İçeriğe geç

Bu Mülkün Sultanları Kitap Alıntıları – Necdet Sakaoğlu

Necdet Sakaoğlu kitaplarından Bu Mülkün Sultanları kitap alıntıları sizlerle…

Bu Mülkün Sultanları Kitap Alıntıları

Yeter ayyuka çıktı tık tık artık
Çık ey bigâne meşreb çık çık artık
Neden çıkmazsın artik geldi saat
Kapıdan pencereden bakmak mı âdet
Bırakmazlar seni bir lâhza rahat
Çık ey bigâne meşreb çık çık artık!
Yıkılubdur bu cihan sanma ki bizde düzele
Devleti çarh-ı denî verdi kamu mübtezele
Şimdi ebvab-ı sa’adetde gezen hep hezele
İşimiz kaldı heman merhamet-i Lemyezel’e
III. Mustafa
Aldı etrafı adû imdâda asker yok mudur?
Din yolunda baş verir bir merd-i server yok mudur?
( Ahmed Paşa )
Hafızâ Bağdad’a imdâd etmeğe er yok mudur?
Bizden istimdâd edersün sende asker yok mudur?
( IV. Murad )
Fasl-ı nevruz erdi gül vakti gülistan devridir
Sohbet-i eyyam-ı çemen hengâm-ı bûstan devridir
Şi’r ü inşâ mevsimi şah-ı sühandan devridir
Mey getür sâki gül eyyâmı Selim Han devridir
Segedin antlaşması ve Yenişehir Sevgendnamesi Rumeli ve Anadolu’ da bir barış dönemi başlatmış görünse de bunun bedeli, 2. Murad’ın ilk 23 yıllık saltanatı boyunca Osmanlı sınırlarına katılan yerlerin büyük ölçüde yitirilmesi olmuştu. Bu durum duygusal ve yorgun padişah için tam bir düş kırıklığıydı. Olasılıkla bu ruh hali içinde, Osmanoğulları tarihinde bir benzeri daha olmayan kişisel bir kararla padişahlıktan çekildi.
Osmanlı devleti 2. Murad’ın padişahlığının ilk on yılı sonunda Yıldırım dönemindeki sınırlarına ve gücüne kavuşmuştu.
1428-1429 yıllarında yaşanan büyük veba salgını özellikle Bursa’da etkili oldu. Ölen yüzlerce Bursa’ lı arasında Emir Sultan, Veziriazam Çandarlı Ibrahim paşa, Hacı İvaz paşa, 2. Murad’ın gözlerine mil çektirerek Bursa sarayında hapsettiği küçük kardeşleri Mahmud ve Yusuf çelebiler de vardı.
Bir sürek avında at sırtında felç oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Veziriazam Bayezid paşayı, vezirleri İvaz ve Çandarlı Ibrahim paşaları çağırıp ”tez oğlum Murad’ı getirtin. Ben bu döşekten kalkamam. Murad gelmeden ölürsem fitne çıkar. Tedarik görün, ölümümü gizleyin ” vasiyetinde bulundu. Ölümü, en çok Selanik’teki Düzmece Mustafa’dan çekinilerek Amasya valisi Murad’ın Bursa’ya ulaşmasına değin 42 gün gizlendi. Durumdan kuşkulanan ve ayaklanmaları güçlükle önlenen askerleri yatıştırmak için mumyalanmış cesedine kaftan giydirilip başına sarık konularak pencere önüne oturtulduğu, ellerinin oynatıldığı, askere de geçit yaptırtıldığı rivayet edilir. Cenazesi, 2. Murad’ın Bursa’da tahta çıkmasından sonra Edirne’den götürülüp yeşil türbede gömülmüştür.Tarihler girdiği 24 savaşta kırk dolayında yara aldığını yazar.
Kardeşi Isa Çelebi’ ye mektup göndererek Anadolu topraklarının bölüşümünü önerdi. Isa Çelebi ”ulu karındaş ” kendisinin olduğu gerekçesiyle bu öneriyi reddedince Mehmed Çelebi 1404’te Bursa’ya yürüdü. Ulubat savaşında kardeşini yenerek Bursa’ya girdi ve beyliğini duyurdu. Semerkant’tan gelecek tepkiyi önlemek için de vakit yitirmeden Timur’un ve kendisinin adını taşıyan yeni gümüş sikkeler kestirdi.
1403’te daha Timur Anadolu’dan ayrılmazdan önce, Orta Karadeniz-Orta Anadolu bölgesinin en güçlü egemeni konumunu elde etmiş bulunuyordu. Başarılarını öğrenen Timur’dan aldığı çağrı üzerine ve olasılıkla Osmanlı padişahlığının kendisine verileceği umuduyla yola çıkmışken Türkmen beyleri iki kez yolunu kesti. Bu yüzden Amasya’ya döndü ve durumu Timur’a bildirdi. Timur kendisine Amasya-Tokat-Sivas beyliğini onayladığına ilişkin ”al damgalı berat, tac, kemer ve hırka ” gönderdi. Çelebi Mehmed, Timur’un yüksek egemenliğini tanımış bir ”Emir ” olarak üzerinde her ikisinin adları yazılı ilk akçelerini 1403’te Amasya’da kestirdi.
Sivas sultanı Kadı Burhanettin’in saldırılarından bunalmış bulunan Amasya emiri Ahmed bey, kenti Osmanlılara teslim edeceğini bildirince Yıldırım, 1391’de oğlu Çelebi Mehmed’ i 30 bin kişilik kuvvetle Amasya’ya gönderdi. Daha ilk gençlik cağındaki şehzade olağanüstü yetkinlik ve olgunlukla kentin yönetimine el koyarak güvenliği sağladı ve o tarihten 1402’ye değin Osmanlı’nın doğu sınırlarını kontrol eden bir uç beyi konumunda Amasya’ da kaldı. Ankara savaşından sonra Bolu’ya geçti, savaştan sonraki bütün gelişmeleri casusları aracılığıyla Bolu’dan izledi. Timur tarafından Amasya emirliğine atanan Kara Devletşah’ın yönetiminden memnun olmayan Amasya’lıların çağrısı üzerine bin kişilik kuvvetle Amasya yöresindeki kasaba ve köyleri yağmalayan Kara Devletşah’ı ani bir baskınla öldürerek 1403’te Amasya’ya girdi.
Ülke yönetiminde merkeziyetçiliğe önem vererek yerel beylikleri söndürmeye çalışan Yıldırım, Osmanlı saray örgütü Enderun’un da kurucusudur. Kitabelerde ve vakfiyelerde adından önce ”Sultan ”, adından sonra ”Han ” (Sultan Bayezid Han) sanları yer alan ilk Osmanlı hükümdarıdır. Kimi belgelerde onun Selçuklu sultanlarına özgü ”Sultan’ül Muazzam ” sanını aldığı da saptanmaktadır.
8 Mart 1403’te henüz 43 yaşındayken Akşehir’de ölen Yıldırım’ın naaşı geçiçi olarak Seyyid Mahmud Hayranî türbesine konuşulmuş, Semerkand’a dönmek üzere hareket etmiş olan Timur’dan gelen buyruk üzerine cenaze Musa Çelebi ile Bursa’ya gönderilmiş, ya da herhalde Mumyalanmış olarak Germiyanoğlu Yakub beyin, muhafaza ettiği naaş, Çelebi Mehmed’in 1404’te Bursa’ya girmesinden sonra bu kente getirilip Yıldırım cami’nin yanına gömülmüştür.
Kışa doğru Karabağ’a çekilen Timur’un, Bayezid’le başlattığı mektup diplomasisinin kuşkusuz iki amacı vardı: Zaman kazanarak yeni kuvvetlerle ordusunu güçlendirmek, Osmanlı sultanının moralini büsbütün bozmak. Denilebilir ki Anadolu, tarihinin en yoğun ve kapsamı açısından karmaşık diplomasi trafiğini 1401 yılı boyunca yaşadı. Timur, sözde uzlaşmacı bir yaklaşımla Yıldırım’ı çileden çıkartacak isteklerde bulunurken bir yandan da Fransa, Cenova ve Bizans’la ilişkilerini sürdürmekteydi.
1400 yılının ilk aylarında Istanbul’u dördüncü kez kuşattığı sırada, Timur’un Sivas’ı aldığını, Kayseri yakınlarında bir Osmanlı birliğini dağıttığını ve Malatyaya indiğini öğrenen Yıldırm, Ağustos ayında Istanbul kuşatmasını kaldırmakla birlikte Anadoluya geçmekte kararsız davrandı. Ancak 1401 de Timur’un Bağdad’ a yöneldiğini öğrenince, yaz sıcağında Erzincana dek ilerledi ve Timur’un son seferine neden olan Mutahharten’ i bağlılığa zorladı.
25 Eylül 1396’daki haçlı ordusuyla yapılan Niğbolu meydan savaşı, başarılı pusu taktikleri sonunda Türklerin zaferiyle sonuçlandı. Yıldırım Niğbolu ganimetlerinden başta Bursa Ulu Camii olmak üzere bir dizi eserin yapımını başlattığı gibi, 1396 baharında ikinci kez kuşatılan Istanbula gelecek yardımları önlemek amacıyla Anadolu hisarını yaptırttı.
Murad bey’in Bizans imparatoru Ioannis’i alıp Anadoluya geçtiği 1385 yılında taht hakkını yitiren Prens Andronikos ayaklanma başlattı. Ayaklanma eylemine her nedense Murad bey’in oğlu ”Savcı bey ” de katıldı ve prens ve şehzade babalarına baş kaldırdılar. Savcı bey Rumeli’nde sultanlığını ilan ederek kendi adına hutbe okuttu. Murad bey Rumeline geçerek şehzade ve prensin kuvvetlerini dağıttı. Kaçan Savcı bey Dimetoka’da yakalanarak babasının buyruğu gereği gözlerine mil çekildi. Tarihler aynı cezanın prens Andronikos’ a daha insancıl bir biçimde uygulandığını, gözlerine kızgın sirke dökülerek yarı kör edildiğini yazıyor. Oğlunu kör etmekle öfkesini yenemeyen Sultan Murad henüz 14 yaşındaki Savcı bey’i boğdurtarak evlat katili de oldu. Savcı bey olayı öykülere romanlara konu olmuş trajik bir vaka sayılsa da Osmanoğullarının saltanat ihtirasının ilk acımasız gerçeği olarak dikkat çeker.
Osmanli tehdidinden etkilenen Hristiyan devletlerin birliklerinden oluşan ve Macaristan kralı 1. Layoş’un başkomutanlığında Edirne’ye yürüyen ordu korku yarattı. Bu sırada Murad bey Bursa’daki yeni örgütlenmelerle ilgileniyordu. Edirne muhafızı Lala Şahin paşa, padişahtan yardım isterken bir yandan da Hacı İlbeyi komutasında bir süvari kolunu keşfe çıkardı. Bu gözü pek tümen, Meriç ırmağını geçmiş bulunan müttefik ordusuna, gün ağarırken ani bir baskında bulundu. Yaşanan panikte binlerce Sırp, Bulgar, Ulah(Eflak) ve Macar askeri öldürüldü ya da Meriç’te boğuldu. Türkler 1363’teki bu müthiş baskına ”Sırp Sındığı ” adını vermişlerdir.
1364’te Filibe ve Gümülcine’nin alınışı yeni bir döneme girişin başlangıcı oldu. Artık hedef geride kalan ve küçülen Bizans değil Avrupa topraklarıydı. Bu yeni strateji Sırp, Macar, Bulgar, Bosna ve Eflak hükümetlerini bir bağlaşıklığa yöneltti. Murad bey ise Çandarlı Halil Hayreddin’in örgütlenen yaya ve müsellem birliklerinin yeterli olmayacağı tavsiyesi üzerine 1365’te tutsak ve devşirme gençlerden Yeniçeri Ocağı’nı kurdu. Bu daimi-paralı asker örgütünün giderlerini karşılamak amacıyla da ulemadan Karamanlı Kara Rüstem ilk Osmanlı maliyesini örgütledi. Çandarlı Halil Hayreddin’in ”paşa ” sanı verilerek vezirliğe atanması da bu sıradadır. Bu gelişmeler Osmanlı devletinin kurumlaşması sürecinin önemli adımları olduğu gibi Halil Hayreddin paşa da yüzyıl boyunca iktidarda kalacak olan Çandarlı vezir ailesinin atası ayrıcalığını elde etmiştir.
Orhan beyin adları bilinen üç eşi de Rum soylusu olup bunlar Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer(Holofera), imparator 3. Andronikos’un kızı Asporça ve Imparator Kantakuzenos’un kızı Teodora hatunlardır. Asporça ve Teodora’nın islam dinine girip girmedikleri bilinmemektedir. Oğulları Süleyman paşa, Murad (Hüdavendigar), Ibrahim, Halil ve Kasım, kızları Şehzade, Fatıma ve Hatice’dir. Kızlarının yaşamlarına ilişkin bilgi yoktur. Oğullarından Süleyman kendinden önce ölmüş, Ibrahim, Kasım ve Halil’ i ise Murad Hüdavendigar boğdurtmuştur.
Osmanlı teşrifatının ilk kurallarının, tımar veya asker sınıfları ile bunların nizami giyim kuşamlarının Orhan bey döneminde belirlendiğini Aşıkpaşaoglu anlatıyor: Orhan gaziye kardaşı Alaettin paşa eydür: Hanum! Elhamdülillah ki seni padişah gördüm. Imdi senin dahi birlevük leşkerin yevmen fe yevmen ziyade olsa gerekdir. Imdi senin askerinde bir nişan ko ki gayri askerde olmasın. Dedi. Orhan gazi eydür: Kardaş! Her ne ki sen eyidürsün ben anı kabul ederim. Dedi. emretti Bilecik’te ak börk işlediler. Orhan gazi giydi ve cemi tevabii bile ak börk giydiler.
Osmanlılığı altı yüz yıl yaşatacak olan yönetim, ordu, yargı kurumlarını örgütleyen, Divan-ı Humayun’un çekirdeğini kuran, ilk veziri atayan Orhan beydir.
Orhan bey’in Bizans’la kurduğu dostluk ve akrabalık ilişkilerine karşılık, Karesi beyliğinin topraklarını sınırlarına katması, doğuda da Ankara’yı alması Osmanoğullarının gerektiğinde ”dini ayrılarla anlaşmak, soydaş ve dindaşlarla da savaşmak ” ilkelerinin ilk uygulamasıdır.
Orhan beyin Teodora’dan doğma küçük oğlu Halil’in, Izmit kıyısında kayıkla gezdirilirken Cenovalı korsanlarca kaçırılıp Foça’ya götürülmesi, yeni bir dostluğun kurulmasına neden oldu. Orhan beyle Imparator V. Ioannes Halil’in kurtarılması ve iki devlet arasında karşılıklı yardım konusunda anlaştı. V. Ioannes 1359’da Bizans donanmasıyla Foça’ya gitti 100 bin altın kurtuluş akçesi karşılığı Halil’i kurtarıp Izmit’e getirerek Orhan beye teslim etti. Gelibolu, Bolayır, Rodoscuk(Tekirdağ), Malkara, Çorlu kalelerinin artık Osmanlılara ait olduğunu resmen onayladı. Bu sırada Anadoludan göç ettirilen Türkmenler, Rumeli yörükleri olarak yeni topluluklar oluşturmaktaydı. Bu gelişmeleri bir kaza izledi ve Orhan beyin oğlu Rumeli fatihi Süleyman paşa, Çorlu yakınlarındaki bir sürek avında atından düşerek öldü. Yaşı 80’e yaklaşmışken bu acıyı yaşayan Orhan bey oğlu Murad beye yetkilerini bırakarak son günlerini Osman bey gibi sessiz geçirdi ve Bursa’ da öldü.
1280’lerden 1300’lere uzanan ve Osmanlı devleti’nin doğuş süreci olan bu evrede Osman bey ilkin, 1283’te Ermenibeli’nde küçük yaya birliğinin başında Inegöl tekfuru Nikola’yla çatıştı ve yenildi. Kardeşi Sarubatı’nın oğlu Bay Hoca şehit düştü. Osmanoğulları’nda savaş alanında ölenlerin ilki budur.
Tarihçilerin ortak görüşlerine göre Osman bey, babası Ertuğrul’un 90 yaşında ölümünden sonra Kayı boyu Beyliği için amcası Dündar’la mücadele etti. Boy ulularının Dündar beyden yana olmalarına karşılık yiğitlerin kendisini desteklemesi sonucu uzun bir savaşı başarıyla noktaladığı gibi, 1299 da Doksanlık Dündar beyi akınlarına karşı çıktığı bahanesiyle bir ok atarak öldürdü. Oğuz töresinde Kayı’ lara baş ve buğ oldu. Şayet Osmanlı devletinin kuruluş tarihi 1299 bu olayla ilgiliyse Osmanlı’larda taht uğruna cinayet işlenmesi daha ilk günden gelenek olmuş demektir.
Osmanoğulları’nın Osman, Orhan ve 1. Murad’dan sonraki yüzyıllarda Türkmen geleneklerinden bir ize rastlanmadığı, saraylarını yabancılarla doldurdukları, çoğunun anasının yabancı olduğu ileri sürülse de Türkçeyi saray ve yazışma dili olarak yerleştiren, konuşma dili olarak Tuna boylarından Yemen’e, Fas’a kadar yayan Osmanoğullarıdır.
Kuruluştan 1630’lara kadar taht kavgalarını önlemek gerekçesiyle şehzadelerin boğdurulması geleneği sürmüşse de 4. Murad’dan sonraki padişahlar bu geleneği bırakarak şehzadeleri göz hapsinde tutmuş, belki arada kimi şehzadeleri gizlice zehirletmiş ya da kısırlaştırmışlardır.
Osmanoğullarının hanedan içi çekişmeleri ve buna bağlı cinayetler sanıldığının aksine azdır. Tahttan indirilmeden öldürülen padişah yoktur. 36 padişahtan 21’i eceliyle, sekizi tahttan indirildikten sonra, biri tutsakken eceliyle ölmüş, bir padişah savaşta öldürülmüş, biri intihar etmiş, yalnızca dördü tahttan indirildikten sonra boğulmuştur.
Atını Niğbolu’dan Erzincan’a değin koşturan, durmak yılmak bilmeyen, gözü pek Yıldırım Bayezid’le, Cuma günleri sarayından yüz metre ötedeki Yıldız Camii’ne faytonla gidip dönmekle yetinen kuruntulu 2. Abdülhamid’in portrelerini yanyana getirmek olanaksızdır. Oysa 3. Murad’la Abdülaziz arasında saray hayatı açısından koşutluk bulmak kolaydır.
Osmanlı padişahlarının hükümdarlık giysileri kaftan, kabaniçe, entari ve şalvardan, harvanî ve setre denilen Avrupai formlara doğru bir değişim izlerken cülus/tahta oturma, kılıç kuşanma, cuma selamlığı gibi törensel gelenekler aynen korunmuştur. Osmanoğullarının tacı olmamış, padişahlar başlarına Fatih’e kadar külah ve üstüne sarılı beyaz destar; Fatih’ten 1. Mahmud’a kadar özel biçimli, önüne tek, çift veya üç sorguç iliştirilen beyaz kavuklar, 3. Osman’dan 2. Mahmud’a kadar tepelikli, kâtibi kavuk ve başlıklar, 2.Mahmud ve sonrakiler ise ”Mahmudiye ”, ”Mecidiye ”, ”Aziziye ”, ”Hamidiye ” formlarda sade fesler giymişlerdir.
Kanuni’ye kadar ilk 10 padişah orduya başkomutanlık edip savaş ve kuşatma yönettikleri halde, 2. Selim(1566-1574), 3. Murat(1574-1595), 1. Mustafa(1617-1618/1622-1623), Ibrahim(1640-1648), 2. Süleyman(1687-1691), 2. Ahmet(1691-1695) sefere çıkmamış; sefere çıkan ve meydan savaşına kumanda eden son padişah 2.Mustafa(1695-1703) olmuş, bundan sonrakiler başkomutanlık yetkilerini ”Serdar-ı ekrem ” sanını verip ”Sancak-ı Şerif ” i teslim ettikleri, sorguçlarından birini de kavuklarına iliştirdikleri veziriazamlara bırakmışlardır. Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Reşit Mehmed paşa’nın 1832’de Konya Savaşı’nda Kavalalı Ibrahim paşaya yenilip tutsak düşmesinden sonra artık sadrazamlar da savaşa gönderilmeyerek serdar-ı ekremlik görevi asker paşalara bırakılmıştır.
Türkler ya da Türklük, Osmanlının öylesine güvencesiydi ki Rumeli’ den Avrupa içlerine doğru fetihler genişledikçe yeni topraklara, Orta ve batı Anadoludan yörükler, Türkmenler göç ettirilip kök oluşturuluyordu.
Atını Niğbolu’dan Erzincan’a değin koşturan, durmak yılmak bilmeyen, gözü pek Yıldırım Beyazıt’la, Cuma günleri sarayından yüz metre ötedeki Yıldız Camii’ne faytonla gidip dönmek ile yetinen kuruntulu 2. Abdülhamid’in portrelerini yanyana getirmek olanaksızdır.
Yıldırım Bayezid’in oğlu. Annesinin Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun, anneannesinin de Mevlanâ’nın torunu Mutaahhare Hatun olduğu ileri sürülürse de annesi adına düzenlenen Vakfiyedeki “Devlet bin Abdullah künyesi, Devlet Hatun’un TürkMüslüman asıllı olmadığını gösterir. Çelebi
Mehmed, sikke ve kitabelerde “Sultan Gıyaseddin Mehmed ; kaynaklarda “Sultan Çelebi/Çelebi Sultan , “Mehmed Bey ; Arap ve Bizans tarihlerinde “Kirişçi ve “Kirî olarak anılmıştır.
Doğum tarihini 1375, 1379, 1386, 1388, 1390, 1391 gösteren kaynaklar vardır. 1391’de bir orduyla Amasya’ya girerek yönetime elkoyduğu sırada 17-18 yaşından daha küçük olamayacağı
varsayıldığında ise babası Bayezid’le arasında 12-13 yaş farkı gözükür ve ayrıca kardeşlerinin en büyüğü olması gerekir. Sonuç olarak Yıldırım’ın ve oğullarının doğum tarihlerinin bilinmediğini söylemek daha doğrudur. Şehzadeliğinde yay kirişi ile boğulmak istendiği ya da kardeşlerinin kendisini öldürtmelerinden
korkarak kimliğini gizleyip bir kirişçinin yanında çıraklık ettiği için Kirişçi , gençliğinde güreşmesi nedeniyle de Kir lakabıni aldığı gibi söylenceler vardır.

29 Mayıs tarihinde Çanakkale önünde bir Venedik filosuyla ilk deniz savaşına giriyordu. Yenilgiyle sonuçlanan bu savaşta Venedikliler ele geçirdikleri Türk kadırga ve çektirilerini ateşe vererek içindekileri kılıçtan geçirdiler. Bu korkunç savaştan sonra uzun görüşmeler
yapılarak 1417’de ilk Osmanlı-Venedik barış antlaşması imzalandı.

1418-1419 yıllarında Çelebi Mehmed’i uğraştıran büyük sorun eski Simavna Kadısı ve kazasker Şeyh Bedreddin’in ayaklanması oldu. İznik’te göz altında tutulan Bedreddin 1418
halifeleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i Batı Anadolu’a bırakıp Sinop-Kırım-Eflak üzerinden Karaorman’a inmiş, buradaki alevi yörükleri ayaklandırmıştı.

Bir süre Bursa’da kalan ve imar işleriyle ilgilenen Sultan Çelebi Mehmed, 1421 baharında Edirne’ye döndü. Bir sürek avı sırasında at sırtında felç oldu; düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Vezirazam Bayezid Paşa’yı, vezirleri Ivaz ve Çandarlı İbrahim paşaları çağırıp Tez oğlum Murad’ı getirtin. Ben bu döşekten kalkamam. Murad gelmeden ölürsem fitne çıkar. Tedarik görün ölümümü gizleyin vasiyetinde bulundu. Ölümü, en çok Selanik’teki Düzmece Mustafa’dan çekinilerek Amasya Valisi Murad’ın Bursa’ya ulaşmasına değin 42 gün gizlendi. Durumdan kuşkulanan ve ayaklanmaları güçlükle önlenen askerleri yatıştırmak için mumyalanmış cesedine kaftan giydirilip başına sarık konularak pencere önüne oturtulduğu, ellerinin oynatıldığı, asLere de geçit yaptırtıldığı rivayet edilir. Cenazesi, II. Murad’ın Bursa’da tahta çıkmasından sonra Edirne’den götürülüp Yeşil Türbe’de gömülmüştür. Tarihler, girdiği 24 savaşta kırk dolayınyara aldığını yazar.

Çelebi Mehmed’in eşlerinden Dulkadiroğlu Süli Bey’in kızi Emine Hatun, olasılıkla II. Murad’ın annesidir.

Murad Bey’le Rum asıllı Gülçiçek Hatun’un oğludur. Babasının Kosova Meydan Savaşı’nda öldürülmesi üzerine harp sahasında ve çadırda padişah olmuş, Timur’la yaptığı Ankara Savaşı’nda tutsak düşerek saltanatı sona ermiş; tutukluyken Akşehir’de ölmüştür.

Yıldırım, Osmanlı saray örgütü Enderun’un da kurucusudur. Kitabelerde ve vakfiyelerde adından önce “sultan”, adından sonra da “han” (Sultan Bayezid Han) sanları yer alan ilk Osmanlı hükümdarıdır.

Artık hedef, geride kalan ve küçülen Bizans değil, Avrupa topraklarıydı. Fakat bu yeni strateji, Papa V. Urbanus’un teşvikiyle Sırp, Macar, Bulgar, Bosna ve Ulah (Eflak) hükümetlerini bir bağlaşıklığa yöneltti. Murad Bey ise Çandarlk
Halil Hayreddin’in, örgütlenen Yaya ve Müsellem birliklerinin yeterli olmayacağını uyarıp tavsiyelerde bulunması üzerine, 1365’te, tutsak ve devşirme gençlerden Yeniçeri Ocağı’nı kurdu.
Bu daimi-paralı asker örgütünün giderlerini karşılamak amacıyla da ulemadan Karamanlı Kara Rüstem ilk Osmanlı maliyesini
örgütledi.

Osmanlı tehdidinden etkilenen Hıristiyan devletlerin birliklerinden oluşan ve Macaristan Kralı I. Layoş’un başkomutanlığında Edirne’ye yürüyen ordu, korku yarattı. Bu sırada Murad
Bey Bursa’daki yeni örgütlenmelerle ilgileniyordu. Edirne muhafizı Lala Şahin Paşa, padişahtan yardım isterken, bir yandan
da Hacı İl-Beyi komutasında bir süvari kolunu keşfe çıkarttı. Bu gözüpek tümen, Meriç Irmağını geçmiş bulunan müttefik ordusuna, gün ağarırken ani bir baskında bulundu. Yaşanan paniktę binlerce Sırp, Bulgar, Ulah ve Macar askeri öldürüldü da Meriç’te boğuldu. Türkler, 1363’teki bu müthiş baskına “Sırp Sındığı adını vermişlerdir.

Topraklarının önemli bir bölümünü Osmanlılar’a bırakan Bulgar Kralı İvan Şişman, kızkardeşi Prenses Mara’yı (Tamar) Murad Bey’e vererek onun yüksek egemenliğini kabul etti. Bu gelişme Osmanlı Devleti’nin 15. yy’da kazanacağı çok uluslu imparatorluk kimliğine ilk adımıdır.

Osmanlı sınırlarının Sırbistan’a dayanması karşısında da Sırp despotu Lazar’ın 1374’te yıllık vergi ödemek ve Sultan Murad’ın yüksek egemenliğini tanımak koşullarını içeren bir antlaşmayı imzaladığı saptanıyor.

1381’de oğlu Bayezid’i (Yıldırım) Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’la evlendirerek çeyiz olarak Kütahya, Tavşanlı, Simav ve Emet’i topraklarına kattı. Başkentini bile Osmanlılar’a bırakan Süleyman Şah, kendisine bırakılan Kula kasabasına çekildi.

Sultan sanıyla anılmasını gerektirecek bir güce ulaştığı bu dönemde, oğlu ve taht vekili Savcı Bey, -ilerde benzerleri yaşanacak olan şehzade ayaklanmalarından birini başlatarak
Murad Bey’i can evinden vurdu. Savcı’yı ayaklanmaya iten komplo, Istanbul’da sık yaşanan imparatorlar ve prensler arası
ahr kavgalarının bir uzantısıydı ve bunun sahnelenmesi için de Murad Bey’in, Bizans Imparatoru V. Ioannis’i yanına alıp Anadolu’ya geçtiği 1385 yılı uygun görülmüştü. Taht hakkını yitiren Prens Andronikos’un ayaklanma eylemine her nedense Savcı Bey de katıldı. Prens ve şehzade, babalarına baş kaldırdılar. Savcı Bey, Rumeli’nde sultanlığını ilan ederek kendi adına hutbe okuttu. Murad Bey, Rumeli’ne geçerek İstanbul’a yakın bir yer olan Apikridium’da şehzade ile prensin kuvvetlerini dağıttı. Kaçan Savcı Bey, Dimetoka’da yakalanarak babasının buyruğu gereği gözlerine mil çekildi. Feridun Bey Münşeatı’ndaki deyimle Savcı Bey “nur-1 basıradan mehcur (görme ışığından yoksun)
edildi. Tarihler aynı cezanın Andronikos’a daha insancıl bir bịçimde uygulandığını, gözlerine kızgın sirke dökülen prensin yarı kör edildiğini yazıyor. Oğlunu kör etmekle öfkesini yenemeyen
ya da bundan rahatsız olan padişah baba, henüz on dört yaşındaki Savcı Bey’i boğdurtarak evlat katili de oldu. Kimi kaynaklarda Bursa dolaylarında başlayıp bittiği anlatılan Savcı Bey olayı öykülere, romanlara konu olmuş trajik bir vaka sayılsa da daha çok, Osmanoğullarının saltanat ihtirasının ilk acımasız gerçeği
olarak dikkati çeker. Beylik uğruna dedesi Osman Bey’in amca kendisinin de kardeşlerini öldürtmesine, Bizans sarayına özgü bir işkence yöntemiyle öz oğlunu kör edip boğdurtarak bir
yeni cinayeti katması, Osmanoğullarının taht ya da devlet anlayışları açısından düşündürücüdür.
Murad Bey’i yaşlılık günlerinde bir kez de damadı Karamanoğlu uğraştırdı. 1386’da Osmanlı sınırlarındaki Beyşehir’e saldıran Alâeddin Bey’e karşı 1387’de harekete geçen padişah,
damadının af ve barış önerilerini geri çevirdi. Büyük bir orduyla Konya’ya yürüdü. Murad Bey, kızı Nefise Melek Hatun’un yalvarması sonucu damadını bağışlayarak Bursa’ya döndü.

Osmanlı tarihinin bu ilk büyük meydan
muharebesi 28 Ağustos 1389’da Üsküp yakınındaki Karatavuk
(Kosova) sahrasında aralıksıZ sekiz saat sürdü. Yan cenahlara kumanda eden Şehzade Bayezid ve Yakub’un çabalarıyla Sırp, Bosna, Eflak, Macar, Hirvat kuvvetleri bozguna uğratıldı. Muharebeyi çadırından izleyen Murad Hüdavendigâr, bu ölüm kalım
mücadelesinin son safhasında, içyüzü tarih ışığına yansımamış
bir suikaste uğrayarak Sırp soylusu Miloş Obiliç tarafından öldürüldü.

Babası Osman Bey’in bıraktığı Türkmen beyliğine siyasal, askeri ve kültürel ilk kurumları kazandıran Orhan Bey’in annesi, Türkmen Ömer Bey’in kızı Mal (Malhon) Hatun’dur.

Çok basit bir formda (Orhan bin Osman) adına tuğra çekilen ilk Osmanlı beyidir. Eşlerinden Yarhisar Tekfuru’nun kızı İlüfer/Lülüfer/Nilüfer (Holofera) Hatun, Süleyman Paşa’nın ve Murad’ın annesidir. Demek oluyor ki Osmanoğulları’nın “Halis” Türkmenlik özellikleri Orhan Bey’e kadardır.

Geleneksel anlatımlar, Osman’ın ölümü ardından oğullarının yaptığı toplantıda Orhan’ın, kardeşi Alâeddin Ali’ye beylik önerisinde bulunduğu, ancak onun, babalarının sağlığındaki başarılarını hatırlatarak Orhan’ın Bey olmasını sağladığı yönündedir. Adına kesilen ve tartışmasız ilk Osmanlı parası kabul edilen Rebiülevvel 724 (Şubat 1324) tarihli akçe, en geç bu tarihte resmen bey olduğuna kanıttır.

1326’ya gelindiğinde hedef, bölgenin en büyük kenti olan ve yıllardır ablukada tutulan Bursa’ydı. Orhan Bey, Atranos (Orhaneli) kalesini alıp yıktırdıktan ve deneyimli gazilerin görüşlerini aldıktan sonra Bursa hisarının karşısında Pınarbaşı denen yerde ordugâh kurduysa da Köse Mihal Bey’in diplomatik başarısıyla Bursa savaşsız teslim alındı. Kale muhafizı Evrenos da müslüman oldu ve Orhan’ın hizmetine girdi. Gazi Mihal’in, Evrenos’un birer akıncı beyi olmaları ve bu misyonlarını kendi soylarına mal etmeleri, Osmanlılık olgusunun ilk eritme örnekleridir.

Orhan Bey’in, Bizans Devleti’nin iç işlerine el atması 1340’lardadır. Bizans tahtının ortak imparatorlarından III. Androkinos’un 1341’de ölmesi üzerine ortağı J. Kantekuzenos, tahtını koruyabilmek ve Sırbistan seferine çıkmak için, 1346’da kızı Teodera’yı Orhan Bey’e vererek ondan önemli bir askeri yardım sağladı.

Ertesi yıl, yeni eşi Teodera’yla Üsküdar’a gelen Orhan Bey burada kayınpederi İmparator Kuntakusenos ile buluştu. Osmanlı-Bizans barışının, hükümdarlar arası bir akrabalıkla perçinlenmesi, iki taraf için de yararlı sonuçlar verdi.

1356’da umulmadık bir olay yaşandı. Orhan Bey’in Teodora’dan doğma küçük oğlu Halil’in, Izmit kıyısında kayıkla gezdirilirken Cenovalı korsanlarca kaçırılıp Foça’ya götürülmesi, yeni bir dostluğun kurulmasına neden oldu. Orhan Bey’le imparator V. Ioannes, Halil’in kurtarılması ve iki devlet arasında karşılıklı yardım konusunda anlaştı. V. loannes, 1359’da Bizans donanmasıyla Foça’ya gitti; yüz bin altın kurtuluş akçesi karşılığında Halil’i kurtarıp Izmit’e getirerek Orhan Bey’e teslim etti.
Imparator, Gelibolu, Bolayır, Tekirdağ, Malkara, Çorlu kalelerinin artık Osmanlılar’a ait olduğunu da resmen onayladı. Bu sırada, Anadolu’dan göç ettirilen Türkmenler Rumeli yörükleri olarak yeni topluluklar oluşturmaktaydı.

Bu olumlu gelişmeleri bir kaza izledi ve Osman’ın torunu, Orhan’ın oğlu, Rumeli fatihi Süleyman Paşa, Çorlu yakınlarındaki bir sürek avında atından düşerek feci şekilde öldü. Yaşı seksene yaklaşmışken bu acıyı yaşayan Orhan Bey, oğlu Murad Bey’e kendi yetkilerini bırakarak son günlerini Osman Bey gibi sessiz geçirdi ve Bursa’da öldü.

Tarihçilerin ortak görüşüne göre Osman Bey, babası Ertuğrul’un 90 yaşında ölümünden sonra Kayı Boyu Beyliği için amcası Dündar’la mücadele etti. Boy ulularının Dündar’dan yana olmalarına karşılık yiğitlerin kendisini desteklemesi sonucu uzun bir savaşımı başarıyla noktaladığı gibi, 1299’da doksanlık Dündar Bey’i akınlarına karşı çıktığı bahanesiyle bir ok atarak öldürdü. Şayet Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi kabul edilen 1299 bu olayla ilgiliyse Osmanlılar’da taht uğruna cinayet işlenmesi de daha ilk günden gelenek olmuş demektir.

1280’lerden 1300’e uzayan ve Osmanlı Devleti’nin doğuşu süreci olan bu evrede Osman Bey ilkin, 1283’te Ermenibeli’nde küçük yaya birliğinin başında İnegöl Tekfuru Nikola’yla çatıştı ve yenildi. Kardeşi Sarubatı’nın oğlu Bay Hoca şehit düştü. Osmanoğulları’ndan savaş alanında ölenlerin ilki budur. Ertesi yıl, Emirdağı eteğindeki Kulacahisar’ı 300 kişilik bir kuvvetle gece baskını düzenleyerek alması ise Osmanoğulları’nın ilk kale fethidir.

Tarihler, Osman Bey’in giderek güçlenmesinden kaygılanan Rum tekfurların hileye başvurduklarını, sözde dostluk gösterisiyle Yarhisar’a düğüne çağırdıkları bu atak uç beyine bir suikast düzenlediklerini, lakin kendisini davete gelen Harmankaya (Priminos) Tekfuru Mihal’in uyarısı üzerine Osman Bey’in karşıt bir komployla kırk cengâverini kadın giysileriyle Bilecik Kalesi’ne sokarken düşmanlarını da Çakır Pınarı’nda alt ettiğini, Bilecik (Belekoma) ve Yarhisar’ı da aldığını yazıyor. Karmaşık bir öyküsü olan ve yüzlerce yıl önceki Truva Savaşları’nın Tahta At efsanesini andıran bu olay, Osmanlı tarihindeki vak’alar ın da ilkidir. Keçelere bürünen yiğitlerini öküz sürüsü
içinde kaleye, bir nice gazileri de baş bezleriyle avrat donuna koyup düğün meydanına sokarak savaşın bir hile sanatı olduğunu kanıtlayan Osman Bey, Yarhisar’dan yola çıkan düğün alayıni da basarak tutsak ettiği Tekfur kızı Holofera’yı (İlüfer/Nilüfer Hatun) oğlu Orhan’a almış, bir yandan da Turgut Alp’e kuşattırdığı Inegöl’ü ele geçirmiştir.

Anadolu Selçukluları’nın dağıldığı, ilhanlılar’ın Anadolu’yu istila ettiği, Türkmen beyliklerinin birbirleriyle savaştıkları, Bizans’ın güçsüzleştiği bir dönemde yeni bir devletin temellerini atan Osman Gazi, tarihlerin yazdığına göre son yıllarda “damla illeti” (gut/nikris) ve yaşlılık nedeniyle beylik sorumluluğunu oğlu Orhan’a bırakmıştı.

Sultan III.Mehmed 15 yıl Saruhan, 9 yıl İstanbul’da olmak üzere şehzadeliğinde 24 yıl eğitim gördü. Hiçbir şehzade bu kadar sene tedrisattan geçmemiştir. Bununla beraber III.Mehmed, sancaktan gelip taht’a geçen son Osmanlı şehzadesidir.
Lehistan’ı baştan başa fethedip Baltık Denizi’ne çıkmak hayalleri kuran 2.Osman’sa yanı başındaki içoğlanlarını bazen zevk, bazen de nişan almak için “okla vurup öldürecek” kadar acımasız bir gençti.
Dallam Ustanın yapıtı ve bir sanat harikası olan saatli orgu; çanları, melek ve kuş figürleri nedeniyle “Bunu yapan Tanrılık taşlamış!” diyerek parçalatıp yaktırması ne denli mutaassıp olduğuna kanıttır.
(Sultan 1.Ahmed)
Hz.Muhammed’in doğum günü olan 12 Rebiülevvel gecesi münasebetiyle 9 Şubat 1588 akşamı İstanbul’da büyük camilerin minareleri kandillerle donatıldı.Bundan sonra diğer kutsal günlerde de kandil yakma gelenekleştiğinden, halk arasında böyle gecelere “kandil”, “kandil-i şerif “ denilmiştir.
(3.Murad zamanı)
[İnsanlar çabuk unutuyor. Dünün muhacirleri bugünün göçmen karşıtı, ırkçısı, hatta ülkenin yarısına çomar gözüyle bakan beyaz türkü kesiliveriyor. Ama tarih hatırlatır, unutmaz]

93 Harbi ( ) Ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısını alt üst etti. ( ) en çok da sayıları on binlere varan Rumeli göçmenleri özellikle İstanbul’un yaşam dengesini bozdu. Yoksul göçmenlerin büyük çoğunluğunun İstanbul’a dolması, camilerde, medreselerde, meydanlarda yatıp kalkmaları; çadırlardan teneke tahta barakalardan muhacir mahallelerinin oluşması, belleklerde 93 Harbi faciası olarak unutulmaz izler bırakmıştır.
(Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları s,454)

Eski zamanlarda en büyük veba salgınlarından birisi 2. Mahmud döneminde 1812’li yılların İstanbul’unda geçmiş. Diyar-ı Rum o zaman nasıldı bilemiyorum. İzmir’den gelen bir ticaret gemisinden yayıldığı düşünülen veba Beyoğlu, Kurtuluş semtlerinden gayrı müslimlerin yoğun olduğu Fener ve Kumkapı semtlerine sıçramış. Bu salgında bütün önlemlere rağmen günlük 1000-1500 cenaze çıkıyormuş. Sokaklar ölülerden geçilmez olmuş.

2. Mahmud salgının bekar odalarından yayıldığı gerekçesiyle Galata’nın arka mahallelerini ve meşhur melekgirmez mahallesini yıktırıyor. Salgın ancak karın yağışıyla duruyor.

Nicolas de Nicolay’ın 1551-1552 ‘deki saptamalarına göre o dönemde kadınların sokağa çıkmaları pek enderdi.Bu nedenle de kadınlara “güneş görmezler “ deniyordu.
Medreselerin bağnaz ve bilgisiz müderrisleri ise halk ve esnaf yığınlarını bir işaretle peşine takarak her türlü eylemi yapabilecek güçteydiler. 2. Ahmet’in Edirne’de oturtulması da bu yüzdendir. Çaresizlikler içinde bunalan halk yığınlarına gelince onlar da din adamlarına, daha doğrusu onların ermiş geçinenlerine koşuyordu.
Kalabalık saray kadroları,zenci köle istihdamı,imparatorluk protokolünün uygulanmaya başlanması,giyim kuşam konusunda lükse yöneliş Osmanlı yaşamına Fatih döneminde girmiştir.
Şu bir gerçek ki Osmanlı sultanlarının yaşamları ifrat-tefrit eğilimlerine son derece açıktır.İstenirse , en beceriksiz ve yetersiz olanını bile söz gelimi dindarlığını, iyilikseverliğini, hoşgörüsünü anıp yüceltmenin bir kolayı bulanabileceği gibi, amaç kötülemekse en başarılıları bile siyaseti yaşantısı ve zaafları bugünün ölçüleriyle irdelenerek olumsuz çizgilere çekilebilir.
Dallam Ustanın yapıtı ve bir sanat harikası olan saatli orgu; çanları, melek ve kuş figürleri nedeniyle “Bunu yapan Tanrılık taşlamış!” diyerek parçalatıp yaktırması ne denli mutaassıp olduğuna kanıttır.
(Sultan 1.Ahmed)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir