İçeriğe geç

Füreya (Ciltli) Kitap Alıntıları – Ayşe Kulin

Ayşe Kulin kitaplarından Füreya (Ciltli) kitap alıntıları sizlerle…

Füreya (Ciltli) Kitap Alıntıları

Ne çok ölüm yaşıyor insan hayatı boyunca.
Yaşam, insanları affetmeyi de öğretiyor, ölümü kanıksamayı da.
Bu aşk denen şey ne berbat, ne ilke tanımaz bir duygu olmalıydı.
Hiç düş kırıklığına uğramayanlar,
hiç umut beslememiş olanlardır.
Bernard SHAW
Ama mantık ne zaman sevginin esiri olmamış ki? Sevgi, insana her şeyi yaptırır.
Sevgi ve huzur her şeyin ilacıdır.
Kapılar, bambaşka insanların yaşamlarına açılan pencerelerdi.
Benim iyiliğim, senin en yakınında olmaktır.
Yaşam, insanlara affetmeyi de öğretiyor, ölümü kanıksamayı da. Ölüm! Soģuk, antipatik, siyah renkli sözcük. Ne çok ölüm yaşıyor insan hayatı boyunca.
Müziğini dinle, kitabını oku.
Sen, benim yaşlı ruhuma iksir gibisin.
Yalnızlığı taşıdılar yüreklerinde ve yataklarında
Zordu savaş yılları genç kadınlara
“Çocuklar büyürken, böyle masallar uydurmaya meraklıdırlar , hayal güçleri fazla işler , bu da büyümenin bir parçasıdır, öyle her duyduğuna inanma,”
Bundan sonraki yaşamımda, onlara yer yok.
düşünü­yorum da, sevmediğim, kırgın olduğum tek bir kişi bile gelmi­yor aklıma. Kırıldığım, gücendiğim birileri olmadı mı hiç? El­bette vardı, ama onların hepsini affettim ben.
Müziğini dinle, kitabını oku.
“Hiç düş kırıklığına uğramayanlar, hiç umut beslememiş olanlardır.”
Bernard Shaw
mantık ne zaman sevginin esiri olmamış ki?
Tarih, belki de hiç kimsenin eseri değildir. O, kendi örgüsünü kendi tezgâhında kendisi dokur.
“ Füreya Koral, yaşama 26 Ağustos 1997 yılında, Osmanoğlu Kliniği’nde veda etti.
O şimdi , yaşama başladığı yerde, Büyükada’nın çamları altında , Cumhuriyet devrinin ilk kadın seramikçisi olmanın ve kendinden beklenildiği gibi, sanat dalında ülkesine çok şey vermenin gururu içinde uyuyor. “
Tarih belki de hiç kimsenin eseri değildir. O, kendi örgüsünü kendi tezgâhında kendisi dokur. (Ş.S.AYDEMİR)
Bana sakın ‘etraf deme,
Ben yaşlıyım, sen veremsin. Etrafa ayıracak zamanımız kalmamış olabilir.
“Sen bana aşık değilsin.Zarar yok.Benim sana olan aşkım ikimize de yeter.Senden tek istediğim beni itme.Beni uzaklaştırma.Hayat çok kısa Füreya.İnsan ne istediğini biliyorsa, onun için yaşamalı.Ben seni istiyorum.Senin de beni isteyeceğin günü sabırla bekleyeceğim.”
..Füreya’yı asıl kahreden, o güne kadar bel bağladığı, en mükemmel zannettiği insanların zaaflarına yenilmeleri ve kendi iç değerlerinin yerle bir olmasıydı.”
Yaşam, insanlara affetmeyi de öğretiyor, ölümü kanıksamayı da. Ölüm! Soğuk, antipatik, siyah renkli sözcük. Ne çok ölüm yaşıyor insan hayatı boyunca. Benim yaşlarıma gelindiğinde, ölüm de artık, kişiyi adım adım takip eden sadık bir köpek gibi, yakına geliyor. Gölge gibi, hemen oracıkta, yanı başımda Gençliğimde beni ürperten, korkutan ölüme şimdi, sevecenlikle bakıyorum, hani nerdeyse elimi uzatıp okşayacağım onu
Söyler misiniz bana bir Münir çalsınalar dedi Atatürk.
Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu.Az sonra minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu.Atatürk başıyla işaret verdi ,plağı susturdular.
Füreya,başını öteye,camilerden yana çevirmiş olan Ata’nın göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü.Atatürk uzun müddet yanındakilere dönmedi.
Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkan yok Füreyanım dedi yumuşak bir sesle.
Sabah ezanını bekler hep birlikte dinleriz Paşam
Siz o saatte mışıl mışıl uyuyor olursunuz.Ben yalnızlığımı ancak sustu
Yaşam bir hiçti. Ölüm, o kadar ani gelebiliyordu ki insana, tüm çabalar bir anda boşa gidiyordu. On milyon Türk’ü kurtaran ama kendi kaderi karşısında çaresiz kalan Mustafa Kemal’i düşündü.. Ölüm bir karış mesafede duruyordu Füreya’ya. Niçin?
Bir insana yada bir şeye Tutku’yla bağlanmak istemişti. Her neyse o, onu hep aramıştı. Ada da çamların altında yatarken de, Fransa’da dağda ve burada karlı yamaçlara bakarak, hep onu, o şeyi aramıştı. O şimdi avucundaydı. Toprak ve su, yani çamur! Füreya’nın dehasıyla şekil almak, biçim ve anlam kazanmak İçin, bekliyordu toprak. Tıpkı insanoğlu gibi, önce suyunu, sonra kimliğini, en sonra da ateşini bekliyordu, yaratıcısının elinde pişmek için.
Evin içinden ağaç mı geçirdiniz?
Evet , dedi karşıdaki ses, sakin sakin.
Neden?
Ağacı kesmeye kıyamadım da ondan.
Sizlerin topraklarınızdan dişinizle tırnağınızla söküp attığınız İngiliz askerleri, Fransız askerleri ve daha nice yabancı asker, tören elbiseleri içinde sıraya girmiş, silahlarının namlularınıve bayraklarını aşağıya eğmiş, ağır ağır ilerliyorlardı Müze’nin önünde bekleyen sefirlerin, yabancı generallerinin arasında yaşlı biri dikkatimi çekti. Atatürk’ün tabutu önünden geçerken, elindeki mareşallik asasını yukarı kaldırarak, O’nu askerce selamladı. Gözlerinde yaşlar vardı. Kim bu yaşlı asker? diye sordum, Kılıç’a. Çanakkale’de Atatürk’ün karşısında savaşmış, yenik düşmüş ve ayağının birini o savaşta kaybetmiş olan İngiliz Mareşali Birdwood’muş, meğer ‘
Sanırım aklımı yitirmiştim.
Aklımla birlikte, yaşama sevincimi, umutlarımı, belleğimi, her şeyimi yitirmiştim
‘Daha güzel günlere erişmek için, fedakârlık lazımdır. Daha güzel günler çağdaş yaşamla, güzel sanatlarla ve daha da ötesi, sanatın günümüzdeki yorumuyla yakalanabilir ancak!’
Ama, Füreya’yı asıl kahreden, o güne kadar bel bağladığı, en mükemmel zannettiği insanların zaaflarına yenilmeleri ve kendi iç değerlerinin yerle bir olmasıydı.
”Kapanır bir devrin kadınlarına görkemli bölüm
Yaz bahçelerinde hoyrat bir rüzgardır ölüm. ”
Dünle beraber gitti cancağızım
ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Atatürk’ün sofraları, bir okul gibiydi. Tartışılmasında fayda gördüğü konuları, o konuya yakın kimseleri masa başına toplar ve tartışmaya açardı.Masada,konuyla hiç ilgisi olmayan kişilerde bulunabilirdi. Belki de bunu her fikri duyabilmek, her tepkiyi alabilmek için özellikle yapardı. Bugün, tüm dünyada “beyin fırtınası”diye adlandırılan fikir üretme toplantılarının adı konulmamış örnekleriydi bu sofralar.
Hiç düş kırıklığına uğramayanlar, hiç umut beslememiş olanlardır.
(Bernard Shaw)
Bir insanın bedeninin yatağa bağlı kalması mı daha korkunç­tur, yoksa ruhunun dört duvar arasına düşmesi mi? Ben her ikisini de yaşadım, biliyorum. İnanın bana, ikincisi daha azap veri­yor, hem insanın kendine hem de etrafındakilere.
Bir insanın bedeninin yatağa bağlı kalması mi daha korkunçtur, yoksa ruhunun dört duvar arasına düşmesi mi?
Füreya:Beni söylediğin kadar çok seviyorsan, bana anlayış göster. Çiftliğe dönmek, benim için ölümle eş anlamlı. İstersen beni tabancanla vurabilirsin. Bursa’ya geri gelirsem, zaten bir ölüden farkım kalmayacak. Büyük bir ihtimalle, intihar edeceğim.
Ben hastane yataklarına alışığım. Bu yataklarda ölüme kaç kez dil çıkartmışlığım var. İnanmayacaksanız ama ne zaman böyle ölümcül durumlarda yataklara düşsem, hep Anka kuşu misâli, küllerimden yeniden doğmuşumdur. Bana nedense uğurlu, hayırlı gelir ölüm döşekleri.
Nasıl olmuş efendim? dedi Kılıç Ali. Ölümün nasıl geldiği her nedense pek önemlidir geri kalanlara. En ince ayrıntıya kadar sorulur, en ince ayrıntıya kadar anlatılır.
“ Güzel kadınların kocaları yakışıklı ve genç olmalıdır. Hasta olanlar köşelerine çekilip, ölümü beklemelidir. Türkler sadece Türkçe konuşmalıdır. Bütün bunlar, insanların kendi kendilerine uydurup, kendilerini uymaya mecbur ettikleri aptalca kurallar. “
Prof. Yansen Bir şehir planını tatbik edebilecek kadar kuvvetli bir idareniz var mı? diye sormuştu Atatürk’ e. ‘Vatanı yedi düvelin elinden kurtarmış, bir çağ devleti kurmuşuz. Bir şehir planını tatbik edecek gücümüz olup olmadığını ne cüretle soruyor bana?’ diye düşünmüştü Atatürk.
Çünkü Türk insanı, maddi menfaatlarına dokunulacağını sezdiği anda her engeli yıkmaya hazır aç bir kurda dönüşüyordu.
Utarit sordu, Neden yaptınız bunları? Ne ifade ediyorlar? diye.
Bugünün insanını, dedi Füreya. Bir boşluğa doğru gidi­yorlar, baksana. Kişiliklerini yitirmişler. Ruhları ölü. Beklentile­ri yok. Yaşamıyorlar. Belki çok şeyleri var ama hiçbir şeyleri yok gibi.
İlkbaharda leylak ve yasemin, sonbaharda ıhlamur kokardı.
Bir kahraman çıktı, helâl süt emmiş bir kumandan toprağımızı, rızkımızı, ırzımızı, kadınlarımızı, kızlarımızı düşmana teslim etmemeye ant içti.
Mis kokulu üzüm salkımlarıydı yaz ayları
Buzlu nar şerbetiydi kristal sürahilerde
Bugünün insanı, dedi Füreya. Bir boşluğa doğru gidiyorlar, baksana. Kişiliklerini yitirmişler. Ruhları ölü. Beklentileri yok. Yaşamıyorlar. Belki çok şeyleri var ama hiçbir şeyleri yok gibi.
Yaşam bir hiçti. Ölüm, o kadar ani gelebiliyordu ki insana, tüm çabalar bir anda boşa gidiyordu.
Bir insanın bedeninin yatağa bağlı kalması mı daha korkunçtur, yoksa ruhunun dört duvar arasına düşmesi mi ?
Bir kahraman çıktı, helâl süt emmiş bir kumandan toprağımızı, rızkımızı, ırzımızı, kadınlarımızı, kızlarımızı düşmana teslim etmemeye ant içti.
Yalnızlığı taşıdılar yüreklerinde ve yataklarında
Zordu savaş yılları genç kadınlara, Ada konaklarında
Mis kokulu üzüm salkımlarıydı yaz ayları
Buzlu nar şerbetiydi kristal sürahilerde
Hediyeler insanlara beklenmedik ani mutluluklar bahşeden periler gibidirler
Sıfırdan başlayacaksın. Biliyorum, güç, dayanılmaz bir şeydir bu. Ama başaracaksın. demişti.
Belki sıfırdan , ama Fahrenheit sıfırdan başlayacağım , demiştim.
Kaderimizi tayin etmek elimizde değil. Ne yazıldıysa onu yaşamaya mecburuz.
Ben dünyaya, tıpkı senin gibi, bazı görevleri yerine getirmek, cemiyette saygın bir yer edinmek ve yalnızlığı baş tacı gibi taşımak için yollanmışım.
Yaşlandığımı, iyice ihtiyarladığımı, hatta hemcinslerime özgü yaşam sınırının ortalamasını çoktan aştığımı bile farkedemedim.
Prof. Yansen Bir şehir planını tatbik edebilecek kadar kuvvetli bir idareniz var mı? diye sormuştu Atatürk’ e. ‘Vatanı yedi düvelin elinden kurtarmış, bir çağ devleti kurmuşuz. Bir şehir planını tatbik edecek gücümüz olup olmadığını ne cüretle soruyor bana?’ diye düşünmüştü Atatürk.
Belki de yaratıcı olabilmenin bir bedelidir yoksulluğun verdiği tevekkül ve alçakgönüllülük.
Yaşam, insanlara affetmeyi de öğretiyor, ölümü kanıksamayı da. Ölüm! Soğuk, antipatik, siyah renkli sözcük. Ne çok ölüm yaşıyor insan hayatı boyunca.
İnsanlar mutlu değillerse iyileşmeleri de mümkün olamıyor.
İnsan ne istediğini biliyorsa onun için yaşamalı.
Evet, kesinlikle bir hiçti hayat. Bugün varsan yarın yoktun. Ve eğer bugün varolacaksan, bir anlamı, bir sevinci olmalıydı bu varoluşun.
Ölümden bir başka hayata geçiş umudu bile taşıyabiliyor da insan, yaşarken yaşamdan vazgeçmek Üstesinden gelinir gibi değil.
Ben , şu anda sadece yüreğimi yaşam sevinciyle dolduracak resimlerine bakmak istiyorum hayatımın
..en eski resimlerine
Çevresindeki kalabalığa rağmen , için için yalnızlık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir