kurarız.
İnsanlar, toplumsal rolleriyle kişisel rollerini bağdaştırmakta güçlük çektiklerinde, gerek kendi içlerinde, gerekse kişilerarası iletişimlerinde çatışma yaşayabilirler.
İnsanların,
yüzlerinin ve gözlerinin rengi başka başka da olsa,
gözyaşlarının rengi hep aynıdır.
Birbirlerine hükmetmeyen ,birbirlerini anlamaya çalışan insanların iletişimi ne güzeldir!
Bir insan karşısındakine akıl vermeden ,onun aklından ve kalbinden geçenleri anlamaya çalışırsa ,empati kurmuş ,karşısındaki insanı yetişkin yerine koymuş olur.
Eski İstanbul’daki pazar esnafının laf atma üslubu pek ünlü imiş. İmalı iletişimin örneklerinden olan bu laf atmaları, örtük etkileşim sayabiliriz. Söz gelişi, muşmula adlı meyvenin iki adı daha varmış; döngel ve beşbıyık. Eğer
yaşlıca bir hanım geçiyorsa pazarcı muşmula diye bağırırmış; genç bir hanım geçiyorsa döngel, döngel diye, genç erkekler geçtiğinde ise beşbıyık diye bağırırmış.
Çevresine sürekli olarak Anababa benlik durumundan mesajlar veren
bir kişi, zamanla, yargılayıcı, otoriter, dediğim dedik, yüzü gülmez bir insan haline gelebilir. Yalnızca Yetişkin yanını sergileyen bir kişi giderek, bir robota dönüşebilir, mantıklı fakat tatsız tuzsuz bir insan haline gelebilir. Sadece Çocuk benlik dururmunu kullanan birisi ise, toplumsal ve fiziksel gerçeklerden
uzak, yalnızca kendisiyle ilgili bir insan olur.
İhtiyaçlarımızı fark etmemizin yanı sıra, bu ihtiyaçları diğer
insanlara uygun dille ifade etmemiz de önemlidir.
İlkel topluluktan uygar topluma giden yolda toplumu biçimlendiren üç öğeden söz edilir; birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen, bu yüzden de birlikte değişen bu üç öğe, geçim biçimi, yaşam biçimi ve düşün biçimidir
Dolmabahçe Sarayı’ndaki elçi kabul salonu, sarayın iç taraflarındadır. Elçilerin o muhteşem salona ulaşabilmeleri için, o muhteşem sarayın büyük bir bölümünden geçmeleri gerekiyordu. Elçilerin bu şekilde dolaştırılmalarının sebebi, padişahla görüşme öncesinde onları etkileme isteği olabilir. Eğer böyleyse, imparatorluk, eski gücünü kaybettiği yıllarda, sarayını bir araç gibi kullanarak güçlü olduğu izlenimini yaratmaya çalışmış demektir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri, ekonomik vb. yönlerden güçlü olduğu eski dönemlerde, Topkapı Sarayı’ndaki elçi kabul odası (Arz Odası), taştan yapılmış basit bir odaydı. O dönemlerde Avrupalı elçilere, önlerine muhteşem bir saray konularak değil, ilgisizmiş gibi davranılarak güç gösterisinde bulunulurdu. Örneğin, bazı elçiler padişahın huzuruna kabul edilmeden önce ortalama altı ay İstanbul’da bekletilirdi; ya da huzura çıkan elçinin on dakikalık konuşmasını tercüman üç cümleyle sadrazama özetlerdi, sadrazam ise özetini çıkararak mesaj padişaha tek cümle ile iletirdi. Gerek bu iletişim tarzında, gerekse elçilere Dolmabahçe Sarayı’nın gezdirilmesinde, sözsüz iletişim yoluyla güç gösterimi söz konusuydu.
Genelde, insanların statüleri yükseldikçe masaları da
büyür.
Hem birbirine bağlı, hem kültürel değerlerine bağlı, hem de
kendi akıllarını kullanabilen kişilerden oluşan bir toplum olabiliriz.
Fiziksel yakınlıkla yetinen çoğunluk, galiba psikolojik yakınlığın tadını pek fazla bilmiyor. Fiziksel yakınlık onlara yetiyor; dostları tarafından derinden
anlaşılma ihtiyacı duymuyorlar.
Dede Korkut Hikayeleri, Divan Edebiyatı, Kutadgu Bilig ve benzerleri, bu güne kadar, daha çok edebiyatçılar ve edebiyat tarihçileri tarafından incelenmiştir. Oysa bu tür eserler, psikolojinin çeşitli dalları açısından, örneğin sosyal psikoloji ya da iletişim psikolojisi açısından incelenmeye son derece elverişlidir.
Fiziksel yakınlıkla yetinen çoğunluk, galiba psikolojik yakınlığın tadını pek fazla bilmiyor. Fiziksel yakınlık onlara yetiyor ; dostları tarafından derinden anlaşılma ihtiyacı duymuyorlar.
Çocuklarımızı yeteri kadar korur, yeteri kadar kontrol edersek ve onlara yalan söylemezsek, yakından kumandalı çocuklar yerine, kendi kendisini kumanda edebilen çocuklar yetiştirmiş oluruz.
Çevrelerini kurcalamaları ve araştırmaları engellenen çocuklar, büyüdüklerinde gözlemci olmayı tercih ederler.
Somut ve soyut anlamda birbirimizin yaşamına nüfuz etmeyi seviyor, hatta bunu bir hak olarak görüyoruz.
Aşırı kaygı öğrenmeyi güçleştirir.
Hayal kırıklığına uğratamamak için ders çalışmanız gerekiyorsa, kaygınız yükselir, başarınız düşer.
Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nün duvarında güzel bir söz vardı. Şöyle diyordu:
Herkes dünyayı değiştirmeye çalışıyor, fakat hiç kimse kendisini değiştirmek istemiyor.
Bu sözde de belirtildiği üzere, insanlara, değiştirmenin değişmekten daha cazip geldiği bir gerçek.
Kendi ayağımız, başkasının omzundan daha emniyetlidir.
Yemeğin kabı değişince, tadı da değişir. deyişinde de ifade edildiği üzere, farklı ortamlarda olayları farklı algılar, farklı tepkilerde bulunuruz.
Kalp sesinin cinsiyeti, göz yaşının milliyeti yoktur.
Herkes dünyayı değiştirmeye çalışıyor,fakat hiç kimse kendisini değiştirmek istemiyor.
Kalp sesinin cinsiyeti, göz yaşının milliyeti yoktur.
Bugünümüzü çalan iki hırsız var: Birisi, geçmişe ilişkin pişmanlıklarımız; diğeri ise, geleceğe ilişkin kaygılarımız. Bunlar, bugünümüzü alıp götürür.
Bir ailede yönetenler ve yönetilenler değil, birlikte yaşayanlar bulunmalıdır.
‘Bugünümüzü çalan iki hırsız var: Birisi geçmişe ilişkin pişmanlıklarımız; diğeri ise, geleceğe ilişkin kaygılarımız. Bunlar bugünümüzü alıp götürür.’
Necati Cumalı’nın Devetabanı adlı tiyatrosunda da dile getirdiği üzere,galiba bizlerde yayılma hastalığı var.
Batı’daki anababa tavrını kopya etmeyelim; ama çocuklara aşırı karışma şeklindeki tavrımızı da sürdürmeyelim; yalnızca eksiğimizi belirleyip kendi tavrımızı geliştirelim.
Anlamak da gerek.Anlayarak sevmek, büyük bir erdem olsa gerek.
Bir anne elbette ki yakınları için fedakârlıkta bulunabilir.Fakat bu fedakârlığın ölçüsü kaçmamalı,fedakârlıkta bulunanın mutsuzluğuna ve birtakım çatışmalara yol açmamalıdır.
fedakârlıkta ileri gidenler,bir süre sonra fedakârlık ettikleri kişilere kızmaya başlayabilirler.Evimizde bugün saçını süpürge eden annemiz,yarın sürekli olarak sağlığından ya da bizim duyarsızlığımızdan yakınan mutsuz bir anne haline gelebilir.
Kalp sesinin cinsiyeti,gözyaşlarının milliyeti yoktur.
Kendini
Saygı
Ait olma ve sevgi
Güvenlik
Fizyolojik(açlık,susuzluk )
Fakat kişiler,kitaplardan yararlanarak,kalıplaşmış düşüncelerini bir ölçüde de olsa değiştirebilirler.
Ben aynı kalayım,o değişsin düşüncesine sahip olan kişilerin birlikte yaşamaları,önemli sorunlar ortaya çıkarsa gerek.
Şöyle diyordu:Herkes dünyayı değiştirmeye çalışıyor,fakat hiç kimse kendisini değiştirmek istemiyor.
Bugün başarısız olan birisinin,yarın yeni bir şeyler öğrenmeyeceğini,kendisi geliştirmeyeceğini söylemeye hakkımız yoktur.
Çocuklarımıza küstüğümüzde,onlara örnek teşkil ederek küsmeyi öğretmiş oluruz.Yaşamlarında küsmeyi alışkanlık haline getirmiş olan insanlar ise, başka insanlarla bir sorunları olduğunda,oturup konuşmak yerine küsmeyi tercih ederler.Zahmetli ve sıkıcı bir iletişim yolu.Çocuklarımıza küsmeyi değil,konuşmayı öğretmeliyiz.
Bugünkü ilgisiz bir olayı bahane edip,geçmişin intikamını almaya çalışmak ise bir hatadır.Geçmişteki öfkemizi,geçmişte halletmeliydik.Eğer bir öfkemizi ertelemek zorunda kalmışsak,bu öfkemizi ilgisiz olaylara bulaştırmamaya çalışmalıyız.
Çocuk ana-babaların geleneksel toplumunda insanlar fiziksel açıdan yalnızlık çekmezler selamlaşırlar,hastalara çorba götürürler fakat psikolojik açıdan yalnızdırlar.
Bir insan karşısındakine akıl vermeden,onun aklından ve kalbinde geçenleri anlamaya çalışırsa,empati kurmuş,karşısındaki insanı yetişkin yerine koymuş olur.Birbirine hükmetmeyen,birbirlerini anlamaya çalışan insanların iletişimi ne güzeldir!
Nice yetişkin(fiziksel görünüm anlamında yetişkin),aynı anda hem ana-baba rolündedir hem de çocuk rolünde.Ana-babalar ve çocuklar tahtevalliye binmiş gibi,rol değiştirirler sürekli.
Çocuklarımız yeteri kadar korur,yeteri kadar kontrol edersek ve onlara yalan söylemezsek,yakından kumandalı çocuklar yerine,kendisini kumanda edebilen çocuklar yetiştirmiş oluruz.
Doğayı severiz;insanları severiz.(En azından bir kısmımız..)Ama sevmek yeterli değil.Anlamak da gerekli.Anlayarak sevmek,büyük bir erdem olsa gerek.Hiç birşeyi sevmiyormuş gibi gözükenlerde ,herhalde birilerini ya da bir şeyleri kendilerince seviyorlardır.Onları da anlamak gerekli.
Ne bir kelime anlaştılar,ne aynı avuçtan su paylaştılar.Yalnızca gözyaşında,bir de kahkahada buluştular.
İnsanların,yüzlerinin ve gözlerinin rengi başka başka da olsa,gözyaşların rengi hep aynıdır.
Hiçbir şeyi sevmiyormuş gibi gözükenler de, herhalde birilerini ya da bir şeyleri kendi üsluplarınca seviyorlardır.
Uluğ Bey’in ölümünden sonra(1449) ,öğrencilerinden biri olan Ali Kuşçu,Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’a davet edildi.
Yemeğinin buharından yararlanan kişiden davacı olan adama ,para şıkırtısı dinleyerek ödemeyi sağlaması.
Cennetteki Tûbâ ağacında her bir insanı temsil eden ayrı yaprak bulunduğu inancı.
Çömleğin duvarındaki havanın fırına sürülmeden önce ince bir kamışla püf diye üfleyerek çıkartılması.

Bu hava alınmazsa fırına giren çömlek çatlayacaktır.

Güreş ustası Ali Cengiz çırağına 39 tane oyun öğretir , kırkıncı oyunu öğretmez ve kendine saklar.Oyunlari öğrenen çırak ustasını alemin önünde yenerek rezil etmek ister. Güreş başlar ve başa baş giderken Ali Cengiz 40. Oyunu sergileyerek çırağını tuşa eder.
Boynuz kulağı geçti; çırak usta oldu,usta da çırak, diye düşünen usta kendini minareden atmış ve ölmüş.Bunun üzerine derin üzüntüye kapılan cırak da yaptığı minareden atlayarak ölmüştür.
Dört yüzyıl İstanbul’da denizlerin ortasında yaşadığı halde mutfağında bir balık kültürünü geliştirmeyen ,göçebelik çağlarından kalma bir alışkanlıkla koyun yahnisini baş yemek kabul eden Osmanlı gibi ,bizler de Ana-Baba arayan Çocuk rolümüzü sürdürüyoruz;yetişkin olamıyoruz.
Liderler (Buda,şah ya da padişah ) diğer insanlardan daha büyük cizilebilsinler diye üçüncü boyut bir kenara bırakılmıştır.
İsterse uzaktaki bir dağın üzerinde gözüksün,padişahı büyük çizmeniz gerekiyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir