İçeriğe geç

Modern Çağın Sonu Kitap Alıntıları – John Lukacs

John Lukacs kitaplarından Modern Çağın Sonu kitap alıntıları sizlerle…

Modern Çağın Sonu Kitap Alıntıları

Pascal ise şöyle diyordu: Düşüncen insanın yüceliğini oluşturur (Pensées, s. 346). “İnsan, doğadaki en zayıf şey olan kamıştan başka bir şey değildir; ancak düşünen kamıştır. Onu ezmek için bütün kâinatın silahlanmasına gerek yoktur. Bir buhar, bir damla su onu öldürmeye yeter. Ancak kâinat onu ezse bile insan yine de onu öldürenden daha asil olacaktır. Çünkü öldüğünü ve kâinatın kendisi karşısındaki avantajını bilir. Kâinatın ise bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Bu durumda bütün saygınlığımız düşünceden oluşur. Kendimizi dolduramayacagımız zaman ve mekânla değil, düşüncemizle yüceltmeliyiz” (s. 347). “Düşünen bir kamış. Saygınlığımı uzayda değil, düşüncelerimin yönetiminde aramalıyım. Zaten dünyaları alsam da daha fazlasına sahip olmayacağım. Mekân bakımından kâinat, beni tıpkı bir atom gibi kapsayıp yutuyor; düşünceyle ise dünyayı kuşatabiliyorum” (s. 348).
Kesin olan hakikatin parçasıdır.
Kartezyen düşüncede tarihe karşı bir tür güvensizlik, neredeyse bir antipati vardı.
milli ve ideolojik kendıne güven duygusundan ilham alıyorlardı. Bu kendine güven, Nazi rejiminin olağanüstü başarıları ve kazanımlarının ana kaynağı oldu. Öyle ki; seksen milyondan az sayıda Alman, yaklaşık altı yıl boyunca Avrupa kıtasına egemen oldu ve yüz mılyonlarca düşmanının ezici gücüne karşı yenılmedi. Düşmanları ülkelerini ancak savaşın sonunda işgal edebildi. Bunun hıçbır maddi veya ıstatıksel açıklaması yoktur Hitler’in savaştan önce halkı arasındaki popülerlığiının de herhangı bır maddi açıklaması olamaz. Şansölye olmasından kısa süre sonra yaşanan şaşırtıcı ekonomık iyileşme ve ışsızlığın anıden ortadan kalkması, popülerlığının hem nedenleri hem de sonuçlarıydı.Yine de Hitler’in kariyeri ne kadar olağanüstü olursa olsun, o ve Almanya’nın sonunda hasımlarının maddi ve sayısal üstünlüğü yüzünden yenildiği bır gerçektir. Bu da aslında yalnızca bır maddi mesele degıldir. Farklı görüşlere ve halklara sahip liderlerin Hitler’i mutlaka yenmeleri ve Nazi rejimini mutluka yok etmeleri gerektiğine olan İnançlarından ayrı düşünülemez. Aklın madde karşısında ekseriyetle üstün gelmesinin, bu ikisinin birbirinden kopuk olduğu anlamına gelmediğini, tam tersi anlama geldiğini anlamalıyız.
Treblinka ölüm kampı komutanı Franz Stangl, savaştan sonra, idam edileceği sırada kendisiyle görüşen gazetecinin “Polonya’da geçirdiğiniz zamanın size herhangi bir şey öğretiğini düşünüyor musunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyordu: “Evet. İnsanın sahip olduğu her şeyin kaynağının insanın zayıflığı olduğunu öğretti.
tam tersine insan var olmasaydı matematik de olmazdı. 1931 yılında matematiksel gerçekliğin mutlaklığı Gödel’in ünlü teoremiyle çürütüldü. Bu teoreme göre matematik de kendi önkabullerine bağımlıdır.

Gödel’den bir asır önce, Goethe şöyle diyordu: Matematikte kendi tamlığından başka tam doğru olan ne vardır?

Hitler, devlet geçmişe ait diyordu; Volk, yani halk devletten önce gelir, ondan üstündür ve ondan fazla yaşar, Devlet katı ve kısıtlayıcı bir çerçeveden, bir “Zwangsform”dan ibarettir; önemli olan Volk’tur. Hitler’in devleti Üçüncü Reich, Volk’un bir aracıdır.!”

Hitler Kasım 1934”te Münih’te şöyle diyordu: “Almanya’da süngüler insanları terörize etmiyor Ben bu halk dışında birisi tarafından görevlendirilmedim, Bu halkın içinde büyüdüm, halkın içinde kaldım ve halkımâ döneceğim, Benim gururum halkının temsilcisi olmam nedeniyle dünyada benden daha yüksek hakka sahip hiçbir devlet adamı olmadığını bilmem” dir”, Nisan 1938’de Salzburg’ta şöyle diyordu: “Başlangıçta Halk vardı, ancak onlardan sonra Reich geldi” 5 Eylül 1934’te Nuremberg’te ise şöyle diyordu: Yabancılar bizi devletin yarattığını söyleyebilir. Hayır! Biz Devletiz..!Devlet bize dayanır!

İçlerinde hiçbir iyilik olmasa daha az tehlikeli olacak kötü insanlar var.
Bir insanı tamamen tanıma yeteneği, hiçbir insana verilmedi.
Tarih, örneklerle öğreten felsefedir.
Önce yaşa, sonra felsefesini yap!
Bu arada aklın “madde”ye müdahalesine dair kanıtlar birikiyor. Yirminci yüzyılın “postmodern” filozoflarının geç kalmış Objektivizm reddiyelerini kabul etmekle birlikte, onların laf kalabalığı arasında yolumuzu aramak zorunda değiliz. Maalesef bu filozofların birçoğu için objektivizmin reddi, bir tür süper modern türde sübjektivizm oldu. Oysa bu sübjektivizm türü de kâinatın anahtarının madde değil, akıl olduğu gerçeğinin çok yetersiz bir kabulü anlamına geliyor.
Yüzelli yıl önce Alman radikal Feuerbach şunları yazıyordu: “Eski dünya, ruhu maddenin babası yaptı. Yeni dünya ise maddeyi ruhun babası yapıyor”. Bu ifade materyalizm felsefesi tarihinin iyi bir özetidir. Tıpkı Einstein’in zavallı öncüsü olan çağdaşı ve dostu Ludwig Büchner gibi, Feuerbach da Darwin’in ve hatta Das Kapital’in Marx’ının öncüsüydü. İskoç mistik şair Alexander Smith Dreamthorp (1863) da şöyle diyordu: “Edebiyatçılar tıpkı seher yıldızı gibi bilimin öncüsüdürler.”
Elbette kimse belli bir yaştan sonra zihinsel güçlerinin azalmasından dolayı suçlanamaz. Ancak yanlış olan ve hâlâ da yanlışlığını sürdüren, Einstein’ın hakikat görüşüydü. 1925 yılında “Fizik, gerçeği sıkıca tutmak için yapılan bir kavramsal girişimdir” diyordu. Niels Bohr ise bu görüşe katılmıyordu: “Fiziğin görevinin doğanın nasıl olduğunu ortaya çıkarmak olduğunu düşünmek yanlıştır. Fizik, bizim doğa hakkında ne söyleyebileceğimizle ilgilenir”. Yine Einstein şöyle diyordu: “Fiziksel gerçeklik vardır ve onu gözlemleyecek hiçbir gözlemci olmasa da var olacaktır”. “Hayır” dedi buna Schrödinger: “Dünya bizim algımızın, duyularımızın ve hafızamızın inşa ettiği bir yapıdır”. Einstein bir defasında “Sübjektif olan her şeyi dışarıda bırakmak, düşüncelerimin üstün amacıdır” diyordu.

Kendisini gittikçe anlamsız hale gelen sübjektif/objektif antitezinden kurtaramadı; kişisel katılımın kaçınılmaz unsur ve sınır olduğunu kabul edemedi. Tanrı’ya inandığını birçok kez belirtti; ancak çok tuhaf bir şekilde: “Ahlâk en yüksek önemi haizdir; ama Tanrı için değil, bizim için”. “Ben kaderle ve insanoğlunun eylemleriyle ilgilenen bir Tanrıya değil, kendisini mevcut olanın düzenli uyumunda gösteren Spinoza’nın Tanrısına inanıyorum”. Bir defasında yazdığım gibi, bu sözler hümanist Einstein için çok fazlaydı. Aslında bu çok haşin bir reddiyeydi. Yine de Yirminci Yüzyılın En Büyük İnsanı unvanı (tüm zamanların en büyük aklından söz etmek bile istemiyorum), Modern Çağ’ın sonuna gelinmişken, Spinoza ve Descartes’in yaklaşık dört yüz yıl önce, Modern Çağ’ın başında ortaya koyduğu aksiyomları hâlâ aklından çıkaramamış bir adama verilmemeliydi

George Steiner New Yorker’da (1994) şunları yazıyordu: “İnsan aklının tarihinde en muhteşem an hangisidir? Eyüp İncili’nin yazılış tarihi mi? Sokrates’in aşkın mahiyetini anlattığı yemek mi? Shakespeare’in “Kral Lear’ın üçüncü ve dördüncü sahnelerini yazdığı öğle sonu mu? Schubert’in ölümünden sonra ortaya çıkan kuartetinin yavaş hareketini çizmesi mi? Isaac Newton’ın elma ağacının altında olduğu an mı? Kuşkusuz bunlar aptalca sorular. Yine de göründüğü kadar aptalca olmayabilir. Yer: Bern. Tam tarihler 17 Mart ila 27 Eylül 1905. İsviçre Patent Ofisindeki genç bir incelemecinin dört makalesini postaladığı ve bilimsel Annalen der Physik dergisinin hemen yayınladığı tarihler ”
Paul Valery şöyle diyor: “Eğer medeni insan ilkel insandan oldukça farklı biçimde düşünüyorsa, bunun nedeni medeni insanda bilinçli tepkilerin bilinçsiz olanlara baskın olmasıdır. Elbette bilinçsiz tepkiler de vazgeçilemezdir ve bazı hallerde en değerli olan, düşüncemizin özleridir. Ancak bu özlerin kalıcı değerleri son tahlilde bilincimize bağlıdır”. *
Rose Macaulay sürekli olarak “ hissediyorum ” kelimesini kullanan insanları şiddetle eleştiriyor. Bilincin bilinçdışılık karşısında sahip olması gereken avantaj, gelişmiş ve ilkel hayat biçimleri arasındaki ana farktır”. Owen Barfield’e göre ise düşünme “tüm dünyaya ve hatta tüm kâinata nüfuz eder”. Beynin ürünü değildir; “ama beyni zekâyı geliştinmek için kullanır Bu yüzden yalnızca tasavvur yoluyla dünya bilinebilir. İhtiyacımız olan gittikçe daha da büyüyen teleskoplar ve daha hassas kumpaslar değildir; insan aklının kendi yaratıcı aktivitesinin daha fazla bilincine varmasıdır.**

*Paul Valèry, The Outlook for Intelligence, Princeton, 1989, s. 159.
** Owen Barfield, Poetic Diction: A Study in Meaning, Londra, 1928, s. 24.

Goethe “matematikte, matematiğin kusurlu olduğu gerçeği dışında, tam kesinlik nerede var?” diyor. Yirminci yüzyılda birçok matematikçinin de doğruladığı gibi, Goethe haklıydı.” *

*Matematikçi Kurt Gödel’in 1931 tarihli teoremi. Heisenberg’in 1925 tarihli Belirsizlik teorisinin bir tür tuhaf tamamlayıcı teorisi.

Şimdi bu parçacıkların birçoğuna isim -çoğu zaman dolambaçlı dilbilimsel icatlardan başka bir anlamı olmayan isimler veren fizikçileri düşünün. Yukarıda sözü edilen Lindley “parçacık fiziğindeki isimlendirmenin kalitesi yeni bir dip seviyeye düştü” diyordu. Fizikçiler (“nötron”dan ayrılması için) “nötrino”yu keşfettikten çok sonra şimdi de “selektronlar” ve “snotrino”larımız var ve “hepsinden de kötüsü bütün bir kuark seti, onlara karşılık gelen bir “squark” setine dönüştü. Bir s harfinin başa eklenmesinin işe yaramadığı yerlerde küçültücü son harfler eklendi ve böylece foton “fotino’ya, gluon “gluino”ya dönüştü. Böylece beşyüz yıldan fazla bir süre sonra Orta Çağ’ın isimlendirme (nominalizm) hurafesine geri döndük: bir fenomene bir isim verdiğimizde “onu anlamış” olduğumuza inanma eğilimine. Bu, realizmin tam zıddıdır. Oysa felsefede, sanatta -aslında tüm entelektüel çalışmalarda realizm, Rönesans döneminde, Modern Çağ’ın tam başında nominalizmin yerini almıştı.
Bu atom parçalayıcıları -bugünlerde süper-çarpıştırıcı (supercollider) adı veriliyor atom parçacıklarını fantastik hızlara çıkarıyor ve çarpıştırarak atomları gittikçe daha küçük parçacıklara ayırıyor. Süper-çarpıştırıcı tünelleri için muazzam büyüklükte alan gerekiyor ve maliyetleri çok yüksek. Texas’ta kurulan ve 8,4 milyar dolar para harcanan en büyük olanı 1993 yılında terk edildi. *

* İsviçre’deki Cern Büyük Hadron Çarpıştırıcısı şu anda dünyanın en büyük süper-çarpıştıncısıdır. İlk kez 10 Eylül 2008 tarihinde başlamış olup halen ilaveler yapılmaktadır. Bu çarpıştırıcı 27 kilometrelik dairevi bir makinedir. Proton ve iyon (bunlar hadron olarak adlandırılmakta) demetleri çarpıştırcının iki ucundan birbirine karşıt yönlerde hızlandırılmakta ve dört ayrı noktada birbiriyle çarpıştırılmaktadır. Şu ana kadar harcanan para 4,6 milyar İsviçre Frangıdır (3 Milyar Avro).

Burada Fizikçi Steven Weinberg”ten kozmolojik saçmalık konusunda bir örnek verelim: “Kâinat çok geniştir ve sadece akıllı varlık hayatını desteklemeyen muazzam sayıda gezegen ve ondan da çok sayıda canlı hayatını hiç desteklemeyen gezegen arasında, kâinat hakkında (tıpkı bizim yaptığımız gibi) düşünebilen canlı varlıkların bulunduğu çok küçük bir kısım vardır”*
Bu pasaja dair şunu yazdım: “Bu ne tür bir dil ve mantık? Şaşırmadınız mı? Şu ifadeyle kıyaslayın: “New York şehrinin beş ilçesi çok büyüktür ve yürümeyen muazzam sayıdaki sakinleri ve hiç yürümekten hoşlanmayan daha da fazla sayıdaki sakinleri arasında çok az sayıda havada uçabilenleri vardır?”**

*American Scholar, Yaz 1999.
**American Scholar, Güz 1999.

Her şeyin Teorisi, illüzyondan başka bir şey olamaz, hatta bir efsaneden daha yararsız bir illüzyondur.* Bu durumda bu teori, devrimizde fizikçiler ve astronomlar tarafından gittikçe daha pahalı aletlerle, radyoteleskoplarla, süper elektron çarpıştırıcılarla desteklenen, kâinata dair (Big Bang, kara delikler vb.) aldatıcı ve kibirli bir beyin jimnastiğidir

*Goethe’den Eckermann’a (1827) çelişkili kanıtlar karşısında bile fikirlerini değiştirmede isteksiz davranan profesörler hakkında: “’Bu hiç şaşırtıcı değil? dedi Goethe, ‘bu gibi insanlar hata yapmaya devam ederler; çünkü varlıklarını hatalarına borçludurlar, Aksi takdirde her şeyi tekrar tekrar öğtenmeleri gerekirdi ve bu da çok uygun bir durum değil’. “Ama” dedim, ‘doktrinlerinin temeli yanlışsa deneyleri gerçeği nasıl kanıtlayabilir? “Gerçeği kanıtlamaz’ dedi Goethe, “böyle bir niyet de yoktur; bu profesörlerin tek derdi kendi görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamaktır?” (Rathenau, 1921: ‘uzmanlar yoktur; yalnızca çıkarlar vardır”).

David Lindley’in söylediklerine bir şey ilave edemem. Fizikçilerin her şeyi karmaşık matematik formüllerine bağımlı kılma yönündeki artan eğilimleri nedeniyle;

teorik fizikçilerin en yeni spekülasyonları temel parçacıkların parçacık olmayıp yirmialtı boyutlu uzayda dolaşıp duran küçük kuantum-mekanik sicim parçalarının titreşimleri olduğu yönündedir. Bu spekülasyon klasik fizikçilerin bütün maddelerin küçük bilardo topları gibi davranan atomlarla anlaşılabileceği umudunun modern halidir modem parçacık fiziği, kelimenin tam anlamıyla kavranılamaz. Nesneler, noktalar, itme ve çekmeler gibi somut ve test edilebilir kavramlara değil, alanlar, karşılıklı etkileşimler ve dalga işlevleri gibi karmaşık ve dolaylı bir matematik diline dayanıyor. Eski kavramlar her yerde gezinip duruyor; – ama bu kez hiç tanınmayacak şekilde kılık değiştirmişler. Dışarıdan bakan biri için günümüzün teorik fizikçileri, bir tür kolektif matematik dalkavukluğunun pençesine düşmüş, yirmialtı boyut icat edip sonra onları şaşırtıcı müzik sesleriyle dolduran kimseler olarak görünebilir. Dil kullanımları, edebiyat yapısökümcülerinin dili gibi ezoterik (batıni) ve şaşırtıcı. Kelimelerle ve cümlelerle konuşuyor gibi görünüyorlar; ama konuşmaları bir tür şifre Her biri yalnızca benzer bir mesleğe sahip olanların anlayabileceği özel bir kuşdili konuşuyorlar.
Bu tür bir modem teorik fizik eleştirisi bir anlamda yontulmamışlık (ama) fiziğin görebildiğimiz ve dokunabıldiğimiz dünyadan, sadece devasa ve pahalı deney ekipmanı ıle erişilebilen ve bu fiziği kavramaya vakıf kimse tarafından tek başına aydınlatılan insafsız bir dünyaya geçişi, halis bir alarm sebebidir.

Soyutlamaya yönelik eğilim, teorik fiziği eğlenme amaçlı matematiğe, tekniğinde ustalaşıp oyuna katılanları sınırsızca eğlendiren bir oyuna dönüştürüyor. Matematik işlemlerinin konuları daima deney ve ölçümün ulaşamayacağı kadar ötede olduğu için teorik fizik son tahlilde anlamsız hale geliyor Bu durum fiziğin sonuna giden yolda bir kilometre taşı mıdır? Çekici görünen ancak hiçbir ilave öngörü gücü içermeyen ve test edilebilecek hiçbir beyanı olmayan teorinin ne yararı olabilir? Bu durumda fizik, estetiğin bir dalı haline gelmez mi?

David Lindley, The End of Physics: The Myth of a Unified Theory, New York, 1993, s. 18-20.

Bernard D’Espagnat, Regards sur la matière des guanta et des choses (Etienne Klein ile birlikte), Paris, 1993, s. 279-280. D’Espagnat şöyle devam ediyor: “Yüksek enerjili fizikçiler, Feynman Şemaları’nı (geleceğe ilişkin gözlemlerin hesaplamalarını sembolize etmektedir) kullanmalarına bağlı olarak, aynı hataya düşmektedirler. Bu hata, sözkonusu şemaları sanki mevcut nesnelerin gerçek görüntüleriymiş gibi görmeleridir. Bu durum araştırma pratikleri açısından hiçbir tehlike oluşturmuyor ancak zihinsel yoksullaşma uzun vadede araştırmanın maksadının yetersiz, abartılı veya doğru hesaplanmamış bir değerlendirmesine yol açacaktır”. C. S. Lewis, The Pilgrim’s Regress’te şunları yazıyor: “Sevgili genç dostum, hipotezler yalnızca kümülatif bir süreç sonucunda oluşmaz veya popüler bir dil kullanacak olursak, eğer aynı tahmini yeterli sayıda tekrarlarsak, bir tahmin olmaktan çıkacak ve bilimsel olgu haline gelecektir.
1927 yılından bu yana, Belirsizlik ve Kararsızlık prensibinin teyidi yüzünden, artık fizik metafizikten ayrılamaz. Bunun gibi artık felsefe de epistemolojiden ayrılamaz. Çoğu zaman felsefenin bir dalı olarak görülen epistemoloji bilginin felsefesinin araştırılması anlamına gelmektedir. Ancak günümüzde bütün felsefenin epistemoloji olarak görülmesi gerektiğini savunmak için nedenler vardır. Bir fizikçi fizikten ne kadar ayrılamazsa, felsefeci de felsefesinden ayrılamaz. Her iki halde de önemli olan soru, artık ne bildiği değil, nasıl (ve neden, çünkü neden çoğu zaman “nasıl”da dolaylı olarak yer almaktadır) öğrendiğidir.
Theodor Mommsen yüzyıldan fazla süre önce şöyle diyordu: “Tarih, doğrudan kurallar ve eğitim yoluyla öğrenilemeyen akademik konulardan birisidir. Bu yüzden tarih bir açıdan çok kolay, başka bir açıdan çok zordur. Tarih disiplininin unsurları öğrenilemez; çünkü her insan onlarla donatılmıştır”
Ünlü Jacob Burchardt yüzyıl önce şöyle diyordu: “Tarihin tek bir kuraldan başka kuralı yoktur: bisogna saper leggere -nasıl okuyacağını öğrenmelisin.
Tarih bir sosyal bilim değil, düşüncenin kaçınılmaz biçimidir. “İleriye doğru yaşar, ancak yalnızca geriye doğru düşünebiliriz” sözü yalnızca geçici bir illüzyondan ibaret olan bugün için değil, bütün gelecek görüşümüz için de doğrudur. Çünkü geleceği bile ancak (geçmişi) hatırlayarak düşünürüz. Ancak tarih bize gelecek hakkında kesin bir şey söyleyemez. Akıllıca araştırmalar, bir psikolojik idrak zımbasıyla birlikte geçmişten bir şeyleri yeniden yapılandırmamızı mümkün kılar; yine de bizim geleceği tahmin etmemize yardım edemez.
İçimizde sıfırdan yaratmaya dair zerre kadar yaratıcılık yoktur.
“Hayatın kişisel, kişisel olmayan ve kolektif alanları vardır. Kişisel olmayan alana ancak kişisel alandan ulaşılabilir; kolektif alandan asla ulaşılamaz. Bir şeyin önce kişisel hâle gelmesi gerekir; ancak ondan sonra artık kişisel olmayan alana gidilebilir.
Doğanın yağmalanmasını durduracak yasalar ve düzenlemeleri savunan da, ailelerin korunması ve kürtajın yasaklanmasını öngören yasa ve düzenlemelere karşı çıkan da aynı Yeşillerdir. “Çevrecilik” (environmentalism) kelimesinin kendisi de, sanki “çevre” ayrı, insan ayrıymış gibi bir imaj uyandırdığından yanlış ve yanıltıcıdır. Çevre ve insanın kaçınılmaz birlikte hayatını kabullenmek yerine, birçok çevreci insan karşıtıdır; kendi vahşilik ve yabanilik kültlerinden hareketle tüm insan izlerini silmek istiyorlar.
en mahrem ilişkiler dahil olmak üzere kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler karmaşıklaştı ve hatta şiddet içerir hale geldi. Birçok kadın bağımsızlığı nı kazanırken yalnızlaştı.
birçok şey gibi okulların rolü de şişirildi ve genişletildi; ebeveynin sorumlulukları azaltıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nde okulların temel ve pratik işlevi, her ne kadar nadiren itiraf edilse de, genellikle (özellikle anne ve babanın ikisinin de evden uzakta çalıştığı zamanlarda) çocuklara göz kulak olmak haline geldi. 1960 yılından sonra en azından Amerika Birleşik Devletleri nüfusunun dörtte biri, iki ila yirmiiki yaş arasını, yani bütün ömürlerinin dörtte birinden fazlasını okullarda harcamaya başladı. Kitle demokrasisinin diğer birçok düzeyi ve yönteminde olduğu gibi burada da enflasyon devreye girerek, eğitimin içeriği ve kalitesini dramatik ölçüde azalttı. Okullarda geçen yirmi yılın ardından, giderek artan sayıda genç güçlükle okuryazar hale geldi.
kadınların mesleki alanda tanınması ve aynı zamanda hukuken korunması artarken, kadınlara saygı azaldı. Bunun bir nedeni -özellikle Amerika’da kentleşme ve burjuva döneminin son aşamasında yaygın olarak görülen yirminci yüzyılın gençlik kültüydü. Ancak gençlik kültünün altında ölüm korkusu, hatta büyüme ve yetişkinliğin sorumluluklarını üstlenme korkusunun yattığını görmek güç değildi. Yirminci yüzyılda gençlerin yararlandığı artan “özgürlükler” bazı yönlerden, Modern Çağ öncesi bir pratiğe, çocuklara yetişkinlerin küçük versiyonları gibi muamele edilmesine (veya hiç muamele görmemesine) geri dönüştü. Çocukların yetişkinliğe doğru eğitilmesi (kelimenin orijinal anlamıyla) yok olup giden bir diğer burjuva hayaliydi.
Hasımları ise “total devletin” sınırsız ve çoğu zaman acımasız gücünden haklı olarak korktular, Buna rağmen Hitler ve Mussolini’ye halklarının büyük çoğunluğu karşı çıkmadı. Kısacası bu diktatörlükler, halkın egemenliğinin temsilcisi olarak görülüyordu. Hitler’in kendisi de devletin modası geçmiş bir kavram olduğunu söylüyordu. O halkın, Volk’un lideriydi ve onun ifadesiyle halk devletten üstündü.
Gibbon’un 1776 yılı civarında yazdığı Roma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Çöküşü adlı görkemli kitabındaki şu dolambaçlı ama muhteşem pasajıdır: “Tabiatın yüzü değişmedikçe, hiçbir halkın orijinal barbarlığına geri dönmeyeceğini güvenle varsayabiliriz Bu yüzden dünyanın her çağında insanlık soyunun gerçek zenginlik, mutluluk, bilgi ve belki de erdeminin arttığına ve hâlâ da artmaya devam ettiğine dair memnuniyet verici sonuca razı olabiliriz”.
Gibbon, Fransız Devrimi’nden beş yıl sonra, 1794 yılındaki Terör Dönemi’nde” öldü. Batı Avrupa medeniyetinin tam ortasında yaşanan barbarlık görüntülerinden uzak kalamadı. Bu konuda bir yorum yapmadığı için onu suçlayamayız; ancak bu noktada barbar/barbarlık, ilkel/ilkellik, medeniyet/kültür kelimelerinin anlamı üzerinde biraz düşünmek zorundayız.
Tanrı’nın ihsanı sayesinde mutlu bir mutsuz hayat yaşadım ki, bu hayat mutsuz bir mutlu hayata tercih edilir.
Bir medeniyet, kendi yarattığı insan türü ve insanlık tipiyle ortadan kalkar.
Herhangi bir şeyin tarihi o şeyin kendisini ifade eder.
Eski dünya, ruhu maddenin babası yaptı. Yeni dünya ise maddeyi ruhun babası yapıyor.
Refahın halen “kapitalizm “ olarak adlandırılan şeyle bir ilgisi yoktur. Çünkü kapitalizm paranın harcanmasından çok, korunması ve idare edilmesi anlamına gelir.
Bir insanı tamamen tanıma yeteneği, hiçbir insana verilmedi.
Doğanın yağmalanmasını durduracak yasalar ve düzenlemeleri savunan da, ailelerin korunması ve kürtajın yasaklanmasını öngören yasa ve düzenlemelere karşı çıkan da aynı Yeşillerdir.
Çevrecilik kelimesinin kendisi de, sanki çevre ayrı, insan ayrıymış gibi bir imaj uyandırdığından yanlış ve yanıltıcıdır.
Çevre ve insanın kaçınılmaz birlikte hayatını kabullenmek yerine, birçok çevreci insan karşıtıdır; kendi vahşilik ve yabanilik kültlerinden hareketle tüm insan izlerini silmek istiyorlar.
Uzun asırlardır beklenen kadın erkek eşitliği yasalaştırıldı, yerleşik hale geldi ve birçok yönden teminat altına alındı. Ama aynı zamanda en mahrem ilişkiler dahil olmak üzere kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler karmaşıklaştı ve hatta şiddet içerir hale geldi.
Birçok kadın bağımsızlığı nı kazanırken yalnızlaştı.
Modern Çağ’ın erken dönemlerinde liberaller devletin yetkilerinin azaltılmasını savunurken, yirminci yüzyılda refahın güvenceye alınması dahil birçok alanda devlet müdahalesini savundular.
Bir zamanlar gelenekleri savunan muhafazakarlar teknoloji ve silahlanmanın, hatta İlerleme adı altında popülizmin baş savunucuları haline geldiler.
Gazeteler, dergiler ve kitaplarda gittikçe daha fazla fotoğrafın yer alması, sinema filmlerinin ortaya çıkması ve nihayet televizyonun icadı, büyük halk kitlelerinin rutin tasavvurunun sözel olmaktan çıkıp görsel hale gelmesine yol açtı.
Okuryazarlığın içeriğinin daralmasıyla kitapların etkisi azaldı. Aynı zamanlarda insanların dikkat süreleri ve yoğunlaşma kapasiteleri de geriledi. Enformasyon ve iletişim propagandalarının artmasıyla okuma alışkanlıkları iyice geriledi.
Meritokrasi terimi yanıltıcıydı. Hayatın diğer birçok alanında olduğu gibi okullar ve üniversitelerin uygulamalarını ve işlevlerini yöneten kurallar da meritokratik olmaktan çok bürokratikti.
İnsanların akademik derecelerine göre istihdamın kategorilerini belirleyen meritokrasi değil, bürokrasidir.
Kitle demokrasisinin diğer birçok düzeyi ve yönteminde olduğu gibi burada da enflasyon devreye girerek, eğitimin içeriği ve kalitesini dramatik ölçüde azalttı.
Okullarda geçen yirmi yılın ardından, giderek artan sayıda genç güçlükle okuryazar hale geldi.
Bir demokraside insanlar bir politikayı uygulamak için otorite peşinde koşmazlar. Otoritelerini dayatabilecekleri bir politika ararlar.
Evelyn Waugh
Tanrı’nın ihsanı sayesinde mutlu bir mutsuz hayat yaşadım ki, bu hayat mutsuz bir mutlu hayata tercih edilir.
Kâinatın bilinen, görünen ve ölçülebilir şartları bizim varoluşumuzun ve bilincimizin öncesinde değil, neticesinde ortaya çıkmıştır. Kâinatın böyle görünmesi, merkezinde, onu görebilen, araştıran ve üzerinde çalışan bilinçli ve katılımcı insanların olması sayesindedir. İnsanın merkeziliği ve benzersizliğine böyle bir vurgu, bir kibir beyanı değil, aksine tevazu göstergesidir; insanoğlunun kaçınılmaz sınırları olduğunun kabulüdür.
İnsanoğlu kainattaki en güçlü veya en uzun yaşayan canlı değildir. Ancak organizması en karmaşık olandır. İnsanoğlunun ve yeryüzünün, bütün kainat içinde eşsiz olduğunu düşünmemizin nedenlerinden biri de budur. Bilim insanları kendi alanlarının her birinde, insanoğlundan daha az karmaşık organizmalarla uğraşır. Elbette hayvan, maden veya bitki örnekleriyle yapılan deneylerin uygulamalı sonuçlarının insanoğluna faydalı olduğu ve olmaya devam edeceği sayısız örnek bulunuyor. Ne yazık ki sayıları gittikçe artan bu tür deneylerin sonuçları sorgulamaya açıktır. Genetik mühendisliği buna örnektir. En azından insan hayatı ve dünyadaki tabiat üzerindeki potansiyel zararlı etkileri yüzünden sorgulamaya açıktır. Ancak buradaki konumuz işin bu yönü değil. Benim ilgim ve kaygım, daha ilkel organizmalar hakkındaki bilgiler ve tedavi yöntemlerinin kainattaki en karmaşık organizmalar hakkındaki bilgilerimize doğal ve otomatik olarak uygulanabileceği (hatta bu bilgiden üstün olduğu) inancıdır. Buradaki argümanım, yalnızca diğer insanların insanoğlu hakkındaki bilgilerinin, daha az karmaşık organizmalar hakkındaki bilgilerden daha önemli olduğu değildir. Konu bilim -yani bilim insanlarının- tarihine geldiğinde bu tarihin kainattaki en karmaşık organizmalardan bazılarının ilişkilerini, kısaca bilim insanlarının kendi aralarındaki ve bilim insanlarının insanoğlu olarak ilişkilerini içerdiğidir.
Ve hayatın hemen hemen her alınında bir enflasyon var. Bir şeyden ne kadar çok varsa değeri o kadar azalıyor.
İnsanoğlu tamamen yeni bir şey yaratamaz ve hatta hayal bile edemez. (Hakikat in Yunancası olan Aletheia aynı zamanda şu anlama gelir: Unutmama ) C. S. Lewis bir defasında içimizde sıfırdan yaratmaya dair zerre kadar yaratıcılık yoktur demişti. Hiç kimse tamamen yeni bir rengi, tamamen yeni bir hayvanı ve hatta üçüncü bir cinsiyeti hayal bile edemez. En iyi ihtimalle (veya en kötü ihtimalle) mevcut olan, yani malumumuz olan renklerin, canlıların veya cinsiyetlerin yeni bir kombinasyonunu düşünebilir. Goethe’nin Renkler Teorisi’nde (Farbenlehre) bu durumun çarpıcı bir ifadesi vardır. Bu olağanüstü ve zor çalışmasının önsözünde düşünür şunları yazıyor:

Dar ifadesiyle, bir şeyin doğasını soyut olarak ifade etme girişimleri boşunadır Bir insanın karakterini tanımlamaya beyhude yere çaba gösteririz; oysa yaptıklarını toplayın, önümüze karakterine dair bir fikir çıkacaktır.

Ve diğeri: Daha önce ifade edildiği üzere, bir bireyin tarihi, onun karakterini sergiler. Bu yüzden burada açıkça teyit edilebilir ki, tarih bilimi bilimin kendisidir.

Moder Çağ’ın sonunda iletişimdeki fantastik gelişmeler, neredeyse herkesin dünyanın her tarafındaki insanları anında görme veya koşmasını mümkün kıldı. Ama aynı zamanda gerçek iletişim, yani ebeveyn ve çocuklar, karı ve kocalar, hatta sevgililer dahil, insanların birbiriyle konuşması ve birbirini dinlemesi gittikçe azaldı. Kısacası: yüz yüze iletişim çöküyor.
Yaşamlarımızı geri döndüremeyiz. Ayrıca bilmeliyiz ki tarihte Altın Çağ hiç olmamıştır ve bugün de yoktur. Etrafımızda gördüğümüz Modern Çağ’ın sona yaklaştığını gösteren kanıtlar, bu çağın herhangi bir döneminde herhangi bir ideal dönem olduğu anlamına gelmez. Belki ideal dönem yalnızca hayatın, sanatın ve düşüncenin bazı alanlarında yaşandı. Diğer alanlarda kesinlikle görülmedi. Evet, Rembrandt, Bach, Montesquieu veya Washington’la karşılaşmak ve hatta VII. Edward döneminde yaşamak hoş olabilirdi. Ancak yalnızca elimizde yeterli parayla ve en azından mükemmele yakın bir sağlığa sahip olmamız kaydıyla

Bu şahsiyetler ve güzel anlar, o zaman var olan acı ve huzursuzluk, hastalık ve diğer az konuşulan ama kesinlikle yaygın olan hayal kırıklıkları arasında göz boyayan güzelliklerden ibaretti.

Modern Çağ’ın başlıca özellikleri nelerdi?
Her şeyden önce önce bir Avrupa Çağı idi. Bunun üç grup nedeni vardı; coğrafi, etimolojik, tarihi. Beş yüz yıl öncesine kadar tarihin ana sahnesi Akdeniz’di, baş aktörleri de birkaç istisna dışında Akdeniz’in kıyılarında veya kıyılarına yakın bölgelerde yaşayan halklardı. Amerika ve Doğu Hint Adaları’nın keşfiyle birlikte dünyanın şekli de, tarih sahnesi de tamamen değişti. Dünya tarihinde Avrupa Çağı başladı.
Gibbon’un 1776 yıIı civarında yazdığı Roma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Çöküşü adlı görkemli kitabında ki şu dolambaçlı ama muhteşem pasajı

Tabiatın yüzü değişmedikçe, hiçbir halkın orijinal barbarlığına geri dönmeyeceğini güvenle varsayabiliriz Bu yüzden dünyanın her çağında insanlık soyunun gerçek zenginlik, mutluluk, bilgi ve belki de erdeminin arttığına ve hala da artmaya devam ettiğine dair memnuniyet verici sonuca razı olabiliriz .

Bir medeniyet, kendi yarattığı insan türü ve insanlık tipiyle birlikte ortadan kalkar.
Georges Bernanos
John Morley’nin* 130 yıl önce yazdığı şu satırlar üzerinde uzun uzun düşünmeyi severim: Eğer bir kimsenin başına gün batımı saatinde, kendisinin yoksul ismi ve kişiliği insanlığın ortak kısa hafızasından ebediyyen silindikten uzun süre sonra bile, yeryüzünün hala adil bir yer olacağı, her duygusal varlığın mutluluğunun sürekli artacağı ve hayırlı her devanın değerli savunucular bulacağına dair güzel bir umut dalgası güzel bir şarkının nağmeleri gibi üzerine yağmıyorsa o kimse cennette sayılmaz .

Ah Morley! Sakalının arasından konuşan adam! Ne muhteşem bir Viktoryen sakalıydı o! Bilirsiniz, hem iyimser hem de kötümser sakallar vardır. (Nedendir bilinmez, Morley sonradan sakalını tamamen kesmeye karar verdi). Ve 130 yıl sonra ben (sakalsız bir adam) bütün bir muazzam çağın ışıkları sönerken ve yeni bir çağın kestirilemez koyu karanlığı gelirken, hayatının gün batımı saatinde üstüme yağacak bir iyi umut yağmuru bulabilir miyim?
Morley’nin anlattığı adam gibi değilim.
Ama belki de
İşte bu nedenle bu kitabı yazıyorum.

#8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212; #8212;-
*John Morley: Birinci Blackburn Vikontu (1838-1923). İngiliz liberal devlet adamıdır. Aynı zamanda yazarlık ve gazete editörlüğü ve 1883 yılında parlamento üyeliği yapmıştır.

– (…) Güçlü bir vücuda sahip birisiyle güreşmekten, zayıf birisiyle güreşmek daha kolay iken, zayıf bir akılla güreşmek, güçlü bir akılla güreşmekten çok daha zordur
”Güçlü bir vücuda sahip birisiyle güreşmekten, zayıf birisiyle güreşmek daha kolay iken, zayıf bir akılla güreşmek, güçlü bir akılla güreşmekten çok daha zordur. ”
Unutmamalıyız ki evrim teorisinin ortaya konulacağı 1860 yılı civarında öngörülebilir hâldeydi. Darwin çok da orijinal bir düşünür değildi. Daha çok devrinin adamıydı. Hâkim söylemin yahut da ideolojinin diyelim, bilimi büküşüne yerinde bir örnek.
güçlü bir vücuda sahip biriyle güreşmekten,zayıf biriyle güreşmek daha kolay iken, zayıf bir akılla gürüşmek,güçlü bir akılla güreşmekten çok daha zordur.🧘‍️
Sayılar statiktir ve değişmez: hayat öyle değildir
Kitle demokrasisinin egemen olduğu toplumlarda (özellikle de Amerika’da) özel hayatı gizli tutma arzusu, genellikle toplum içinde saygı görme arzusundan çok daha zayıftır. Kamuoyunda kabul edilme arzusuyla karşılaştırıldığında özel davranışların, özel görünümlerin, özel düşüncelerin geliştirilme arzusu kafası karışık, nadir ve çelimsiz kaldı. Son zamanlarda disiplinsiz gençler için kullanılan akran baskısı deyimi, gençliğinin çok ötesindeki insanlar arasında da yaygınlaşıyor. Özel hayatın gizliliği düşüncesindeki zayıflık, her zaman yetersiz olgunlaşmanın göstergesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir