İçeriğe geç

Hüküm Gecesi Kitap Alıntıları – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu kitaplarından Hüküm Gecesi kitap alıntıları sizlerle…

Hüküm Gecesi Kitap Alıntıları

Bu avare hayatın maddi ve manevi işkenceleri bazan o dereceye varırdı ki, sonu ne olursa olsun, memlekette bir ihtilalin kopmasını dört gözle beklemekten başka yapacağı kalmazdı.
demek artık kendi başından geçeni kendisi anlatamayacak kadar öldü!
Yiyen, içen, gezen, konuşan, gülüp oynayan benliğimizle düşünen, gören, duyan benliğimiz arasındaki yol ne uzundur. Öbürü berikine kavuşuncaya kadar o derecede yorulur, o derece soluk soluğa kalır ki, artık ne söylediği, neden şikayet ettiği, ne istediği belli değildir; artık yarı ölü yarı diridir.
..insan alın yazısının ne kadar zayıf temeller üzerine dayandığını gözleriyle görür gibi oldu..
Çünkü sevmeden sevilmek kadar büyük bir ruh işkencesi yoktur.
Yiyen, içen, gezen, konuşan, gülüp oynayan benliğimizle düşünen, gören, duyan benliğimiz arasındaki yol ne uzundur. Öbürü berikine kavuşuncaya kadar o derecede yorulur, o derece soluk soluğa kalır ki, artık ne söylediği, neden şikayet ettiği, ne istediği belli değildir; artık yarı ölü yarı diridir.
İdam mahkumları, son dakikalarında şafağın söktüğünü görürler mi? Eğer göremezlerse, ne yazık!.. Çünki, bu, onların sonsuz karanlığa götürülebilecekleri biricik aydınlık hatırasıdır.
Bize saadeti ne İkbal, ne zenginlik, ne de şan ve şöhret verebilirdi. Aksine, kendi kibrimizin yarattığı vefasız hayaletlerden ibaret olan bu unsurlar bizim hayatımızı çapraşık ve karmakarışık bir şekle sokmaktan ve onu ağır, kabuslara benzetmekten başka bir işe yaramaz. Çünki, ikbal hırsı hasedin anası; zenginlik tamahı sevginin, şan ve şöhret iptilası ise, huzurun, rahatın düşmanıdır. Gönül rahatlığı, vicdan huzuru Lakin, mesut olmanın sırrı yalnız bunda değil midir?
İttihat ve Terakki’nin ettiği kötülükler yine Ahmet Kerim’e göre, yalnız bundan ibaret değildi. Gençlikte ideal namına bir şey bırakmamıştı. Mekteplerde, daha küçükken bel kemiği kırılmış ve beyni uyuşturulmuş çocuklardan bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu. Bu gidişle, vatan ve Hürriyet aşkı bir nevi İttihatçılık taassuba halini alacak, vatanperverlikle komitacılık aynı manayı ifade edecekti.
Sokrat’ın dediği gibi ahenkli, bir şiir güzelliği içinde yaşamak ve ölmek. İşte faziletli hayat buna derler.
Zira ne yazık ki, bu dünyada bir dilim ekmek gibi bir sanatta şiir parçasının da ancak para ile alındığını bilirdi.
“Ebedî hayat olsa olsa kendisinden olduğumuz ırkın hatırasında yaşamak manasını taşısa gerektir.”
“Âh, âciz ve hain kelimeler, siz birer cansız işaretten başka nesiniz? Etten ve kemikten bir elin, tahtadan veya madenden bir âletle düz ve boş kâğıt üzerine çizdiği cansız ve âciz işaretler Size ne akılla ruhumuzun sırlarını teslim ederiz?”
Gönül rahatlığı, vicdan huzuru mesut
olmanın sırrı yalnız bunda değil midir?
Ah zavallı insan tabiatın ve cemiyetin
ortasında ne kadar da yalnız ve çaresizdir.
Gerçekten, hayatta bir insan için hangi hal,
bir başkasına dert anlatamamaktan daha
güç, daha çetin, daha sarp ve daha acıklı
olabilirdi?
Hayatı böyle bir kâbus haline sokmak
neden? Onu sadece, olduğu gibi yaşamak
kabil değil mi? Neden bu kinler, bu
kızgınlıklar, bu sıtmalar, bu çırpınmalar
neden?
Gerçekte, tabiat için güneş ne ise cemiyet
için hürriyet oymuş! Bütün insanlar
onun aydınlığında, onun sıcaklığında
gelişip serpilir, bütün zekâlar, ruhlar ve
bütün enerjiler ancak hürriyetin ışığında
gelişebilirmiş!
Ey hürriyet, ey hürriyet!
Gerçekten, bir insan için hürriyetten daha
tatlı bir şey yokmuş; insan haklarının en
kutsalı hürriyetmiş!
Sevmeden sevilmek kadar büyük bir ruh
işkencesi yoktur.
Ah, âciz ve hain kelimeler, siz birer cansız
işaretten başka nesiniz? Etten ve kemikten
bir elin, tahtadan veya madenden bir âletle
düz ve boş kâğıt üzerine çizdiği cansız ve
âciz işaretler Size ne akılla ruhumuzun
sırlarını emanet ederiz?
Hayatta hiçbir şey olgun bir erkeğin
ağlaması kadar, yürek paralayıcı değildir.
Çoğu zaman bütün kâbuslar güneşin
doğuşuyla birlikte dağılıp gider.
Gerçekten, hayatta bir insan için hangi hal, bir başkasına dert anlatamamaktan daha güç, daha çetin, daha sarp ve daha acıklı olabilirdi? Tanrıya dua ediyorsunuz, kabul etmiyor; hâkime yalvarıyorsunuz, dinlemiyor. Sevgiliye ağlıyorsunuz, gülüyor.

Nereye gitmeli? Kime baş vurmalı?

Meğer insan ölmeden ve mezara girmeden önce de çürüyor, iskelet haline giriyor, toz ve toprağa karışıyordu

Yeryüzünde, diriler arasında dolaşan böyle ne kadar ölüler var! 

sevmeden sevilmek kadar büyük bir ruh işkencesi yoktur.
«Türk Milletinin kafası değişmeden siz ona istediğiniz idare şeklini verin, boşuna »

..milleti yapan hükümetler değil, hükümeti yapan milletlerdir ( Edmond Demoulins)

her şeyden önce unutmak, unutmak istiyordu. Kendini unutmak, gideni unutmak, şimdiye kadar bildiği, yaptığı, gördüğü şeylerin hepsini unutmak istiyordu.
Meğer hürriyet yemek, içmek, soluk almak, ağlamak ve gülmek kadar tabiî ihtiyaçlardan biriymiş. Gerçekte, tabiat için güneş ne ise cemiyet için hürriyet oymuş! Bütün insanlar onun aydınlığında, onun sıcaklığında gelişip serpilir, bütün zekâlar, ruhlar ve bütün enerjiler ancak hürriyetin ışığında gelişebilirmiş.
Bir gazete yazarıyla bir fahişenin biricik sermayesi, halkın budalalığıdır.
Hayatta hiçbir şey olgun bir erkeğin ağlaması kadar yürek paralayıcı değildir
Bir millet öyle kolay kolay değişmez. Her sosyal hadise ağır, uzun bir tekamülün neticesidir.
Halkın vehimlerini, batıl inançlarını ve kökleşmiş kötü alışkanlıklarını iyi idare etmek ve hatta bazı anlarda bunlardan kuvvet almak, bunlara dayanmak lüzumunu sezen parti lideri halk üzerindeki prestijine hafif zarar getirecek veya onun başına bazı dertler çıkarabilecek hareketlerden şiddetle sakınırdı.
Kendi ruhunun bir kanunu olduğunu da hiç bilmemiş, hissetmemiştir. Hep başkalarının istek ve iradesine göre yaşamıştır. Ve onun içindir ki, yaşayamamıştır.
Sahtekar olan yalnız kendisi değildi, içinde yaşadığı cemiyet ve bütün o uydurma kanunları, o her biri bir hırsın ifadesi olan bütün ikiyüzlü düsturları, prensipleriyle bir kocaman sahtekarlık belgesiydi.
En müthiş olan şeyin ölümün kendisi değil, ölüm korkusu olduğunu görüyordu.
Hayatta bir insan için hangi hal, bir başkasına dert anlatamamaktan daha güç, daha çetin, daha sarp ve daha acıklı olabilirdi? Tanrıya dua ediyorsunuz, kabul etmiyor; hakime yalvarıyorsunuz, dinlemiyor. Sevgiliye ağlıyorsunuz, gülüyor.
Bu biten, bu yıkılan cemiyetin içinde bazı şahsi hayat tasarıları yapmak ona çirkin, bayağı ve ahlak dışı bir hareket gibi geliyordu.
Bir insan için hürriyetten daha tatlı bir şey yokmuş; insan haklarının en kutsalı hürriyetmiş! Hürriyet yemek, içmek, soluk almak, ağlamak ve gülmek kadar tabii ihtiyaçlardan biriymiş. Tabiat için güneş ne ise cemiyet için hürriyet oymuş! Bütün insanlar onun aydınlığında, onun sıcaklığında gelişip serpilir, bütün zekalar, ruhlar ve bütün enerjiler ancak hürriyetin ışığında gelişebilir!
Siyaset aleminde bazı yüksek ihtiraslara rastlamak imkanı da yok değildir. Bunlar o seyrek insanlardır ki bütün bir yüzyılın karanlığı içinde bir kuyruklu yıldız gibi çevrelerine ışıklar serperek geçip giderler.
İdealsizlik, idealsizlik!.. İstediğiniz kadar rejim değiştirin istediğiniz kadar adam getirip götürün, bu gemiyi yürütemezsiniz, çünkü, kazan yanmıyor. Çünkü bu insan kitlesi nereye gideceğini bilmiyor.
Abdulhamit idaresinin kusuru yalnız zulüm üzerine kurulmuş oluşundan gelmiyor. Türkten başka unsurlara sosyal sahada olsun, kültür sahasında olsun en büyük imtiyazları vermiştir.
Abdulhamit, hiçbir müstehibin (despot) aklına gelmeyen alçaklıkla, yalnız kendi zamanının değil, yarına da hükmetmeye kalkmıştır. ‘’Benden sonra bu millet yine düşünmesin, bilmesin, görmesin. Cahil, sersem, kör ve budala kalsın!’’ demiştir. Kapılarını her türlü aydınlığa karşı sımsıkı kapatmıştır.
Burada hiç kimse sokakta nasıl yürüyeceğini bilmiyor. Herkesin öyle bir zigzag gidişi, öyle bir tembel sallanışları, birdenbire öyle bir duruşları, arkalarına bir bakışları var ki, insanı çileden çıkarıyor. Daha yolda yürümesini bilmeyen halka meşrutiyet! Türk milletinin kafası değişmeden siz ona istediğiniz idare şeklini verin boşuna. Milleti yapan hükümetler değil, hükümeti yapan milletlerdir.
İrademize hiçbir güçlük yüklemeyen kayıtsız ve hedefsiz hayat, bazan da güzel sürprizlere gebe değil midir?
Ziya Bey yine uzun bir sessizlikten sonra şunları söyledi:
“Teşkilât Bu o kadar mühim değil, teşkilât, kalıptır, binadır, hendesedir. Bu kalıbın içine hangi ruh üflenecek? Bu bina ne ile döşenecek ve ne gibi kimseler yerleştirilecek? Bu, hendesenin ispat ettiği dava ne olacak? Asıl mesele bunu tayin etmektir. Bugün memlekette apaçık iki fikir cereyanı görülüyor. Bunlardan biri Osmanlıcılık, öteki Türkçülüktür. İttihat ve Terakki kendi göğsünde bu iki zıt cereyanı ne şekilde birleştirecek?”
Bahaettin Şakir söze karıştı:
“Mutlaka birleştirilmesi lâzım mı? İkisinden birini seçeceğiz.”
İliğine kadar Osmanlı olan Cemal Bey sinirlendi:
“Vallahi, gücenmeyin ama; ben bu Türkçülüğü anlamıyorum,” dedi.
Hemen öteden Talât Bey, o eşsiz pratik parti adamı kafasıyla:
“Canım, mesele şimdi burada birtakım fikirleri, nazarayileri tartışmak değil;” dedi. “Mademki Ziya Bey’in dediği gibi memlekette böyle iki cereyan vardır. Her halde İttihat ve Terakki bunları benimsemek, bunları kendine mal etmek zorundadır. Çünki Fırkamız bütün memleketi sinesine alan geniş bir teşkilâttır.”
Ziya Gökalp durmadan başparmağanı oğuşturuyordu; bir süre boynunu büktü. Gövdesini kaygılı kaygılı yana eğdi. Söylenen sözleri hiç işitmiyor ve dinlemiyor gibiydi. Cemal Bey: “Daha iyi söyledin ya! Mademki İttihat ve Terakki bütün memleketi içine alan bir teşekküldür, şu halde Osmanlılık taraflısı olması lâzım gelir. Zira, bu memleketin adı ‘Devleti Aliye-i Osmaniye’dir.”
Ziya Gökalp: “Adı öyledir ama kendisi hiç de öyle değildir!” dedi. “Osmanlı devleti sunî bir müessesedir. Eğer Osmanlılık dilleri, ırkları, kültürleri birbirinden ayrı bir sürü unsurları bir araya toplayıp bir birlik meydana getirmek ise bunun adına sadece ‘boş hayal’ diyeceğiz. Çünki, bu unsurların birleşmesi imkânı yoktur.” Ziya Gökalp’ın şu son sözleri Bahaettin Şakir’in bağrından neredeyse coşkun bir “tasdik” çığlığı kopardı:
“Hay Allah senden razı olsun! İşte bu gerçeği söylemek lâzımdır. Boşuna birbirimizi aldatmayalım. Er geç bu memlekette kanlı bir ‘anasır’ kavgasının şahidi olacağız. Bu kaçınılması imkânsız bir akıbettir.”
“Zaten bugün onların ektiğini biçmiyor muyuz? Amiyanelik ve demagogluk, bu memlekete bir İttihatçı ‘importotion’u değil midir? Hiç sesimizi çıkarmadığımız istibdat devrinde bundan daha ne kadar asil bir görünüşümüz vardı! Bizi Balkanlaştırdılar, bizi Balkanlaştırdılar. Bulgar komitecilerinden öğrenilmiş bir çeşit dağ ve sokak politikacılığı, bir çeşit külhanbeyi palavracılığı, bir çeşit vicdan ve yurtseverlik yankesiciliği Meşrutiyet’ten beri temsil ettiğimiz siyasî ve millî kültürün temelleri hep bunlar oldu. Azizim, dün Türk aydını, Türk entelektüeli diye bir şey vardı. Bugün o yoktur.”

Ahmet Kerim güldü:
“Çünkü, ağzını açtı ve bütün foyası meydana çıktı.” dedi.

Öbürü, Ahmet Kerim’in koluna girmiş, onu kendisiyle birlikte kalabalıktan sıyırmağa çabalıyordu:

“Sakın beni istibdat taraftarlığıyla suçlamayınız. Ben Abdülhamit kinini yüreğimin üstünde bir alevden bayrak gibi taşımaktayım. O, Tanzimat Türkiye’sinin en sorumlu padişahlarından biridir. Otuz üç yıllık saltanatında bu milletin iyiliğine harcanacak otuz üç gün de mi bulamadı? Ben ona filânı neden boğdurdun; filânı neden sürdün diye çatmıyorum. Bütün o cinayetleri bağlı olduğu ailenin kötü ananelerine veriyorum. Ben ondan yalnız bir şey soruyorum, tek bir şey Ben ona, ‘Bizi ilmin ışığından niye yoksun ettin?’ diyorum. Abdülhamit, hiçbir müstebidin aklına gelmeyen bir alçaklıkla, yalnız kendi zamanına değil, yarına da hükmetmeye kalkmıştır. On Dördüncü Louis gibi, ‘Benden sonra tufan! dememiştir; ‘Benden sonra bu millet yine düşünmesin, bilmesin, görmesin. Cahil, sersem, kör ve budala kalsın!’ demiştir. Onun için memleketin bütün kapılarını her türlü aydınlığa karşı sımsıkı kapatmıştır. Düşününüz, biraz önce sahnede gördüğümüz o maskaralar Abdülhamit gecesinin karanlığından fırlamış yarasalar değil midir?”

Yalnız İttihat ve Terakki Hükümeti’nin yıkılmasıyla hiçbir hedefe erişilmiş olmuyordu. Ahmet Kerim, onun yerine gelecek hükümetin ne getireceğini bilmek istiyordu. Yüksek, asil ve ateşli ideallere susamış bir neslin susuzluğu onun nabızlarında vuruyordu. Bu nesil her doğan güne “Bana fikrim için ne getirdin? Ruhum için ne getirdin?” Ruhum için ne getirdin?” diye sormaktadır. Bir zamanlar bu gençlik için “hürriyet” tatlı bir rüya idi. Fakat bu tatlı rüyadan 31 Mart sabahının kanlı ve çamurlu gürültüsüyle uyandığı günden beri bir sarhoş mahmurluğu içinde kıvranıp durmaktadır.
Türkiye’de, muhalefet denilen şeyi tek başına yalnız bir kişi temsil ediyordu:

Sırrı Bey!

Bu garip adamın gittikçe kuruyan ve kurudukça uzayan vücudu, ya nesli tükenmiş fosil bir mahlûkun görünmeyen bir el tarafından harekete getirilen iskeleti halinde İstanbul’un içinde dolaşıyor veya insanı bir öç alma vazifesine, bir kan dâvasına teşvik eden masal hortlakları gibi en umulmadık zamanlarda bütün kapıları zorluyor, gerek muhalif, gerek muvafık herkesin işitebileceği bir sesle:

“Kalkın! Ne duruyorsunuz? Kanlı ihtilâl saati çaldı?” diyordu.

Fakat, rahatına düşkün İstanbul, İttihat ve Terakki polisinin araya girmesine hacet bırakmaksızın, bu tahrike karşı kendi kendini mükemmel şekilde koruyordu.

İşte, Ahmet Kerim her gece bu ruhî işkence ile yatağına girince, onun için, uzun bir “nefis muhasebesi” ve bir yapıp ettiklerinin tahlili saati başlardı. Bu saat Bu saat bir geceden, bir günden; belki bir yıldan, belki on yıldan, yirmi yıldan; belki bütün bir ömründen daha uzundur.

“İyilik diye ne yaptık?”
“Kötülük diye ne işledik?”

Ah, bu suallerin cevabını verebilmek için ne dolaşık yollardan yürümek, ne çıkmazlara sapıp dönmek; kaç kapıya başvurmak; kaç bin dereden su getirmek, ne gerçekleri bilmemezlikten gelmek, ne yalanları gerçek şekle sokmak, ne çok şeyleri yok etmek, ne çoklarını yoktan var etmek lâzım gelir! Yiyen, içen, gezen, konuşan, gülüp oynayan benliğimizle düşünen, gören, duyan benliğimiz arasındaki yol ne uzundur. Öbürü berikine kavuşuncaya kadar o derecede yorulur, o derece soluk soluğa kalır ki, artık ne söylediği, neden şikayet ettiği, ne istediği belli değildir; artık yarı ölü yarı diridir.

Ölümden bu derece niçin korkacaktı? Bütün güzel, iyi ve ideal insanlar erkekli dişili hep öbür yakada değil miydiler? Leonora orada değil miydi? Dante, Shakespeare, Rousseau hep orada değil miydiler?
Bütün tarih hırsın hikayesinden, başka bir şey değildir.
Gerçekten bir insan için hürriyetten daha tatlı şey yokmuş; insan haklarının en kutsalı hürriyetmiş.
Bu, yüz bin kere aldatılmış bir aşığın hala tutkunluğunda devam edişi gibi bir bunaklık mıdır? Bu, genç ve ihtiraslı karısından dayak yedikçe ağzının suyu akan bir ihtiyar kocanın bağlılığına mı benziyor?
Bu memlekette hiçbir şey kalmamıştır mirim; ne para, ne idare
Türkiye son günlerini yaşıyor, artık bizden hayır gelmez.
Acaba Bir refah ve huzura kavuşacak mıyız?
Bu tarafın yaptığı yanlışı, hemen öteki tarafın yanlışı örtüyor! Birinin yaptığı gaf, ötekinin gafıyla silinip gidiyor, fesat ve fitneden göz gözü görmüyordu.
Türk milletinin kafası değişmeden siz ona istediğiniz idare şeklini verin, boşuna
Geçme kapım önünden
Yüreğim yaralıdır.
Gerçekten bir insan için hürriyetten daha tatlı şey yokmuş; insan haklarının en kutsalı hürriyetmiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir