İçeriğe geç

Dahi Diktatör Kitap Alıntıları – Celal Şengör

Celal Şengör kitaplarından Dahi Diktatör kitap alıntıları sizlerle…

Dahi Diktatör Kitap Alıntıları

Atatürk toplumdaki cinsler, etnik unsurlar, dini unsurlar arasındaki farkları mümkün olduğu kadar törpülemeye çalışıyor ki, herkes bir potada birbiriyle konuşan insanlar haline gelebilsin. Aksi takdirde ülkü birliği ve millet olmak mümkün değil. Millet olmadığın zaman kendini dışarıya karşı koruman mümkün değil.
Din de sosyolojik bir olgudur,bunun öğrenilmesi,bilinmesi gerekir.Ama devletin yapacağı şey en fazla dinler tarihini okutmak,din felsefesini,sosyolojisini öğretmek olabilir.Bu kadar.
Her kitabın bir maksadı vardır. Kur’an’ın maksadı insanların kafasını anlamadığı seslerle doldurmak değildir. Bir mesaj vermektir. Atatürk bunun farkında, yaptığı ilk işlerden biri de Kur’an’ı tercüme ettirmek oluyor. Şunu söylemek istiyor aslında: İnanıyor musun? Evvela neye inandığını bil, bunu bilmen lazım.
Evvela, herkesin söylediğini söyleyerek başlamak istiyorum: Dost düşman bu dâhi insana hayran. Lenin, Hitler defalarca hayranlığını dile getirmiş. Düşmanı Lloyd George hayran, Amerikalılar hayran. Time dergisi kendisini kapak yapıyor. Kapakta şöyle yazar: “Kendi efendisi olan bir Türk var mı?” O zamana kadar yok çünkü. Atatürk ile beraber herkes kendi efendisi oldu Türkiye’de. Bunu milletine armağan edebilmiş bir insan Atatürk.
Atatürk, etrafındaki insanlardan çok bezgindi. Rahmetli dedem anlatırdı, “Herkes Atatürk içkiden öldü zanneder. Hayır. Kahrından öldü.” Derdini anlatacak adamı yoktu. Arkada bıraktıklarından hakikaten Atatürk’ün ne dediğini anlamış sadece bir kişi var, o da Hasan Âli Yücel’di. Tek bir adam. Onu da nihayetinde İnönü, Amerika’nın, Rusya’nın, ağaların baskısıyla harcamıştır.
Mustafa Kemal’in en önemli ve acil görevi, halkı refaha koşturmaktı.
Hasta toplumlar kendi bireylerine o kadar acı verirler ki,birey o toplumdan kaçmak ister.Fırsatını bulduğunda da kaçar.
Atatürk toplumu pek çok şartlanmadan vazgeçirerek birlikte yaşayabilen bir topluluk haline getirmek istedi. Diyor ki, bu topluluk bir süre sonra artık birbiriyle anlaşmak suretiyle birbirini öldürmeden, birbirinin inançlarına, birbirlerinin düşüncelerine saldırmadan yaşayabilir, ama birbirlerinin düşüncelerini medeni bir şekilde eleştirebilir de. İşte biz buna medeniyet diyoruz.
Diğer taraftan Atatürk, kendi isteğiyle emekliliğini istemiş. Onu emekli eden memurun elinin nasıl titrediği hayal edilemez. Atatürk ordudan ayrılıyor. Ordu için düşünülmesi mümkün olmayan bir durum. Orduyu muzaffer kılan, cumhuriyeti kuran o komutan emekli oluyor. “Ben de herkes gibi emekli oluyorum” diyor.
Bütün bunların altında dersler var. Etrafındakilere ders veriyor. Ama İnönü, Çakmak’ı yirmi altı sene emekli edemedikten sonra, nihayetinde yaş haddinden emekli ediyor. Ama Çakmak, “Ben gideyim” demiyor. “Git” diyene kadar görevinin başında kalıyor. “Git” deyince de çok bozuluyor, İnönü’yle araları açılıyor.
Atatürk bütün bu kurtuluşa, kuruluşa, devrimlere, her şeye bir savaş gözüyle bakıyor. Ekonomiye de savaş olarak bakıyor, eğitime de savaş olarak bakıyor, kültür devrimine de savaş olarak bakıyor, bu savaşları kazanacağız diyor. Kendisi de başkomutan. Bu bir komutanın hissedebileceği en büyük tatmindir.
Para, pul, Atatürk’ü tatmin edemez, etmez de. Umurunda da değil zaten, hiçbir şeyi de yok. Üstünde bir sürü şey görünüyor, bir gün ona bağışlıyor, bir gün buna veriyor, üstüne hiçbir şey almıyor. Bunun yanında çok güzel giyiniyor. Niçin güzel giyiniyor? Onun da bir sebebi var. Mankenlik yapıyor, bu insan milletine resmen mankenlik yapıyor. Nerede ne giyilir, nasıl giyinilir, bunları öğretiyor.
Ben şunu savunuyorum: Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğretebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. “Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin.”
Sonra yetmiyor, (Atatürk) “Balkan Antantı’nı kuralım” diyor. Neden? Çünkü Balkan ülkeleriyle sorunluyuz, geçmişten bu yana “Bunu unutalım, yeni bir birlik kuralım” diyor Atatürk. Sabiha Gökçen’i Balkan ülkelerine gönderiyor. “Git gez buraları tayyarenle” diyor. Gezen kim? Genç, 25 yaşında bir pilot kız; hem de savaşa katılmış askeri bir pilot! Tek başına. Türkiye için ne büyük bir şov.
Atatürk’ün dış ilişkilerde önem verdiği en mühim hususlardan biri eşitliktir. Eşitlik olmazsa olmaz bir kriter. Sonra, Atatürk Birleşmiş Milletler’e, o zamanki adıyla Cemiyet-i Akvam’a girmemizde büyük fayda olduğu kanaatinde. Ama davet edilirsek. “Türkiye müracaat etsin, memnuniyetle” diyorlar. “Hayır” diyor Atatürk “Davet olursa geliriz!”. Ardından Türkiye davet ediliyor.
Şapkaya itiraz edenler vardır. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve hahamlarının özel kılığı olan cüppeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?
Aslında bir Balkan serpuşu olan fesin önemi, siperliğinin olmamasından kaynaklanıyor. Başı açmadan secde edilebilir. Dolayısıyla Müslüman’a uyan bir şapka diye düşünülmüş. Fakat burada da şöyle bir sıkıntı var; Türkiye’de fes imal edilemiyor. Çok ilginçtir ki, bir kumaşı boyayıp, doğru dürüst bir fes yapılamıyor. Fesler Viyana’dan geliyormuş. İstanbul’da fes yapmaya çalışan birkaç küçük imalathane varmış, ama yağmur yağdığı zaman feslerin boyaları akar, takanların yüzü kırmızı boya içinde kalırmış. Bundan da kimin kaliteli (yani ithal) kimin de kalitesiz (yani yerli) fes taktığı hemen belli olurmuş.
Osmanlı’da halk birbirine baktığı zaman kaleidoskop görmüş gibi oluyordu. Herkesin kıyafeti başka. Rum’un kıyafeti başka, Ermeni’nin kıyafeti başka, Türk’ünki başka vs. Sultan Mahmut sarığı kaldırmış, fes giymeyi zorunlu kılmış ama sarık bir süre sonra halk arasında tekrar hayat bulmuş. Çünkü sarık takıldığı zaman dindar oluyorum zannediliyor. Farkında değil ki sarık çölün şapkasıdır, çölde de çok faydalıdır. Neden? Çünkü adam sarığını açar, kum fırtınasında yüzünü korur. Sarık çok katlı bir bez olduğu için de başını sıcaktan korur. Bir sürü fonksiyonu var. Soğuktan da korur. Sabahleyin elli derecenin üstüne çıkıyor sıcaklık, akşam on dereceye düşüyor çölde. Büyük Sahra’da, Kufra vahasının güneydoğusunda, Çad/Mısır/Libya sınırlarının bitiştiği yerlerin yakınlarında jeolog olarak çalışırken sarık çölde neden gereklidir ve neden Türkiye’de gereksizdir diye ilk defa anlamıştım. Burada sarıkla dolaşmak, ama orada da sarıksız dolaşmak enayiliktir.
Sonra Mustafa Kemal’in yurtdışına tahsile gönderilen bu talebelere söylediği bir söz vardır: “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olarak dönünüz.” Ne müthiş bir nasihattır.
1935 yılında Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nü kuruyor Atatürk. Dikkatinizi çekerim, bir müdürlük olarak değil, bir enstitü olarak kuruluyor. Yani burada araştırma yapılacak ama icap ederse eğitim de verilecek. Sonra antropoloji var. Kendi insanımızı tanıyalım istiyor. Dünyada bizi yanlış tanıdıkları kanaatine sahip. Derdi, “O ırk iyi, bu ırk kötü demek değil fakat bir Avrupalılık iddiası var,” ki haklı çıktı. Anadolu’da son yapılan kan tahlillerinden alınan DNA örnekleri gösterdi ki bu coğrafyada yaşayan halkın yüzde doksanı Doğu Asyalı değil, Hint-Avrupalı.
Her kitabın bir maksadı vardır. Kur’an’ın maksadı insanların kafasını anlamadığı seslerle doldurmak değildir. Bir mesaj vermektir. Atatürk bunun farkında, yaptığı ilk işlerden biri de Kur’an’ı tercüme ettirmek oluyor. Şunu söylemek istiyor aslında: İnanıyor musun? Evvela neye inandığını bil, bunu bilmen lazım.
Klasiklerden sonra Hasan Âli Yücel ansiklopediler hazırlatmaya başlıyor. İnönü Ansiklopedisi hazırlanmaya başlıyor, fakat iktidar değiştikten sonra “Neden İnönü Ansiklopedisi hazırlıyoruz, Türk Ansiklopedisi yapalım” diyorlar. 1940’larda başlayan bir iş 1983’te tamamlanabiliyor. Bu da ülkedeki potansiyelin ne kadar zayıf olduğunun, Atatürk’ten sonra işlerin nasıl yavaşladığının en açık işaretidir. Halbuki onun yaşamında hazırlanan ve tarihte tamamlanabilen ilk Türk Ansiklopedisi olan on ciltlik Hayat Ansiklopedisi’nin yayını 1932’de başlatılıp 1936’da bitirilmiştir!
Fakat Atatürk’ün yaptığı bütün iyi işleri bir de kötü hale getirmek gibi bir huy, gelenek var. O da Türkiye’deki dalkavukluk âdeti.
Çok ilginçtir, Sakarya Meydan Muharebesi olurken, savaşın ortasında, henüz savaşı kazanıp kazanmayacağımız dahi belli değilken Mustafa Kemal, “Bu topraklar çok zengin, bir kültür umum müdürlüğüne ihtiyacımız var” demiştir. Bunu savaşın ortasında söylemiştir, çünkü devam etmekte olan savaşta kendi kafası içinde çoktan galip gelmiştir.
“İsmet, orduyu Sakarya’nın gerisine çek” der. Bu, orduyu yüz kilometre geriye çekmek demek. İnönü telaşla, “Peki” der, Eskişehir ile Ankara arasındaki alanı işaret ederek, “Buraları ne yapacağız, milleti burada nasıl bırakacağız?” Bunun üzerine Mustafa Kemal, “İsmet” diyerek sözüne başlar, “Orduyu çekmediğimizi farz edelim, ne yapacağız? Yapabileceğimiz bir şey yok. Bak İsmet, sen oraya çekilirken Papulas ne yapacak, seni takip edecek. Yani bizim vatanımızın içine girecek. Yani, ikmal hatları uzayacak.” Mustafa Kemal Anadolu’da yol olmadığını biliyor. “Halbuki ben” der Mustafa Kemal, “Memleketimin içine çekiliyorum. Bırak gelsinler. 0nları vatanın harim-i ismetinde boğacağım.” Yani onları girilmesine asla izin verilmeyecek özel namus alanımızda boğacağım. Zekice bir kelime oyunuyla İsmet Paşa’nın adı da kullanılarak söylenen bu sözler hem onu onore etmiş hem de ikna etmiştir. Nihayetinde ordu Sakarya’nın gerisine geri çekilmiştir. Atatürk Papulas’a Mareşal Kutuzov’un Napolyon’a oynadığı oyunu oynamıştır.
Atatürk şunu söylüyor: “Bu hurafelerin üzerine bir toplum bina edemeyiz. Sen buna inanmak istiyorsan inanabilirsin, ama bunu dayatmana müsaade etmeyeceğim. Sizin dayatmanızdır ki, toplumu felakete götürdü, çürüttü, yok etti. Ben bu çökmüş toplumun çocuğuyum, yeni nesillerin bu felakete doğmasına müsaade etmeyeceğim.”
Şempanzelerin belli ritüelleri, ayinleri ve kalıplaşmış davranışları var: Yavrunun anneyle ilişkisi, dişilerin erkekle ilişkisi, erkeklerin birbirleriyle ilişkileri Yeni yeni keşfediyorlar ki, şempanzeler bazen bir araya gelip bir başka şempanzeyi linç ediyor. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: Her toplumun bir kültürü var, fakat her toplum medeni değildir. Bunun yanında, birkaç istisnayı hariç tutarsak, her toplumun artık şehirde yaşamayı başarmış olduğunu biliyoruz, dolayısıyla şehirde yaşamak artık bir marifet değil. Bu yüzden şehirde yaşamak ve birlikte yaşamak birbirlerinden farklıdır. Sürüler de toplu yaşayabiliyorlar ama birlikte yaşamıyorlar. Her biri, yanındakinden bağımsız olarak bir lidere, bir çobana bağlıdır. Herkes davranış olarak yanındakinin yaptığını taklit eder. Liderin “yap” dediğini yapar, “gelin” dediği yere gider. Kendisi liderini göremediyse arkadaşı o lideri görmüş olabileceği için arkadaşına bakar, onu takip eder.
Pek çok ilkel toplum üzerinde çalışmalar yapan Edgerton, “Hasta Toplumlar” isimli kitabında, “Hasta toplumlar kendi bireylerine o kadar çok acı verirler ki, birey o toplumdan kaçmak ister. Fırsatını bulduğunda da kaçar” diyor.
Rahmetli dedem anlatırdı, “Herkes Atatürk içkiden öldü zanneder. Hayır kahrından öldü. “ Arkada bıraktıklarından hakikaten Atatürk’ün ne dediğini anlamış tek kişi var, o da Hasan Ali Yücel. Tek bir adam.
En iyiler üniversite okumalıdır.
Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olarak dönünüz.
Atatürk’ün önüne geçmek istediği şey cehalettir.
İnsanların bildiği ve bilimin keşfetmediği hiçbir şey yoktur.
Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için gerekir en belli başlı vâsıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin istihsâline (üretilmesine) hizmet nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsâline dayanmayan bir zafer pâyidâr olamaz. O, boş bir gayrettir.
Osmanlıca konuşulan dönemi tarif etmek için sıkça yapılan bir ayrım vardır “halk dili” ve “aydın dili”. Bu dahi tam manasıyla doğru değildir. Zira aydınlar dahi birbirini anlamıyor. Düşünün ki, adam bir Servet-i Fünun akımı mensubu, bir şiir veya bir roman yazacak, aklına gelen kelimeyi Farsçadan alıyor, zira karşısındaki adamın Farsça bildiğini zannediyor. Fakat bilmiyor. Bilmiyorsa ne yapacak bu insan? İstediği kadar aydın olsun.
Osmanlıca diye bir dil yok. Osmanlıca bir “esperanto”dur, yani bir sürü dilin bir araya gelmesiyle yaratılmış yapay bir dildir. Osmanlıcayı layıkıyla okuyup anlayabilmek için Türkçe bilmek lazım, Farsça bilmek lazım, Arapça bilmek lazım. Bu üç dili bilmek lazım, zira Osmanlıca bu üç dilden sadece kelime almakla kalmamış, buralardan birtakım kuralları da almış. Böyle dil olmaz.
Nihayetinde Yunan Ordusu, Büyük Taarruz’un başlayacağı hatta kadar geri çekilir. Bizimkiler olanlara inanamaz. Onlara göre “Bu bir mucize” dir. Fakat elbette bir mucize söz konusu değildir. Olay, karşındakini ve muhatap olduğun vaziyeti çok iyi okuyabilmek, harp teorisini çok iyi bilmekle ilgilidir.
Atatürk, yanlış ile doğrunun harmanından istenilen herhangi bir ifadenin çıkarılabileceğini bildiği için, yanlışlığı görülen varsayımların kesinlikle terk edilmesi, yani yanlışla doğrunun harmanlanmaya kalkışılmaması taraftarıydı.
Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüzütam (birlik), bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük-büyük her cüzütam, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüzütamın çekilmeye mecbur olduğunu gören cüzütamlar, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur, (c. II, ss. 617-618, vurgu benim).
Atatürk’ün sorun çözme yönteminin ilk basamağı çözülecek sorunun bileşenleri hakkında mümkün olduğunca çok ve sağlıklı bilgi toplamak olmuştur.
Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğrenebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. “Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm üretin.”
Herkes üniversite mezunu olamaz, olmamalı. Neden üniversite mezunu olmak istiyorlar? Bir şirkete veya devlet dairesine girsin, kendi bir şey yapmasın, teşebbüste bulunmasın, aylık garanti maaşını alsın, hiçbir risk almasın. Bu Osmanlı’dan bize kalan en feci miras. Böyle bir yaşam olamaz. Bu evrim kanununa aykırı. Mücadeleye girecek, kaçmak yok.
Atatürk, özgürlüğü öğretebilmek, topluma yayabilmek için bir süre diktatörlük yapmıştır.
Ben şunu savunuyorum: Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğretebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. “Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin.”
İnönü Atatürk’e, ”Gazeteciler dedikodu yapıyorlar. Bu memleketi daha ne kadar on bir sarhoş idare edecek” diyorlar. Atatürk şöyle cevap veriyor: ”Pardon? On bir sarhoş mu? Halt etmişler. Bu memleketi sadece bir sarhoş idare ediyor” diyor.
Rahmetli dedem anlatırdı; “Herkes Atatürk içkiden öldü zanneder. Hayır. Kahrından öldü.” Derdini anlatacak adamı yoktu. Arkada bıraktıklarından Atatürk’ün gerçekten ne dediğini anlayabilmiş sadece bir kişi var, o da Hasan Ali Yücel’di. Tek bir adam. Onu da nihayetinde İsmet İnönü, Amerika’nın, Rusya’nın, ağaların baskısıyla harcamıştır.
“Kaç paket sigara içiyorsunuz?” diye soran doktora: “Üç paket” diye cevap vermişti. Doktor da bunu tek pakete indirmesini söyleyip gittikten sonra Salih Bozok, “Ama Paşam siz zaten her gün bir paket içiyorsunuz” dedi. Atatürk gülerek: “Enayi miyim ben? Bir paket içiyorum desem, herif paketi üçte bire indir diyecekti.”
Evet, Atatürk bir diktatördü diyoruz. Niçin bir diktatördü? Bu, ilaç almayı reddeden hastaya, tedaviyi reddettiği için ilacı zorla vermek gibidir.
Askeri zorla, inanmadığı bir gaye uğrunda muharebeye sürüklemekteki güçlük, harbin en çetin meselelerinden birini teşkil eder.
Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor.
Mustafa Kemal’in yurtdışına tahsile gönderdiği talebelere söylediği bir söz vardır: sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, Volkan olarak dönünüz. ne müthiş bir nasihattir.
Büyük İngiliz felsefecisi ve matematikçisi Bertrand Russel’in çok güzel bir sözü vardır: İnsanların bildiği ve bilimin keşfetmediği hiçbir şey yoktur. Bu kadar basit. Atatürk de aynı fikirde. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir, başka mürşit aramak gaflettir, cehalettir, diyor. Yani, ona göre bir şey biliyorsak bilim sayesinde biliyoruz, dolayısıyla, çocuklarımız önce bunu öğrenmeliler.
Osmanlıca diye bir dil yok. Osmanlıca bir esperanto dur, yani bir sürü dilin bir araya gelmesiyle yaratılmış yapay bir dildir.
Mustafa Kemal’in en önemli ve acil görevi, halkı refaha koşturmaktı.
Bununla ilgili bir anekdot anlatayım: Liman von Sanders, Enver paşa’ya bir terfi listesi gönderiyor, listede Mustafa Kemal de var ama Enver, Mustafa Kemal’i Paşa yapmak istemiyor. Enver, Bu Mustafa Kemal’i Paşa yaparsın, sadrazam olmak ister; sadrazam yaparsın Sultan olmak ister; Sultan yaparsın Allah olmak ister, der. Bunun üzerine Limon Van Sanders Enver’e çok kızmış ve kişisel bir mektup yazmıştır. Enver, bunun üzerine Mustafa Kemal’i paşalığa terfi ettirmek zorunda kalmıştır. Nihayetinde Milletin zihninde Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa olarak yer etti Atatürk. Sonra 1. Dünya Harbi’ni kaybettik, harbi kaybetmek ile kalmadık, Sevr anlaşmasını imzaladı. Sevr antlaşması’na göre ya, Anadolu’nun ortasında bize bir avuç yer kaldığını gören Atatürk, Beyler, bu kabul edilmez. Biz esir olarak yaşayamayız dedi.
Wolfgang Liepmann’ın hatıralarında mealen şöyle bir ifade var: Her insanın hayatında bir çatallanma dönemi vardır, bizim ailedeki çatallanmanın başında Çanakkale savaşı vardı. Ziran, Çanakkale savaşı Mustafa Kemal’i yarattı, Mustafa kemal’de Bizim aileyi kurtardı. Liepmann’ın, Çanakkale savaşını ele alma sebebi ise, Çanakkale savaşı’ndan önce Atatürk’ün göze batan bir başarısının olmasıdır. Çanakkale Savaşı’nda Atatürk ilk defa kendini ispat etti ve savaş hakkında, olağanüstü bir komutan gibi yorumlar yapılmasına vesile oldu.
Atatürk şunu söylüyor: Bu hurafelerin üzerine bir toplum bina edemeyiz. Sen buna inanmak istiyorsan inanabilirsin. Ama bunu dayatmana müsaade etmeyeceğim. Sizin dayatmanızdır ki, toplumu felakete götürdü, çürüttü, yok etti. Ben bu çökmüş toplumun çocuğuyum, yeni nesillerin bu felakette doğmasına müsaade etmeyeceğim.
Atatürk toplumu pek çok şartlanmadan vazgeçirerek birlikte yaşayabilen bir toplum haline getirmek istedi. Diyor ki; bu topluluk bir süre sonra artık birbiriyle anlaşmak suretiyle birbirini öldürmeden, birbirinin inançlarına, birbirlerinin düşüncelerine saldırmadan yaşayabilir, ama birbirlerinin düşüncelerini medeni bir şekilde eleştirebilir de. İşte biz buna medeniyet diyoruz. Toplumu oluşturan bireyler her şeyden önce kendi rızalarıyla bir araya gelsinler ve her konuda aynı fikirde olmasalar bile bir birlikte yaşama iradeleri olsun. Bunun için bir temel kurmamız lazım, bu temelinde en önemli ayağı bilgidir. Dünya hakkında bilgi sahibi olmamız lazım, Diyor.
Hasta toplumlar kendi bireylerine o kadar çok acı verirler ki,birey o toplumdan kaçmak ister.Fırsatını bulduğunda da kaçar.
Donmuş düşüncenin ölü düşünce olduğunu çok iyi biliyordu.
Galilei’nin gözlemi Tevrat’ın Yeşu kitabında ima edilen ve Zebur’un 93 numaralı mezmurunda dile gelen dünya merkezli evren fikrini yanlış olduğunu ispat etmişti. Galilei’yi mahkum eden papalık 350 yıl sonra ondan resmen özür diledi. 19. yüzyıl başında modern çehresini kazanan jeoloji, Tufan’ın masal olduğunu ispat etti. Aynı şekilde yaratılış efsanesinide dile gelen insanın yaratılışının aslında evrimle olduğunu gösteren Darwin’e karşı ayaklanan din, sonunda yine papalığın Evrim kuramını kabullenmesi ile strateji değiştirmek zorunda kaldı.
Bugün mağara insanından çok daha fazla şey bildiğimiz, ondan çok daha rahat yaşadığımız muhakkak olduğuna göre, gelişme, bu bilgi edinme işlevinin mekanizması neydi? Bilim dışında, dinlerde dahil olmak üzere, hiçbir şey güvenilir bilgi vermiyordu. Üç büyük dinin kutsal kitaplarında verilen Yaradılış , Tufan , Dünya merkezli evren vb. bilgiler bilimle her çeliştiklerinde, sonunda bilim hep haklı çıkmıştı.
Büyük bir adamın eserini incelediğimiz zaman, incelememizin sebebi adamın zeki olmasıdır. Ama hiçbir zeki adam
her şeyi bilemez. Eğer zeki bir adam yanlış bir iş yapmışsa mutlaka ‘o iş muhakkak doğru olmalıdır’ diye düşünmekten ziyade
o anda, ona niye doğru göründü, onun peşine düşmek lazım ”
Eğer bağımsız yaşamak istiyorsan uygarlığa ayak uyduracaksın.
Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğrenebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin.
Hüsrana uğrarsın. Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin.
Bizim partinin doktrini yoktur, der. Çünkü doktrin bir hareketi dondurur.
Çocuk, küçük yaşlardan başlamak suretiyle Kur’an mektebine gidip, anlamını bilmediği Arapça sesler ezberleyeceğine (İtalyanca bilmeyen bir çocuğa İtalyanca Tommiks ezberletildiğini düşünün – bu onun için hiçbir şey ifade etmeyecektir) inanıp, inanmayacağına kendisi karar versin. Önce bir okusun, okuma- yazma öğrensin, dil öğrensin, biraz dünyayı tanısın.
Atatürk’ün Malche’ın raporunun kenarına düştüğü derkenarlar vardır. Bunlardan biri, çok enteresan: “Kıymetsiz öğrencinin cesareti ilk yıldan kırılmalı, üniversiteden uzaklaştırılmalıdır” diyor. Bu, bugün Avrupalıların yaptığı iştir. Herkesi alıyor üniversiteye, bir sene sonra büyük çoğunluğunu döküyor. Bir daha da giremiyorsun. Atatürk de aynı şeyi söylüyor. “En iyiler üniversite okumalıdır” diyor. Büyük tarihçimiz İlber Ortaylı bir keresinde ne demişti? “Her şehre bir üniversite açmak ahlaksızlıktır.” Şimdi bu sözün ne kadar doğru olduğunu anlıyor musunuz?
Yunan Ordusu silah, asker ve teçhizat üstünlüğüne rağmen Türk Ordusu ve Mustafa Kemal gibi bir dehayla baş edememiştir. Bizim tarafta bir dâhi, karşı tarafta ise birbirlerini yiyen bir sürü vasat asker vardı. Savaşın neticesi de bunu gösteriyor zaten.
Her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.
Atatürk diktatördü. Buna hayır diyen tarih bilmiyor demektir. Ama hürriyeti öğretebilmek için bazen diktatörlük gereklidir. Sen bin sene hürriyeti hiç tecrübe etmemiş bir topluma hürriyeti bir tercih olarak takdim edemezsin. Hüsrana uğrarsın.
Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. “Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin.”
İyi biliniz ki ,Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
Kemalizm; tenkittir, doğruyu aramaktır, bilimsel düşüncedir. Bunlarınkine dalkavukluk denir. Kemalizm’in adı böyle dalkavuklar yüzünden kötüye çıkmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir