İçeriğe geç

Modern Türkiye’nin Doğuşu Kitap Alıntıları – Bernard Lewis

Bernard Lewis kitaplarından Modern Türkiye’nin Doğuşu kitap alıntıları sizlerle…

Modern Türkiye’nin Doğuşu Kitap Alıntıları

Askeri mücadele kazanılmıştı; milliyetçilerin siyasi programı başarıya ulaşmış ve uluslararası bir antlaşmayla dünya tarafından tanınmıştı. Sırada ne vardı? İşte Mustafa Kemal’in gerçek büyüklüğü, bu soruya verdiği cevapta yatmaktadır.
Böylece Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ nın yenik devletleri arasında kendi yıkıntısı içinden yeniden ayağa kalkmayı başarabilen tek ülke oldu. Galip güçlerin kendisine dayattığı barış şartlarını reddetmiş ve kendi şartlarını kabul ettirmiştir.
.. tek adam yönetiminin gittikçe güçlendiği bir baskı zamanında adalet verilen ilk kurbanlardan biri oldu.
Yeni reform evresi idarenin çıkardığı kanunlarla değil, edebi manifestolarla başladı. Genç Türkiye’nin ilk önderleri siyasetçiler değil,şairler ve yazarlar oldu.
Eski Türk uygarlıkları İslamiyet ile birlikte baştan aşağıya ve eski Türk kültürünün gerçek anlamda yeniden dirilişini imkansız kılacak şekilde silinip yutulmuştu. Elbette tekrar canlandırma teşebbüsleri yok değildir. Örneğin en dikkate değer olanı ve en çok tartışılanı dil reformudur. Amaç Türkiye’nin bin yıllık İslam etkisi altında Arapça ve Farsça’dan geçen unsurlardan kurtarılması ve saf ve katıksız bir Türkçe’ye dönüşün sağlanmasıydı. Ayrıca bazı bilinçli, çok etkili folklorik malzemelerin uyarlanması da yapıldı. Fars-Arap aruz vezninin yerine hece ölçüsünün kullanımı ve modern orkestra ve opera eserlerinde Türk melodilerinin kullanımı örneklerinde olduğu gibi. Ama modern Türk sanatı ve edebiyatı bu tür popüler ve eski kaynaklara dayanarak belli bir amaçla girişilen teşebbüslere kıyasla çok daha fazlasını Avrupa’ya borçludur.
Tabiri caizse, Türklerin şehirli ve kırsal nüfusa ve dolayısıyla da hakim elit gruba sızması Osmanlı toplumundaki Türk karakterini muhafaza edip pekiştirdi.
Osmanlı sultanları geniş toplulukların yerleşim kurmaları ve toprağı işlemeleri için bir bölgeden başka bir bölgeye sürgün etme yöntemine sıklıkla başvurdular. Bu zorunlu göçler zaman zaman cezalandırma maksadıyla, bazen de siyasi, ekonomik ve askeri amaçlar için yapılıyordu. Örneğin yeni fethedilmiş topraklara ya da yeterince ilgi görmeyen bölgelere nüfus kaydırılırdı. Bütün bu hareketler içinde göçer unsurlar son derece önemli roller üstlendiler. Onların yerleştirilmesi sadece kırsal kesimle sınırlı da değildi. Hem resmi belgeler hem de edebi kaynaklar açıkça pek çok şehirde aşiretlere ayrılmış mahalleler bulunduğunu göstermektedir. Bu süreç kuşkusuz şehir ile köylüler ve aşiretler arasındaki sıkı ekonomik bağlar açısından kaçınılmazdı. Üstelik bu köylüler ve aşiretler çoğunlukla Türklerden oluşmaktaydı.
Asal olarak Türk göçer aşiretlerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki önemleri, etnik bir havuz olmalarına dayanır. Bunlar yönetici bir unsur değildiler ve ayrıca devletin ve yönetici grupların kimi zaman şüphe dolu kimi zaman hor gören tavırlarına maruz kalıyorlardı. Ama yine de yönetici sınıfın dayandığı insan kaynağıydılar. Osmanlı toplumuna aşiret hareketlerinin dahil oluşu pek çok şekilde gerçekleşti. Bunlardan bir tanesi yerleşik hayata geçiş süreci sonucunda göçerlerin, gitgide artan miktarlarda Anadolu’nun farklı yerlerine yerleştirilmesiyle oldu. Böylece toprak köylüsü haline geldiler. Bu durum kısmen normal ekonomik süreçlerin işleyişinden kısmen maksatlı devlet politikalarından kaynaklanıyordu.
Türkçe’nin dış etkilere dayanma, yer değiştirme ve hatta temas ettiği dilleri yerinden etme kapasitesi araştırmacıların dikkatini çeker. Türk geleneğinin bir işareti olan Türkçe’yi, ziyaretçimiz belki otorite ve karar, dolayısıyla özgüven geleneğiyle bağdaştırabilir. Bu gelenek, Türklerin İslam dünyasında oynadıkları tarihsel rolden gelmektedir.
Ancak bugün, bir uygarlığın bir diğerinden alabilecekleri konusunda hiçbir sınır ve engel olamayacağı, ama bununla beraber benimsenen her yeniliğin bir dizi sonuç yaratmasının kaçınılmaz olduğu gerçeği neredeyse bir yasa haline gelmiştir.
Sıklıkla olduğu gibi,tek adam yönetimine dayanan bir toplumda aykırı düşüncelerin ilk ortaya çıkışı önce reddediş ve şiddetli bir kötülemeyle bilinir.
Osmanlı imparatorluğunun teknolojik geriliğine – sadece icat bakımından değil, başkalarının icatlarını benimseme bakımından bile başarısızlıklarına – sık sık atıfta bulunulmuştur. Avrupa bilim ve teknolojide hızla ileri giderken, Osmanlılar tarım, sanayi ve ulaştırmalarında ortaçağdaki atalarının düzeyinde kalmakla yetindiler. Hatta silahlı kuvvetleri bile Avrupalı düşmanlarının teknolojik ilerlemelerini gecikerek ve yetersiz olarak izledi.
Servet Türkiye’de yine yapılıyordu, fakat kaynağı iktisadî değildi. Çok kez, devlet makamlarını elde bulundurma yoluyla elde edilen, siyasî ya da malî kaynaklı idiler. Bunlar yatırım veya gelişmeye de harcanmayıp, zamanın modasına göre yenmiş ya da istif edilmişlerdi.
Onyedinci yüzyıldan itibaren Flemenk ve İngiliz devletlerinin Asya’da yerleşmesi ve dünya ticaret yollarının açık okyanusa kayması Türkiye’yi dış ticaretin büyük bir bölümünden yoksun kıldı ve onu, hükmü altındaki ülkelerle birlikte, içinde dünya ticaretinin can damarının artık akmadığı durgun bir geri suda bıraktı.
Osmanlıların, menzilinin ötesine yayılmış büyük savaş makinesi Macaristan ovalarında boşuna dönerken Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatı ve büyümesi Batılı denizci milletlerin Okyanus keşif gezileriyle çok daha geniş ölçüde tuzağa düştü. Bu keşif gezilerinin en büyük etkisi imparatorluğun yerleşmiş olduğu bütün Doğu Akdeniz bölgesini bir geri su haline çevirmek oldu.
Başlangıçta Osmanlıların geriliği mutlak değil, nisbî idi. Bir zamanlar askerlik biliminin ön safında iken, geride kalmaya başladılar. Onyedinci yüzyılda Avrupa ordularındaki büyük teknik ve lojistik gelişmeler, Osmanlılar tarafından geç ve etkisiz bir şekilde izlendi. Bu, onbeşinci yüzyılda Avrupa topçuluk icadını kabul ve uygulamada gösterdikleri sürat ve yaratıcılıkla açık bir çelişme halinde idi.
Eski halifeler teorik olarak şeriata tâbi idiler ve ona aykırı hareketten dolayı hal edilebirlerdi; fakat bunu uygulayacak herhangi bir merci veya mekanizma olmadığından, bu kural sözde kalıyordu. Oysa ki Osmanlılar, sultanın hal’ine fetva verme yetkisinde yüksek bir dinî makam – şeriatın en yüksek mercii – kabul ettiler.
İslâmlığı özel kamusal hayatın gerçek temeli yapmak hususundaki Osmanlı çabasının ciddiyeti, en açık bir şekilde belki hukuk alanında görülebilir. Osmanlı sultanları, İslâmın kutsal hukuku Şeriat’a, ilk zamanlardan bu yana yüksek bir maddî uygarlığa erişmiş herhangi bir Müslüman devlettekinden daha büyük derecede gerçek bir etkinlik verdiler°.
Osmanlı ve Türk, nispeten yeni kullanılan deyimlerdir; Osmanlı Türkleri kendilerini İslamlık ile özdeş görmüşler, diğer herhangi bir İslam ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslamlık içinde eritmişlerdir. Türk sözcüğü Türkiye’de hemen hemen kullanılmaz iken, Batıda Müslüman’ın eşanlamı haline gelmesi ve Müslüman olmuş bir batılıya, olay Isfahan’da veya Fas’ta olsa bile, Türk olmuş denmesi ilginçtir.
Osmanlıların hiçbir ırkî mağrurlukları ve kapalılıkları, saf Türk neslinden olma üzerinde hiçbir ısrarları yoktu. Halifeliğin başlangıcında efendi Arapların Mavâlî aşağı sınıfına karşı yaptığı ayrımın bir benzeri mevcut değildi. Müslümanlık ve Türk dili, Kürtler ve Araplar için olduğu kadar, Arnavut, Rum ve Slavlar için de hem gerçek iktidar hem de sosyal statüye açılan kapıya giriş şartlarıydı.
Ondokuzuncu yüzyıldan önce Avrupa’dan Osmanlı iktibasları esas olarak maddi tertipteydi ve hem kapsam hem de etki bakımından sınırlıydı.
Osmanlılar tarihlerinin ilk evresinden beri, Kuzey Afrika da dahil, diğer herhangi bir İslam devletinden daha uzun ve daha yakın bir şekilde Avrupa ile temas halinde bulunmuşlardır. İmparatorluk, Avrupalı halkları ve kurumları kendine sindirdiği önemli Avrupa topraklarını içine alıyordu. Ticaret, diplomasi, savaş – daha az olmamak üzere – göç yollarıyla Batı ile temasını devam ettirmiştir.
Türk özdeşlik duygusunun büyümesi, İslâmî uygulama ve gelenekten uzaklaşıp Avrupa’ya yönelen hareketle bağıntılı oldu. Bu, sınırlı bir amacı gerçekleştirmek düşüncesiyle alınan tamamen amelî ve kısa vâdeli reform tedbirleriyle başladı; sonra bütün bir ulusu bir uygarlıktan bir diğerine aktarmak üzere geniş çaplı, bilinçli bir girişim halinde gelişti.
Türk köylüsünün sorunları çözülmüş değildir. Yaşamsal önem taşıyan toplumsal, dinsel, ekonomik ve teknolojik sorunlar hâlâ yüzleşmeyi ve çözülmeyi beklemektedir.
1930’ların azar azar ekonomik olarak kendini toparlamayla geçen yılları boyunca özel mülkiyette yavaş, ama dikkate değer bir sermaye birikimi oldu. Savaş yıllarında Türkiye’nin tarafsız kalmasıyla ortaya çıkan pek çok fırsat, bu harekete yeni bir itici güç sağladı. Savaş bittiğinde Türkiye’de kendinden emin ve hırslı yeni bir zengin sınıf ortaya çıkmıştı.
Vergi asıl olarak sabit gelirliler ve ücretlilere yüklendiğinden, tüccar ve çiftçiler savaş zamanı kazançlarını doğrudan hiçbir vergiye tabi olmaksızın ellerinde tutmayı ve biriktirmeyi başardılar.
Elbette orta sınıf mensupları Türkiye’de daha önce de var olmuştu. Ancak Türk ve Müslüman değildiler.
Türk milletinin ana parçalarından biri olan orta sınıfın gerçek anlamda ortaya çıkması, bu nedenle birincil önemde bir gelişmeydi.
Yeni orta sınıf, hükümeti şiddetle eleştirmeye çoktan başlamıştı. Kısa zaman sonra bu gruba toprak sahipleri ve yerel eşraf da katıldı.
Türkiye’de birikmiş sermaye, dolayısıyla sınıf mücadelesi yoktu, sermaye birikimi yapmak ve kullanmak, böylelikle bir sınıf mücadelesinin ortaya çıkmasına engel olmak da devletin göreviydi.
Türk Devrimi, dünya çapında yaşanan kapitalizm ve emperyalizmden kurtulma mücadelesinin bir parçasıydı.
Bu düşünceler uzun süreli olmadı.
Kısaca milli egemenlik ekonomik egemenliğe dayanmalıydı. Bu olmadan, siyasî ve askerî zaferler, ne kadar muazzam olursa olsun, boş ve gelip geçiciydi. Ekonomik gayretler olmaksızın, en büyük ve en kutsal millî hedefler kağıt üzerinde kalan boş hayaller olmanın ötesine geçemezdi.
Aynı zamanda şurası açıktı ki, bu dinsel uyanışın gücü demokratik bir Türkiye’de hiçbir partinin göz ardı etmeye ya da ona karşı çıkmaya cesaret edemeyeceği bir noktadaydı.
Modern Türkiye’de dinî canlanışın siyasî rolünü tam olarak değerlendirmek kolay değildir. Düşünce özgürlüğünün yeniden tesis edilmesiyle birlikte İslamiyet kaçınılmaz olarak yeniden siyasî bir konu haline geldi ve dinsel destek avantajını karşı tarafa kaptırma korkusu her iki büyük partiyi de, genellikle bu hareketi teşvik etme ya da en azından onu hoş görme noktasına getirdi.
“Tarikat”, Arapça “yol” anlamına gelen “tarik” kelimesinden türemiştir.
Türk İslam’ı daima iki düzeyde işlemiştir: resmi, yasal, dogmatik devletin, okulların ve hiyerarşinin dini olarak ve başlıca ifadesini büyük derviş tarikatlarında bulan, kitlelerin popüler, mistik, sezgisel inancı olarak.
Erken dönemlerden beri ibadetinde gösterişsiz, öğretilerinde soyut, siyasetinde mesafeli ve gelenekçi olan yerleşik İslam inancı, nüfusun önemli kesimlerinin dinsel ve toplumsal arzularını tatmin etmede başarısız olunca; halk, Sünnî inancının geniş çerçevesi dahilinde kalmaya devam eden tarikatlara rağbet etmişti.
Bu kardeşlik gruplarına ve onların derviş rehberlerine halk yardım ve rehberlik almak için yüzünü dönüyordu. Gösterişsiz cami ibadetlerine eklenmek üzere, tekkelerde müzik, şarkı ve dansın yardımıyla insanı vecde sürükleyen zikirler yapılıyordu. İnsan ile Tanrı arasındaki kopukluğu gidermek için evliyalar, aracılar, mübarek kişiler vardı. Tanrı’yla mistik bir biçimde bir olma umudu vardı.
Kitleler bu dervişlerde gerçek dinî rehberlerini görüyordu. Ulema sınıfı zenginleşen ve babadan oğula geçen bir kast haline dönüşürken dervişler ise sınırsız bir nüfuz ve itibarla halkın bir parçası olarak kalmışlardı.
Klasik Osmanlı İmparatorluğu merkezi bir devlet olmamıştı. Tanzimat reformcuları merkezi idari bir sistem kabul ettirmeye çalışmışlar, ancak çok ciddi sorunlarla karşılaşmışlardı. O zamandan beri merkezi olan ve olmayan idari sistemler arasında bocalayıp durmuş ve sonuçta tam bir karmaşa ve anarşi ortaya çıkmıştı. Gerekli olan ilk şey yönetime dair genel bir ilke üzerinde karar vermek ve ardından idari, adli ve askeri üç ana grubun çalışanlarının görev ve sorumluluklarını belirlemekti.
Osmanlı İmparatorluğu artık ölmüştü. Türk halkı yüzyıllar boyunca güçlerini ve kanlarını başka toprakları fethedip başka insanları savunmak için boşuna harcayıp durmuştu.
Başka yerlerdeki Müslüman ve Türk kardeşlerine Türkiye halkı büyük bir yakınlık duyuyor ve son derece sıcak duygular taşıyordu. Ama hepsi buydu. Onların kaderleri ve sorumlulukları kendi topraklarındaydı. O toprakları hür kılmak, savunmak ve yeniden inşa etmek onların kendi vazifesiydi. Engin ve hayal ürünü bir İslam ya da Turan birliği planları, onların dikkatini dağıtmamalıydı. Bunlar ya modası geçmiş ya da henüz çok yeni planlardı.
Osmanlıcılık apaçık can çekişiyordu. Soru, onun bıraktığı yeri, Türk halkının bütünlük ve sadakat zemini olarak İslam’ın mı yoksa Türkçülüğün mü miras olarak alacağıydı. Osmanlıcılık bir imparatorluğa ve bir hanedana bağlı olmaktı, ancak imparatorluk parçalanıyordu ve hanedan sürgüne gidiyordu. İslam ve Türkçülüğün ortak noktası ise her ikisinin de topraktan bağımsız oluşuydu. Herhangi biri tarafından tanımlanmış bir ülke ve devlet mevcut değildi. Türkiyeli Müslüman Türkler kendilerini inanç ve hukuk açısından Müslüman olarak, dil ve gerçek ya da hayali bir soy bakımından ise Türk olarak sınıflandırabilirlerdi. Henüz kendilerini bir ülkenin, yani Türkiye’ninnhalkı olarak tanımlamayı düşünmemişlerdi.
Rus İmparatorluğu’ndan gelen Türk göçmen ve sürgünler için Turancılık veya Türkçülük aslında siyasi bir programdı. En gelişmiş haliyle Türkiye, Rusya, İran, Afganistan ve Çin’deki bütün Türkçe konuşan halkların siyasi olarak tek bir devlet altında birleşmesi fikrini barındırıyordu. Bunun önündeki en büyük engel olan Rusya ise Batılı ülkelerin yardımıyla alt edilecekti.
Türkiye Türkleri içinde bu program sadece sınırlı bir destek bulabildi. Harekete toplumsal, kültürel ve edebi açıdan ilgi duyuyorlardı: Türk olarak büyük bir ayrı kimlik bilinci, yeniden keşfedilmiş ataları ve uzak kuzenleriyle olan yeni bir akrabalık duygusu, Türk diline, folkloruna ve geleneğine yönelik yeni bir ilgi.
Ahmed Vefik Paşa (1823-1891) Türklerin ve Türk dilinin sadece Osmanlı olmadığına vurgu yapan ilk kişiydi. Ona göre Türk Dili Asya’dan Pasifik’e kadar büyük bir alana yayılmış olan muazzam ve kadim bir ailenin batıya en yakın koluydu. Süleyman Paşa (ölümü 1892) bir dünya tarihi yazmış ve eser 1876 tarihinde yayınlanmıştı. Eser, İslam öncesi Türklere dair bir bölüm ihtiva etmektedir.
Balkanlardaki ayrılıkçı harekete Osmanlıların gösterdiği tepki, Rus kaynaklı Pan-Slavizme karşı Tatar isyanı, Avrupa tarzı milliyetçiliğin getirdiği yeni fikirler ve örneklere Türk ve Tatar entelektüellerinin yanıtı, Türkoloji alanındaki gelişmelerin Türk onurunu beslemesi gibi gelişmeler Osmanlıların yenilgi içinde oldukları, Müslümanların horlandığı bir zamanda Türkçülüğün gelişmesini, bir hanedana, inanca ya da devlete değil de, bir halka dayalı yeni bir siyasi hareketi teşvik eden unsurlar olarak bir araya geldi. Bu halk, Avrupa’dan Pasifik’e kadar yayılan uçsuz bucaksız topraklarında yaşayan Türk halkıydı.
Abdülhamid zamanında Pan-İslamizm resmi politika oldu. Böylesi bir görev açıkça Osmanlı İmparatorluğu’nun yapabileceğinin çok ötesindeydi. Ancak bu tür bir programın benimsenmesi Abdülhamid’e pek çok avantaj kazandırdı. İmparatorluk dahilinde Müslüman sadakatine çağrıda bulunmak Padişah’ın özgürlükçüleri, milliyetçileri, reformcuları ve onun tek adam iktidarına muhalif olanları bastırması yönündeki gayretlerine destek sağlayabilirdi.
Bu davanın savunucuları için İslam dünyasının gerilemesinin nedeni dahili zayıflık ya da kusurlarda değil, Hıristiyan Avrupa’nın saldırgan emperyalizminde aranmalıydı. Zira bu Avrupa, Müslümanları köleleştirip İslam’ı yok etme gayreti içindeydi.
Akçuraoğlu Yusuf’un belirttiği gibi, bir Osmanlı milleti yoktu, yaratmaya çalışmak ise boşuna bir uğraştı. Osmanlı anavatanı, bir zamanlar bir araya gelmiş, içinde gayrimüslimlerin bile bulunduğu, egemen hanedana ortak bir bağ ile bağlanmış birçok milletten oluşuyordu. “ve Osmanlıcılık temel siyasi bağ olarak padişaha tebaa olma hususiyetini kabul etmekten ibarettir.” diyordu Ahmed Midhat.
Halk kendisine daha önceleri Türk demiş ve konuştukları dil Türkçe olarak isimlendirilmişti, ama imparatorluk zamanındaki Osmanlı toplumunda etnik bir tabir olan Türk pek az kullanılmıştır. Başlangıçta bu sözcük Türkmen göçerler için genelde dışlayıcı, küçümseyici bir anlamda, zamanla da Türkçe konuşan cahil ve görgüsüz Anadolu köylüsü anlamında kullanıldı. Bu ifadenin bir Osmanlı beyefendisi için kullanılması ciddi bir hakaret anlamına gelirdi.
Cumhuriyet hükümeti 1930’lu yıllarda asıl olarak ekonomik meselelerle uğraştı. Ne var ki Türk plancılar ve yabancı danışmanlarının gayretleri çoğu kez yetersiz, karmaşıktı, yanlış yönlendiriliyordu ve yüksek fiyatla kalitesiz üretim yapan fazla masraflı ve verimsiz fabrikalar hakkında birçok söylenti dolaşıyordu.
Belki de bütün bu girişimlerin en ciddi kusuru neredeyse tamamen tarımı göz ardı etmiş olmasıydı. “Sonuç olarak” der Hershlag, “ ülkenin sahip olduğu en büyük doğal serveti, işlenmeden bırakıldı, tarımsal üretim artmadı ve sadece sınırlı bir işgücü kent sanayisine aktarıldı.”
Batı’nın hâlâ kriz çukurunda kıvrandığı bir dönemde Sovyetlerin ekonomik büyüme yöntemi, bu yöntemi uygulayacak sermayesi ve uygulamaya destek olacak uzmanları temin etme imkanı vardı. Kemalizmin devletçilik ilkesini benimsemesi, Sovyetler Birliği’ne ya da komünizme herhangi bir siyasi veya ideolojik eğilimden değil de, tamamen devrin pratik gereklerinden kaynaklanıyordu. Acilen yardım gerekiyordu ve nereden bulunursa alınmalıydı.
Gelişme için acilen sermayeye ve girişime gerek vardı, bunu kim temin edebilirdi? Yabancı kontrolünü ve müdahalesini sona erdirme çabasının ardından yeni cumhuriyet rejimi yabancı sermayeye hoş gözle bakmadı, zaten yabancı yatırımcılar da Türkiye’ye para yatırma konusunda pek de arzulu değillerdi.
Bir asker ve memur rejimi söz konusu olduğundan, ticaret ve tüccarlara yönelik geleneksel küçümseme devam ediyordu. Dahası, büyük kentlerde ticaret erbabı hâlâ büyük ölçüde Hıristiyan ve Yahudilerden oluşuyordu.
Batı başarısız olmuştu. Dünyanın bir başka köşesine gözlerin çevrilmesi kaçınılmazdı ve o köşede, tamamen farklı bir ekonomik örgütlenme sistemini denemekte olan bir rakip vardı. Bütün sıkıntılarına rağmen Sovyet Rusya, kapitalizm krizinden çok az etkilenmişti. Devlet denetimindeki, devletin işlettiği ekonomi krize karşı dayanıklı görünüyordu ve hatta kendi ilkelerine açıkça aykırı olarak Batı’nın kapitalist hükümetleri bile ekonomide gitgide artan devlet müdahalesi vasıtasıyla krizi çözmeye çalışıyorlardı. Türkiye de çok geçmeden bu örneği izleyecek ve onları geride bırakacaktı.
Ekim 1929’da New York Borsası’ndaki çöküş, kısa zamanda bütün dünyayı saran büyük bir buhrana yol açtı. Ticaret durağanlaştı, fiyatlar düştü, işsizlik ve yıkım meydana geldi. Bu şartlar, ülkeyi gelişmemiş bir sanayi ve tehlikeli ölçüde onun aleyhine işleyen bir ticaret dengesiyle karşı karşıya bırakmıştı.
1929 buhranı ve yol açtığı sıkıntılar Batı ve kapitalizm karşıtı bir havanın yeniden doğmasını sağladı. Öyle görünüyordu ki, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerindeki gibi, bir kez daha birçok Türk nazarında, kapitalizm ve emperyalizm kendilerinin gerçek düşmanıydı. Geri kalmış milletleri, onların geri kalmışlığını devam ettirip kullanarak köleleştiren açgözlü ve yetersiz Batı yine karşılarındaydı. Osmanlı borçları, Lozan kısıtlamaları, ticaret açığının ardından, şimdi de beceriksiz ve hastalıklı Batı’nın denetleyemediği korkunç kriz gelmişti ve hadiseleri kenardan masumca izleyen Türkleri içine çekmişti.
Paris büyükelçiliğinden Türkiye’ye dönmüş olan Fethi Bey, 9 Ağustos 1930 tarihinde Mustafa Kemal’e bir mektup yazarak hükümetin mali ve ekonomik politikalarındaki başarısızlıklardan, Meclis’te eleştiri hürriyetinin olmayışından ve sonuç olarak bakanlar kurulunun sorumsuzluğundan şikayet etti. Bir muhalefete ihtiyaç olduğunu söyleyerek Cumhurbaşkanı’nın yeni bir parti kurulması yönündeki önerisinie dair görüşlerini öğrenmek istedi. Cevabında tartışma hürriyetine olan inancını teyit eden Mustafa Kemal, ayrıca laik Cumhuriyet’in ilkelerini benimsemesinden ötürü Fethi Bey’e duyduğu memnuniyeti ifade etti. 12 Ağustos’ta Fethi Bey Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın tüzüğünü İstanbul Valisinin vekiline teslim etti. Program daha fazla hürriyet, daha az vergi, daha iyi ve daha az hükümet fikri içermekteydi.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kısa ve talihsiz ömrü Türkiye Cumhuriyeti tarihinde karanlık bir dönem olarak kalmıştır.
Meselenin hakikati ne olursa olsun, bu girişimin erken ve tehlikeli olduğu kısa zamanda anlaşıldı. Tescilli bir muhalefetin ortaya çıkışı, farklı çevrelerde birikmiş bir nefret ve hoşnutsuzluk patlamasına yol açmıştı. Fethi Bey’in konuşmaları ardından ayaklanmalar ve huzursuzluklar meydana geliyordu, doğu illerinde tehlikeli taşkınlıklar vardı. Nihayet Kasım ayında Gazi’nin bu sadık muhalefetine son verildi.
Yaklaşık aynı dönemde kurulmuş olan iki küçük parti daha [Ahali Cumhuriyet Fırkası ile Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi] doğrudan hükümet emriyle feshedildi.
1924 anayasasının ikinci maddesi şu ifadeyle başlamaktaydı: “ Türk Devleti’nin resmi dini İslam’dır.” Bu ifade 1876’daki ilk Osmanlı anayasasından bu yana uygun değişikliklerle korunmuştu. 5 Nisan 1928’de Halk Fırkası bu hükmün anayasadan çıkarılmasına karar verdi.
İslamiyet’in devletten kopartılması süreci tamamlanmıştı ve Türkiye artık hukuken ve anayasal olarak dindışı bir devletti. Anayasasıyla, kanunlarıyla ve hedefleriyle laik(seküler) ve modern bir ülkeydi. Ancak onu Doğuya bağlayan ve Batılı milletler topluluğundan ayıran kudretli ve evrensel tek bir simge kalmıştı: Arap alfabesi. Bu alfabe geçmişe gömülmüş olan hilafeti ve ilahi yasayı takip edecek Müslüman kimliğinin son işaretiydi.
Arap alfabesinin tamamen terk edilip yerine Latin harflerinin geçirilmesi yönündeki bu radikal fikir Türkiye’de 1923 ve 1924 yıllarında ileri sürüldü ve tartışıldı. Ama kesin biçimde reddedildi. Ne var ki 1927’ye gelindiğinde durum değişmişti. Sovyet yetkililerin S.S.C.B.’nde konuşulan Türk diller için Arap alfabesi yerine Latin harflerini benimsemesi de önemli bir etken oldu.
Harf Devrimi’ni açıklamak ve haklı göstermek için çeşitli argümanlar ileri sürülmüştür. Arap harfleri Türk dilinin seslerinin ifadesi için uygun değildi, öğretilmesi zor, baskısı sorunluydu, dolayısıyla eğitim ve kültürel genişleme açısından bir engeldi. Bu ithamlar mesnetsiz değildir ancak değişimin altında yatan temel amaç toplumsal ve kültürel alanda çok da uygulamaya ya da eğitime dönük değildi. Halkını bu alfabeyi kabule zorlarken Mustafa Kemal aslında geçmişin kapısını kapatıyor ve geleceğe doğru bir kapı açıyordu. Geçmişle ve Doğuyla olan son bağ da böylece koparılacak ve Türkiye’nin modern Batı uygarlığıyla bütünleşmesine giden yolu açılacaktı.
Batılılaşma, her şeyin ötesinde Asya’dan gelen, Müslüman olan ve eski geleneklerle Ortadoğu İslam dünyasına ait olan bir halk için ciddi kimlik sorunları ortaya çıkardı. Öyle ki onlar, bu dünyanın yüzyıllarca tartışmasız önderleri olmuşlardı. Bazı Müslüman ve hatta gayrimüslim Asya ve Afrika ülkelerinde bile Kemalist Türkiye’nin laikleştirme ve batılılaştırma politikaları hem İslamiyet’e hem de Asya’ya bir ihanet olarak değerlendirildi. Türklerin Batı’nın uşağı olduğu ilan edildi; kendi miraslarını reddetmiş ve özsaygılarını feda etmiş, körü körüne taklitçi olmuşlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Kemal Atatürk bugün bile İran’daki, Arap dünyasındaki ve başka yerlerdeki İslami köktencilerin düşman listesinde önemli bir yer tutmaktadır.
Olağanüstü Takrir-i Sükun kanunu 1925 Mart ayında Kürt isyanıyla baş etmek üzere kabul edilmişti […] Hükümet ise silahlı kuvvetler ve İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla kendi iradesini zorla kabul ettirmeye ve uygulamaya muktedirdi. Mustafa Kemal’in taviz vermez bir şekilde ifade ettiği üzere:
“ Takrir-i Sükun Kanunu’nun varlığı bazı gericilerin milleti geniş çapta zehirlemesine meydan bırakmamıştır.”
Takrir-i Sükun Kanunu Mustafa Kemal’e sadece doğudaki ayaklanmalarla değil, aynı zamanda Ankara, İstanbul ve diğer yerlerdeki siyasi muhaliflerle de baş edebilmesi için yasal yetki sağlıyordu.
1927’ye gelindiğinde rejime yönelik askeri, dini ya da siyasi her türlü muhalefet susturulmuştu.
1923 yılında yaptığı bir konuşmada Türk halkını şöyle uyarmıştır:

“Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler memleketimizi gerçek bir kurtuluşa götürmüş sayılmaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferimiz için kıymetli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım.”

Uygarlık teknik ve gerçek olmak üzere iki çeşittir. Batı dünyası teknik uygarlığın zirvesine ulaşmış, ancak gerçek uygarlığı asla başaramamış ve başaramayacaktır. Teknik uygarlık bir ülkeden diğerine nakledilebilir ve alınabilir; gerçek uygarlık ise alınamaz ve Osmanlı reformcuları işte bu ikisini karıştırarak büyük bir hata yapmıştır. Ödünç aldıkları şeyleri teknik meselelerle sınırlandırmak yerine batıyı aslında İslam’ın üstün olduğu bir alanda taklit etmeye çalışmışlardır.
Jön Türk hareketi 1902 ve 1906 arasında genişlemeye ve kök salmaya devam etti.
Bu insanlar toplumlarının neden geri kaldığına dair bir açıklama peşindeydiler.
Servet-i Fünun grubu ve ileri sürdükleri Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) anlayışı, bir anlamda muhafazakar, hatta yenilik karşıtıydı. Bir önceki dönemde ortaya çıkmış olan dilde sadeleşme eğilimlerini reddederek bilinçli olarak ağır ve ağdalı bir üslupla yazmaktaydılar. İfadeleri Arapça, Farsça kelime ve tabirlerle doluydu ve çok iyi eğitim almış bir elite hitap ediyorlardı.
Edebiyat-ı Cedide’nin savunucuları basitliğe karşı çıkıyorlar ve “sıradan insanların ağzında sakız olmuş” kelimelere tahammül edemiyorlardı.
1789 devriminin ana fikri, hakim gücün sınırlandırılması değil, aradaki güçlerin ortadan kaldırılmasıdır.
-Lord Acton-
Abdülhamid’in saltanatı sırasında bir başka iletişim aracı daha çok ciddi bir gelişme gösterdi: Matbuat.
Abdülaziz döneminde çoktan yerleşik bir hale gelmiş olan sansür devam etti, pekiştirildi ve neredeyse matbu olan her şeyi kapsayacak şekilde genişletildi. Başlangıçta bir dereceye kadar gazete ve dergilere yorum özgürlüğü tanındı. Ama bu durum sonra hızla değişti ve gülünç denecek sıklıkta bir sansür anlayışı dayatıldı.
Telgraf da birçok yenilik ve icad gibi ilk kez savaş ihtiyacı olarak ülkeye gelmişti.
Said Paşa’ya göre eğitim reformu diğer tüm gelişmelerin önündeki olmazsa olmaz şarttı ve Abdülhamid rejimi ilk ve en büyük atılımını bu alanda yaptı.
Said Paşa eğitimin, etkili biçimde kamu işlerinin yürütülmesi için, medenileşmiş bir toplum hayatı için, dış düşmanlara karşı savunma yapabilmek için, “ve hatta gözleri eğitim sayesinde açılmış olan Hıristiyan tebayı o andan itibaren kontrol altında tutabilmek için bile” gerekli olduğunu anlatır durur.
Ne var ki eğitim tek başına yeterli değildir. Ayrıca dürüstlüğe de ihtiyaç vardır. Zira dürüstlük olmadığında ikiyüzlülük, sahtekarlık ve vatan sevgisinin yokluğu meydana gelecektir. Bu kötülüklerin yayılmasıyla İmparatorluğun yıkıma gitmesini önlemek için devletin yozlaşmayı sona erdirmesi, kendisinin de eskisinden çok daha iyi bir dürüstlük ve doğruluk örneği olması gereklidir.
İlk Osmanlı meclisi 19Mart 1877’de toplandı. Parlak bir görüntü yoktu.[…] Bütün bunlar Padişah’ın kukla bir meclis için ihtiyaç duyduğu şeylerdi: Bu meclis onun rejimine özgürlükçü ve demokratik bir yönetim ambalajı temin edecek ve yapmayı uygun gördüğü ne varsa hepsine halk desteği ve yasal geçerlilik kılıfı sağlayacaktı.
Ne var ki 1876’nın önde gelen figürleri içinde birisi vardı ki, bu hürriyetçilik ya da demokrasi gibi şeylere asla ısınamamıştı, üstelik anayasayı ve meşrutiyetçileri sadece ya alaya alıyor ya da kendi çıkarlarına kullanıyordu. Bu kişi, II.Abdülhamid idi.
1839 Gülhane Hatt-ı Şerif’i Osmanlı Ordusu’nun Nizip’te uğradığı o feci yenilginin hemen arkasından, muzaffer Mehmet Ali Paşa’ya karşı Avrupa’nın desteği gerektiğinde gelmişti. 1856 Hatt-ı Hümayun’u da Kırım Savaşı’ndan hemen sonra, Türkiye lehine bir barış anlaşması yapabilmek için Batı’nın yardımseverliğine ihtiyaç olduğunda ortaya çıkmıştı. Şimdi ise mükemmel bir zamanlamayla, hem müdahale ve himaye planlarının önüne geçmek, hem de Rusya’ya karşı ufukta beliren savaşta Batı’nın desteğini alabilmek için reform yanlısı bir sadrazam göreve getrildi ve hürriyetçi bir anayasa kabul edildi.
Öyle görünüyor ki Midhat Paşa Mayıs 1876’da hükümete girdikten hemen sonra yeni anayasa planları büyük bir hızla başlatılmıştır. Abdülhamid’in Midhat Paşa’yı tekrar sadarete getirmesinden birkaç gün sonra, 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi resmen ilan edildi.
Çoğunlukla yapılan eleştiriler 1876 Anayasasının İmparatorluğun idaresinde gerçekten reform veya değişiklik yapma arzusunu yansıtmadığı yönündeydi. Onlara göre bu yapılanlar Batılı güçlerin gözünü boyamak ve Avrupa’nın Osmanlı’ya tabi milletlerin menfaati için müdahale etme planlarını bozmak için göstermelik bir iş, bir manevraydı.
Bu olup bitenler hükümet nezdinde hiç de iyi karşılanmıyordu.
1868’de Genç Osmanlılar kendi gazetelerini çıkarmaya başladılar. İlk sayısı 29 Haziran’da çıkan gazetenin adı Hürriyet’ti. Başından beri Namık Kemal ve Ziya Paşa gazetede sıkı bir işbirliği içinde çalışıyorlardı ve öyle anlaşılıyor ki, yayın politikasının sorumluluğunu birlikte taşıyorlardı. İlk sayısında muhtemelen ikisi de Namık Kemal tarafından yazılmış olan iki baş makale yayınlandı. Genç Osmanlı hareket planının temelindeki iki önemli hususu ortaya koyan bu yazılardan bir tanesi “Vatan sevgisi imandan gelir.” başlığını taşıyordu. Yazıda vatan sevgisinden bahsedilir, Avrupa ülkelerindeki gibi bir Osmanlı vatanseverliği fikri öne sürülür. “Bu hususta başkalarıyla istişare et” başlığını taşıyan diğer yazı da Kur’an’dan alınmış bir ayetti ve istişare üzerine kurulu, temsili yönetim iddiasının dayandırıldığı bir destek olarak kullanılmıştı.
Osmanlı halkı zaten metanet ve sükunetle davrandığından eylemlerde aşırılığa varma tehlikesi yoktur…Altı yüz senede birkaç yüz kere ihtilal ettik, hepsinde idareciler değişti, yönetim biçimi yine baki kaldı.
“Herkes kendi âleminin padişahıdır.”
Hatt-ı Şerif’te işaret edilen diğer reformlar ardı ardına birbirini izledi. Bunlar asal olarak iki konuyu, adalet ve maliyeyi ilgilendiriyordu ve ikisinin de geçmişle olan bağlarını sert biçimde koparacaktı.
Geleneksel olarak İslami uygulamada yenilik, Bid’at, yerleşik inancın kabul gören uygulaması anlamındaki Sünnet’in tam zıddıydı ve fiili olarak sapkınlıkla eş anlamlı görülmekteydi. Bu anlayıştan dolayıdır ki önceki reformlar sık sık yeni bir şey olarak değil de, eski uygulamaya dönüş olarak sunulmuştu. Hatt-ı Şerif de kudretli ve haysiyetli geçmişe dini içerikli bir gönderme yaparak başlamış, ancak sonra imparatorluğun iyi biçimde idare edilmesini teminat altına alabilmek için “yeni kurumların” oluşturulması hususundan açıkça söz ederek devam etmiştir.
Bu kanun, Türk tarihinde toplu olarak “Tanzimat” adıyla bilinmektedir.
Eski rejim zamanında da yolsuzluğa dair şikayetler sık sık duyulurdu. Yeni dönemde ise bunlar daha da sıklaştı. Avrupai bir hayat sürmenin giderek artan masrafı, elde edilen mülk ve mevkiin muhafazasının gittikçe zorlaşması, reformcu bakanlıkların sürekli tekrarlayan mali düzensizlikleri ve hepsinin ötesinde geleneksel ahlak kurallarının geride iz bırakmadan çöküşü, bu yeni düzenin devlet memurlarının fırsatçı ve gözü açık olmalarına yol açıyordu.
Eski düzenin yıkılmasıyla birlikte toplumdaki ilişkiler ve bağımlılıkların oluşturduğu bu karmaşık yapı tamamen parçalandı ve yerine bir dizi yeni kurum geldi. Sonradan eklenen ve yabancı olan bu kurumlar, yeni devlet memurları için pek az anlam ifade ederken yönettikleri insanlar içinse hiçbir anlam taşımıyordu. Batılılaşmanın yayılmasıyla iktidar ve servet farklılıklarına, eğitim ve dünya görüşü, ev ve mefruşat, hatta yiyecek ve giyim kuşamda yaşanan farklılıklar da eklenince aradaki uçurum akıl almaz bir büyüklüğe erişti.
1826’da Yeniçeri ocağının ortadan kaldırılmasıyla 1839’daki ölümü arasındaki on üç yıllık dönemde II. Mahmud, en az Büyük Petro’nun Rusya’da yaptığı kadar kapsamlı, hatta daha zorlu bir reform programını gerçekleştirmeye çalıştı. Bunu başarmak için de kökleri çok derinlere giden eski Osmanlı-İslami toplum ve idare geleneğiyle, hem başkentte hem de taşrada halktan ciddi destek gören kemikleşmiş sınıfların muhalefetiyle ve hepsinden öte, İslamiyet’in kâfirlere karşı olan o eski ve köklü olumsuz bakışıyla ve kökü kâfirlere dayanan her şeyi kusurlu sayıp reddeden tavrıyla baş etmek zorunda kalmıştı.
Bu değişiklikler hâlâ yüzeyseldi. Özellikle ailevi ve toplumsal meselelerde İslam hukuku itirazsız kabul görüyordu. Evlilik ve boşanma, mülkiyet ve miras, kadın ve kölelerin konumu gibi hususlar özde hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Reformcuların kafasında, bu aşamada, dini kurumlarla ilgili herhangi bir değişiklik düşüncesi varmış gibi görünmüyordu.
1829’da kıyafet reformu sivilleri de kapsayacak şekilde genişletildi. Padişah’ın kendisi bir örnek oldu ve bu örnek saraydan paşalara ve onların vasıtasıyla da farklı kademelerdeki memurlara yayıldı. Padişah artık Osmanlı teşrifat kurallarına göre değil, Avrupa kurallarına göre yabancı diplomatları huzura kabul etmeye başladı. Onurlarına resepsiyonlar düzenleyip misafirleriyle yüz yüze sohbet eden Sultan, kadınlara bile hürmet gösterecek kadar ileri gitti. Dinsel bakımdan ayırıcı bir özelliği olmayan Perşembe günü, Fransa örnek alınarak tatil günü yapıldı ve resmi dairelerde uygulamaya kondu. Ve daha şaşırtıcısı, resmi dairelerin duvarlarına Padişah’ın portresi asıldı.
Şu ana kadar, düzenli birliklerin ve devletin genel olarak tüm hizmetkarları ve tebasının feslerine taktıkları püskül bükülmemiş ipekten yapılmaktaydı. Rüzgar, yağmur ve benzeri nahoş etkilerin yol açtığı zarar nedeniyle püsküllerin her gün taranması kaçınılmaz bir mecburiyet haline gelmişti. Püskülleri taramak için çoğunlukla Yahudi oğlanlar bugünün ayakkabı boyacıları gibi sokakta, çarşıda “Püskülünüzü tarayalım!” diye bağırarak dolaşırlar ve bu yolla para
kazanırlardı. Kadınlar da taranmış püskülleri tepesi kalıpla düzleştirilmiş feslere takıyorlardı; başlarının üstünde daha kolay dursun diye fese bir tel yerleştiriyorlar ve fesin üstüne de kağıt yerine gümüş bir tabaka koyuyorlardı. Bu ipekli püsküllere çok isabetli bir biçimde insanlar tarafından “püsküllü bela” adı takılmıştı.
Ama kabul etmesi en zor olanı da şapkaydı. Bugün bile birçok Müslüman ülkede kullanılan başlıklar, muhafazakarlığın son sığınağıdır. […] 1828 yılında Kuzey Afrika kökenli yeni bir başlık Padişah’a takdim edildi ve onun onayını aldı. Fes olarak adlandırıldı.
Bir yüzyıl sonra fes öylesine benimsenmişti ki, Osmanlı ve İslami gelenekçiliğin ve yerleşik değerlerin timsali olarak hem hedef tahtasına kondu hem de savunuldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir